|
|
|
Yazılan, Okunan, Kopyalanan, İletilen, Saklanılan, Adrese Teslim Günlük E-Gazete - Yıl: 3 Sayı: 499 |
7 Mayıs 2004 - Fincanın İçindekiler |
|
Editör'den : Anneler Gününüz Kutlu Olsun |
Merhabalar,
Dün sabah sevgili Cem'den o mesajı aldım. Annemi kaybettim diyordu. Nasıl birşeydir anayı kaybetmek? Bilemiyorum, bilmekte istemiyorum. Anneler gününe 2 gün kala annesiz kaldı arkadaşım. Nur içinde yatsın. Annem geldi aklıma sarıldım telefona. 'Akşama mantı var, gel' dedi. 'Bilmiyorum anne bakarız.' dedim. Akşam oldu, dayanamadım tekrar aradım 'Koy anne 2 tabak daha geliyoruz.' dedim, sevindi. Kızımla gittik, yedik içtik, güldük, kavga ettik, televizyon seyrettik, özetle yaşadık, yaşadılar, yaşıyorlar. Onlarsız kalmaya henüz hazır değilim, Allah göstermesin. Anacım, anneler gününü erkenden kutluyorum, kıymetini bil... Seni, sizi seviyorum. Ömrüm oldukça sen beni mantıya çağır, bende çoluk çombalak toplayıp geleyim, anlaştık mı?
Bu güzel ve özel günün şerefine birbirinden güzel yazılar sizleri bekliyor. Ben, tüm kahveci mevcut ve müstakbel annelerin bu özel gününü kutluyor, hepsine sevgi ve saygılarımı yolluyorum. Bu sayıyı hotmail adresleri de dahil olmak üzere tüm abonelere yolladım. O garip sorun devam eder ve siz KM'yi 8-10 kere alırsanız, şimdiden özür diliyorum. Kalın sağlıcakla.
Bir sonraki sayıda buluşuncaya kadar bulunduğunuz yerden bir adım öne çıkın. Sevgiyle... Cem Özbatur
|
PASTORAL EFEMER : Zeki Yıldırım |
BEYAZ VE ANNEM
Beyazımsı bir yığın sperma topluluğu ve yakın renkteki bir yumurta ile başladık yaşama. Bize can veren bedeni terk edip ulaştığımız dünyada, ilk tanıştığımız renkti beyaz. Kızılımsı vücudumuzu beyazlara sarmışlardı. Bizim için ilk yaşam maddesi olan süt de beyazdı. Ne büyük keyifle içmiştik kim bilir? Daha geriye gitmeye gerek var mı, bizi dünyaya getiren insanın bembeyaz bir gelinlik giymesiyle, çoğumuz için olduğu gibi, yaşama gelebilme olasılığı için ilk adım atılmış oluyordu. Babamızsa beyaz gömleğiyle ne kadar yakışıklıydı ve heyecan doluydu, annemizi bembeyaz gelinliğiyle eşliğe kabul ettiğinde. Sıra doğru zamana, doğru yer ve doğru spermaya kalıyordu. Ne garip hepimizin öyküsü bir araştırılsa trilyonlarca pozitif olasılığın bir araya gelmesiyle oluştuğumuz ortaya çıkacaktır. Bu da her birimizi, dünyadaki tüm canlıları eşsiz kılmaktadır.
Bir renk miydi beyaz ? Newton, renk çarkını çevirdiğinde elde ettiği görüntüyü tanımlarken nasıl duygular içerisindeydi ? Ya bir anne yaklaşık dokuz ay can verdiği ve vücudunun en orta yerinde taşıdığı bebesini, beyazlar içerisine sarılmış halde görünce neler düşünmektedir ? Ya sevdiği kadının, ona verdiği bir evlat, minicik bir yaşamın yüce güzelliği başka hangi renk örtebilirdi ? Şair mutluluğu tanımlarken "ak örtüdeki elmalar" ın görüntüsünün tanımlanmasını istemiyor. Beyazlar içindeki gelin, beyaz atlı prens, beyaz bulutlar, beyaz güvercinler, beyaz önlüklüler… Nedir beyazın tılsımı ? Nedir düşlerin ve huzurun rengi beyaz?
Beyaz aslında gökkuşağını oluşturan tüm renklerin karışmasıyla oluşan bir renktir. Aldığı tüm ışınları soğurmadan, her doğrultuda eşit olarak yayabilmektedir. Hep annemi hatırlatmış bana beyaz. Ondan ayrı yaşadığım senelerde, dolabıma özenle sıraladığım çamaşırları giymeden mutlaka uzun süre koklardım. Boğazımda bir şeyler düğümlenerek, ciğerlerime çektiğim mis gibi sabun kokusundan ziyade, onu çitileyen annemin bembeyaz elleriydi.
Peki Neydi anne ?. Anne tüm sevgilerin, tüm özverilerin, sevinçlerin, kederlerin karışımıdır. Tıpkı beyaz gibi. Topladığı tüm güzellikleri, dünyaya getirdiklerine yayabilendir, tıpkı beyaz gibi. Bu güzelim dünyada kuş, kurt, insan ne kadar anne varsa ellerinden öpüyorum. Hepiniz benim annemsiniz, en çok ta tüm canlılar adına beni dünyaya getiren beyaz ellimin ellerinden. Anneler gününüz kutlu olsun.
Zeki Yıldırım
zekiyildirim@kahveciyiz.biz
Yukarı
|
Anneler Günü Üstüne...
Düden Çayı’nın denize aktığı yerde, bir kır kahvesindeyim. Bahar, almış başını gidiyor yaza doğru. Güneş ne istediğini bilmemenin kararsızlığıyla bir görünüp, bir kayboluyor. Yaprakların yeşili, çiçeklerin pembesine dolanmış ağaçlarda. Asma yaprakları, sınırlarını aşıp, ağaç dallarına dolanmış. Düden çayı, bir yanımda, boşa giden bir alın teri gibi kendini denize fırlatırken, öte yanda küçücük bir arktan sessizce akıp gidiyor, bıkmaksızın. Deniz, gücünün bilincinde, üstüne düşen onca suyu önemsemiyor bile...
Bir yandan çayımı içiyor, öte yandan da yakında bir masada, büyükanne ve annesiyle oturan, 6-7 yaşlarında bir oğlan çocuğunun konuşmalarını dinliyorum. “Anne! Sen anneler gününde ne alacaksın anneanneme?” “Bana sarı bir hırka alacak annen” diyor anneanne. Küçük çocuk annesine bağırıyor... “Ben sana hırka almayacağım işte.” Gülüşüyorlar birlikte...
Sanırım bu hafta bütün çocukların derdi bu. Anneme, -anneler gününde- ne alacağım?
Annelerin günü ne ola ki? Alınan armağanlarla ödeşilen alın terleri mi? Tüketimin yozlaştırdığı bu özele indirgenmiş günler, açıkçası hiç de hoş gelmiyor bana. Annelerin mutluluğu, çocuklarına verdiği emeklerin karşılığını almak değil midir? Emeğin karşılığı onlardan alınan sevgi mi yalnızca? Yoksa, çocuklarının, insan olma adına saptadıkları değerler mi?
