KAHVE MOLASI
ISSN: 1303-8923
ABONE FORMU

ABONE OL
ABONELiKTEN AYRIL
HTML TEXT
Arkadaşlarınıza önermek ister misiniz?

 SON BASKI
 Ana Sayfa
 Arşivimiz
 Yazarlarımız
 Manilerimiz
 Forum Alanı
 İletişim Platformu
 Sohbet Odası
 E-Kart Servisi
 Sizden Yorumlar
 Kütüphane
 Kahverengi Sayfalar
 FİNCAN/SİPARİŞ
 Medya
 İletişim
 Reklam
 Gizlilik İlkeleri
 Kim Bu Editör?






Kahveci Soruyor?



KAHVERENGİ SAYFALAR



KAPI KOMŞULARIMIZ

Üç Nokta Anlam Platformu


Bir Ekart = 1 Gün
Yazılan, Okunan, Kopyalanan, İletilen, Saklanılan, Adrese Teslim Günlük E-Gazete - Yıl: 3 Sayı: 494

 30 Nisan 2004 - Fincanın İçindekiler

 Editör'den : Gurme notları!..


Merhabalar,

Dün anlattığım hotmail problemi bugün de devam etti. Ancak birşeyi atlamış ve pekçok dostumuzu rahatsız etmişiz, affola. Sunucular arasında yaşanan iletişimsizlik nedeniyle Kahve Molası'nın arzusu hilafına mükerrer sayı gönderimi yapmışız. Türkçesi aynı sayıyı bazılarına 50 kere yollamışız. Bu sorun hotmailci amcalardan mı yoksa bizim yardımcı sunucudan mı kaynaklandı tespit edemedim. Her ihtimale karşı gene aynı hataya düşüp kulaklarımın acı acı çınlamaması için bir süreliğine hotmail adreslerine gönderimi kesiyorum. Adreslerini değiştirmek isteyen arkadaşlar yeni adreslerini abone ederek alıma devam edebilirler. Bu soruna bir çözüm bulamaz isek hotmail adreslerinden abone alımını üzülerek durdurmak zorunda kalacağım. İnşallah uzun sürmez. Bugün gene beğeneceğiniz yazılarımız var. Şimdi yaslanın arkanıza, alın kahvenizden bir yudum ve başlayın okumaya. Hepinize güzel bir haftasonu dilerim. Kalın sağlıcakla...

Bir sonraki sayıda buluşuncaya kadar bulunduğunuz yerden bir adım öne çıkın. Sevgiyle...

Cem Özbatur

3011 Yorum var. Yorum Yaz / Oku
Seda Demirel

 Pratisyen Kahveci : Seda Demirel


   SEDNA

Kalın kemik iğnenin battığı her delik deriden aydınlığın ışığını sızdırıyor.
En sona attığım düğüm ise yalnızlığımın mühürlenmesi.

Dikiş dikmekten çok hoşlanıyorum. Yolculuk gibi. Kaçıp uzaklaşmak ve özgür kalmak gibi. Düğümlere varana kadar babamdan ve bu kamptan uzaklaşıp gizli ve farklı aşklar yaşıyorum. Tanrılar görüyorlar beni ve yanlarına çağırıyorlar. Yüzümü avuçlarına alıp "Bu güzelliğinin tanrısal olduğuna inandık. Bu güzelim uzun siyah saçlar ancak bir tanrıçaya ait olabilir" diyorlar bana... Ve her düğümde babam yakalıyor beni. Bir mühür daha vuruyor kulübenin kapısına.

Ya annem? O da ilmek ilmek kaçar mıydı, babamdan, bu buz alevinin; yüzümü, boynumu, hafifçe terleyip parlayan göğsümü bir türlü ısıtamadığı bu kulübeden, o da kaçar mıydı? Kaçtı ve çok uzaklara gitti. Soğuk buz kalıplarının arasında sıcacıktır şimdi.

Ne zaman öğrendim dikiş dikmeyi bilmiyorum. Annemin beni bırakıp gidişini de hayal meyal hatırlıyorum. Kürkler yapıyorum kendime. Babamı koruyacak deri iç giysileri. Oldukça becerikliyim dikişte aslında. Saçlarıma takmak için diktiğim son deri toka dedikodulara neden oldu. Ellerim ve parmaklarım sihirliymiş.

16 yaşındayım. Suya bakarak kemik tarağımla yavaş yavaş saçlarımı taradığımda sırtımdan bana yönelip sabitleşen gözleri hissediyorum. Saçlarım çok uzun, ve çok güzel. Son diktiğim kürkümün rengi tenimin beyazlığı ve yüzümün yanığını çok güzel gösteriyor. Köyde benimle evlenebilmek için babama çok yaklaşan var. Babam evlenmelisin artık diyor. Hiçbirini beğenmiyorum. Ben özgür olmak, uçmak istiyorum.

Babam çok iyi bir avcıdır. Her mevsim, kıtlık bile olsa, kulübemizde balıkyağımız olur. Arktik bize hep bereketli davrandı ama babam yine de endişe eder. Bir gün ya avımız olmaz da, aç kalırsak korkusu ile uyanır her sabah. Ben hep şarkılar mırıldanırım. Köyümüzün ve töremizin şarkılarını. Arktik Okyanusunun yansımasında kendimi seyretmeyi çok severim.
Babam gecen gün saçlarımı tararken "Gelen ilk avcıya seni vereceğim" dedi. Şaka yapıyor olmalı. Benimle evlenecek kadar yakışıklı tek bir avcı bile yok kampımızda. Böyle bir şey yapmaya kalkarsa kendimi buzulların arasına bırakıveririm, tıpkı annem gibi.
(Babam bunun bir kaza olduğunu söylüyor. Ben farklı hissediyorum)

Dışarıda kulübemize doğru yürüyen birini gördüm. Kulübeye yaklaşan şu yeni avcının boyu ne kadar uzun, üstündeki kürk de ne kadar güzelmiş. Zengin biri olmalı. Yüzünü göremiyorum oysa. Babam onunla konuşmaya başladı. Sesi kulağıma getiriyor rüzgar. "Çok iyi dikiş diker, güzel yemek yapar, kızımı size verebilirim yabancı avcı. Kıyıda kanonuzu gördüm, çok güzel bir kanonuz var..." Olamaz! Yoksa, yoksa!!? Baba, yapma bunu, ne olur!!...

Suyun kenarına geçiriyor insanlar beni. Babam beni bu yabancı avcıya verdi. "Kimseyi beğenemedin" dedi bana. "Ben de kocanı seçtim!!..." Biz Inuit kadınları boyun eğeriz. Boyun eğmek zorundayım. Durup dururken evleniyorum işte. Hiç tanımadığım bir yabancıyla üstelik. Tanrılar sesimi duyar mı ki? Gitmek istemiyorum. Tanımadığım bu yabancı ile gitmek istemiyorum. Gözyaşlarımı saklayamıyorum ama babam yüzüme bakmıyor. Aç kalma korkusu yüzünden benim sorumluluğumu başkasına devretti. Avladıklarını benimle paylaşmak istemiyor artık. Karısı değilmişim ve evlenmeliymişim... Ahh! Anne!...

Kocamın kanosu çok büyük.
Kocam hiç konuşmuyor.
Kocam yüzüme bile bakmıyor.

Eliyle kanoya binmem gerektiğini gösterdi sadece. Bindim...
Kıyı kayboldu.
Nereye gittiğimizi soruyorum.. Hiçbir soruma yanıt vermiyor.
Yüzüme, saçlarıma, güzelliğime, ellerimle diktiğim kürklere bakmadı bile. Arktik'in sakin sularını hızla yararak ilerliyoruz. Sular sakin, o çok güçlü.

İleride bir ada belirdi.
Kocam kanomuzu oraya doğru yöneltti.
Birazdan yeni kulübemi görecek olmalıyım..

Ne kulübe, ne de ufacık bir yeşillik var. Bu adaya neden çıktığımızı anlamıyorum. Her yer kayalık, taş.. Sivri bir tepe yapmış kayalar. Kıraç bir yer burası. Burada ne işimiz var? Arkamda kalan kocama bakmak istiyorum en sonunda, yüzünü görmeliyim artık onun.. Sesini işitmeliyim..
Aman tanrım!!!...

Ben lanetlenmiş olmalıyım. Kimseleri beğenip evlenmediğim için lanetlenmiş olmalıyım!!!
Karşımda simsiyah tüyleri ve parlayan büyük siyah gagasıyla bana bakan bir kuzgun var. Gözlerindeki kara pırıltı içime işledi, bu siyahlık canımı bakarken yaktı. Kürkü üstünden sıyırıp attı. Bana yaklaşmaya başladı. Çirkin sesiyle benimle konuşmaya çalışıyor.
Kötü bakışlı ve çirkin sesli bir kuzgunla evlendim ben!!!

