|
|
|
Yazılan, Okunan, Kopyalanan, İletilen, Saklanılan, Adrese Teslim Günlük E-Gazete - Yıl: 3 Sayı: 497 |
5 Mayıs 2004 - Fincanın İçindekiler |
|
Editör'den : Üsküdar'a geçen at!.. |
Merhabalar,
Muhalefetsiz iktidar almış başını giderken susmak zor oluyor. Haksızlık etmek istemiyorum ama işte araki bulasın muhalif vekilleri. Ali kıran başkesen bir hükümet, nadasa bıraktığı arka bahçesini yeniden havalandırmak, ekip biçmek için canla başla çalışırken muhalif kanattan çırpınış sesleri gelmiyor ya da gelenler sivrisinek sazı. Hoş bu delikanlılara dayılansan kaç yazar? Baksanıza ne rektör tanıdı ne sivil toplum kuruluşları. Temcit pilavı gibi, hazırladıkları YÖK kanununu virgül değiştirmeden aynen komisyondan geçirip tekrar Meclis'e getiriyorlar. Bir sürü tutarsız maddenin yanında, daha önce birçok kere söylediğimiz imam hatip maddesi de aynen kanunlaşacağa benzer. Bakanın dilinde bir sitem cümlesi: 'Bu kanunu sadece imam hatiplere indirgemek haksızlıktır. Tüm meslek liseleri bu kanundan yararlanacaklardır. Öküz altında buzağı aramaya mahal yoktur.' Yok yaaa... Bırakın takiyyeyi sayın bakanım. Neyi, neden, nasıl yaptığınızı gören gözler görüyor, görmeyenler de gün gelir görürler ama bu arada siz atı alıp Üsküdar'a geçirirsiniz değil mi?
Bu konuda derin çalışmaları olan gazeteci Ruşen Çakır, imam hatip yasasının çıkacağını çok önceden söylediği gibi, şimdide bir başka konuyu gündeme taşıyor. Bu yasa çıktıktan hemen sonra, ikinci merhalede, orta öğrenime seçmeli olarak 'Kuran' ve 'Peygamber'in Hayatı' derslerini koymaya hazırlanıyorlarmış. Buyrun buradan yakın. Hep söylediğimi tekrarlamamda yarar var. Bunlar derinden derinden sinsice yürütülen programın zamanı geldikçe sümen altından çıkarılıp uygulamaya konulan parçaları. Evet sayın bakan ben öküzün altında ki buzağıyı arıyorum, arayacağım, arayacağız ve Allah'ın izniyle bulacağız. Allah sizi ıslah etsin, edemezse de layığınızı versin, başka ne diyeyim...
Bir sonraki sayıda buluşuncaya kadar bulunduğunuz yerden bir adım öne çıkın. Sevgiyle... Cem Özbatur
|
|
AKIL OYUNLARI : Prof. Dr. Nevzat Tarhan DELİGONCA |
|
Serkan 13 yaşındaydı. Ablasının düğününü rezil etmişti. Nikahta kahvenin içerisine şeker yerine tuz konulmuştu, o da yetmemişti düğün arabasının dört lastiğide patlaktı. Vestiyerdeki elbiselerin uçları kesikti.
Acilen bir psikiyatri merkezine başvurdular. Serkan'ın yüzü yaşlar içindeydi, babası kolundan sıkı sıkı tutmuş adeta sürüklüyordu. Gencin yüzü acıyla buruşuyordu. Anne sanki o aileden olmaktan utanırcasına gözleri yerde onları takip ediyordu. Beklerken hiçbir şey konuşmadılar.
Doktorun yanına girdiklerinde baba yüksek sesle "Her şeyi kırıp döken, başkalarının mutluluğuna zarar veren bir çocukla ne yapılır? Bu çocuğa her şeyi verdik saygısızlık elde ettik. Müteşekkir olmayı bu çocuğa nasıl öğreteceğiz ?" dedi. Yüzünde acı bir öfke vardı,annede bir mendille gözlerini silmekteydi.
Anne-Baba oğullarının yargılanmasını istiyorlardı. Anne-Baba ve gençle ayrı ayrı görüşüldü.
Ablanın düğünü ailede çok büyük bir olaydı. Aylar önceden plan ve hazırlık yapılmıştı. Anne-Baba her gün bu hazırlıklarla meşguldü. Serkan bu koşuşturmalar boyunca hep arka planda kalmıştı. Ondan hiç yardım istenmemişti. Düğün hazırlıklarına katılabilmesinin onun için ne kadar önemli olabileceği gözardı edilmişti.
Düğünü yaklaştıkca Serkan kendisinin gereksizliğini düşünmeye başladı. Büyüklerin dikkatlerini üzerine çekecek bir şeyler yapması gerekiyordu. Ablasını bu kadar uzun süre başrolde olmasına fena halde içerliyordu. Babasıda zaman zaman kara şakalar yapıyordu. Şakalarına çok gülüneceğini böylece ilgiyi üzerine çekeceğini düşünüyordu. Kötülük yaptığının bilincinde değildi. Büyüklerinin öfkesi, ablasının gözyaşlarına önce şaşırdı, sonra aklı başına geldi,ancak artık çok geçti. Sevdiği insanları çok üzmüştü.
Serkan'ın öne çıkma, kabul edilme, adam yerine konma gibi psikolojik bir ihtiyacı vardı. Bu ihtiyacını çocukça, beceriksizce ifade etmişti.
NANKÖR YAŞ
Bir gencin ilgi merkezi olması sarhoşluk veren bir duygudur. Ergenlik dönemindeki bir gencin aykırı davranmaları alışılmamış bir davranış değildir. Ergenlik döneminde aykırı, sıradışı, uç davranış gösterilmesi o dönemin fırtınalı psikolojisi ile ilgilidir. Genç fiziksel ve ruhsal olarak büyüme durumundadır. Kişilik henüz bu büyümeye hazır değildir. Duygu dünyasında bir kavga verilmektedir. Bu kavga bir düzensizlik ve dengesizlik getirecektir.
Bu dönemdeki genç aniden sonuçlarını hiç düşünmeden tepkiler verir. Bir engele çarptığı zaman bunalım başlar. Bu bunalım yaşanacaksa ailenin yardım ve kendi çabası ile aşılacaktır.
Hoşgörüsüz, uzlaşmayı reddeden, ilkelerinden gurur duyan, başkalarını küçük gören, keskin konuşan sinirli, saldırgan bir gençle karşılaştığınızda onun devamlı böyle kalacağını düşünmemelisiniz.
Ergenlik dönemi 12-21 yaş arası sürer, 21 yaşından sonra "Olumluluk dönemine " geçer.
Bir genç aykırı sıradışı davrandığında özel bir tad alır. Bastırmaya ve denetim altında tutmaya çalıştığı bilinç altındaki dürtüler zaman zaman "Acting out" şeklinde parlayabilir. Gerçek temel ve kişiliğine uymayan tepkiler ve saldırganlıklar gösterebilir.
Gençlik çağında toplumsal düzene karşı baş kaldırıcı ve asi davranılması dünyanın gittikçe artan bir sorunudur. Sadece A.B.D.'de her yıl bir milyon genç çeşitli şiddete dayalı suç nedeniyle hapse girmektedir. Serkan örneğinde gördüğümüz gibi adil olmayan otoriteye karşı gelme ve intikam alma içgüdüsü gencin doğasında vardır. Böyle fıtri özelliğe sahip bir genç şiddeti bir sorun çözme veya hak arama yöntemi olarak benimsemişse antisosyal bir birey ortaya çıkacaktır. Böyle bir kişi kutsal değerlere önem vermez sadece kendi bazı duygularını tatmin onun için "Ego idealidir. Hayatta amaç olarak kendi arzularını tatmini hedef seçen bir genç engellendiğinde Anne-Baba dinlemeden şiddete yönelebilecektir.