Tepemden sürekli geçen uçakların gürültüsü aklımı dağıtıyor. Uçakların, bir yandan sevgiye giden yolları birleştirirken, öte yandan da -barış adına- savaşa ve vahşete taşıdığı yüzlerce insanı düşünmeden edemiyorum.
Hemen yanı başımızdaki bir komşu ülkede – barış adına- başlatılan savaş devam ediyor. Suçlu, suçsuz insanlara yapılan işkencelerin belgeleri, gündelik medya görüntüleri gibi sergilenmekte. Yerlerde sürüklenen, itip kakılan insanların gözlerindeki korku ve utançta, ona işkence edenin deli gülüşü patlıyor sanki. Kendilerini en çağdaş sanan dünya yurttaşları değil mi, bu insanlık dışı davranışları yapanlar? Kendime soruyor ve net bir yanıt alamıyorum. Horlanan, ve aşağılanan bu insanların annesi olmak mı , yoksa, onlara insanlık dışı davrananların annesi olmak mı daha zor ve tüketici olan?
Bir anne için yaşanmamış varsayılamayan ve asla unutulamayan acılar şeyler vardır yaşamda. Bunların en başta geleni; çocuğundan utanç duymaktır. Onursuz bir kişi, çocuğumuz bile olsa, ana yüreğimizden silinecektir kuşkusuz da, böyle bir evladın varlığından daha büyük hangi ceza olabilir ki bir anne için?
Anneler gününün en güzel armağanı, yetiştirdiği çocuğuyla övünç duyabilmektir bence.
Tüm anneler, onurlarıyla yaşamayı hak eden çocukları olduğuna inandığında , kutlanası günler olacaktır – annelerin günleri...
Tunca Tünay
tunca@kahveciyiz.biz
Yukarı
|
|
Pratisyen Kahveci : Seda Demirel Anneeeeeeeeeeeee... |
|
- Ne var?
- Küçükken masalları bitirip Jane Eyre okumaya başlamıştın bana. 6 yaş çocuğuna Jane Eyre mi okunurmuş? Ya nefret etseydim kitaplardan?
- Nerden çıktı şimdi bu? Okuduğuma şükür etmiyorsun da. Bak şimdi elinden kitap düşmüyor. Fena mı oldu?
- Olmaz!! Büyük hata. Risk almışsın. İlkokulda da iki yıl boyunca hepinizden ayrı ayrı harçlık aldım. Ruhunuz duymadı. Bu ne sorumsuz çocuk yetiştirme? Mahallenin en zengin çocuğuydum bee. Herkese gazoz ısmarlardım. İki yıl boyunca sizden sızdırdığım harçlığı biriktirsem şimdiye evim olurdu, kiralarda sürünmezdin.
- Bee diye konuşma. Hem o senin edepsizliğin. İşinden eve dönen herkesi sokakta haraca bağladığın kimin aklına gelirdi?? Bak yine sinirlendim aklıma gelince. Sanki şimdi farklısın, parayı bulduğun gibi harcıyorsun. Hala önüne gelene gazoz ısmarlıyorsun. Öğrendiğimizde tam bir ay harçlığını kesmiştik ama. Ders mi aldın ki?
- Evet yaa.. çok acımasız bir anneydin. O koca bir ay nasıl da acı çekmiştim. Mahalledeki arkadaşlarımın yüzüne bakamamıştım valla. Ya o kedi köpek yavruları? Beni “ya onlar gidecek bu evden ya da hepiniz” diye tehdit bile etmiştin. Miniciktim, ya nefret etseydim hayvanlardan?
- Bir kere Biber’i çok sevmiştim. Baban yolladı onları. Her şeyi de benden bilirsin zaten.
- Olsun... Babama engel olsaydın, sen anne değil misin? Senin hatan yine! Peki, şuna cevap ver, orta 1. sınıfta Murat Arıkut elimi tutarken yakalanmıştık. Elim üşüyor dediğim için tutmuştu ama müdür muavini Cumhur bey seni çağırmıştı görüşmeye okula. Adamın odasından çıkınca bana “bende onun elini tuttum, ödeştiniz...” demiştin. Adamın elini tuttun diye ödüm kopmuştu. Bu nedir yaa?
- Ehh Seda! Neleri hatırlıyorsun. Çok komikti halin, şaka yapmıştım kızım. Adama da kızmıştım aklınızda olmayanları aklınıza sokuyor diye. Yedi yaşından beri arkadaşsınız siz... Sahi Murat ne alemde?
- Konuyu saptırma şimdi bakalım. Murat kel oldu. Peki ya Şenin olayına ne demeli? Müdür muavininin odasına kapıyı tekmeleyerek girmiştim. Beni bir çocuk psikiyatrisine götürmeliydiniz. Sen ne yaptın, gelip kadını fırçaladın!
- Senin kafan iyice karışmış. Hepten sapıttın bu sabah! Bir kere muavin Şenin’in teyzesiydi ve sınıf başkanı Şenin’i kayırıyormuş da sen bizden 4 ay saklamışsın bu yaşadığın sıkıntıyı. Kıyamam nasıl da ağlamıştın. Nerden bileyim her allahın günü muavinden çok konuştuğun için fırça yediğini? Halbuki Şenin konuşuyor ama ismi muavine gitmiyor diye inatlaşıyormuşsun. Pek de asi büyüttük galiba, şimdi psikiyatriste yollasak mı ki? Kişiliğin gelişsin istemiştik ama...
- Abartmayalım! Senin hatan işte. Hep benim tarafımı tuttun, haksızlığa karşı gel, adil davran ama hakkını asla yedirme diye diye bu hale getiren sizsiniz işte. Çok büyük hata çok!
- Kızım kişilikli ol, ezik olma, adalet duygun olsun istedik. Tamam ben kötü anneyim! Yedin başımı sabah sabah. Çık şu mutfaktan.
- Çıkmaaaaaaam.. Daha bitmedi. Okul hayatım boyunca ne bulduysam burnumu soktum. Folklor, tiyatro, şiir... hiç dur demediniz.
- Kızım sosyal ol istedik işte.. Of ama! Saçmalamaya başladın!
- Hah! Şuna cevap ver bakalım. Lise boyunca her sınav için kopya hazırladım! Bir de sana gösterirdim kopyalarımı “aferin” derdin. Yahu bu ne peki? Hani bunda adalet? Kişilik filan diyip duruyorsun ama? Engel olacağına aferin mi denir ya? Çok büyük hata yaa..
- Ah benim salak kızım. Kareli harita metot defterlerine o kocaman yazılarınla bütün defterlerinin özetlerini çıkarıp bana kopya diye gösterirdin. Bir kere bile kullanabildin mi onları? Sen saf saf ders çalışmış oluyordun kopya hazırlayacağım derken. Hala yazarak çalışırsın bak. Kopya çekmene de hiç hacet kalmıyordu zaten. Özetleyeceğim derken ne var ne yok mıncık mıncık okuyup yazıyordun baştan.
- Olsun.. Amacım çalışmak değildi. Niyetim kötüydü bir kere! Demek bunca zaman kandırdın beni!
- Ehh.. Anne olarak biz de çocuğumuzun saf salak yönlerini azıcık bilip kullanalım diyorduk. Olsun, sonuç önemli.