Kaçmalıyım.
Kurtulmalıyım elinden.
Koşuyorum...

Ayaklarıma kayalar batıyor, tabanlarım paramparça olana dek koşuyorum. Arkama bakıyorum, onu göremiyorum. Önümde, hemen kanayan ayaklarımın dibinde bir gölge beliriyor. Gölgenin büyüdüğünü görüyorum. Kanatların gölgesi büyüyor. Sırtıma saplanan iki keskin bıçağın derimi parçalayışını hissettim. Pençelerin acısı içime kapkara oturuyor. Kanayan ayaklarımın yerden kesildiğini hissediyorum. Beni kayaların tepesinden dik bir yamaç kenarına bırakıyor. Yerde tüyler var. Balık kılçıklarıyla dolu, ne kadar da pis kokuyor. Burası onun yuvası. Benim de yeni yuvam. Ayaklarımın ve sırtıma geçen pençenin acısı ile oturup ağlıyorum.

Her sabah kocam beni bırakıp gidiyor. Akşama bulduğu çiğ balığı önüme koyuyor yemem için. Çiğ balık dışında başka bir şey yemiyorum. Çok mutsuzum ve çok da yalnızım.
Eski mutlu şarkılarım yaktığım ağıtlara dönüştü. Babamın ismini haykırıyorum, Arktik dalgalara. Belki rüzgar sesimi taşır ona. Gelip beni kurtarır kocamın elinden. Günler sürüyor, hatta aylar.

Bir sabah gözlerime inanamıyorum. Babamın kanosu bu!!! Tanrılara şükür olsun ki babam sesimi duydu! Beni buldu nihayet!

Hemen kanosuna binip, Arktik'in buz gibi sularında kürek çekmeye başlıyoruz. Babamla hiç konuşmuyoruz. Ona anlatmıyorum. Hiç vakit yok. Bir an önce uzaklaşmamız lazım bu cehennemden ve kocamdan. O dönmeden çok uzaklara gitmiş olmalıyım. Şarkılarım babama her şeyi söylemiş olmalı. Bana hiç soru sormadı. Saatler sonra uzaklardan gelen siyah bir nokta görüyorum gökyüzünde. İçime sudaki buzullardan biri işlercesine üşüyorum, babama belli etmiyorum ama küreklere daha da sıkı sarılıyorum. Kaçmam lazım. Bizi bulmamalı. Kızgın kocamın yaklaştığını görüyorum.

En sonunda tepemizden aşağı süzülüp okyanusa doğru inişe geçiyor kocam. Babam kocamın geldiğini gördü. Küreğini kaldırıp ona vurmaya çalıştı. Iskaladı. Kocam bu hamle ile iyice köpürdü. Nefesi suyu dalgalandırıyor. Suya iyice yaklaşıp dev kanatlarını çırptı işte. Dev bir dalga yaptı ve üstümüze yolladı. Okyanusun ortasında kopan dalga kanomuzu sallıyor. Sakin okyanus öfkeyle köpürdü bir anda. Dengemizi bulamıyoruz. Babamın elini kolumda hissetim bir an. Buz gibi okyanusa düşerken "Al işte kıymetli karını. Onu al ve bana zarar verme.." dediğini duydum.
Buz gibi Arktik Okyanusu bedenimi sardı.
Çığlık atıyorum. Suyun içinde çırpınıyorum.
Suyun üstünde kalmayı başardım. Kanoya, babama doğru yüzüyorum. Nihayet kanonun kenarına tutundum. Babamın gözlerinden ölüm korkusunu okuyorum, dehşet içinde. Kopan fırtına ruhunu da savuruyor, en az bedeni kadar. Kanoyu kavrayan ellerime kürekle vurmaya başladı babam. Kanodan uzaklaştırmaya çalışıyor beni.
Baba, yapma baba... Çığlığımı duymuyor... Vurmaya devam ediyor parmaklarıma...

Buz gibi Arktik Okyanusunun soğuğunda donan parmaklarım birer birer kırılıp suyun içine düşüyorlar. Süzülerek inen parçalarım , kocamın korkunç gücünün etkisi ile FOK BALIKLARINA dönüyorlar.

Yılmıyorum. Tekrar tutunuyorum kanonun kenarına. Son bir güç ile yardım dileniyorum babamdan. Bakmıyor hiç yüzüme. Sallanan minik kanosunun dengesini bozmamam ve kocamın onu rahat bırakması için bu sefer kanoyu tutan parmaksız avuçlarıma ellerime vurmaya başlıyor.

Donmuş ellerim de kırılıyor nihayet. Kopan parçalarım yine suya düşüyor.
Okyanusun dibine inerken ellerim BALİNALARA ve iri deniz memelilerine dönüyor bu sefer.
Artık gücüm tükendi. Kanodan kopuyorum ben de.
Batmaya başlıyorum.

Bana yapılan bunca haksızlığın içime düşürdüğü ateş sayesinde donmuyorum. Donmadım. Hala buradayım. Öfke içimi sıcak tutuyor. Okyanusun dibinde fok balıklarımla, balinalarımla oturuyorum şimdi. Arktik Okyanusunun dibine doğru yaptığım yolculukta, nihayet, sesimi duyan tanrılar beni tanrıçalığa layık buldular.
Olanlar aklıma gelip öfkem kabardığında, sakin denizleri de kabartıp fırtınalar doğuruyorum. Bütün avcıların bana saygı duyması gerekiyor. Yoksa onları aç bırakıyorum. Zaman zaman öfkemi dindirmek için aşağıya bir şaman yolluyorlar. Uzun ve güzel siyah saçlarımı tarayan bu şaman, beni sakinleştirmeye çalışıyor. İşe yaramıyor da diyemem doğrusu.
Yine de öfkem ve bana yapılan haksızlıklar aklıma geldikçe şöyle bir köpürüveriyorum. Hele bir de saçlarımı taramaya geç gelirler ise...
Ben SEDNA'yım.
Denizlerin tanrıçası.

NEDEN SEDNA? (2003 VB12)
Sedna simdiye dek tanımlanan en uzak solar sistem objesi. Güneşe mevcut bütün solar sistem objelerinden tam iki kat uzaklıkta, Pluto veya Neptüne'e göre ise üç kat daha uzakta. Sedna'nın yüzeyinde ayakta durduğunuzda elinize alacağınız bir toplu iğneyi kolunuz boyunca uzatarak, toplu iğnenin top kısmı ile güneşi kapatabilir ve gölgeye kaçabilirsiniz. Daha da ilginç olan ise, son derece eliptik bir yörüngesi olan bu planetoidin güneşin etrafındaki bir tam turunu 10.500 yılda ancak tamamlayabilmesi.
Kısacası çok uzak, çok yalnız ve çok soğuk. Inuit'lerin öfkeli tanrıçası Sedna gibi.
Inuitlerin en tanınan tanrıçalarından birisi SEDNA.
Eskimo mitolojisinin sinirli tanrıçası SEDNA belki saçlarının taranması kadar isminin bu çok özel planetoid'e verilmesinden de hoşlanabilir diye düşünülmüş olmalı.
İkisi de çok uzak, çok soğuk ve çok yalnız.
Sever mi dersiniz?
Kim bilir...

Seda Demirel

Yukarı

Ahmet Şeşen

 Enişte'den Erişte'ler : Ahmet Şeşen


   Ezgi

Hani derler ya; "Çocuksuz olana çocuk bakmak..." veya "Bekar adama karı boşamak..." Her ikisi de KOLAY gelir.. Doğrudur, aslında hiçte kolay bir konu değildir. Bekar iken bir büyük derdim de; oldu oldu da evlenemedim, peki "Nasıl çocuk sahibi olurum ben yaaa ?" diye kara kara düşünmek olmuştur. Bir yandan böyle düşünürken bir yandan da; "Kızım olursa ismi ne olmalı ya da oğlum olursa ne olmalı, hatta ikisi birden olursa isimleri ne olmalı ?" diye yine eski bir öyküde olduğu gibi "Ya, çocuğun kafasına balta düşerse, en iyisi daha çocuğumuz doğmadan oraya asmayalım o baltayı !" biçiminde düşünmeye de devam etmedim değil. Milli Piyango'nun meşhur sloganı gibi "Ya çıkarsa, ya doğarsa çocuklarım ?" değil mi ama... Tedbiri bırakmamalı elden, ne çıkar doğmamış çocuklarına vereceğin isimlerden ?