"Gençler bilebilse İhtiyarlar yapabilse" Atasözü insan beyni için söylenmiş gibidir. Ergenlik çağındaki bir gencin parlak zekası, kabına sığmayan duygularını ve öğrenme arzusu ile hiç kullanılmamış kilometre beyni vardır. Bilgi ve tecrübe eksikliği giderildiği ölçüde kabına sığmayan duygular iyi yöne yönlenecektir. Tek şart beyni güzel şeylerle doldurmaktır.
Anne ve Babanın Rehberliği
Ergenlik dönemindeki genç hayatın zor ve fırtınalı bir döneminden geçmektedir. Tıpkı fırtınalı denize açılan kaptan gibidir. İyi bir pusula, iyi bir rota çizilmesine ihtiyaç vardır. Büyükler gence doğru budur, yanlış budur, doğruya uyarsan başına gelecek muhtemel sıkıntılar şunlardır diye oturup saatlerce konuşmaya ihtiyaç vardır. Bu konuşma monolog tarzında olmamalı yani konferans ve vaaz verir gibi konuşmalar, nasihat genellikle faydasızdır. Bazı gençlerde zıddını yapma eğilimleri bile uyandırabilir. Hz. Ali "Yedi yaşına kadar olan çocuğunuzla oynayınız, 15 yaşına kadar arkadaşlık ediniz, 15 yaşından sonra istişare ediniz." diyerek çocuk ruh sağlığını bu cümlede özetleyerek çok derin bir tespitte bulunmaktadır. Yüce Peygamberimizde "Buluğ çağını deliliğin bir şubesi olarak tarif etmesi" çok anlamlı mesaj vermektedir.
şte hayatın böyle deli dolu bir döneminden geçen gence büyüklerin kızmak değil anlamaya çalışması, konuşması, zaman ayırması altın değerinde etki yapacaktır.
Herşey incelikten kırılır ama insan kalınlıktan kırılır. Gençlere kalın ve kaba davranmak yerine esnek ve ince ve de sabırlı davranırsak onları hayatlarının olumlu dönemine kazasız belasız taşımış oluruz.
Nevzat Tarhan
ntarhan@kahveciyiz.biz
Yukarı
|
|
YazıYorum : Leyla Ayyıldız İSKENDERİYE'DEN ÜÇÜNCÜ IŞIK (2. Bölüm) |
|
Kentin siluetine Lena'nın aksi vurmuştu sanki, gemi yol aldıkça Lena'dan biraz daha, biraz daha uzaklaşıyordu. Ernem'in bakışları kaygı doluydu...
Matheidos ile Ernem titrek ışıklar gözden kayboluncaya dek kente doğru baktılar.
-Çok uzun bir yolculuk olacak, güçlü olmalı ve yelkenlerimizi umudun mavisine fora etmeliyiz Ernem.
Günlerce, gecelerce yolculukları sürdü. Çetin bir yolculuk geçiriyorlardı. Ernem boş kalan zamanlarında yanında getirdiği bir iki kitabı okuyor ve döndüğünde Lena'ya okumak için günlüğüne notlar alıyordu.
Mısır ve İskenderiye'yi anlatan kitaplar almıştı yanına.
-İşte İskenderiye Feneri'nin bir resmi var burada Matheidos. Muhteşem, değil mi? Limana girerken bizi bu fener karşılayacak. Pharos Feneri... Pharos adası ile kent limanı birleştirilmiş ve ada üzerine tasarımı İskenderiye Kütüphanesi'nde yapılan bu fener inşa edilmiş. Dünyanın yedi harikasından biri bu Fener...
"Senin krallığın, kütüphane; halkın, kitaplar olacak" diyen Ptolemaios'un Kütüphanesi bizi bekliyor. Kitap; tek ölümsüzlüktür. Bu zenginliğe yaklaştıkça heyecanım daha da artıyor Matheidos...
Pharos Feneri'nin muhteşem ışığı onları çok uzaklardan kucakladığında, günler süren yolculuğun artık sonuna geldiklerini anlamışlardı. İskenderiye semalarına yükselen ilk ışığın aydınlığı, göz alıcı güzellikteydi.
Limana yaklaştıklarında filikayı iskele tarafından sessizce matafora ederek gemiden gizlice indirdiler. Bu filika, gizli bir noktadan karaya ulaşmalarını sağladı. Karaya çıktıkları yerde onları Serrun isimli bir İskenderiyeli bekliyordu, bu kişiye daha önce ulaşılmış ve gelişleri bildirilmişti. İskenderiye'nin karanlık sokaklarında sessizce ilerlediler. Akdeniz ılıklığındaki bu gizemli kente, alacakaranlıkta dahi hayran kaldılar.
Bir süre sonra sıcak ülkelere özgü, yeni yıkanmış taş serinliğindeki bir hanın giriş avlusunda Serrun ile sohbet ederken buldular kendilerini. Serrun onların kalacakları odaları önceden ayarlamıştı.
-Bugünlerde hepimiz çok tedirginiz. İskenderiye Kütüphanesi, bir halk kütüphanesi olmakla birlikte; Felsefe Okulunu besleyen bir hazinedir. Putperest paganlar ve hıristiyanlar arasında gelişen gerginlik doruğa tırmandı. Kütüphane hıristiyanlık karşıtlarının merkezi durumunda. Oraya ulaşmamız çok güç olacak. Bu gece çok iyi dinlenmelisiniz, zira yarın zor bir gün olacak. İskenderiye yakınında bir köye gideceğiz ve kütüphanenin anahtarını almaya çalışacağız. Lütfen şu an daha fazla bilgi istemeyin ve bana güvenin. Gelen mektupta kentinizdeki salgın hastalıktan bahsediliyordu, endişeli olmalısınız.
Ernem ve Matheidos'un gözlerinden yine hüzün bulutları geçti. Serrun'a ülkelerindeki kargaşa ve salgın hastalığı uzun uzun anlattılar. Günlerdir sallanan bir beşikte uyuyan bedenlerini sonunda durağan bir yatağa teslim edebildiler. Her ikisi de deliksiz bir uyku çekti.
Uyandıklarında kentin yüksekçe bir noktasındaki hanın penceresinden ızgara planlı sokakları, Agorayı, Tiyatroyu, Poseidon Tapınaklarını görebiliyorlardı. Büyülü bir yerdi burası!
Serrun, kahvaltı boyunca İskenderiye ile ilgili bilgiler verip efsanevi hikayeler anlattı. Bu arada onlar için de yerel kıyafetler getirmişti. Bu giysileri üzerlerine geçirip, yola çıktılar. Yol boyunca her üçü de oldukça tedirgindi. Askerlere görünmemeye çalışarak Kent dışına çıktılar. Serrun'un bahsettiği köye varacaklar, İndiesuese'a ulaşan kapının anahtarını alacaklardı.
Köye ulaştıklarında güneş artık tepede değildi. Serrun, birkaç köylü ile konuşup bir evin kapısına doğru yöneldi.
-Şimdi karşılaşacağımız adam tüm İskenderiye tarafından tanınan yaşlı bir bilgedir. İsmi Hiponekidos... Bizleri çok iyi işitir, ancak konuşamaz.
Kendilerini kapıda karşılayan kadınlar, onları büyükçe bir odaya götürdüler. Hiponekidos, bir sedirin ortasında oturmaktaydı. Serrun, yaşlı adamın karşısında saygıyla eğildi. Yaşlı adam başını hafifçe öne eğdi ve oturmalarını işaret etti.
Serrun, Ernem'in kulağına konuyu açıklamasını fısıldadı. Ernem ise, yaşlı adamın gözlerine adeta kilitlenmişti. Sanki bilinmedik bir güç onu etkisi altına almıştı. Bu odanın havası, yaşlı adamın yüzündeki çizgiler, gözlerindeki ışık, Ernem'i şaşkına çevirmişti. Bir süre sonra konuşmasının beklenildiğini fark ederek, kendisini toparladı ve konuşmaya başladı.
Uzun uzun niçin yola çıktıklarını, Lena'yı, Lena'nın büyük dedesinden kalan tek sayfa yaprağı, üzerindeki yazıları, ülkelerindeki kargaşayı, salgın hastalığı ve yola çıkış serüvenlerini anlattı. Konuşurken bir tür transa girmişti. Matheidos ise, onaylarcasına sürekli başını sallamaktaydı.