- Pes yani anne. Bu ne mantık yaa? Ya şu bisiklet almamanıza ne demeli? Takdirsiz teşekkürsüz dönemim olmadı ama bir bisiklet bile almadınız. Hala bisiklete binmeyi bilmiyorum. Neymiş bisikletin iki tekerleği varmış, riskliymiş, patende sekiz tekerlek varmış daha güvenliymiş. Var mı böyle bir şey yaa? Çocuklara bisiklet alınır, paten değil! Kimsede paten yoktu, bir başıma kayıyordum.
- O babanın fikriydi beni hiç karıştırma! Ne güzel işte hala fırsat bulsan yokuş yukarı kayarsın patenle. Sana da yaranamamışız hiç!
- Takdirlik karnemle beni bütünleme kursuna yolladınız! Tamam, ben istemiştim gitmeyi ama “kızım sen iyi bir öğrencisin, bu senin tatil zamanın” diyip engel olmadınız. Yazık günah değil miydi körpecik beynime? Sayemde bütünlemesi olan çocuklar sınıfta kaldı belki?
- Laf mı geçiyordu ki sana. Sıkıldım da sıkıldım! Valla başımdan savmak için kabul etmişimdir. Malum, ben çok kötü bir anneyim. Keşke şimdi de seni mutfaktan çıkarmanın bir yolunu bulsam.
- Abartmayalım ama. Kalbimi kırıyorsun. Az daha sabret. Yazları gece yarıları dönerdim eve. O bar senin bu bar benim fink atardım. Niye hiç geç kaldın diye kızmazdın?
- Evladım 20 kişi gidiyordunuz, hepsi de aile dostlarımızın çocukları, gelmişsin 20 yaşına, engel mi olsaydım yani?
- Olsun! Dost var, düşman var!
- Ama sen hep akıllıydın...
- Ya aptal olsaydım?
- ...
- Yaaa.. Cevap yok şimdi değil mi? Yanlış efendiler, yanlış! Üniversitede gizli saklı bir aşk yaşayalım dedik, tuttunuz çocuğu ben evde uyurken apartmanın kapısından içeriye alıp kahvaltı masasına oturttunuz. Uyandığımda yaşadığım şoku biliyor musun? Nasıl hayal kırıklığı yaşadım. Çocuğa “gevreği bıçakla kesmene gerek yok oğlum, rahat ye, bak bu tulum peyniri çok güzel” filan diyordunuz.
- Sanki gizleyebiliyordunuz da!.. Çocuk ağaç olduydu kapıda sen uyuyakaldığın için. Bize de tanımak için bahanesi oldu. Hem kapıdan alan babandı, ben değildim. Size de okul bitmeden bu tarz şeyleri tasvip etmiyorum, ama engel de olamayacağımı biliyorum diye nutuk atmıştı kahvaltıdan sonra. Sahi Gökhan ne yapıyor ki?
- Konuyu saptırmayalım! Yahu üniversite ikinci sınıfta Yunanistan’a gitmemden bir hafta önce babam korkmuş ve vazgeçmek üzereydi. Gece yarısı beni uyandırıp “gitmezsen hakkımı helal etmem, babanı ben halledicem, sen de inat et!” dediydin.
- Kızım burs kazanmıştın. Eğitime gidiyordun. Baban korkmuştu. Ne yani kötü mu oldu gitmen?
- Sonra da asi filan diyorsun ya hani. Lafa söze gelmiyormuşum, başıma buyrukmuşum ya.. Ondan dedim. Bilmem anlatabildim mi?
- Ben anneyim! Severim de döverim de! Fesüüphanallaaaaah!! Namaz vaktim kaçıyor senin çenenden. Ne oluyor sana bugün? Kötü anne seansı çok uzadı da... Neyin var senin?
- Zaten gözlerim de bozuk, 40 yaşında doğurursan böyle olur. Hep senin yüzünden! Böö! Saç tellerim de ince!... Son bir aydır hiç başımı da okşamadın hem...
- Derdin anlaşıldı senin. Gel bakayım kucağıma geeeeeeel koca koyunum benim. Gel bir seveyim seni...
- Sev tabi.... Anne be, seni çok seviyorum!
- Bee li konuşma. Biliyorum asi ve kınalı koyunum.. Biliyorum...
Bana şımarık diyebilirsiniz ama ukala asla!
Vebalim annemin boynuna!
ANNEEEMMMM.. SENİ ÇOK AMA ÇOK SEVİYORUM!!
Seda Demirel
Yukarı
|
Anne(anne)m
Benim de bir anneannem vardı, hiç özleyememiştim onu..
Bir gün yok yere kızmıştı bana, çocuktum daha. Suçlu ben değildim, biliyordum, o da biliyordu. Ağlamıştım, kırılmıştım, ama hiç sevmemezlik etmedim.
Kırmızı bir kazak örmüştü bana, aynı renk bir de etek. Çok sevmiştim, sevinmiştim ya, giydiğimi hiç hatırlamıyorum. Bir çift de çorabım vardı ondan hatıra, sımsıcak..
Çok güzel börek yapardı, hep susardı, ailenin tek sessizleriydi anneannem ve ortanca kızı. Nur yüzlüydü, bembeyaz elleri vardı, bembeyaz ayakları, bembeyaz bir yüreği.. Gözleriyse maviydi. Hep gülerdi, sular kadar, yağmur kadar içten gülerdi. Gözlerinin altında hüzünler vardı çizgi kıvamında. Sadece yaşlı değil, yorgundu da kederleri. Hiç ağlayamamış doyasıya, hiç hakkıyla sevinememiş kendi olduğuna, belki hiç yaşayamamış mavinin mutluluğunu..
Gözleriydi mavi, dedeminkiler gibi..
Tane tane dökülürdü kelimeler ağzından, bastıra bastıra söylerdi ilk heceleri, ve çekinirdi iki cümle fazla kurmaya, hep eksik alışmıştı ya..
Yünden iplikler yapardı, bir şeyler örerdi torunlarını..
Bir saati vardı, bir yeleği vardı, bir bahçesi vardı,domatesle çilek toplardım ben, erikleri dedem verirdi. Balkonda otururdum yazları. Kışın sobası yanardı evin. Ben o evde hiç üşümedim..
Dış kapıya kadar gelirdi biz giderken, arkamızdan bakardı. Bir köprü vardı evin yolunda,. Hem çok yakın, hem de öyle uzaktı. Dakikaları kovalardı benim seslerim, annemse susardı; annesinin özleminden..
Bir gün çok üzdüm ben annemi, öyle olsun istememiştim; çocuktum daha, isteyemezdim..
O zaman da sevmezdim eve dönüşleri..
Mayıstı. İkinci pazarı, hediye aldım anneme. Sevinemedi doya doya. Çünkü onun o gün, ilk defa yoktu annesi..
Yine sadece ikisi sustu. Sonra hep yağmur yağdı o hafta. Benden de bir iki damla. Kimse söylememişti bana, yatağı boştu, sonra ağladım.
Ama hiç özlememiştim, özleyememiştim..
Maviş gözlüydü, derin çizikli.. Yaşlılıktan değil, yorgunluktandı. Zamanıydı ilkbahar yağmurlarıyla toprağın, kavuşmanın.. çiçek açacaktı gözleri mavi tomurcuktan, bembeyaz olacaktı yaprakları; elleri kadar..