Bekarlık yıllarımda sağolsun bazı arkadaşlarım davrandılar ACELE, birçoğu bebeklerini bile aldılar ELE, bende TIK yok daha.. Sinir bozucu bir durum. Nişan törenlerine gidiyorum, arkasından evlilik törenlerinde de boy gösteriyorum ama hastahanede bebek ziyaretleri de başlayınca iyice sinir olmaya başladım. Hani nerdeyse, güzelce bir hatun görsem; "Bana bir bebek verir misiniz ?" demeyi dahi düşünmedim değil. Arkadaşlarımın arasındaki pozisyonum nerdeyse böyle umutsuz vaka sendromu gibi. Haluk'un bir oğlu olmuş, Ersun'un bir kızı, bilmem kim gün sayıyor, ben ise; "Biiiir, bir, biri birilerine, bakaaaar BEKAR BEKAR dururum" türkülerini söylüyorum. Tek avuntum Ferda, sağolsun onunda sesi soluğu çıkmıyor. Neyse, birkaç gün daha geçiyor Ersun'lara gidiyorum, hala isim koymamışlar kız bebeğe, insaf yani, seçemediler bir türlü. Bende sorduklarında fikrimi belirtmiştim ama bizimkiler ince eleyip sık dokuyorlar. "Bana ne canım" deyip kızımı doya doya sevmeye çalışıyorum.

"İlk çocuğum kız olursa kesinlikle EZGİ koyacağım adını.." diye karar alıyorum o gün. Sağolsunlar, Ersun ve Sema da Ezgi koyuyorlar sonradan kızın ismini. Şimdi Üniversite'li bile, yıllardır göremedim bir türlü. Sonra diyorum ki; Ezgi'den sonra bir çocuğum daha olursa o da SEZGİ olsun, kız veya erkek, hiç farketmez. Evdeki hesap tutmuyor elbette ve benim bir oğlum oluyor, elbette Ezgi diyemiyorum ADINA, belki de bu yüzden doyamıyorum kız çocuğunun TADINA... Artık yakınlarımdan bekliyorum kız çocuk ve şansıma kardeşimin yıllar sonra bir kızı oluyor da, öyle teselli buluyorum.

Üniversite yıllarımda teyze kadar yakınım olan Nevoş'un evinde idim. Benimle yaşıt bir oğlu ve bizden 6 yaş küçük bir de kızı var idi. Kız, o zamanlar ortaokula gidiyor. Nevoş, erkenden işe gidiyor, oğlu da sabahları geç gidiyor, biz de kızı ile her sabah kahvaltımızı birlikte hazırlıyoruz, sonra da evden çıkıyoruz. Derslerine de yardımcı oluyorum, özellikle Matematik. Kızkardeşim kadar yakın oluyor, hatta sabahlarını saçlarını bile ben örüyorum. Yıllar sonra anlattı, meğerse daha evin yanındaki yokuştan çıkana kadar çözülürmüş, sağolsun öğretmeni örermiş ..:-)) Benim öreceğim saç bu kadar olur işte, hani eskilerin dediği gibi; "Alışmadık ....... tuman durmazmış" hesabı. Ara sıra arkadaşlarımın yanına da götürürdüm Arzu'yu. Fenerbahçe'ye, Moda'ya gezmeye gittiğimiz zamanlar. Bazen sinemaya, tiyatroya götürdüğüm de olurdu, sağolsun ağabeyi götürmezdi, onun açığını kapatmaya çalışırdım. Aramızda gülüştüğümüz bir de sloganımız olmuştu Arzu ile : "Hazır ayaktayken Ahmet Abi,......" diye başlardı. Tam bir tembel teneke idi gençliğinde kerata, koltukta uyuklama durumları... Hazır ayakta iken battaniyesini, susadığında suyunu, vs.vs... Gülüştük durduk yıllarca bu tembel sloganıyla. Sonraki yılları hiç de öyle tembel geçmedi elbette. Ne de olsa ahmet Abi'sinden feyz almıştı ev işleri konusunda ..:-))

Tembellik ettiği konu çocuk doğurma konusu oldu sadece. Daha düne kadar bekledik durduk kendisini ve sonunda bir kızımız oldu. Bu sabah gidebildim daha ziyaretine. Ne şeker oluyor şu bebekler, yumuş yumuş eller, mis kokular, kapalı gözler, 2 saatte bir cork cork süt ve mutluluk saatleri... Ekmek elden, süt memeden... Kebap zamanı... Elbette ana karnı daha da kebaptı ve orada daha da mutluydu ama ne yazık ki bu kira kontratı sadece 9 ay 10 günlük. Üstelik beleş, kira parası yok, "On dönüm bostan, yan gel Osman" hesabı. Günü geldiğinde evi boşaltmak gerekiyor sadece. Hem de tıpış tıpış. Eşya filan da yok ki taşınma derdin olsun, tek valizin olan göbek kordonunu eline aldığın gibi yallah açık havaya çıkıyorsun. Biraz oyalandın mı seni tahliyeye zorluyor evsahibinin doktor görünümlü avukatları.. İşte o an tembellik bitiyor, bir de elinden oyuncağın göbek kordonu da alınınca, kalıyorsun dımdızlak ortada. Başlıyorsun zır zır zırlamaya elbet. Bir süre sonra aklın başına geliyor ve başlıyorsun "Hayat zormuş" DEMEYE, kurtarıcı niyetine de saldırıyorsun elbette MEMEYE...

Hoşgeldin bebek, hoşgeldin Deniz Nisan... Annen ve baban için şimdi sen en büyük hediye...
Sen ismini öğrenene kadar; ben seveceğim seni EZGİ diye diye...

asesen@kahveciyiz.biz

Yukarı

Ayşen Şahin Aksakal

 Çiğdem Çekirdek : Ayşen Şahin Aksakal


   İzmir, seni seviyorum...

İnsan ömrünün en güzel dört senesi; onsekizimden yirmiikime kadarını bağışladım İstanbul' a. Her köşesini kıymetini bilerek soludum ve kazıdım hafızama. Ama ne Bebek' te yenen dondurma, Galata Kulesinde saçlarımı uçuran rüzgar, ne Üsküdar sahilinde içilen çay, ne Nevizade' deki buzlu rakı serinletemedi içimi henüz yarısı kurumuş İzmir balkonu kadar..

İstanbul' da aşk, hep biraz hüzündür. Gözlerinizden taşan mutluluk ve umudu zapteder, salamazsınız, utanırsınız çevrenizdeki yaşam çilesi meşgulu milyonlardan. Serin serin okşarken rüzgar, tokatlamaya baslar.Kızkulesi sadece ayrılık anlatır. Beyoğlu sadece siz içip unutasınız diye vardır. Kapalıçarşı' da kaybolursunuz ne aradığınızı da unutarak. Anadolu Kavağı' nda tüm dertlerden sıyrılmış; nefis bir balığı rakı ile sularken kaçan vapur, tüm yollarınızı kapatır.

Hiçbir kartpostala sığmayan Karaköy - Üsküdar, Beşiktaş-Kadıköy, Eminönü-karşıkıyıheryer vapuru manzarası dururken, neden gözlerini yere diker insanlar?

Tüm aşkımla kollarımı açıp; dört bir yanına sarılmak istedim İstanbul' un; Beyazıt sahaflarını sevdim, sivil polis çıktılar, Beyoğlu Tüneli sevdim, bir salata yemeye yetmedi param, Üsküdar' ı sevdim Kadıköy' e kadar diye almadı taksici, Koşmaya kalktım Yeniköy sahilboyu okkalı söz geldi kulagıma. Balkonsuz ve elli metrekare bir evde hergün için bir çizik atarak doldurdum dört seneyi, kollarım boşta kalınca. İzmir hep kalbimin ilk aşk köşesinde tazecikti.

Temmuz sıcağında yanan ayaklarımı lastik pabuçlarla beraber yıkadığım Karşıyaka' daki cami avlusu, Kemeraltı'nın her sokağını gezerek aradığım şeftali-muzcusu, limonlu turşu suyu, her köşe başı midyecisi, Kordon' da buz gibi bira ve gün batımı, Güzelbahçe' de taze balık ve yakamoz. Pazarda seçmece sebze, İzmir tulum- dünyanın en güzel peyniri-, buldan bezi gömlekler...

İzmir' i İzmir yapan muhabbettir. Herkes acelesi yokmuş gibi yaşar. Plazalar olmadığı gibi, plazadan tasan insan güruhu da yoktur.