Ernem, İskenderiye Kütüphanesindeki İndiesuese isimli kitabı, kitabın yitik sayfalarını, bu yitik sayfalardaki bilgilerin ülkelerindeki salgın hastalığın çaresi olacağına inançlarını ve hatta efsanevi bir inanışla bu bilgilerin ülkelerindeki kaosa ve tüm halkların kavgalarına son vereceğine inanışlarını anlattı.
Yaşlı adam'ın kaşları çatıldı ve bir kağıda latince bir şeyler yazdı, Ernem'e uzattı. Ernem kağıda baktı ve okuduklarından hiçbir şey anlamadı. Serrun'a yöneldi...
Bu sırada dışarıdan gürültüler gelmeye başlamıştı. Pencereden, az önce onları içeriye alan kadınların sağa sola kaçıştıklarını gördüler. Serrun, yaşlı bilgeyle göz göze geldi ve yaşlı bilge eliyle hemen oradan uzaklaşmaları gerektiğini işaret etti. Ernem ve Matheidos, şaşkındı. Serrun her ikisinin de kolundan çekiştirdi. Evin arka kapısından bahçe benzeri bir yere çıktılar ve süratle yakındaki bir dere yatağına doğru yöneldiler. Serrun, bir yandan tüm köyün, askerlerce sarıldığını söylüyor, bir yandan da Ernem ve Matheidos'a yetişmeye çalışıyordu. Nihayet kendilerini dere yatağı çevresindeki bir çalılığın kenarına atmışlardı ve ter içindeki vücutlarına soluk aldırıyorlardı. Köyden her yöne yayılan iniltiler, adeta keskin bir rüzgar gibi kesiyordu ıslak tenlerini...
Haftaya devam edecek...
Leyla Ayyıldız
Yukarı
|
Ümitsiz kalmayın : Ümit Yoket |
TIRMANIŞ
Yaşadığımız zaman dilimleri içinde ki sıkıntılarımız, çelişkilerimiz ve açmazlarımızın da bizlere bir şeyler kazandırması gereğini düşündürdü bana Nasuh MAHRUKİ'nin "Bir Dağcını Güncesi" kitabı... Hatta kanımca olumlu olanlara göre daha fazlası ile...
Bellerinden birbirlerine bir iple bağlanmış, ardı sıra bir dik yamaca tırmanarak zirveye ulaşmak isteyen iki dağcı gibi geldi birden, kadın ve erkeğin yürütmeye çalıştığı evlilik yaşamı...Tırmanmaya çalışan ve kendi bellerine de aynı ipin uzantısına bağlayarak ikiliye katılan diğer bireyler tırmanıştaki başarıyı beceri ve niyetlerine göre olumlu veya olumsuz etkileyebilirler. Bence olumsuz etkilerler ama ne olursa olsun en azından yavaşlatırlar... Peki yalnız mı yaşayalım sorusuna yanıtım ise, hayır yalnız yaşamayalım, ancak olabildiğince küçük gruplar halinde aynı ip silsilesine bağlı olmadan zirveye herkes kendi yolundan becerisi ölçütünde ulaşmaya çalışsın. Çocuklara ip bağlamaya kıyamadım bir baba olarak, onlar da anne veya babanın önü veya arkasındaki bir torbadalar bana göre ... Aynı kangrular gibi....Tabii ki aynı doğa da olduğu gibi bir an önce torbadan çıkıp kendi tırmanışlarına başlamak şartı ile...
İki dağcının yan yana, kol kola tırmanış yapması, bildiğim kadarı ile olası değil. Ama biz yine de bu şekilde tırmanmak istiyoruz derlerse, ya yayla da ya da deniz kenarında kumsalda yürüyüş yapabilirler en fazla. Tabii ki hiç yükselemeden...Veya riski az ama başarı oranı çok düşük, hafif eğimli bir çıkış ya da iniş yapabilirler olsa olsa....
Genellikle toyluk yıllarında, eksik ve pek de kaliteli sayılamayacak malzemeler ile, hiç de yüksek olmayan yamaçları tırmanırken, bilinçsiz bir şekilde birbirimize çok yakın ve sıkı sıkıya bağlanmamız gerektiğini sanıp, basit ama temel sayılabilecek tırmanış kurallarını önemsemeyip, hiçe sayıyor ve düşük irtifalar da bile yaşamımızı sık sık tehlikeye atıyorduk. Öndekinin ya da arkadan gelenin küçük bir hatası, "tırmanışımı ve yükselişimi engelliyorsun, yaşamımı tehlikeye atıyorsun" gibi bizi her seferinde, ipi keselim ayrı ayrı tırmanalım veya yürüyelim noktasına getiriyordu.. Bu şekilde didişe didişe en düşük irtifalarda bile yol ve zevk alamıyor ve mutlu olabilme düşlerimizi başka tırmanışlara bırakıyorduk.
Başarı ve tatmin oranı yüksek sarp ve dik tırmanışlarda, bele bağlanan ip çıkışı yavaşlatıp engelliyor görünse de aynı zaman da yaşamsal bir güvencedir. Bir diğer önemli güvence de sevgi, içtenlik, hoşgörü, sabır ve saygı gibi çivi ve kazıkların tırmanış rotasındaki kayalara sağlam ve dikkatlice çakılması ile sağlanır. Mutlaka her an karşı karşıya kalınabilecek, önden tırmananın ayağı altından yuvarlanabilecek birkaç kaya parçası ve hatta bazen bir anlık dalgınlık veya hata sonucu tepe taklak yuvarlanışlar, arkadaki için yaşamsal bir tehlike oluşturabilir. Arkadakinin aynı şekilde aniden boşluğa yuvarlanıvermesi de öndeki için önemli bir sıkıntı ve panik nedeni olabilir. Ancak, az önce saydığım ve beraberce kayalara çakılan tırmanma çivileri veya kazıkları sağlamsa, bu gibi tehditler kolayca savuşturulabilir. Bu sıra da oluşacak yorgunluk ve yılgınlıklar da anında paylaşılıp, hırsa ve inada fırsat tanımadan verilecek molalar veya hafif inişlerle oluşturulacak kamp yerleri ve zamanları, tırmanışın daha sonra ki bölümlerini daha da başarılı ve sağlıklı kılabilir.
Yaşam da tecrübe kazandıkça ve dağarcığımızdaki hoşgörü, akıl, sevgi, saygı ve sezgi gibi argümanlarla bilinçlendikçe tehlikeli ve uzun mesafeli düşüşlerden sonra bile çok sarsılmış olmaya karşın tırmanış devam etmeli bence.. Aynen, beyaz-siyah, iyi-kötü, acı-tatlı ve güzel-çirkin gibi zıtlıkları bünyesinde birlikte barındırdığı için bir anlamı olan yaşam gibi tırmanırken de yükseliş ve düşüşleri göğüsleyebilmek, ulaşılacak zaferi ya da mutluluğu çok daha anlamlı kılar bana göre... Bu aynı paradigmayı taşıyan bireylerin de birlikteliklerini güçlendirir, hatta perçinler ve onurlandırıp taçlandırır. İstenmedik bir şekilde tırmanışa birlikte devam edebilecek güç kalmadı ise, o zaman bile ayrı ayrı birer birey olarak tırmanış devam edebilmelidir, ama başı dik ve göğsü ileride bir şekilde... Yılgınlık ve korku ile inişe geçmek giderek acı verecek bir pişmanlıktan başka bir şey katmaz insana....Zirvede veya ona yakın yerlerde bireysel veya birlikte yaşanacak onur ve mutluluklar gibi yaşamın Oscar'ları sayılabilecek büyük ödüller, ancak bu tırmanış sürerse ulaşılabilecek hedefler olarak bizleri bekliyor. Bana göre, düz ovada ya da kumsalda yürüme sıradan, alçak tepeler vasat, yüksek tepeler ise adam gibi adam olmayı isteyenler içindir. Ağrı dağı veya Everest ise bilgelerin işi...