Saati yine koşuşturup duracaktı, sesini duvarlardan dinlerken ben, birkaç sessizliği daha anlayacaktım. Yeleği dolabında katlı duracaktı, balkonu boş kalacaktı her daim. Bahçesinde meyveleri olgunlaşacaktı, kendi elleriyle diktiği ağaçlar görücüye çıkacaktı yaza. Şimdi sapasağlam, yıkılmaz kökleri vardı hepsinin; kendi tohumundan, kendi yaprağından bir parçaydı, o ise başka topraklara dağılacaktı..
Yalnız kendi anneme ağladım bir mayıs sabahı. Çünkü ilk defa görüyordum sobası yanan evin dış kapısından çıkarken tüm gürültülere inat olsun diye sımsıkı susup yolların ırmağıyla ve o ırmağın yağmuruyla fısıldaştığını. Arkasını dönmedi bu kez, el sallamadı, ilk kez bakamıyordu annesi arkasından, kapının gıcırtısı. Biliyordu, artık özlenecek, ve kavuşulacak bir annesi yoktu benim annemin.
Onun yerine biraz daha derindi yağmurun toprakta çizdiği oyuklar. Ve gözleri, inatla yeşildi..
Bulutlar daha hızlı yağıyor, sırılsıklam oluyordu. Hüzün makamında ağlıyordu. Yağmurdan çizgiyle doluyordu altları gözlerinin..
İki anneler günü birden hak ediyordu; şimdi daha çok annesi oluyordu hem benim, hem kendinin..
Belgin Ayhan
Yukarı
|
Café Azur : Suna Keleşoğlu |
Öğretmen Bir Anneye...
Göğün isyanı bitmedi. Toprağın bereket arzusu da. Yağan gözyaşları mı? Bir yerlerde tanıdık yüzlerin gözpınarlarında biriktirilmiş özlem yakarışları mı?
Başka baharlara kalan çimlerin üzerinde yuvarlanası sevdalar...
Oysa üzerindeki su damlasının ağırlığı ile boynunu bükmüş gelinciklere sözüm vardı, güneş değerken yazacaktım öykülerini. Kısmet değilmiş. Bir başka Mayıs'a
Kırmızı eteklerini uçuşturdukça rüzgarlar, yağmur damlaları ağırlaştırdıkça narin kırmızı giysisini ne çabuk boynunu büker. Rengini ateşten, aşktan, şaraptan, kandan, tutkudan,savaştan, ölümden ne kadar sakınmıştır. Belleklerimizde sesli haykırışlara denk düşen rengin en masum şarkısıdır sözleri bile daha yazılmamış. Beyaza yakıştırılan masumiyeti sunar tiril tiril teninde...
Bazı renkler bazı öykülere bazı yaşamlara biçilmiştir ya hep alışageldiğimiz. Beyazla evlenir genç kızlar, doktorlar beyazla şifa dağıtır, hukukçulara karalar layık görülmüştür nedeni bilinmez. İtfaiyeciler kırmızı giyerler ve böyle devam eder...
İşte böylesi bir denklemin parçasındayken çocukluğumuzun okul yılları. Henüz maviler düşmemişti önlüklü resimlerimize. Kara önlüklü beyaz gülüşlü gelinciklerdik özgürlüklere açan. Annelerimizin kır çiçekleri, en taze bahar kokan tüm renklerdik. Okullarımızda elimizdeki bir demet papatyayı öğretmenimizin masasına bırakırken bazen bir gözyaşı inerdi yanaklarımızdan, siyah önlüğümüzün cebindeki katlanmış beyaz mendillerimizle göz yaşlarımızı kuruturdu anne sevgimiz.
O, beyaz mendili olmayanlardandı. Kavgalarda yırtılan yakalarını dikecek bir annesi de yoktu. Bizim küçük şehrimizdeki çocuk yurdunda kalan onlarca çocuktan biriydi.
Daha birinci sınıfa giderken çantasına doldurmuştu yalnızlığını, sırf okusun diye babası onu yurda yerleştirdiğinde yeni bir anne getirmişti küçük kardeşlerine baksın niyetiyle. Düğmelerini dikecek, akan burnunu silecek, terledikçe giysilerini değiştirecek, beslenme çantasına taze kurabiyeler koyacak bir anne hayal ederdi.
Bir gün okulun koridorlarında koşarken ayağı kaydı ve düştü. Başını kaldırdığında yanı başında bir kocaman gülümseme ile kalktı ayağa.
-Bir yerin acımadı ya evladım.
Tüm öğretmenlerin tanıdık kelimeleriydi ağzından dökülen genç kadının. Kendi çocuğundan gayrı bu mesleğe gönül vermiş tüm öğretmenler gibi ana gibi çıkardı evladım, çocuğum sözü ağzından. Hiç bir yerini incitmeden ana kalbiyle kaldırdı düşen mendilsiz çocuğu yerden.
-Aaa bak düğmen de kopmuş, gel eve gidip annen dikinceye kadar böyle açık durmasın yakan.
-Yurttaki ablalar dikerler dedi çocuk, koşup çocukça terlemek için acelesi vardı.
-Hangi yurtta kalıyorsun?
-Yetiştirme yurdunda.
İşte böyle başladı anasız çocukla, düğmelerini diken öğretmenin öyküsü.
O günden sonra çocuk ne zaman güzel bir söz duymak, gülümseyen bir yüz görmek istese düğmelerini kopartıp bir alt sınıftaki öğretmenine koşuyordu. Daha da fazlası belki çocukça bir kurnazlıktan belki de gerçekten tembellikten ertesi sene bir seneyi tekrar etme pahasına o öğretmenin sınıfında en uzun boylu oğlan çocuklarının arasına katıldı. Geri sıralarda oturtmaya kıyamadı öğretmeni onu, diğerlerinden ayrı tutamazdı. Zaman zaman en çalışkanın yanına oturttu, baka baka öğrenir diye. Zaman zaman yaramazların sırasına, içlerinde en uslusu olup çıktı. Tembellik yaptıkça yaz okuluna bırakırdı, biraz daha öğrensin, biraz daha ev kurabiyesi yesin diye.
Bazen bir mendil koydu cebine, bazen kütüphanenin anahtarını taktı beline sorumluluk öğrensin diye. Başkaları ile kavga ettikçe konuşarak yatıştırdı ortamı. Bazen yalana sığınan çocukluğunu incitmeden sesini yükseltir, hayatı öğrensin isterdi. Sonraları evine götürdü, kendi kızını ablası yaptı. Bu sefer kurabiyeleri sıcak sıcak yemeye alıştı çocuk. İstediği yemeği söylerdi.Yaparlar beraber yerlerdi. Evin çocuğu oldu hafta sonları beklenen. Yurttan izni oldukça, babası gelmedikçe hep yolunu düşürdü öğretmenin evine.
Hep ilk günkü gülümsemesi vardı öğretmenin yüzünde. Tüm öğretmenlerin en çok da anne olanların sıcak gülümsemesi. Beş yıl böyle geçti. Çocuk son zamanlarda ders çalışmaz, ödevlerini unutur, sınavlarda boş kağıt verir oldu.
-Böyle giderse seni sınıfta bırakmak zorunda kalacağım, ortaokula gidemeyeceksin dedi öğretmeni.
-Ben de zaten kalmak istiyorum dedi.
Niyet anlaşıldı.
-Sen nereye gidersen git sen istediğin sürece yanında olacağım sözünü verdi öğretmeni.