Açık hava tiyatro ve konserlerine yarısında girebilir İzmir insani, kalbinde sanata saygısızlık asla yoktur, Akdeniz havasından olduğunu sanatçı da bilir ve ayıplamaz. Yanık tenle gezer yılın sekiz ayı tüm İzmir, erkeklerde şort, kadınlarında rengarenk uçuşan etekler..

Herkes herkesi bilir gibidir. Market kuyruğunda bile muhabbet kurulur, kaynaşılır. Tüm evler balkonludur ve yazın mutfakta yemek ayıptır. Kimsenin gözü kimsede kalmaz ve kalın perde sektörü zayıftır.Gece yarılarından sonra bile sahilde yürüyüş yapan kadınlar vardır,aceleleri yoktur. Bisiklete bir yerden bir yere gitmek için binilir ve Bostanlı sahilinde güreşmek serbesttir.

Tüm kızlar güzeldir, çünkü tenleri yanık, saçları uzun ve sağlıklıdır, hepsi yüzme bilir ve sever, dolayısı ile incedir bedenleri. Vapurlar zevk içindir belki bu yüzden hiç inmeden geri gitmek ücretsizdir. Elele gezilebilir her semtinde, öpüşene gülümseyerek bakılır. Sıraya girer insanlar, itişme yoktur. Pideci doludur her semt ve pide lahmacunla neredeyse ayni fiyattır. Çiğdem çitlenir yaz akşamları sahil boyu, kaynamış mısır ve dondurma yenir. Ne kadar kaybolursan kaybol, bir yerler mutlaka denize çıkar ve bu hayatın en büyük lütuflarındandır.

Aşk hep gülümsemektir İzmir' de, sınırı geçtiysen hasret. İstanbul' dan otobüse binip uyukaldığımız sevgili ile Sabuncubeli' nde gözlerimizi açtığımızda elele tutuşmamız dört sene boyunca, rastlantı mıdır İzmir midir?

Bu aksam balık pişiricisine uğramalı, balıklar pişene kadar sahile inip, bir yarım saat yürümeli. Balkon' da yenen balığın yanına buzlu rakı eşlik etmeli, yarın belki Çesme' de oluruz, sandaletleri meydana çıkarmalı. Sevdikçe daha çok sevmeli. Uzattığım kolları boş çevirmedi bu şehir diye, şükretmeli.

Ayşen Şahin AKSAKAL

Yukarı

 Kahvecigillerden : Zeycan Irmak


-seyyah- 2

Oh çekip çıkıyorum otel kapısından. Güneş neredeyse tepeme yükselecek. Hava şimdiden çok sıcak, ısı birden yüzüme çarpıyor. Ortalık halâ sessiz. Kuş sesinden başka ses duyulmuyor etrafta, bir de çarşıda işi olan birkaç kişinin bisiklet pedal sesi. Bakıyorlar, bana ve geldiğim yerin plakasını taşıyan arabama. Alışıklar. Burası yol geçen kenti olmuş. Üniversite biraz hareket katıyor şehre, yaşlılar azınlıkta kalmış. Doğa kucağına çağırıyor beni. Köyümün fısıltısını duyuyorum kulağımda, rüzgâr kokusunu taşıyor burcu burcu. Az kaldı. Akşama kalmaz, varırım...
Eşek tepesinde bir yerden, bir yere eğleşen köylülere el sallıyorum. Bir önceki gecenin kasveti ve buhranı sıyrılıyor üzerimden. Neşeli türküler söylüyorum. Şiirler okuyorum Can Baba'dan. Kendim dağlarla geliyor kendine. "Bu işte kumru bu! Yaşam bu! Bak, bak da gör.... bir daha kim bilir ne vakit düşer yolumuz... "

Seyyahım ben. Kara bir büyü rehberlik etti önce yoluma, gördüm, bildim. Sonra aklım, gönlüm hep burada yaşadım. Geriye ne kara büyü kaldı, ne de içimdeki sönmeyecek sandığım yangınım... şimdi ben alıp başımı, hepsini ardımda bıraktım...
Mecnun; aşkından düşerken çöllere, Hak yoluna ulaşmış... Ben; arınıp aşkın donduran yakısından gerçeğimi buldum yollarda. Yaşamak; kimine göre ömür boyu çalışıp para kazanmak, kimine göre başkalarını mutlu kılmak, kimine göre sakin bir koyakta son bulmak... yaşamak; bana göre ait olduğun yere ulaşmak. Debisi güçlü olmalı, alıp seni sürüklemeli, yatıp kalkıp düşünmelisin o yeri.
Ben seyyahım kumru. Misyonum bu. Tek bir yere değil ki aitliğim. Bu gün burası, bir bakarsın yarın başka bir yer olur... hayat bu, suyun yolu değişir, sapar gidersin. Ama şimdi, şimdiyi sorarsan, şimdi hasretliğim burayadır.

Oldukça meşakkatli, döne dolana tırmanıyorum virajları külüstür arabamla. Rakım yükselmeye başladıkça ağaçların, çiçeklerin kokusu genzimi yakıyor, kulaklarım bir takınıp, bir açılıyor...
Görüntü muhteşem!... Durup tepelerin birinde manzarayı seyrediyorum. Yeşilin bu kadar çok tonu olduğunu ve uyum içinde birbirlerine bu denli karıştıklarını daha önce başka bir yerde görmemiştim. Kışın başka bir güzel burası, yazın başka, ilk yaz çiçeklendiğinde ağaçlar, coştukça renkler daha başka...
Ben... geldim, evet, daha önce de geldim... Ama çok şey kaçırmışım. Yürek gözüm bağlıydı o zamanlar. Beni mutluluktan ağlatacak kadar güzel olduğunu, kalbimin çıldırasıya çarpacak kadar helecanla sarmalanacağını düşünmemiştim... Bu kadarı fazla kumru, bu mutluluk çok fazla. Baksana şu ağaçkakanın yaptığına, ya şu sincaba ne demeli, bak,bak... nasıl da kaçıyor dalların arasına. Zakkumun rengine bakar mısın, kar düşmüş sanırsın yeşilin göbeğine... pembesi ise başka güzel...
Kıyamet kopsa kumru... şuracıkta kopsa, deccal bile kaldıramaz beni yerimden... ölse insan, umuru olmaz, anlamaz ki öldüğünü yer yarılsa ortadan.... Tanrım bana bu mutluluğu çok görmediğin için şükürler olsun sana...
Deniz bambaşka görünüyor mavi-yeşil ışıl ışıl, grup kızıla boyamış ufku, morlu turunculu bir alaca giyinmiş ki kıyamet... renkler burada benden beter delirmiş kumru... ölümse bu, ölüm bu kadar güzelse, cennet halt etmiş yanında...
Yörük halkı yaşıyor bu köyde, dağın tepesinde, ağaç kütüklerinden evlerde, ormanın içinde... güleç yüzlü, çekik gözlü, yüreği ağzında; konuştu mu can eviyle konuşan insanlar... park ediyorum arabayı emniyet şeridinin biraz daha dışındaki sapağa. Ayakkabılarımı atıveriyorum arabaya, yürüyorum patikadan... yola en yakın evin kapısını tıklatıyorum;

-"Yettim, yettim..." içerden ihtiyar bir kadın sesi yükseliyor. Açıyor kapıyı gülerek;
-"Bıyır, birini mi aradın evladım?" öyle güzel ki gülüşü...
-"Ben... Tanrı misafiriyim desem, konuk eder misin beni?" çekiniyorum istemeden...
-"Gel, gel, durma kapı ağzında, gir hele bir soluk içeri..." çekiliyor kapıdan... içerisi, loş, serin... mis gibi bir şeyler kokuyor...
-"Selâmûn âleykûm" diyorum....
-"Ve alleykûmselâm... hoş gelmişsen yavrım... gel hele otur şöle" sanki bildik, tanıdık gibi. Sanki uzun zamandır görmediği bir ahbabının kızı gibi... öyle samimi bakıyor yüzüme, beni cam kenarındaki kilim kaplı sedire oturttuktan sonra, kalkıyor çevik adımlarla. Yüzü çizgi çizgi, başında sakız beyazı yaşmak, beli kambur, ama o kadar çabuk hareket ediyor ki on yedilik kız gibi.

Elinde siniyle geri dönüyor. İçinde buğusu tüten, bakır tasta o mis kokulu çorba...

-"Irak yoldan geldiğin bellidir, doyur güzelce karnını bakem..." sormuyor, korkmuyor, kuşkulu değil... ben sıkılıyorum, ama ben de korkmuyorum. Güven veriyor bakışları, gözlerindeki ışık....