Galiba bu anlamda iki kişinin birlikte tırmanışını içeren dağcılık, mümkün olabilecek en az hatanın yapılmasının gerektiği , hata yapılınca da hoşgörü ve toleransın en yüksek düzey de kullanılması gereken ilginç bir spor ve adeta bir yaşam mücadelesi... Aynen başarı , sevgi ve saygı dolu bir birliktelik yaşayıp oluşacak ürün olan mutluluğu paylaşmaya çalışan kadın ve erkeğin yaşam mücadelesi gibi... Bu işin olmazsa olmazı da "her bireyin önce kendisi ile olan mücadelesini doğru yönlendirmesi, adeta dağcılık donanımı gibi kendisi için en doğru ve sağlam argümanları edinmesi ve kendisini bulma ve gerçekleştirme yolunda yılmadan, yorulmadan savaşmaya devam etmesi" gibi geliyor bana... Kendini bulan ve KENDİNİ BİLEN insanlarla en yüksek tepeye de tırmanılabilir, derin dalış da yapılabilir... Huzurlu, sağlıklı, başarılı, kusuru en aza indirgenmiş tırmanış ve dalışlara doğru, sevi ve saygı ile.....
Ümit Yoket
Yukarı
|
|
Mektebişahane : Rana Aslanbay Aydın KEMAL ABİ |
|
Kalabalık ve küçücük bir mekan. Müziğin sesi kulaklara öylesine dolmuş ki, başka bir ses duymak mümkün değil. Yanında konuşanı duyabilmek için kulağını yanındakine iyice yaklaştırmış kadınlar ve erkekler dikkati çekiyor hemen. Küçücük mekandaki az sayılı masalara dağılmış ama bir grup oldukları, birbirlerine yönelttikleri şakalardan belli olan grupta herkes eğleniyor. Duymasalar ve duyulmasalar bile sohbet etmekten, birlikte olmaktan mutlular.
Kadının gözü önce ud çalan adama takılıyor, adam şen-şakrak şarkılar çalıyor ama yüzündeki ifade görevini yapmakta olan birinin ciddiyetine sahip. Belki de bu grubun bir an önce kalkıp gitmesi için dua ediyor içinden, kimbilir... Hemen yanında tef çalan genç de farklı bir görüntü sergilemiyor aslında. Küçücük mekanda en çok eğlenen kişi ise müthiş kemancı. Hem çalıyor, hem söylüyor hem de zıplıyor neşe içinde. Adam yaşlı, zıplamak için yeterince yaşlı ama yine de zıplıyor, kendinden beklenmeyen bir biçimde. Çok mutlu. Müşterilerin arkasından yaklaşıp en tiz ve en çılgın sesiyle şarkının bazı hecelerini haykırıyor. Arkası dönük müşterinin bu tiz ses ise birden irkilip sıçramasından büyük bir zevk alıyor, daha da coşku ile zıplıyor. Kendi kendine gülümsüyor kadın, kemancının nedenini bilmediği coşkusundan hoşlanarak.
Gözlerini biraz öteye yönelttiğinde, barın başında bir başka adam dikkatini çekiyor; doğulu olması muhtemel, gereğinden çok daha fazla erkek görüntülü, kaytan bıyıklı biri. Ellili yaşlarında olmalıydı ama az da olsa beyazlamış olması gereken saçları, kömür gibi simsiyah boyanmış. Herkesin her cinsten alkole dalış yaptığı bu küçücük mekanda, barın başında çay ve sigara içen tek kişiydi bu boyalı saçlı adam. Sıkıntılı bir ifade yüzünde. Bu küçücük mekanın "harbi" görünüşlü sahibi olsa gerek diyor kadın. Bu denli kalabalık bir grubu kaldırabileceği bir akşam değil herhalde onun için.
Tam o sırada masasındaki gruptan kendisine gelen bir hitap ile dikkati dağılıyor kadının. Sohbete ortak oluyor, unutuyor "harbi" adamı.
Hoş bir akşam, neşeli bir ortam, uzuuuun zamandır dinlenmemiş eski şarkılar coşturuyor grubu. Çılgın kemancı masalar arasında dolaşmaktan vaz geçip bir kenara çekiliyor yavaşça. Tatlı bir fasıl eşliğinde, davudi bir ses duyuluyor birden, kadın kafasını çeviriyor ve sesi takip edince "harbi" görünüşlü adamı görüyor tekrar. Adam şarkı söylüyor, adamın sesi küçücük mekanda çınlıyor, dolduruyor orayı. Grup biraz daha sessizleşiyor önce, dikkatler "harbi" adama yöneliyor.
Siyah kruvaze bir ceket,parlak düğmeler, siyah bir pantolon, beyaz bir gömlek ve hemen üzerinde siyah kaytan bıyıklar ve simsiyah kıvırcık saçlar, sanki kafasından fışkırmış da, kontrol altına alınmak için çim misali biçilmiş... Özenle traş olmuş belli ki ama gecenin bu saatine kadar dayanamamış bu traşın etkisi, sakallar beyaz tenini zorlamakta saçları gibi fışkırabilmek için. Satılmış abi geliyor aklına, okul yıllarında sabah sekiz buçukta, derse geldiğinde sınıflardaki sandalyeleri düzenlemiş, görevini yapmış bir ifadeyle sınıftan çıkmakta olan Satılmış abi. Özenle giymiş formasını, takmış kravatını ama sakallarına söz geçirememiş olan o içten, o çalışkan hademesini fakültenin. Sabahın erken saatinde, yaşadığı gecekondusundan çıkmadan önce, devlete çalışmanın hazzı ile özenle traş olduğu belli olurdu sabah sekiz buçukta ama yine de fakülteye gelene kadar, ya da en azından personelin onu sinekkaydı görmesine izin vermeyecek bir sürede hızla fışkıran sakallarını hatırladı Satılmış abinin. "Harbi" adam da Satılmış abi gibiydi fışkıran saçları ve sakalları ile. Ama bunu adı Satılmış olamazdı, Kemal abi dedi içinden, evet evet Kemal abi onun adı.
Mahallesinde dürüstlüğü ile ün yapmış, haksızlıklara dayanamayan, karısı Saliha'yı deli gibi seven ama delikanlılık uğruna ona sadece gizli bir şefkat göstergesi olan sevgi dolu bakışları dışında, bu duygusunu hiç dile getirmemiş biri olmalıydı Kemal abi. Kimbilir neler yaşamıştı, neler sürüklemişti Taksim'in ara sokaklarındaki bu küçücük meyhaneye onu. Babadan kalma bir zanaati olmalıydı onun, bir örsün başında olmalıydı belki, belki de kor halinde demir dövmeliydi o. Ya da belki bir planyanın başında koca koca keresteleri biçmeliydi. Neden terk etmişti baba mesleğini, nasıl başlamıştı acaba şarkı söylemeye? Saliha ne demişti bu kararına? Çocukları var mıydı acaba? Vardır mutlaka dedi kadın içinden. Dokunmaya bile kıyamadığı, kendi gibi simsiyah üzüm gözlü bir kızı olmalıydı, belki bir de oğlu.
Üstü hasır örgü, alçak bir tabure üzerinde, tavla oynarken düşündü Kemal abiyi. Rakibini kızdırarak, tavlacılara has deyimlerle konuşarak zarları avucunda tıkırdatmasını hayal etti. Akşam olup da evine, küçük tepsi içindeki çilingir sofrasına çekildiğinde Saliha ile samimi sohbetlerini, çocuklarının geleceği ile ilgili konuşmalarını tahmin etti. Karşılarındaki televizyonda, muhayyer kürdi makamlı bestelere eşlik ederek, nasıl keyifle rakısını yudumladığını, bir yandan da Saliha'nın anlattığı günlük yaşanmışlıkları dinlemesini canlandırdı gözünde. O keyifli rakı sofrasını bir yerlerde bırakıp da, kendisinden, doğasından fersah fersah uzakta, bu küçük meyhanede ne işi vardı bu adamın? Kızı için hazırladığı tahsil bütçesi mi, oğlu için toparlamaya çalıştığı küçük bir dükkanın hayali mi? Yoksa, Saliha'nın ameliyat masrafları mı? Nedeni ne olursa olsun, Kemal abi buraların adamı değildi, değildi de yaptığı işi hakkıyla yapmaya önem veren kişiliği onu bu işi de en iyi şekilde yapmaya nasıl da zorluyordu. Bir yandan alnında biriken boncuk boncuk terleri beyaz mendili ile silerken, bir yandan da daha önce de ağırlamış olduğu bazı konukların sevdiği şarkıları daha onlar istemeden söylemesi, yeni konukların da sevdiklerini öğrenmeye çalışması, bir yandan da bütün bu istekleri, makam değişiklikleri sırasına oturtarak ayarlama çabası, etkiledi kadını.