-Yemin et dedi çocuk.
Gözlerim yeminim dedi kadın ve çocuk orta okula başladı. Sonra çocuk ne zaman isterse geldi. Bazen sökük gömlekler getirdi, bazen harçlıklarından biriktirip aldığı bir çiçeği sundu. Büyüdükçe değişiyordu. Öğretmenin her zaman onun peşinden koşacak zamanı da yoktu. Ama hep bir gözü üzerindeydi.
Hastayım der gelirdi, seni özledim der gelirdi.
Bir gün geldi
-Ben okumayacağım artık, karar verdim otobüste muavin olacağım dedi.
Çok ısrar etmedi oku diye, zaten çocuğun kapasitesini biliyordu öğretmen. Bugün olmazsa yarın tökezleyecekti. En azından işsiz güçsüz kalıp,serseri olmazdı. Yanına alacağına söz veren şoför de eski öğrencisiydi. Tamam dedi, senin istediğin olsun.
O günden sonra küçük şehrin küçük otogarında çalışmaya başlayan çocuk, ilk defa öğretmenini misafir ettiğinde muavini olduğu otobüse, gözlerindeki pırıltıyı anladı diğer yolcular.
Yine bir gün askere gidiyorum elini öpeceğim, hakkını helal et, diye geldi çocuk.
Her gelişinde cebine bir şeyler koyardı öğretmeni bazen şeker, bazen kurabiye, bazen para, bazen temiz bir mendil. Ama her seferinde eksiksiz sevgisini koyardı gözleriyle, incitmeden öğütlerini verirdi bazen kızıp sesini yükseltse de. Bu sefer de askere giden çocukların analarının dualarını koydu cebine.
Askerden döndü yine geldi. Zaman olur kayıplara karışır gelirdi, bazen telefon eder, bazen kapıdan uğrardı.
Belki şu sıralar yine gelmiştir. Evlendim ilk kız çocuğuma senin adını koyacağım müjdesini veriyordur.
İşte böyle öğretmen anaların tek çocuklarının hep böyle bir kardeşleri vardır. Beslenme çantasına konulan elmalarının yarısını paylaşacakları biri olur hep kardeşsiz çocukluklarında. Ve o çocuklar annelerini bu sıcak kurabiye özlemli çocuklardan kıskanmamayı öğrenirler.
Emekli olsa bile, kızı ve torunu uzaklarda olsa bile böylesi öğretmen anaların kapısı hep çalar Mayısın ikinci pazarı. Belki aklına eser yine o çocuk gelir. Belki analı anasız yüreğini açtığı diğer çocukları da gelir diye, hep sıcak kurabiyeler olur fırında.
SunA.K. Grasse
sunak@kahveciyiz.biz
Yukarı
|
Kahvecigillerden : Celal Kılıç |
ANNE
Anne: "dizinin dibinde olmak" bile mutluluk kriterinde yeterlilik teşkil eden yegane dişi..
Yolda yürüyordum... nereye gideceğimi kestirmiş, istikametime doğru rutin bir halde ilerliyordum.
Akşam ya yeni olmuştu, ya da yatsıdan bir miktar çalmıştı gece. Ana caddeye çıkmaya az bir zaman kalmıştı. İlgili belediyenin, ya da karayolu görevlisinin uygun görmesi hasebiyle, yol çatallanıyordu, ama oraya ana ya da ara artel deniliyor muydu, denilmiyor muydu onu bilmiyordum-ki hala bilmiyorum-.
Sigara yakmış olabilirdim. Belki paketi ceketimin cebine, belki gömleğimin cebine koymuş olabilirdim.
Pakette kaç tane sigara kalıp kalmadığını da hatırlayamıyorum. Evden çıktığımda beni bekleyen kimse kalmış mıydı, annem bana “erken gel” demiş miydi, bilmiyorum. Yaz mıydı, kış mıydı, bahar mıydı, yoksa hava bahardan kalmamıydı, bilmiyorum. Herhangi birisine karşı gönül açılımım olmuş muydu, olmamış mıydı, halihazırda herhangi bir kadının durgunluğuna karşı fikir üretmem gerektiği zannıyla onun zikrini delik deşik ediyor muydum kafamda...bilmiyorum.
İhtimal gideceğim yer çok önemli değildi, değildi ki, şu anda hatırlayamıyorum, zira önemli olsaydı, yapmacık hallerle oraya hazırlık yapma olasılığım yüksekti. Her insan kadar makyaj yapılması gerekebiliyordu bazı minvallere adım atıldığında. Dünyaydı yaşadığımız işte... ve insanoğlunun çiğ süt emdiğini deklare ediyordu “bir bilen”ler ahkam kesme vakitlerinde.
Vefasızlıkta yada hayırsızlıkta; anneler mi çocuklara, yoksa çocuklar mı annelere galebe çalıyordu... bilmiyordum.
Tahminlerim, kayıtlı ve şartlı olarak, annelerin civanmertlikte cennete buyur edildiklerine dair ciddi kaynaklarla beni uyarıyordu.
Sol tarafımdan yaklaştığını hatırlayabiliyorum, mahalleden tam çıkmadan ve yukarıda ki paragraflardan bir kısmını ziyan ettiğim mekansal anlatımıma denkti rastlandığım yer.
“Abi” demesi gerekli değildi elbette.
Ama aldığı terbiye.. (terbiye diyemeyeceğim, çünkü anlattığı şeylerden alınacak ilk intiba terbiyeden ziyade, kişiliğiyle alakalıydı tevazusunun kökeni) tırpanın ucuna değmeyen saflığıyla bir şeker misaliydi, belki bir turfanda meyveydi.
İstikametini belli ki iyi kestirmişti.
“Abi” dedi. “Üsküdar dolmuşlarına bu yoldan mı gidiliyor”.
Demek ki, bende Üsküdar’a doğru gidiyordum. Evet ya da hayır demedim. Beraber oraya kadar yürüdük çocukla..ve çocuğun ikna olacağı bir cevabı verdikten sonra.
“O yaştaki bir çocukla gece herhangi bir yerde yürümedim, yeğenimi arama faslını saymazsak.
-Ama bu saatte neden Üsküdar’a gidiyorsun
dediğimde çocuk;
-babaanneme gidiyorum
dedi.
-Yani misafirliğe dimi
-Onunla kalıyorum
-Ailenle neden kalmıyorsun
-Annemle babam ayrı
-Ama annen ya da babanla kalabilirsin pekala
-Zaten bende anneme kalmaya gelmiştim
-Neden dönüyorsun peki
-Annem, bu akşam misafirlerinden dolayı müsait olmadığını, başka bir zaman, haber vermesiyle onda kalabileceğimi söyledi.
...
...
Olaya normal bakıldığında, vaziyeti uygun olmayan birisine habersiz gidilmesinin sonucu, “müstehaktır” denilerek olayda çocuk haksız çıkabilirdi.
Sıradan bir ziyaret olursa bu şayet. Yani bir insanın dokuz ayına mal olan insan değilse bu şayet. Can değilse, parça değilse, oğul değilse bu mevzubahis, o zaman işte denilen kadar haklıydı ev sahibi.
“Annem müsait değildi”
...
...
Yani diyemedin mi o anneye, nerden çıktı “musait değilim” de, ben senin evinde bir bölüm işgal edecektim, hem ben senin neslin’im, ben senin serhaddin’im, ben senim anne.