İlk defa acıktığımı ve geceden beri ağzıma bir lokma sürmediğimi anımsıyorum. Her önüne konanı yemeyen, "bu ne, içinde ne var" diye sormadan, kurcalamadan rahat edemeyen ben, neyden ve nasıl yapıldığını bilmediğim, ilk defa tadına baktığım çorbayı büyük bir iştahla kaşıklıyorum. Karnım doyunca, başımı siniden kaldırıyorum, gülümsüyorum;

-"Ellerine, kollarına sağlık nine, Allah bereket versin, bolluk versin" diyorum, hiç alışık olmadığım ama hoşuna gideceğini tahmin ettiğim sözlerle.
-"Eee, anlat hele, nirden geldiiin, nireye gidersin? Buralı değelsin, belli..." yere bağdaş kurmuş, ilk defa merakla bakıyor yüzüme.
-"Ben... çok uzaktan geldim nine. O büyük şehirden. Hani belki görmüşsündür, televizyonda falan"

Gözlerini açmış, eliyle ağzını kapatarak bir çığlık atıyor;
-"Abooov!... Sen tiii, orlardan bi başına nasıl geldin ki burlara? Yolda, izde kurtlar depmedi mi seni heç?"
-"Yok ninem, korkmam ben öyle şeylerden. Geldim işte. Daha önce de gelmiştim de, şehre inip otelde kalmıştım, arkadaşım vardı yanımda. Buradan geçmiştik. Aşağıda, kasabada konuşmuştum köylülerle, oradan biliyorum burayı. Çok sevdim bir de. Merak ettim; sizleri, burayı, nasıl yaşanır, ne yer ne içersiniz. Bizim büyük kentte her şey ayağımıza gelirken siz burada nelerle uğraşırsınız..."
-"A benim deli gızım, heç orlardan merak uğruna koyup gelir mi gari insan sevdiklerini?"
-"Bir anam var nine, başka sevenim yok ki benim."
-"Anan, merak etmez mi ki seni? Bilir mi, başına bir iş gelcek diye korkmaz mı a gül gızım?"
-"Yok ninem, inanır bana... Eee, sen söyle ne yaparsın burada, dağ başında kolay değildir ki yaşamak."

Meğer köyün ileri gelenlerinden 'Çavuş' dedikleri, saygı duydukları bir ihtiyar çiftin kapısını çalmışım. Halk fakir, kendi yağınla kavruluyor. Keçi besliyor dağlarda, etinden, sütünden, kılından kıt kanaat geçiniyor. Peynir, höşmerim, kaymak, yoğurt satıyor kasabaya. Öyle güzel misafir ettiler ki beni; ben onları, onlar beni çok sevdi. Küçük çobanla gündüzleri dağlardan inmedik. Keçileri güttük. Ayaklarımın altı on günde nasırlaştı, gene de çıplak ayak bastım çalılara, dikenlere, otlara...

Toprak; sevdim seni bir nebze, hissettim tenimde, ama yine de sevdiklerimi benden aldığın için kinim geçmiş değil halâ...

Annemi aradım bir ara "merak etme, on güne kadar gelirim" dedim. İstemese de içim, yalnız koyamam onu orada. Bekler beni, gözü yollardadır. Anam, sen de olmasan kimi özlerim ben? Kim çeker kahrımı senden başka? Hep sordular "Hani hep gülersin de, neden dalar gidersin durup durup, gölgelenir yüzün, puslu bakarsın arada, aha da şu dağlar gibi?" , "Senin kimin kimsen yok mudur? Nedir seni burlara sürükleyen?" sustum, gülümsedim, diyemedim ki kumru "kendimi bulmaya geldim. Benim kimim de, kimsem de buradadır, ilk defa soluk aldığımı burada hissettim" diyemedim. Sustum, buruk gülümsedim.
Ağaç köklerine bakarak yolumu bulmayı öğrendim. Hiç bilmediğim yemişlerle tanıştım, tadını unutamayacağım yemekler yedim, nohuttan kahveyi burada içtim. Fal baktım genç kızlara, güzel kısmetler söyledim fincanlara bakıp. İnsanın insan gibi yaşadığı, özünden ayrılmadığı, dürüstlüğün ve yardımlaşmanın, asıl paylaşmanın ne demek olduğunu burada anladım. Burayı özlemekle, düşlemekle ne kadar haklı olduğumu, yanılmadığımı kendime ispatladım. Belki de hayatım boyunca tek doğrum oldu bu köy.
Köy düğününe, kına gecesinin hasına bu köyde tanıklık ettim. Dedikodudan, nifaktan uzak, kapıların ardına kadar açık bırakılıp kasabaya inildiği bir yer burası. Kimsenin, bir diğerinin malında gözü yok. Geçimin büyük emeklerle sağlandığı, paranın zor kazanıldığı ama yüzlerden gülümsemenin eksik olmadığı bir yer.
Kızlar bir tek kına gecelerinde ağlıyorlar, bir de cenazelerde birlik olup yaş döküyorlar gidenin ardından. Çocuklarla saklambaç oynadım ağaçlar, çalılar arasında. Körebe, kuka, bezirgân başı... Bir sabah bir uyandım; yüzüm esmerleşmiş, rüzgâr yanığı; konuşmam değişmiş kahvaltıda çorba kaşıklarken... ben kendime gelmişim... ağlamayı unutmuşum, gülmekten, güneşe kısık gözlerle bakmaktan kırışmış göz kenarlarım... Ama geldiğimden beri mutluluk yüzümden silinmemiş, yerleşmiş.

Zor oldu tekrar yola çıkmak. Arabam bir aya yakındır çalışmadığı için ufak tefek arıza yapmış, marja basmadı ilk anda. Köyün gençleri "abla gel bi koşu kasabaya inip baktıralım. Böyle çıkılmaz yola" dedi. "Olur" dedim. Gittik. Tamirci "ancak yarın biter" dedi. "Oleeey!... "dedim sevinçle. Güle oynaya yürüyerek tırmandık üç delikanlıyla köye.
Getirdiğim giysilerin hiç birini giymedim. Yakasız, desenli gömlek ve şalvar verdiler bana... yaşmağı bandana gibi bağlamasam, aha da onlardan biri gibiyim...
Ertesi gün arabayı almaya eşeklerle indik. İçimi daraltılar bastı. Hiç dönmek istemedim. Yanıma yolluk verdiler, almak istemedim. "Olur mu heç. Aç bilaç geçilir mi onca yol?" çıkıştılar bir güzel. Bir testi ayran, buz gibi. Peksimet, lavaş, otlu peynir, artık ellerinden ne geldiyse. Anneme hediye yaşmak, entari verdiler. Üzerimdekiler bana kaldı. Ben de onlara makyaj malzemelerimi, yırtık kotumu, sandaletlerimi ve anahtarlıklarımı bıraktım. Bir dahakine gelirsem yine, büyük şehirden kucağım hediyelerle geleceğim. Ağlayarak yolcu ettiler beni.

-"Bizi unutma, gel gari. Bak artık burda da yurdun var senin. Yurdun belle emi kızım burayı. Kapımız sana hepten açık şinci."
-"Olur. Gelirim tabii. Unutur muyum sizi hiç. Hakkınızı helâl edin. Çok hakkınız var bende, yedirdiniz, içirdiniz, baktınız..."
-"Helâl olsun yavrım. Hadi gurban olduğum Allah'a emanet ol. Hele bak hele, varınca mıhtarı ara, haber ilet vardım deyi..."
-"Aramam mı ninem. Hep ararım seni. En çok çorbanı, o gülen yüzünü özleyeceğim. Hepinizi çok özleyeceğim."

Ağlıyorum. Neden ağladığımı biliyorum. Mintanınım yeniyle siliyorum akan yaşları, sümüklerimi. Ciğerimi bırakıyorum bu köyde, bu dağlarda. Anlıyorum ki benim yerim burası. Yaşamak burada....

Bitti

Zeycan Irmak

Yukarı

 Kahvecigillerden : Merve Yıldırım


Bir hata... Bir yaşam...