Bu adamı planyasının başında görseydim de bu kadar etkilenirmiydim diye düşündü içinden. Sevdi Kemal abiyi saygı duyarak, yaptığı işi sevdi, çabasına saygı duydu, sesine hayran oldu.
Koskoca dünyada, var olmaya çalışan milyonlarca insandan sadece biri idi Kemal abi. O akşamı biraz keyifle biraz hüzünle biraz merakla kapatırken, diğer Kemal abileri de tanımayı istedi.
Rana Aslanbay Aydın rana@kahveciyiz.biz
Yukarı
|
Pabuçlarımın Yazarı : Merih Günay |
Oğlumun Babası
Eve erken geldiği gün sayısı çok değildi. Gece yarısından önce gelmezdi pek. Akşamları evimizin demir parmaklıklı camından sokaktaki çocukları seyrederdim. Babasıyla top oynayan çocuklar, babasıyla el ele dolaşan çocuklar, babasıyla bakkal dükkanına giren çocuklar... Babalar ve çocuklar; babalı çocuklar. Anneme seslenirdim. Canım, güzel, melek anneme:
Babam ne zaman gelecek anne?
Birazdan gelir oğlum.
Çok ender olurdu o 'Birazdan', o muhteşem, o harika 'Birazdan' ve ben şaşırır, inanamaz, ne yapacağımı bilemezdim.
Top oynayacak mıyız baba?
Bisiklete bindirecek misin beni baba?
Bakkala da gidecek miyiz baba?
Onu ayık gördüğümü hiç hatırlamıyorum eve gelişlerinde. Yorgun ve yavaş hareket ederdi; gözleri kısık ve kırmızı olurdu hep, şarap kırmızısı. Ne sorulursa sorulsun, hızlı ve keskin tek bir yanıtı olurdu: "Hayır!" Aynı 'Hayır'lar, hızla ve kesin birer 'Evet'e dönüşürdü az sonra. Ne kadar sarhoş ve yorgun olursa olsun ve saat kaç olursa olsun, beni mutlaka dışarı çıkarırdı. Özlediğimi, ihtiyaç duyduğumu ve uyumayıp beklediğimi bilirdi, ya da ben öyle hissederdim; belki de böyle olduğuna inanmak isterdim. İnanırdım da. Beni kucağına alıp merdivenlerden inerken hiç de sarhoş görünmezdi gözüme. O kadar dikkat ederdi ki kucağından düşürürse, yok olacak bir hazine taşıdığını sanırdınız. Karanlık ve ıssız olurdu sokaklar o saatlerde. Belki birkaç kedi ya da bir köpek, insan olmazdı ama hiç. Onlar uyuyor olurlardı. Berbat bir günün üzerine evlerine gelmiş, yemeklerini yemiş ve uyumuş olurdu insanlar. Sabah erkenden kalkıp gitmeleri gereken işleri vardı. Hayat buydu o sokakların insanları için: Uyumak, uyanmak, işe gitmek, eve dönmek, yemek ve tekrar uyumak. Arada bir de sevişmek, bazen yorgun ve isteksiz bedenleriyle.
Sokakların ıssızlığı, karanlığı umurunda değildi babamın. O uyanıktı, ayaktaydı. O benimleydi ve bir ilahtı çünkü benim babamdı. Aldırmazdı insanların, daracık sokaklardaki karşılıklı apartmanların karanlık pencereleri ardında uyuyor olmalarına. İnsanlar, aynı insanlardı. Yorgun, umutsuz, yarı aç, yarı uykulu, hayalsiz, mutsuz insanlar. Nereden ve nasıl geldiklerini, ne uğruna yaşamaları gerektiğini ve nereye gideceklerini bilmeyen, bilmek istemeyen insanlar. Sadece karınlarını doyurmak, evlenmek, çocuk yapmak, bakmakla geçiyordu yaşamları ve salt bunlar için verdikleri o sonsuz mücadele, savaş... Etkileyiciydi. Avuntu yüklü aptalca inançlar, birkaç beyaz eşyalık hayaller, inanılmaz şükürler, yorgun yüzlerdeki sahte gülücükler, o aynı kaderin miras gülücükleri...
Yürürdük o sokaklarda, sessizce, konuşmadan ve o aynı soru gelirdi hemen ardından: "Oğlum, söyle bakalım, kitabım basılacak mı?"- "Hayır." Her gün aynı cevabı aldığı halde tepkisi hiç değişmezdi. Acı bir hüzün kaplardı yüzünü ve sorardı hep: "Neden oğlum?" - "Basılmayacak işte." Bıkmaz, usanmazdı. Her gece ve her sabah bu soruyu mutlaka sorardı bana. Cevabımı çok önemserdi ve her seferinde üzülür, yıkılırdı. Az sonra kendini toplar, yanıma yaklaşırdı; saçlarımı, yanaklarımı usulca okşar, öper ve şansını zorlardı.
Oyuncak alayım mı sana?
Al.
O zaman söyle, yayınevinden arayacaklar mı?
Aramayacaklar!
Kahretsin! Almıyorum oyuncak.
Tekrar çömelirdi yere, sokağın ortasında. Cebinden bir sigara çıkarır, yakar ve gözlerini bir noktaya dikip bakardı boş boş. Yorgun, umutsuz, öfkeli. Kin kusardı gözleri, alev saçardı. Çok sürmezdi bu durumu, birkaç dakika sonra ayağa kalkar, bana bakar ve bağırırdı boş ve ölü sokakta: "Aptal bunlar, hepsi aptal! Bak oğlum, uyuyorlar, hepsi uyuyor, herkes uyuyor. Işıkları kapalı, gözleri kapalı; yaşlı kadınlar gibi uyuyorlar! Bize bak, sana ve bana bak! Buradayız, ayaktayız, dünya bizim, bize ait! Onların hepsi ölü. Ölmüşler! Kafanı yukarı kaldır ve şu yıldızların güzelliğine bak, havayı kokla, rüzgarı hisset, aya el salla! Hayat bu oğlum, hayat gece, hayat sessizlik, hayat yalnızlık!" Gülerdim. Söyledikleri hoşuma giderdi, yanında olmaktan gurur duyardım. Benim gülmem de onun hoşuna giderdi. Hemen yanıma gelir, beni kucağına alır ve öper, koklardı.
Arayacaklar mı yayınevinden?
Hayır!
Ona hep hayır derdim, henüz beş yaşındaydım ve neden hayır dediğimi bilmiyordum. Ona hayır demek hoşuma gidiyordu belki çünkü o eve hep geç ve sarhoş geliyordu, diğer babalar ise erken ve ayık. Ben üzülüyordum, sorularına hayır cevabı verdiğimde ise o üzülüyordu, adildi durumumuz bence.