Diyemedin mi balaban çocuk.
Ekleyemedin mi “çekti canım seni de düştüm yoluna anne, özledim de geldim anne”
Bu soruların cevabı eylemle ilintili olarak dahi olsa var edilmemişti ve herhangi bir insana bu soru sorulduğunda cevabı aklına gelmeyecekti.
Ben bu soruları sormak için cesaretimi ölçerken, çocukla beraber suskun bir şekilde yürüyorduk.
Üsküdar güzergahına doğru.
Yüksek bir ihtimal, annesinden aldığı cevap kroşe etmişti çocuğu.
Aslında çocuğun yüzündeki ifade, herhangi bir arkadaşı tarafından terslenmesiyle eşdeğer değildi, bir yılgınlık, bir utangaçlık çocuğun bütün kelimelerine esaret zinciri vuruyordu.
Yani “bir an önce buralardan gideyim” diyordu, “en azından ağlamamı salacakta yaparım” diye ekliyordu.
Gözleriyle...
Buraları fazla irdelemek esasında çocuğu rahatsız edecekti. İrdeleyemedim.
Yutkundum belki bir süre.
Evinden kovulan bir çocuğun hüznüne ortak oldum sadece. Aynı arabaya bindik araba gelince. Aynı koltuğa oturduk. Araba da anladım ki aynı zamanda da onurlu bir çocuktu, rica etmeyi sevmiyordu, varolduğu kadar yaşıyordu.
Çocuk indi arabadan yeri gelince,
İndi ve gitti...
Ak saçlı başını alıp eline,
Kara hülyalara dal anneciğim!
O titrek kalbini bahtın yeline,
Bir ince tüy gibi sal anneciğim!
...
Demeliydi çocuk yine de..
Hatta diyordu belki de...
Celal Kılıç
Yukarı
|
Kahvecigillerden : Gülcan Talay |
Annem...
Gözlerimi sıcak kucağında açtığımda görmüştüm güzel yüzünü, henüz yılların yorgunluğu inmemişken. Otuzlu yaşlarının başında olgun bir anneydi. İlk ağabeyimin doğumu gibi acemiliğine gelmemiştim. Artık minik bedenimi daha bir ustaca kavramaktaydı, alnıma kondurduğu bir buse eşliğinde.
Yıllar annemi yorduğu kadar kimseyi yormadı... Ama şikayet etmedi hiç. Sekiz tane çocuğuyla, hataları ve doğrularıyla gurur duydu. Hep korudu, kolladı bizleri tüm anneler gibi. Yeri geldi kendi adıma, çocuk olmanın verdiği inatlarımla çok üzdüm... Boynuna "annem" diye her sarılışım, öpücüklere boğuşum bağışlamasına yetti daima. Anneler küsmez ki çocuklarına. Ama annesine küsen çok çocuk gördüm yaşamımda. Ne yazık...
Annemi kaybedeceğimi sandığım ilk ciddi hastalığını, babamı kaybedişimizin ardından yaşamıştı. Kaybedeceğimi sandığımda, kendime bile itiraf edemedim günlerce süren korkularımı. Korkuyla geçen 15 gün hediye etti annemi yeniden bana. Direndi, savaştı hastalığıyla bizler için. Yenilmedi, asla pes etmedi. Güçlüydü çünkü... Biliyordu iki yokluğu yüreğimize sığdıramayacağımızı.
Anneme -annelerimize- olan sevgimi birkaç cümleyle anlatmam mümkün değil elbette... Anlatamam. Ama annemin kalbinin içinde gözlerine baktığımda oluşan sıcaklıktan, ona olan sevgimi anladığını biliyorum. Kelimelere gerek yoktur ki anneme göre. Hayatta tek istediği tüm anneler gibi bizlerin mutluluğu, sağlığı. Ne sırça bir köşk düşledi gecelerinde, ne de elmastan bir taç. Ona küçükken renk renk çiçeklerden yaptığım taçlar daha değerliydi annem için. Ellerimde topladığım birkaç kır çiçeği yeterdi sevgimi anlatmaya.
Anne = Şefkat, fedakarlık, sevgi, sıcacık bir kucak, tatlı bir tebessüm, emek, evlatlarının mutluluğundan mutlu olmaktır.
Bu hafta anneler günü. Anneme dünyaları versem yetmez ki emeklerini, bize verdiği yıllarını telafi etmeye. Biliyorum; sorsam "bir öpücük yeter" diyecektir. Bence yetmez anneciğim. Sana Kaf Dağı'nın ardındaki bin bir renk çiçekten taç yapabilsem, gökkuşağını gökten yere indirip ayaklarına serebilsem, o güzel yüreğini alıp dünyaları gezdirebilsem yetmez.
Yokluklarında değerlerini anlamak çare değil yüreklere. Hadi gidin annenize sarılın, kocaman bir öpücük verin. İnanın tek istedikleri bu. Senenin bir günü değil tamamında sevgimizi onlara hissettirmeliyiz. Şimdi hatırlamayanlar için bir gün bile olsa hatırlanmak için bizleri bekliyorlar gönül evlerine. Hadi ne duruyorsunuz daha?
Tüm annelerin anneler gününü kutluyor, sevgi kelebekleri uçuyorum yüreğimden yüreklerine. Pamuk yanaklarından öpüyorum... Şimdi sizin aracılığınızla haykırıyorum anneme " anneciğim seni çooooooooookkkkk seviyorum". İşte böyle.
Gülcan Talay
Yukarı
|
Kahvecigillerden : Merve Yıldırım |
Anne değilim ama...