Yer yer dökülmeye yüz tutmuş koya renk dış cephe boyası ve sanki günışığı içeri girebilsin diye değil giremesin diye yapılmış minicik pencereleriyle dışarıdan bile insanın ruhunu sıkan adliye binasından elleri paltosunun ceplerinde ağır adımlarla çıkan adam bir süre sonra durdu, başını hafifçe geri çevirerek sanki binaya değil de on dakika önce iki satırlık bir mahkeme kararıyla yıkılıp giden evliliğine ve kaybolan geçmişine bakıyormuş gibi uzun uzun dalıp gitti o küçük pencerelere. Engelleyemediği bir duygu baskınıyla birden gözlerinin dolduğunu hissetti ama ellerinde dosyalar ya da evrak çantalarıyla binaya girip çıkan insanların oluşturduğu yoğun sayılabilecek bir insan trafiğinin ortasında gözyaşlarını özgür bırakmayı erkeklik gururuna yediremediğinden üst üste birkaç kez yutkunup başını önüne eğdi ve binanın girişini kaldırıma bağlayan üç-beş merdiveni gücünün son damlalarını kullanıyormuş gibi ayaklarını sürüyerek indi. Kendisini öylesine yalnız ve öylesine gereksiz hissediyordu ki hiçbir yere gitmek ve hiçbir şey yapmak gelmiyordu içinden. Yürümek bile. Kaldırımın kenarında öylece oturmanın çok dikkat çekeceği bir caddede yürüyor olmasaydı oracığa çöker kalırdı herhalde. Birbirini santimlik aralarla takip eden yığınla aracın oluşturduğu ucu başı görünmeyen selin ve çok önemli bir toplantıya yetişecekmiş gibi ciddi ve kararlı adımlarla yanından geçip gidenlerin farkında bile değildi. Karşıdan babası gelse tanımayacak haldeydi.

Tam yirmi sene beş buçuk ay önce, bulutların üzerinde uçma duygusunu yaşayarak nikah defterine attığı imza ile başlayan evliliği, az önce o soğuk mahkeme odasında hakimin tok sesiyle okuduğu boşanma kararıyla sona ermiş ve onu yerin dibine geçmiş gibi bir ruh hali içinde bırakmıştı.

Anlık zevkler ve anlık hatalar ne kadar yıkıcı olabiliyor ve nasıl da yüz seksen derece döndürebiliyordu insanın gittiği yönü. Daha birkaç ay önce, yolunun adliyeye düşeceğine hiçbir zaman inanamayacağı mutlu bir evliliğin ve kurulu saat gibi tıkır tıkır işleyen bir hayatın keyfini yaşıyordu. Sonra…

Sonra bir gün ofisinin kapısı çalındı ve içeriye önce eski bir dostu olduğunu iddia eden bir hanımın kendisiyle görüşmek istediğini söyleyen sekreteri, ardından da bej gömlek ile açık yeşil etek ceket takım giymiş, kısacık siyah saçlı, koyu mavi gözlü ve hafif makyajlı bir kadın girmiş ve yasemin kokuları saçarak masaya doğru ilerlemişti. Kadının çekici olmadığını söylemek açık bir gerçeği düpedüz inkar etmek olurdu elbet ama parmağında yüzük taşıyan bir erkeğin de bu konuda belli sınırları olmalıydı. Adamın da vardı, en azından o güne kadar. Zaten ne olduysa o günden sonra olmuş, adam büyülenmiş gibi, görünmeyen bir iple o kadına bağlanmış da nereye çekerse oraya gidiyormuş gibi hayatının ve duygularının kontrolünü kaybetmişti. Kadın hesapta, işindeki başarısını üçüncü şahıslardan duyduğu adama bir teklif getirmek için büroya gelmişti. Randevulu filan değildi. Kendine aşırı güveni bu tür formalitelerle uğraşmasına engel oluyor ve gittiği her yerde kendini bir şekilde içeri kabul ettireceği inancıyla iş görüşmelerine genellikle habersiz gidiyordu. O gün adamın ofisine de öylece çıkagelmiş, randevusuz ziyaretçi kabul etmek istemeyen sekretere de adamın çok eski bir arkadaşı olduğunu, yıllardır görüşmediğini, içeri birden girerek onu şaşırtmak istediğini ve adını verirse sürprizin bozulacağını söylemişti. Bu küçük oyunla adamın yanına girmeyi başaran kadın içeride masanın önündeki koltuklardan birine oturmuş ve ne amaçla orada bulunduğunu anlattıktan sonra elindeki dosyalar üzerinde adamla konuşmuştu. Kadının hem sesinde, hem konuşma tarzında hem de genel havasında öyle bir çekim gücü vardı ki o güne kadar, karısına ihanet etmek bir yana, hoş bir kadına alıcı gözle bakmayı bile aklından geçirmemiş olan adam sanki kadının bedeninden çıkıp kendisine uzanmış gizli ve güçlü bir el tarafından kıskıvrak yakalanmış gibi yavaşça kadına doğru çekildiğini hissediyordu. İş ilişkilerinde detaya inme ortamı olarak ofislerin kısıtlayıcı havasından hoşlanmadığını ve bu dosya ile ilgili konuları daha rahat bir yerde konuşmak istediğini söyleyerek kendisini öğle yemeğine davet eden kadına evet diyen ses onun sesi değildi sanki.

Aradan yarım saat geçmemişti ki şık bir restoranın, dışarıdaki renk renk çiçeklere bakan cam kenarı masalarından birinde yemeklerini yiyorlardı. Buranın et yemeklerini ve özel salatasını çok beğendiğini söyleyen kadın adamı son model siyah arabasının sürücü yanındaki koltuğuna oturttuğu gibi doğrudan buraya getirmişti. Yemeğin sonuna yaklaştıklarında kadın hala iş ya da anlaşma konusunda tek laf etmemişti. Adam birkaç kez sözü oraya getirmeye çalıştı ama kadının iş konuşmaya hiç niyeti yoktu. Adama şimdilik bunları düşünmemesini, yakın zamanda kendisini tekrar arayıp bunu konuşacağını söyledi. Bu arada adamın aklına takılan bir şey olursa kendisini arayıp sorabilmesi için de ona ulaşabileceği bütün telefonların yazılı olduğu ve kadın kadar çekici bir kartvizit uzattı.

Adam o gün bütün öğleden sonrayı, akşamı ve geceyi karışan aklını toparlamaya çalışmakla geçirdi. Ne oluyordu ona böyle? Karısına aşık olduğu yirmi iki sene öncesinin o güzel bahar gününden bu yana kendisini hiç böyle garip hissetmemişti. Dikkatini başka şeylere vermeye çalıştıkça kadının mavi gözleri gözünün önünde daha netleşiyordu. O yasemin kokusu da burnunun içinde takılıp kalmıştı sanki. Karısı da adamdaki garipliği fark etmiş ancak ona sorduğu sorulara karşılık işlerde biraz sorun olduğu için keyfinin yerinde olmadığı cevabıyla yetinerek üzerine gitmemişti.

Adamın ertesi gün yaptığı ilk iş kadını arayıp dosya ile ilgili ne zaman görüşebileceklerini sormak olmuştu. İçinde kadınla tekrar görüşmek için inanılmaz bir istek duyuyordu. Topu topu birkaç saat gördüğü ve hakkında çok az şey bildiği bir kadına karşı içinde kıpırdanan bu garip şeylere, hele ki onu hayalinde canlandırınca bile kalp atışlarının hızlanmasına bir anlam veremiyor, bir taraftan kırkından sonraki bu liseli genç heyecanları için kendine kızarken diğer taraftan da kadınla tekrar bir araya gelince nasıl konuşacağını planlamaktan kendini alamıyordu. Kadın bu kez dışarıda bir yerleri önermek yerine ofise geleceğini söylemişti. Bu kez gerçekten iş konuşulacaktı anlaşılan.

Kısa süre sonra sekreteri telefonda dünkü bayanın geldiğini söyledi ve birkaç saniye içinde de kadın aynı koltuktaki yerini almıştı bile. Bu kez gözlerine uygun masmavi bir takım vardı üzerinde ama etek dünküne göre biraz kısaydı. Adamın tahmin ettiği gibi detaylar konuşuldu ve geriye sadece anlaşmanın imzalanması kaldığında kadın o gece yemeğe çıkarak bu güzel işbirliğini kutlamak istediğini söyledi. Adam önce reddetmek istedi. İradesine hakim olamazsa evliliğini tehlikeye atacak hatalar yapmaktan korkuyordu. Bir an duraksadıktan sonra, çok özel haller dışında akşam yemeklerini evde eşiyle yemeği tercih ettiğini söylemek üzere ağzını açarken, kadın gelecek olumsuz cevabın önüne set çekmek isteyen kararlı bir ses tonuyla itiraz kabul etmediğini, rezervasyonu bile çoktan yaptırdığını ve adamla restoranda buluşmak istediğini söyleyerek, hanımları reddetmenin kibar erkeklere yakışan bir davranış olmadığını da ekledi. Bunun tersine bir şeyler söylemek isteyen adamın ağzından şaşkınlıkla anlamsız birkaç kelime çıkarken kadın çoktan yerinden kalkmış ve akşama görüşürüz diyerek çıkıp gitmişti.