Eve dönerdik. Annem çoktan uyumuş olurdu ya da uyuyor gibi görünürdü. Babam mutfağa girip yemeğini hazırlar, yerdi ve sonra soyunurdu. Beni yatağıma yatırıp annemin yanına uzanırdı. Uyumadığını bilirdim, geç ve zor uyurdu. Döner dururdu yatakta, sonra yavaşça kalkar, önce anneme bakardı, sonra bana ve mutfağa giderdi. Dolabı açardı -şişe sesini duyardım- ve alıp diğer odaya geçerdi. Başka odamız da yoktu zaten. Bilirdim, pencerenin yanındaki koltuğa oturuyor, yıldızları seyrediyordu. Yıldızlara hayrandı, şişelere de. Dönmezdi geri. Uyurdum. Sabah gözlerimi açtığımda onu yatağında bulurdum. Tıpkı ormanda devrilmiş bir ağaç gibi tek başına uyurdu. Beklerdim ben, uyanmasını beklerdim. Bozuk paralardan şekiller yapması için, kağıtlardan uçak, gemi yapması için beklerdim. Yapardı da, dakikalarca uğraşır, nefis şeyler yapardı. Zevkle, keyifle, isteyerek yapardı ve sorardı bittiğinde:
Nasıl oldu oğlum?
Güzel. Yıkayım mı?
Önce annene göster.
Annem o sırada ya diğer odada olurdu ya da mutfakta. İstemeyerek gelir, bakardı göz ucuyla. "Çok güzel olmuş oğlum." der ve çıkardı.
Yıkayım mı baba?
Yık oğlum.
İki oyuncak kamyon darbesiyle yerle bir ederdim kaleleri, çiftlikleri. Babam beni kucağına alırdı.
Arayacaklar mı?
Kim?
Yayınevinden.
Aramayacaklar!
Ayağa kalkar, savururdu tekmesini yıkık oyuncakların üzerine. Oyuncaklar onun kırmızı ve kısık gözlerinde o an kim bilir ne olurdu. Giyinirdi sonra yavaş ve isteksizce. Beni kucağına alıp sokağa çıkarırdı.
Etrafına bak, ne görüyorsun?
Çocuklar.
Ya babalar, baba görüyor musun?
Hayır.
Kimin babası oğlunun yanında?
Benim!
Öperdi beni, ben de onu öperdim.
Yıllar geçti. Uzun, zor yıllar. Florida'da yaşıyordum. Eşim Dilara ile beş yaşına yeni basan oğlumuzu alıp ailemi ziyarete geldim. Annemle babam ayrılalı çok olmuştu. Önce anneme uğradık. Büyük ve güzel bir dairede yaşıyordu. İki erkek üvey kardeşimle tanıştırdı beni ve cici babamla. Ondan hiç hoşlanmadım. Her şeyi vardı ama hayalleri, coşkusu, ilgisi yoktu. Yaşıyordu, sadece yaşamak adına yaşıyordu, vazife gibi. Soğuktu, çok soğuk. Orada geçirdiğimiz gece bitmek bilmedi. Babam olsaydı, diye düşündüm, şimdi beni dışarı çıkarır ve bağırırdı: Bu dünya bizim, bu yıldızlar bizim! Birden yatakta doğruldum, Dilara ve Merih uyuyorlardı. Aceleyle giyindim, Merih'i usulca kucağıma aldım. Öptüm onu, kokladım, kapıya doğru yürürken Dilara'nın sert sesiyle durdum.
Ne yaptığını sanıyorsun sen?
Oğlumu dışarı çıkarıyorum.
O uyuyor, derhal yatağına yatır çocuğu!
Bir an duraksadım, geri döndüm sonra. Oğlumu yatağına yatırdım. Gözlerimden iki damla yaş süzüldü. Salona geçtim. Pencerenin yanındaki koltuğa oturdum, yıldızları seyrettim; harikulade görünüyorlardı. Mutfağa girdim, dolabı açtım, kendime bir içki doldurup geri döndüm. Harika bir duyguydu, sabaha kadar uyumadım. Babamı nerede bulabileceğimizi sordum anneme kahvaltıda. Burun kıvırdı.
Çöplüğündedir, başka nerede olacak ki?
Bir taksiye bindik, adresi söyledim. Yaklaşık yirmi dakika sonra kapının önündeydik. Aynı kapı, aynı koku, aynı top oynayan çocuklar... Merdivenlerden çıktık; apartmanın kokusu hiç değişmemişti sanki, büyüleyiciydi. Zili çaldım. Açıldı kapı. Bembeyaz saçlarıyla bir İlah duruyordu karşımda. Yetmişli yaşlarda, gözleri kan kırmızı ve kısık, çok kısık... Önce bana baktı, sonra Dilara'ya, ve torununa ilişti bakışları. Yorgun ve kısık gözlerden burnuna doğru iki damla yaş aktı.
Adı ne?
Merih, baba.
Ayakkabılarını giydi, oğlumu kucağına aldı ve merdivenlerden inmeye başladı. Sesini duyduk evden içeri girerken:
Sana dondurma alayım mı?
Al.
Söyle bakalım Merih, kitabımı basacaklar mı?
Hayır!
Neden oğlum?
Basmayacaklar işte!
Evimdeydim. Geçmiş kokuyordu, baba kokuyordu, hayal kokuyordu ve şarap kokuyordu. Pencerenin yanına geçtim, aşağı baktım. Babam yere çömelmiş, oğlumun gözlerine bakıyordu. Elini gömleğinin cebine götürdü, bir sigara çıkardı ve yaktı. Biraz sonra yeniden soracaktı: "Yayınevinden arayacaklar mı beni?" Yavaşça kalktım koltuktan; yatak odasına geçtim. Yatağa baktım, boştu. Annem yoktu. Yatağım da yoktu yerde. Yatak odasının camını açtım. "Baba! Yarın arayacaklar seni! Kitabın basılacak!" demek istedim, diyemedim. Yere çöktüm, ağladım, ağladım... Bir el hissettim saçlarımda sonra. Başımı kaldırdım, Dilara'ydı. Elinde bir kitap vardı. Bana uzattı. Şaşırdım, kapağını çevirdim, yatık harflerle 'Oğluma' yazıyordu. Bir sayfa daha çevirdim. Kitap şöyle başlıyordu:
Oğlumun Babası
Eve erken geldiği gün sayısı çok değildi. Gece yarısından önce gelmezdi pek. Akşamları evimizin demir parmaklıklı camından sokaktaki çocukları seyrederdim. Babasıyla top oynayan çocuklar, babasıyla el ele dolaşan çocuklar, babasıyla bakkal dükkanına giren çocuklar... Babalar ve çocuklar; babalı çocuklar.
Kitabı yatağın üzerine bıraktım, dışarı çıktım. Babam yerde çömelmiş, sigara içiyordu. Oğlum da yanında onu izliyordu. Aralarına oturdum. Bir elimi babamın, diğerini oğlumun omzuna attım.
Yıldızlar ne kadar da parlaklar bu gece, değil mi?
Gece değildi, doğal olarak yıldız da yoktu gökyüzünde. "Evet." dedi babam. "Evet." dedi oğlum.
Yıldızları seyrettik o sabah beraber.
Üçümüz...
Harikulade görünüyorlardı.
Merih Günay
Yukarı
|
Deniz Fenerinin Güncesi: Seyfullah Çalışkan |
BEN BU İŞİN KİTABINI YAZMIŞTIM -3-
Ders: 6 “ Kızlarla buluştuğunuzda kendinizi kasmayın. Büyük adam havalarına girmeyin. Kazancınızdan veya servetinizden söz etmeyin. Bayanların bir çoğu bu tür görgüsüzlüklerden hoşlanmaz. Kadınların çok azı paralı erkekler ararlar. Eğer sorulmuşsa abartmadan ve havlara girmeden anlatabilirsiniz. Bütün kadınlar ve erkekler aslında karşısındakinin en doğal ve yalın halini merak eder. Her insan zaten tercihleri, davranışları, beğenileri, düşünceleri yani kişiliği ile ilginçtir. Bütün davranışlarınız yavaş, kararlı ve kesintisiz olmalı. İkircikli ve kararsız, tedirgin görüntüsü vermekten özellikle uzak durun. Heyecanınız sizi bir beceriksize dönüştürmesin. Yine de ruhsuz gibi, odun gibi bir görüntü vermemek için heyecanınızın karşınızdaki insan için algılanmasını sağlayın.