Bir kadının;
içinde bir bebek taşıdığından, ve istediği bir bebeği taşıdığından, şüphe ettiği günlerde doktora gidip de "evet, x hanım, tebrikler hamilesiniz" sözünü duyunca nasıl da dünyalar kendisine verilmiş gibi mutlu olduğunu,
sonraki yedi sekiz ay boyunca karnındaki minik bebeğin fiziksel, psikolojik ve zihinsel sağlığı için nasıl endişe ettiğini, sürekli vücudunu dinleyip, bebeği ile ilgili olabilecek en ufak olumsuz şeyden kaygı duyduğunu,
aynı süre içinde, dünyaya getireceği o eşsiz varlığın rahat edebilmesi için evin içinde gereken her şeyi eksiksiz temin etme peşinde dükkan dükkan gezdiğini, aldığı çamaşırların bebeğin üzerinde nasıl duracağını, battaniyenin onu nasıl sıcak tutacağını, bebek odasındaki tatlı renklerin onu nasıl rahatlatacağını binlerce kez hayal ettiğini, hele doğum yaklaştıkça o odanın kapısına dikilip bebeğin oynayışını, uyuyuşunu, gülüşünü gözünde canlandırmaya çalıştığını,
doğumda çekilen onca ağrıya, acıya ve sıkıntıya rağmen, o minik ama muhteşem bebeği kollarına alır almaz her şeyi birden unutuverdiğini ve tüm dünyanın silinip geride sadece o bebeğin kaldığını,
o tarihten sonra hayatında eskiden öncelik verdiği, kendisi dahil her şeyi bir yana bırakarak, yirmi dört saat bebeğinin iyiliğini, sağlığını, rahatını düşündüğünü, açlığı, tokluğu, ağrıyı ve sancıyı onunla beraber hissettiğini, onun ağlamasına kesinlikle dayanamadığını ve o gülünce de tüm dünya gülüyormuş gibi hissettiğini,
bebeğinin ilk Anne deyişiyle birlikte gönlünde nice güller açtığını, ilk adım atışıyla yaşadığı sevincin büyüklüğünü,
bebeğiyle oynamaktan, onu uyutmaktan ve uyurken yüzüne yansıyan o meleksi masumiyeti uzun uzun, doya doya izlemekten, ona yemek yedirmekten ve verdiği her şeyi itirazsız yediğini görmekten aldığı keyfin hiçbir şeyle ölçülemeyeceğini,
bebeğinin uykusuz ve huzursuz geçirdiği her gece, onun için kaygılandığını ve ona bir şey olur korkusuyla sabaha kadar gözünü kırpmadan beklediğini, onun aldığı her nefesle kendisinin can bulduğunu, yüzündeki her gülücükle kendisinin mutlu olduğunu ve çektiği her sancıyla kendisinin iki büklüm olduğunu,
çocuğunun hiçbir ciddi sağlık sorunuyla karşılaşmadan büyüyüp cin gibi bir öğrenci olduğuna, kendini herkese sevdirdiğine ve mükemmel bir birey olarak büyüdüğüne şahit olurken yaşadığı hazzın anlatılası değil ancak yaşanası bir şey olduğunu
bilmek için anne olmaya gerek olduğunu hiç sanmıyorum. Annelik kadınlara verilmiş en güzel, en büyük armağandır bence. Bunu biliyorum çünkü maddi manevi her yönden tatmin olduğu halde, kendi canından bir varlığı kucağına alabilmek, anne olabilmek için elindeki her şeyden vazgeçmeyi göze alabilecek kadınlar tanıdım ve haklıydılar da. Dünyadaki tüm sevgilerden farklı ve çok daha yüce, kesinlikle karşılık beklemeden verilen ve bir insanın bir insana karşı hissedebileceği her tür sıcak ve samimi duyguyu aynı anda barındıran, ne benim ve hatta ne de annelerin tam olarak sözcüklere dökebileceği, yaşanmadan kesinlikle anlaşılamayacak bir sevgidir evlat sevgisi.
Tüm Anneleri ve Anne adaylarını sadece Anneler Gününde değil, Anne oldukları her gün için yürekten kutluyorum.
Merve Yıldırım
Yukarı
|
Deniz Fenerinin Güncesi: Seyfullah Çalışkan |
BEN BU İŞİN KİTABINI YAZMIŞTIM -5-
Ders : 10 Bağımlılık yapan, alışkanlık olan ilişkiler sevda illetinin ta kendisidir. Eğer birini düşünmeye, kıskanmaya, aramadığı sormadığı zaman uykularınız kaçacak denli kaygılanmaya başlamışsanız piliniz bitmiş demektir. Bunları hissettiğinizde iş işten geçmeden ilişkiyi kesip atmalısınız. Bir çapkının her zaman aynı anda birkaç ilişkisi birden olmalıdır. Böylece birine sırtınızı dönüp gitmeniz çok kolay olacaktır. Pavyonlardaki konsomatris kadınların sarhoş erkeklere anlattığı gibi her biri için de farklı öyküler yaratmalısınız. Örneğin çapkınların çoğu evli olduklarını söylerler. Evli bir erkeğin eşine dönmek gibi, eşiyle arasının düzelmesi gibi bir seçeneği olur. Kadınların çoğu bu dokunaklı hikayeye karşı ilgisiz kalmazlar. Kendileri de yuvası yıkılan kadın olmayı istemeyecekleri için başkasının yuvasını yıkmaya, karı koca arasına girmeye gönülleri razı olmaz. “ Seninle çok mutluyum ama evime ve çocuklarıma dönmeliyim.” dediğinizde size anlayışlı davranacaklardır. Sonrasında niye aramıyorsun, sormuyorsun gibi sitemleri de ortadan kalkacaktır.
Bütün tavsiyelere rağmen “Bu kadın çok farklı. Şimdiye kadar tanıdığım kadınların hiç birine benzemiyor. Kimse beni onun kadar mutlu edemez.”diyorsanız sizin için yapılacak bir şey yoktur. Buna çapkınlık lügatinde “ çapkının kendini imhası ya da ötenazi hakkını kullanması” denir. Böyle bir çapkını ancak evlilik paklar. Ancak son olarak söylenmesi gereken bir söz daha vardır. Çapkınlardan iyi bir koca veya baba olabilir. Yine de her zaman gözü çöplükte bir horoz olarak yaşayacağını unutmamak gerek. Gördüğü her güzel kadın mutlaka aklının birazını çelecektir.
Benim Songül dışında seçeneğim, sığınağım, kaçacak yerim yoktu. Sevmek için, aşık olmak için de eksik biriydi. Aradan aylar geçmesine rağmen onun hakkında çok az şey biliyordum. Bu kız bende sadece sevişmelerimiz, buluşmalarımız kadardı. Ona sevgilim, karım yada her şeyi paylaşacağım insan olarak bakmamıştım. Bu nedenle meraklı davranmayı, daha çok tanımayı da istememiştim.
Tutkuyla seviştiğimiz bir gecenin sabahında yeniden tartıştık. “Benden bu kadar. Kendime daha akıllı bir yol çizmek istiyorum. Oradan oraya savrulmak istemiyorum. Beni hep sevecek, üzerime titreyecek, koruyacak hatta şımartacak birini istiyorum.”dedi. Öfkeme yenilip “Böyle birini bulursan bana da haber ver. Bir dakika bile durma.”deyiverdim. Beni bırakamayacak kadar tutulduğundan, gitmeyeceğinden çok emindim. Yanılmışım... O sabahın ardından beni haftalarca aramadı. Yazdığım mesajlara bir kere bile yanıt vermedi. Yüzlerce kez telefon ettim. Ama hiç birine yanıt vermedi. Yüzüme kapattı. Ben kendimi mi kandırmıştım? Neden ondan kalan boşluk bu kadar çok canımı acıtıyordu. Aklımda sürekli Songül vardı. “Cehenneme kadar yolu var.”derken “Sen seviyorum. Salak şey...” diye bağırmak istiyordum.
Çalıştığı güzellik merkezinin önünde dolandım. Onu çok özlüyordum ve görmek istiyordum. Akşamları yolunu gözledim ama karşılaşamadım. Çalıştığı yere gidip onu sormayı bile düşündüm.
İstemeden ona zarar verebilirdim. Her şeyi yüzüme, gözüme bulaştırmayayım, kırıp dökmeyeyim diye vazgeçtim. Songül’ün sessizliği uzadıkça uykularım kaçmaya başladı. Son günlerde işleri tamamen Veli’nin sırtına yıkmıştım. Çünkü benim için Songül dışındaki her şey değerini ve önemini yitirmişti..
İş yerinin bulunduğu sokakta akşamları nöbet tutmaya başlamıştım. Mutlaka görüşmek, konuşmak istiyordum. Ondan özür dileyecektim, beni af etmesini isteyecektim. Yeniden eskisi gibi görüşelim istiyordum. Bir akşam arabasına binerken ona rastladım. Neyse ki çekip gitmedi. Hatta arabadan inip bana doğru yürüdü.