İşte o akşam adamın yaşadığına bin kez pişman olduğu ve hayatından silip atmak için her şeyini verebileceği bir akşamdı. Kadınla restoranda buluştu ve bu kez onu açık sarı, kolsuz ve mini bir elbisenin içinde, yine aynı yasemin kokusuyla buldu. Yemek öncesi aperatif içki almasına hiç gerek yoktu çünkü o andan itibaren başının döndüğünü, kalbinin yerinden fırlayacakmış gibi çarptığını ve kanın damarlarında son sürat aktığını hissetti. Hemen çıkıp gitmekle masaya oturmak arasında bir saniye tereddüt ettikten sonra kendini tamamen duygularının komutasına bıraktı. Bütün iradesi kadınla tokalaştığı anda bedeninden akıp bir yerlerde kaybolmuştu sanki. Yemekte iş dışında bir yığın konu konuşuldu. Daha doğrusu kadın anlattı durdu, adam da ara sıra tek tük cümlelerle söze karıştı, zaten düşüncelerini toplayıp da mantıklı bir şeyler söyleyecek hali yoktu. Bir taraftan otomatik bir şekilde yemeğini yerken diğer taraftan kadının masanın üzerinden görünen bedenini santim santim inceledi. Birini kahverengi taşlı altın bir yüzüğün süslediği piyanist parmakları gibi zarif parmaklar, sağ kolda ince bir bileklik ve sol kolda kalitesi uzaktan bile belli olan şık bir saat, boyunda bilekliğin takımı kolye, kulaklarında yüzüğün takımı küpeler, kalanı ise Yunan tanrıçası heykellerinden biri canlanmış da gelip masaya oturmuş izlenimi veren mükemmel hatlı bir kadın bedeni. Adamın zamanın büyük bölümünü dudaklara bakarak geçirmesine neden olan kıpkırmızı ruj da kadının güzelliğine son damgayı vurur gibiydi.

Yemeğin sonunda kadın araba kullanmak istemediğini söyleyerek adamdan kendi arabasıyla onu eve bırakmasını istedi. Yemeği harika olduğu ve güzel bir akşam geçtiği şeklindeki konuşmalarla tüketilen birkaç kilometre yolun ardından kadının evinin kapısına geldiler. Adam kadının kendisini davet edeceğinden emindi ve yukarı çıkarsa olabilecek şeylerden korkuyordu. Hayatında bir kez olsun karısını incitecek bir şey yapmamıştı ama son iki gündür bu kadın yüzünden aklı ve duyguları arasında bin kez gidip gelmiş ve her seferinde duygularına yenik düşmüştü. Öğle yemeğine çıkarken, sabah telefon ederken, restorana giderken ve restoranda masaya otururken… Eğer dün o öğle yemeğine hiç çıkılmasaydı, bugün, şimdi, şu anda arabada ve kadının yanında oturuyor olmak yerine evinde ve karısının yanında televizyon izliyor olur muydu? Bunun cevabını asla bilemeyecekti. Bu arada kulağına ev, içki, kahve gibi birtakım kelimeler çalındı. Kadın arabanın kapısını hafif aralamış, adamı evine içki ya da kahve içmeye davet ediyordu. Adam aklı ve duyguları arasında birkaç kez daha gidip geldikten sonra yine duygu evinin kapısında takılıp kaldı. Nasıl arabadan indiğini, merdivenleri çıktığını, kadının evine girdiğini ve kendini bir koltuğa attığını hatırlamıyordu. Kadın gece boyu yeterince içildiği için kahve yapmayı daha uygun görmüş, iki zarif fincana hazırladığı kahveleri alarak adamın yanına gelmişti. Adam kahvesini almak üzere kadına yönelince birden yüzünün kızardığını hissetti. Kadın üzerinde gece mavisi saten bir sabahlık ve elinde kahvelerin olduğu gümüş bir tepsiyle karşısında duruyordu. Adam ellerinin titremesine elinden geldiğince hakim olmaya çalışarak fincanı aldı ve yanındaki sehpaya koydu. Daha sonra bir an bile gözünü ayırmadan kadına çivilenip kaldı. Kadın karşısındaki koltuğa oturup bacak bacak üstüne attı, normalde dizinin hemen üzerinde biten ama kadının otururken özellikle yukarı çektiği sabahlığın altından bir çift bronz bacak gecenin sürprizi gibi çıkmıştı ortaya. Adam ve kadın bir taraftan kahveleri içip diğer taraftan birbirlerine kısa ama anlamlı bakışlar atarak birkaç dakika geçirdi. Daha sonra kadın kalktı adamın ellerinden tutarak kendine çekti ve gayet emin hareketlerle ona sarılarak yavaş yavaş koridorun ucundaki yatak odasına götürdü. Adam ne itiraz edebildi, ne de eve gitmesi gerektiğini söyleyebildi. Programlanmış bir bebek gibi kadını takip etti yalnızca.

Yaklaşık bir saat sonra kadın adamı elde etmiş olmanın verdiği zafer sarhoşluğu içinde, dudaklarında bir gülümsemeyle uyuyakaldı. Adam o anda sanki birden kendine gelmiş gibi saatine baktı ve müthiş bir panik içinde kalkıp giyindi. Neler olmuştu, daha doğrusu nelerin olmasına izin vermişti böyle? Ya evi, karısı? Saat gece yarısını geçiyordu ve kadıncağız meraktan çıldırmış olmalıydı.

Adam kendini arabasına attığı gibi bir an önce evine varmak için tüm gücüyle gaza bastı. Bir taraftan da eve gidip karısıyla karşılaşınca neler söyleyeceğini planlıyordu. Allah kahretsin, bunca yıldır hayatlarına girememiş yalanlar şimdi adamın kafasında birbiri ardına diziliyordu. İş yemeği? Arkadaşlarla kaçamak? Çok önemli bir proje için ofiste takılıp kalma? Off, ne yapacaktı şimdi?

Sonunda eve vardı ve daha anahtarlarını kilide sokmasıyla kapının açılması bir oldu. Karısı bütün geceyi meraktan deli olarak geçirmiş, geç saatlere kadar dışarıda kalma gibi bir alışkanlığı olmayan kocasının nerede olabileceği ve başına neler gelmiş olabileceği üzerine çeşit çeşit senaryolar yazarak kendini yiyip bitirmişti. Zaten kulağı sürekli kapıda olduğundan gecenin sessizliğinde asansörün sesini ve anahtarların şıkırtısını duymuş ve hemen kapıyı açmıştı.

Karısı hiçbir şey soramadan konuşmaya başlamanın en iyi ikna taktiği olduğunu düşünen adam hemen arkadaşlarının onu almaya ofise geldiği, onun ise karısına haber vermek istemesine karşın telefon görüşmesini yolda da yapabileceğini söylemeleri sonucunda apar topar çıktığı ve sonra da sohbete dalıp unuttuğu yalanını uydurdu. Karısı önemsenmemekten hiç hoşlanmadıysa da adamın gizli bir şey yapacağından ve kendisine karşı da yalana başvuracağından şüphelenmediği için bir süre sonra sakinleşti. Ve olay kapandı.

En azından o gecelik.

Sonraki birkaç günü adam kendine küfürler ederek ve yalanının ortaya çıkmaması için dualar ederek geçirdi. Meselenin açıldığı gibi kapanması gerekiyordu. Bu yüzden bir daha onunla görüşmeyecek, hele o anlaşmayı kesinlikle imzalamayacaktı. Kadının ise adamla ilgili planları daha bitmemişti. Onu bir gecelik ele geçirmiş olması yeterli değildi. Tamamen elde etmeliydi. Adama kafayı takmıştı çünkü adam kırkını aşkın yaşına rağmen hiç dökülmemiş hatta ak bile düşmemiş kumral saçları ve çimen yeşili gözleriyle yakışıklıydı. İyi bir işadamıydı ve çok itibarlıydı. Her kadının kolunda olmak isteyeceği biri olmasının yanı sıra onunla girilecek her tür iş de meyve verirdi. Ama kadın adamın yanlış kişiyle evli olduğunu düşünüyordu. Ona kendi gibi tuttuğunu koparan bir eş lazımdı ve kadın da bu eşin kendisi olması gerektiğini düşünüyordu. Adamın varlığını ve adını bir yıl kadar önce öğrenmiş, birkaç yerde resimlerini görünce fiziğine ve bazı insanlardan onun başarı hikayelerini dinleyince de aklına hayran kalmış, sonra da onu bir şekilde elde etmeyi kafasına koymuştu. Adamın kanına girmişti ama bir taraftan da karısını saf dışı bırakmak gerekiyordu.