Ruh gibi, makine gibi davranan insanlar karşısındakinde buz gibi bir etki yaratır. Özellikle iyi bir dinleyici olun. Hiç kimse iyi bir dinleyicinin salak olduğunu düşünmez. Ama gereksiz yere dur durak bilmeden bir şeyler anlatan, konudan konuya geçen insanların salak olduğu düşünülür. Yada en azından sıkıcı bulunurlar. Karşınızdakine kendini anlatması için fırsat verin. Meraklı olmanın dozunu iyi ayarlayıp ona ölçülü sorular yöneltin. Sonuçta sizin onu, onun sizi merak etmesi son derece doğaldır. Ona karşı ince, saygılı ve düşünceli olun. Otururken sandalyesini çekerek yardım edin. Sigarasını mutlaka yakın. Masadan kalktığında siz de ayağa kalkın. Geri döndüğünde ayağa kalkarak oturmasına yardım etmek için hazır bekleyin. Özellikle birlikte bir şeyler yenilecekse görgü kurallarına titizlikle uyun. Onun yanında garsonlara veya başkalarına kaba davranmak bir yana hatta telefonda konuştuğunuz kişilere bile sesinizi yükseltmeyin.
Saat beşe çeyrek kala minibüs durağına gidip onu beklemeye başladım. Onun saati ile benimki arasındaki olabilecek birkaç dakikalık fark için buluşmayı riske atmak istemiyordum. Kadınların bir yerlere geç kalmak gibi yaygın bir eğilimleri olduğunu bilmeme rağmen ben yine de erken gittim. Telefonumu aradıktan üç dört dakika sonra saat tam beşte lacivert bir arabayla çıkıp geldi. Korna çalmasa geldiğini fark etmeyecektim. Minibüs durağı falan dediği için onun yürüyerek geleceğini umuyordum. Bu nedenle gelip geçen taşıtlara fazla dikkatli bakmıyordum. Çok yoğun bir akşam trafiği vardı. Ona arabadan inmemesini, beni takip etmesini söyledim. Ben önde o arkada birkaç sokak ileride arabalarımızı bırakacak kadar sakin bir yer buluncaya kadar gittik. Arabadan indikten sonra hoş geldin, beş gittin, nasılsın, geldiğin için teşekkür ederim seremonisini gerçekleştirdim. Biraz ileride Cervantes Cafe diye daha çok gençlerin takıldığı bir mekan vardı. Bir saat vaktim var dediği için onu yemeğe götürmeyi düşünmedim. Yine de aç olup olmadığını, eğer açsa yemek için başka bir yere gidebileceğimizi söyledim. Zamanı olmadığını yineleyip teklifimi kibarca reddetti.
Her şeyiyle güzel bir akşamdı. Bana neden görüşmek konusunda bu kadar ısrarcı olduğumu sordu. O gece kendisinden etkilendiğimi, bende çok sıcak ve hoş bir etki yarattığını dilim döndüğünce anlatmaya çalıştım. Yaşamını fazlaca zorlaştırmadan, sorun çıkarmadan, zaman bulabildiğince görüşmeyi sürdürmek istediği söyledim. Haklı olarak bu görüşmeler sonunda ne olmasını beklediğimi, ne umduğumu sordu. Geleceğe ilişkin bir planım olmadığını, her şeyi arkadaşlığımızın doğal akışı içinde yaşamak istediğimi anlattım. Söylediklerim ona çok yanlış yada anlaşılmaz gelmedi ama yine de evet diyemedi. Elbette ona “Sen hoşuma gidiyorsun. Seninle sevişmek istiyorum.” diyemezdim. İleride görüşüp görüşmemek konusunu fazlaca irdelemeden dereden tepeden konuştuk. Bana işinden, iş yerindeki ufak tefek sorunlardan, müşterilerin bitmek bilmeyen isteklerinden, arabasının sık sık sorun çıkarmasından falan söz etti. Bir saatten biraz fazla oturduk. O bir meyve suyu, ben iki kahve içtim. “Başka bir zaman, birlikte güzel yemek yiyelim.”dedim. Teklifimi geri çevirmedi ama bu günlerde buna zamanı olmadığını söyledi. “Ben sana telefon ederim. Bunu o zaman kararlaştırırız.”dedi. Onu arabasına kadar götürdüm. Arabasına binmeden önce elimi sıktı ve yanaklarımızı birbirine değdirerek öpüşmüş gibi yaptık. Parfümünün güzel kokusu sıcacık boynundan burnuma kadar ulaştı. Çekip gittiğinde sokak lambaları soluk ışıklarıyla yanmaya başlamıştı. Kente yavaş yavaş akşam iniyordu.
Songül benimle ilgili her konuda son sözü söylemeyi, ipleri elinde tutmayı istiyordu. Bunu her hareketinde hissettiriyor ve benim beklediğim yanıtları hep en son saniyede veriyordu. “Yine görüşeceğiz.”demeyi bile arabasına bininceye kadar söylememişti. Olan biteni çapkınlık açısından değerlendirecek olursam sınıfta kalacak gibi görünüyordum
Ders : 7 Çoğu kez ikinci buluşmanın sonunda çapkının amacına ulaşması, buluşmanın yatakta sonlanması gerçekleşebilmektedir. Üçüncü dersten de anımsayacağınız gibi ikinci buluşma sonunda bir adım bile yaklaşamamışsanız çetin cevize çattığınız net olarak ortaya çıkmıştır. Son bir hamle daha yapmaya hakkınız vardır. Şu anda zaten çapkınlıktan bütünlemeye kalmış durumdasınız. Dersinizi iyi çalışıp üçüncü bir buluşma ayarlayabilirsiniz. Başarılı olma şansınızın iyice azaldığını sakın aklınızdan çıkarmayın. Ne kadar güzel ve çekici olursa olsun çetin cevizlerle uğraşmayın. Çapkın adam evlenmek için eş arayan erkeğe benzemez. En kısa yoldan, çok az para, zaman ve emekle sonuca ulaşmalıdır. Atalarımızın da söylediği gibi her kuşun eti yenmez. Çapkın Nirvana’ya ulaşmaya, ruhunu temizlemeye ve hayatın anlamını çözmeye çalışan erkek değildir. Her kadınla biraz tazelenen, başarı duygusunu yatakta ve yattığı kadın sayısı ile pekiştiren, aşık olunan ama kendisi aşık olmayan erkektir. Bağlı ve bağımlı olmayan, ye, iç, sıç,yat felsefesi ile kaygısızca yaşayan erkektir. O zevklerin adamıdır. Dünya ve yaşam tadına varılması gereken zevkler toplamıdır. Çapkın, boş adam değildir. İnsanlarla rahat iletişim kurabilmesi için kitaplardan, gazete ve tv gündemlerinden, tiyatro ve sinemadan, müzikten ve diğer sanat dallarından haberden olmalıdır. Moda gündemleri ve halkın ağzına sakız olmuş konuları bilmelidir.
Songül beni fazla bekletmeden arasın diye bekledim. Hatta arabasına binip gözden kaybolduğu akşam arasın istedim. Fazla mı kaptırdım kendimi? Öyle göreni olduğu yere mıhlayacak kadar güzel değil ama hoş kız. Çok tatlı, tombalacık, sımsıcak bir şey işte. Çok güzellere takılmak zaten pek benim tarzım değildir. Binlerce kez ne kadar güzel olduğu övgülerle kendilerine anlatılmış kızlar zamanla zaten tayyare olurlar. Onların ayakları kolay kolay yere basmaz. Evrenin merkezine sürekli kendilerin koymak gibi bir eğilim geliştirirler. Yüksek dozlu megolamanlık gibi bir hastalığa yakalanırlar. Sürekli ilgi, sürekli iltifat, sürekli abartılı bir beğenilme beklentisi içine düşürler. Sarılsanız kırılacak, koklasanız sanki solacakmış gibi bir narinlik hissi duyarsınız.. Songül her mevsime ve her iklime, her koşula ayak uydurabilecek güçlü tipte bir kız Her türlü zorluğu göğüsleyebilecek , sıkıntılara katlanacak, anne olacak tiplerden işte. Nasıl olduğunu bilmiyorum ama bunu hissediyorsunuz. O bir kır çiçeği. Kırağıya bile eyvallah etmeyecek papatya, menekşe türünden bir şey. Serada yetiştirilen göz alıcı ama kokusuz, dayanıksız çiçeklerinden değil. Bu kızda beni etkileyen bir şey var. Ne olduğunu bilmediğim, anlayamadığım, beni kendine çeken, bedenimi sarıveren, tarifi imkansız bir sıcaklık işte.