Bir gün, aşkta ve savaşta her şey mubahtır diyerek, adamın evine telefon açtı ve karısına sanki gayet doğal ve günlük bir olaydan söz ediyormuş gibi kocasının sevgilisi olduğunu ve onunla sık sık görüştüklerini söyleyerek, inanmıyorsa o malum gece nerede olduğunu kocasına tekrar sormasını ama bu kez doğruyu söylemesinde ısrar etmesini tavsiye etti. Karısı önce bütün bunların kötü bir şaka olduğunu düşünüp kadına bağırmaya başladı ama kadın adamın o gün üzerinde olan gömleği, kravatı ve takım elbiseyi de kelimesi kelimesine söyleyince, karısı elinde ahizeyle öylece kalakaldı.

Bütün ev, bütün dünya birden üzerine çökmüş gibiydi kadının. Kendinden bile fazla güvendiği kocası onu aldatıyor muydu yani? Bir taraftan bunun mümkün olamayacağını kendi kendine söylüyor, diğer taraftan da kahverengi çizgili takım elbise, bej gömlek ve kahverengi-sarı kravat sözleri beyninin içinde dolanıp duruyordu. Uyduruyor olsa, tümünü de tutturamazdı ki…

Akşama kadar bunları düşünüp durarak bekleyemezdi. Hemen bir taksiye atlayıp adamın ofisine gitti ve içeri rüzgar gibi girerek doğruca adamın karşısına dikildi. Kocasının tek kelime etmesine fırsat vermeden telefon hikayesini baştan sona anlattı. Son kelimenin ardından da ellerini masaya dayayıp adama eğilerek gözlerinin içine baktı ve bütün bunların doğru olup olmadığını sordu. Kadının gözlerinde aşkı, nefreti, kıskançlığı ve öfkeyi anlatan öyle bir ifade vardı ki, adam sadece susup başını ellerinin arasına almak ve önündeki kağıtlara görmeden bakmakla yetindi.

Karısı çok gururlu bir kadındı ve bir ihanetin öyle tek gecelik ilişki ya da geçici heves gibi kılıflar altında hoş görülebilir boyutlara indirilmesini son derece saçma bulurdu. Bir kere yapan her zaman yapabilirdi ve güven bir kez sarsıldı mı evlilik artık evlilik olmaktan çıkar ve öylesine bir beraberliğe ya da çocukların hatırına yürütülen bir oyuna dönüşürdü. Adamla kadının çocuğu da olmamıştı ve adam bal gibi biliyordu ki karısı hiçbir mazeret kabul etmeyecek ve onu affetmeyecekti. Evliliği işte o anda bitmişti.

Karısının aklı karmakarışıktı, daha düne kadar böyle bir şeyi rüyasında görse inanmazdı ama işte şimdi gerçek tüm çıplaklığı ve korkunçluğuyla karşısında duruyordu. Kadının telefonda kendinden emin konuşmaları, kocasının tek bir söz söyleyemeden öylece kalması… Düşündükçe aklını kaybedecek gibi oluyordu kadın. Kocasını seviyordu, çok seviyordu ama bundan sonra ona her bakışında, her dokunuşunda aklına bu olanlar gelecek ve kocasına bir daha asla eskiden olduğu gibi sevginin yanında saygıyla bakamayacaktı. Kalbinin bir ucu bir daha dönmemek üzere kopup gitmişti sanki.

Takip eden günlerde karı koca arasında neredeyse elle tutulacak kadar yoğun bir gerginlik vardı. Bu arada "o kadın" da boş durmuyor, hem adamın peşinde dolanıyor hem de evi arayarak karısına artık onu istemeyen bir adamla aynı çatı altında durmakta neden ısrar ettiğini soruyordu. Adam ofisin telefon numarasını değiştirmekten kadını terslemeye ve hatta kovmaya kadar birçok yöntem denemişti ama kadın gurursuz bir aşık gibi kapıdan kovulsa bacadan girerek adamın hayatındaki varlığını koruyordu. Karısı artık çalan telefonu açmaya korkuyordu çünkü kadının aşağılayıcı konuşmalarından bıkmıştı. Kocasından soğuduğu yetmiyormuş gibi bir de bu kadınla muhatap olmak istemiyordu ve sonunda boşanmaya ve ikisini de kendi hallerine bırakmaya karar verdi. Hiç kolay bir karar değildi bu elbette ama eşine olan saygısını kaybetmişti bir kez ve hiçbir şey olmamış gibi yaşantısına devam ederse adamın bu hataya yarın tekrar düşmeyeceğini kim garanti edebilirdi.

Boşanma davası açıldı. Adam karısının kararlı halini gördüğü ve zaten yaptığı bir anlık hata yüzünden onun gözünde suçlu olduğunu bildiği için hiç zorluk çıkarmadı. Ve yirmi yıllık evlilik bitiverdi.

Adliye binasından çıkan adam kafasında dönüp duran düşüncelerle kaldırımda yürümeye devam ediyordu. Birden ayaklarının onu ofisine götürdüğünü fark etti. Ofise gitmek istemiyordu aslında, hele ki bu ruh hali içinde. Ama nereye gidebilirdi ki? Bir evi yoktu artık. Ortada kalakalmış kimsesiz bir adam gibiydi. Ani bir kararla, bir süre buralardan uzaklaşmak istedi. Adını son dakikada koyacağı bir yere gidecek ve birkaç gün kendini dinleyerek bundan sonra ne yapacağına karar verecekti. Yanına tek bir eşya almadan ilk gördüğü taksiye atlayıp havaalanına gitmesini söyledi. İç hatlar binasında taksiden inince içeri girdi, panoda bir saat sonra bir İzmir uçağı olduğunu gördü. Uçak biletini aldı ve bir kafede oturup sert bir kahve içti.

Hayatının geri kalanını İzmir'de bir Çin restoranı işleterek geçireceğini ve buralara da uzun bir süre dönmeyeceğini o sıralarda tahmin bile edemezdi.

Merve Yıldırım

Yukarı

 Dost Meclisi



Fotoğraf: Süha Derbent (www.suhaderbent.com)

<#><#><#><#><#><#><#>

Kahve Molası, siz sevgili kahvecilerden gelen yazılarla hayat bulmaktadır.
Her kahveci aynı zamanda bir yazar adayıdır. Yolladığınız her özgün yazı değerlendirilecektir.
Kahve Molası bugün 3.533 kahveciye doğru yola çıkmıştır.

Yukarı

 Tadımlık Şiirler


Adayı Bırakalı Çok Oldu

Nefesi kesilene kadar yoğurduğu bir demir
Kara ve vıcık vıcık
Sulandırılır yanında atılan voltalar
Açsın ellerini bakın süslerine
İki labirent saklı gülümser
Biri kumu çakıllı bir aşk filmine
Diğeri köprücük kemiğine saplı duran bıçağa

Bir şahin süzülüşü sesi koltukaltlarımdan kaldırıyor beni havaya
Vurun sazın tellerine dövercesine bir güfte yazıyorum
Sorun ona neyi taşıyor benim bırakıp kaçtıklarımdan
Sersemleten ada rüzgarlarına kaldı
Gözlerinde çakalların leşe saldırışı üzerime
Bölünmüşlüğünü satıyor fahişe satanlara
Adayı bırakalı çok oldu sert fırtınalar bile yalnızlık taşıyor
Hayvan gibi soluyor nefreti yelkenlerime
Varsın solusun

Ahmet Öztürk

Yukarı

 Biraz Gülümseyin




Ulen nasıl girdin oraya?!...

Yukarı

 İşe Yarar Kısayollar - Şef garson: Akın Ceylan


http://www.ferryhalim.com/orisinal/g3/starry.htm
Şirin, sempatik, mini mini, sevgi dolu bir oyun. Görsel olarak pastel renkler kullanıldığı ve sakin müziği ile stress topu olmaya aday görünüyor. İyi eğlenceler.

akin@kahveciyiz.biz

Yukarı

 Damak tadınıza uygun kahveler


Player for the masses [49K] Win98/2k/XP FREE
http://www.1-abc.net/0002/player.exe
Bir tane mp3 çalmak için koca koca programları açmak yerine, sadece 2 tuşlu bu minicik programı kullanarak müzik zevkini doyasıya yaşabilirsiniz. Aç, kapa hepsi bukadar. Mutlaka yükleyin.

Yukarı

http://kmarsiv.com/sayilar/20040430.asp
ISSN: 1303-8923
30 Nisan 2004 - ©2002/04-kmarsiv.com
istanbullife.com
Kahve Molası MS Internet Explorer 4.0+ ve 800x600 Res. için optimize edilmiştir.
Uygulama : Cem Özbatur - Her hakkı saklıdır. Yayın İlkeleri