Her gün umutlandım. “Bu gün belki arar.” diye bekledim. Ona mesaj yazıp “Benimle bir daha hiç görüşmeyecek misin?” diye sormak istedim. Telefonu elime alıp onlarca kez onu aramaya niyetlendim. “O aramıyorsa ben ararım.” Dedikten sonra hep son anda vazgeçtim. Ben üzerine düştükçe naza çekmesinden, kendince bir anlam çıkarmasından, ürkmesinden çekindim. İnatla ve sabırla bekledim. Bu güne kadar kitaptaki bütün basamakları eksiksiz uygulamıştım. Şimdi sabırsızlık gösterip kaş yapayım derken göz çıkarmanın anlamı da yoktu. Songül beni son buluşmamızdan altı gün sonra aradı. Telefonda numarasını görünce heyecandan az kalsın telefon elimden düşecekti. Çapkınlığın önemli bir kuralını uygulayamadım. Heyecanım sesimden açık açık okunuyordu.
- Alo, ben Songül.
- Merhaba Songül. Nasılsın?
- İyiyim, kusura bakma. Seni aramaya zaman bulamadım.
- Önemli değil. Sonuçta aradın ya işte. Bu yeter. Ama bir ara verdiğin sözü unuttuğunu sandım.
- Verdiğim sözü unutmuş olsam arar mıydım?
- Unuttun demedim, unuttuğunu düşündüm dedim.
- Neyse bunu tartışmanın sırası değil. Yarın yemeğe çıkabiliriz. Tabii sen de uygunsan?
- Hiç söylemeyeceksin diye korkuyordum. Elbette uygunum.
- Akşam üzeri beni daha önce buluştuğumuz yerden alabilirsin.
- Olur saat kaç gibi geleyim?
- Aynı saatte olabilir.
- Aynı saatte aynı yerde olacağım. Aradığın için teşekkür ederim.
- İyi günler. Yarın akşam görüşürüz..
- İyi günler, görüşürüz...
Bu kızın sesinde bile bir başkalık vardı. Telefon konuşması bittiği halde hala yüreğim küt küt atıyordu. “Oğlum Erkan, ben senin sonunu hiç iyi görmüyorum. Bu kız senin burnumu yerlere sürtecek .” dedim. Bu kızla tanışmak için yanına gittiğimde her şey son derece basit ve anlaşılırdı. Artık sapla saman, taneyle tınaz birbirine karışmaya başladı. İlk kez bir kıza çiçek almam gerektiğini düşünmeye başladım. Çarşıya çıkıp kendime yeni bir takım elbise almalıyım diye düşündüm. Gömlek, kravat hatta yeni ayakkabılar almalıyım.
Arkası Yarın
Seyfullah seyfullah@kahveciyiz.biz
Yukarı
|
<#><#><#><#><#><#><#>
Kahve Molası, siz sevgili kahvecilerden gelen yazılarla hayat bulmaktadır. Her kahveci aynı zamanda bir yazar adayıdır. Yolladığınız her özgün yazı değerlendirilecektir. Kahve Molası bugün 3.533 kahveciye doğru yola çıkmıştır.
Yukarı
|
YOLKESEN
İzmir'e gittiniz mi hiç
Turgutlu'dan geçerken
Çiçekler yolunuzu kesti mi
Göz göze geldiniz mi doğayla
Başınızda kavak yelleri esti mi
Saç sakal ağardıktan sonra
İzmir'e gittiniz mi hiç
Salihli'den geçerken
Bağlar yolunuzu kesti mi
Asma gibi kızlarla
Kız gibi asmalar
Halay çekerken kol kola
Annelerinden izin alıp
Katıldınız mı aralarına
İzmir'e gittinizse eğer
Aylardan mayıs olmalı
Günlerden Gökova
Dargındınız küskündünüz
Barıştınız mı doğayla
Şiir yolunuzu kesti mi
Kuruyan ağzınızı dayayıp
İçtiniz mi kana kana
Ben İzmir'e giderken
Akdeniz'e selam götürdüm
Bir gelinlik kızı gözlerinden
Çürük bir davul patladı kulağıma
Yarım kaldı halk düğünüm
Ben Asarcıklı çoban
Ağzımı keçiler yedi
Ne darıldım ne gücendim
Bir delik daha deldim kavalıma
Dünya dedikleri yuvarlak kitap
Işıklarınız sönmeden
Kaç sayfa okuyabildiniz
Sevgi dediğimiz solmaz bir kumaş
İpliğiniz tükenmeden
Kaç metre dokuyabildiniz
Giydiniz mi doya doya
Ali YÜCE
Yukarı
|
Merak buyurmayın, adam arabada yaşıyor, diğeri müştemilat!..
Yukarı
|
FOTOGRAF SERGİSİ
"VAHŞİ YAŞAM" SÜHA DERBENT
8 MAYIS - 4 HAZİRAN 2004
FOTOTREK NIKON FOTOGRAF MERKEZİ, 8 Mayıs - 4 Haziran tarihleri arasında, hayvan davranışları üzerine fotograf çalışmalarıyla tanınan Süha DERBENT'in "VAHŞİ YAŞAM" isimli sergisine yer veriyor.
8 Mayıs Cumartesi günü saat 18:00'de yapılacak bir kokteyl ile açılacak olan sergide kaplan, aslan, leopar, çita gibi büyük kedilerin görüntüleri yer alıyor. Sergi, hayvanların yaşadıkları coğrafyaya uygun davranış görüntüleri üzerine yaklaşık 8 yıldır çalışmalar yapan Süha DERBENT'in Hindistan, Güney Afrika Cumhuriyeti, Zimbabwe, Kenya ve Botswana'da çektiği fotograflardan oluşuyor. Nikon Türkiye Temsilcisi Karfo - Karacasulu ve Emirates Havayolları katkılarıyla gerçekleşen sergi 4 Haziran Cuma gününe kadar izlenebilecek.
Ayrıntılı Bilgi: http://www.suhaderbent.com
FOTOTREK NIKON FOTOGRAF MERKEZİ
Meşrutiyet Caddesi Ravanda İşhanı No : 85 Kat : 1 - 2 D. 1 - 3 Beyoğlu, İSTANBUL
Tel : (212) 251 90 14 - 251 83 74
www.fototrek.com
Yukarı
|
İşe Yarar Kısayollar - Şef garson: Akın Ceylan |
http://www.3dtextmaker.com/
Tanıtımlarınızda veya web sayfanızda kullanmak üzere bir .gif animasyon hazırlamak isteyenlere ideal bir kısayol. Önce yazı tipini belirliyorsunuz. Seçtiğiniz font, örnek kutucuğunda karşınıza geliyor. Daha sonra sırasıyla, yazı rengi, animasyon boyutu ve çalışmanın ayrıntılarını belirliyorsunuz. Son adım, animasyonda görmek istediğiniz yazıyı kutucuğa yazıyorsunuz. "Make 3D text" kutucuğuna tıkladığınızda animasyon hemen hazırlanıyor. Bir kaç denemeden sonra istediğiniz animasyonu bilgisayarınıza kaydedip kullanabilirsiniz.
akin@kahveciyiz.biz
Yukarı |
Damak tadınıza uygun kahveler |
CDex v1.51 [1.90M] Win9x/2k/XP FREE
http://www.cdex.n3.net/
Bilgisayarınızda dijital müzik dinlemenin keyfini yaşamak için önce CD'lerinizi bilgisayarınıza kopyalamanız gerekiyor. İşte bu program bu işlemi hızla ve kolayca yapacak yeteneğe sahip. Müzik tutkunlarına tavsiye olunur.
Yukarı
|
|
|