- Seninle konuşmak istiyorum.
- Yeterince konuşmadık mı?
- Lütfen, seni kırmak istemedim. Senden özür diliyorum.
- Ne için özür diliyorsun?
- Söylediklerim için elbette...
- Söylediklerinin bir önemi yok. Önemli olan tavrın.
- Tavrımın nesi var? Sana hiçbir zaman kaba davranmadım.Saygısızlık etmedim.
- Evet, haklısın saygısızlık etmedin. Ama hep uzak kalmayı, mesafeli olmayı seçtin.
- Gel her şeye yeniden başlayalım. Her şeyi yeniden konuşalım.
- Sen o fırsatı kaçırdın. Sana ne istediğimi söyledim. Bir tek yalvarmadığım kaldı.
- Songül bana bir fırsat daha ver. Sana kendimi affettireceğim.
- Üzgünüm Erkan. Ben yeniden başa dönmek istemiyorum.
- Songül. Yaşadıklarımızı bir çırpıda silip atmak bu kadar kolay mı?
- Biz sadece seviştik. Daha fazlasını da istemeyen sendin.
- Şimdi istiyorum.
- Artık çok geç. Seni istediğimden eskisi kadar emin değilim.
- Değişen ne? Ben sana ne yaptım?
- Sen treni kaçırdın. Sözlerimi, İsteklerimi ciddiye almadın.
- Sana git mi dedim?
- Erkan, artık bizim aramızda bir şey kalmadı. Bitti... Anlasana...
- Öyle olsun. Peki yaşadıklarımızın hiç mi hatırı yok. Biz düşman mı olduk.
- Hayır düşman olmadık. Ama sevgili de olamadık.
- O zaman en azından arkadaş kalalım.
- Eski sevgiliden arkadaş olmaz.
- İyi valla. Sanki kanlı bıçaklı olduk.
- Bunun kimseye yararı yok. Anlasana...
- Ben seninle görüşmek istiyorum.
- Benden eskisi gibi bir yakınlık bekleme.
- Nasıl istersen öyle davran. Ama mutlaka görüşelim, konuşalım.
- Bu meseleleri konuşmak istemiyorum.
- Nasıl istersen.
- Benim eve gitmem gerek. Sonra görüşelim olur mu?
- Ne olur görüşelim. Ben sana telefon ederim.
Bütün yaşamım boyunca böylesine amaçsız, kendimi ifade etmekten yoksun bir konuşmayı
hiç kimseyle yapmamıştım. Onun benden uzaklaşmasını önlemek adına her söylediğine evet demiştim. Oysa ben onunla elbete yaşadıklarımı konuşacaktım. Songül’le oturup enflasyonun makro ekonomiler üzerindeki yıkıcı etkilerinden söz edecek değildim. Benim tek bir isteğim, tek bir amacım vardı. İlişkimiz kopmasın, bozulmasın, bitmesin ve yine sabahlara kadar sevişelim istiyordum. Zaten böyle ayak üstü, o abrasına binip gitmeyi isterken ne konuşulabilirdi ki? O gün Songül’ün benden iyice uzaklaştığını, artık hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağını yüzündeki buz gibi ifadeden de hissettim.
Sonraki günlerde bir iki kez telefonla görüştük. İş çıkışı saatlerde birkaç kez buluşup çay, kahve içtik. Yeniden etkileyebilmek için ilk kez buluştuğumuz Cervantes Kafe’ye götürdüm. Onu ne kadar sevdiğimi, onunla ne kadar mutlu olduğumu anlattım. Beni susturup, verdiğim sözü hatırlattı. O gün kendimi çok çaresiz ve boğulur gibi hissettim. Songül’le yaşadıklarımın tamamen bittiğini, kendi gerçeğimi o akşam bütün açıklığı ile gördüm..
Songül benden sonra evli ve iki çocuklu, kendisinden en az on yaş daha büyük bir veterinerle takılmaya başladı. Takılmakla kalmayıp kendi evinde adamla birlikte yaşamaya başladılar. Onları bir kaç kez birlikte gördüm. Telefonla konuştuğumuzda zaten kendisi de olan biteni anlatıyordu. Ne de olsa ben artık eski bir arkadaş ve iyi bir dosttum. İlk başlarda o salak görünüşlü adamda ne bulduğunu, neden onu bana tercih ettiğini düşünüp kızıyordum. Aslında her şey çok açıktı. Bu yaşta biri için Songül çıtır sayılırdı. Adam genç biriyle kendini daha iyi hissediyor ve Songül’ün istediği sığınma duygusunu tatmin ediyor olmalıydı. Ben sütten ağzı yanmış biri olarak uzun bir süre yoğurdu bile üfleyerek yedim. Kulağına kar suyu kaçmış balık gibi birkaç hafta yalpaladıktan sonra, suyun üzerinde sersem sersem yüzdükten sonra kendime gelip mahalledeki arkadaş muhabbetlerine geri döndüm.
Bir gece kan uykumda telefonumun sesiyle uyandım. Saat gecenin artık sabaha döndüğü, şafak sökecek zamanlarına yakındı. Önce çok korktum. Genelde böyle zamansız çalan telefonlar, sabahı beklemeye sabrı olmayan bir ölüm haberini verirler. Telefondaki ses hıçkırıkların önüne kelimeler yuvarlayıp göz yaşlarını durdurmaya çalışan Songül’e aitti. Angut veterinerle akşam üzeri kavga etmişler. Adam evdeki bir parça giysisini toparlayıp çekip gitmiş. Telefonda da “Beni zırt pırt arayıp rahatsız etme. ”demiş. Bununla yetinmeyip küfrün, hakaretin bini bir para.. Ağzına geleni sayıp dökmüş.
Bizimki hala “Bunu bana nasıl yapar? Ben bunları hak edecek ne yaptım?” teranelerinde. “Oh iyi olmuş. Canıma değsin. İnşallah daha beter olursun. Sen beni dinlemeye bile tenezzül etmedin. Bunlar sana az bile.” demeliyim. Oysa ben onun için gerçekten üzülüyordum. Teselli edecek cümleler aradım. “Göreceksin bak yarın hatasını anlayacak. Süt dökmüş kedi gibi çıkıp gelecek. Ayaklarına kapanıp senden af dileyecek.” diyerek onu teselli etmeye çalıştım. Veteriner hakkında söylediğim cümleler doğru çıkmadı. Bir daha Songül’e hiç uğramadı.
Çivi çiviyi söker diyenler de yalan söylüyorlar. Ben Songül’ün izlerini, Songül de veterinerin yüreğinde bıraktığı izleri silmek için yeni sevgililer bulduk. Her yeni sevgili başka bir acıyı bedenimize çakıp gitti. Yüreklerimizdeki çiviler çoğaldı ama hiç biri diğerini sökmeyi başaramadı. Çapkınlığın kitabını kaldırıp ateşe attım. Önümüzdeki hafta yeni bir kitaba başlayacağım. İçinde bahçe bitkilerinin bakımı hakkında değerli bilgiler bulabilirsiniz. ÇEKİRGENİN AYAĞINDA NALİNİ. Birinci baskısı tükenmeden sipariş etmeyi sakın unutmayın..
Bitti
Seyfullah seyfullah@kahveciyiz.biz
Yukarı
|
<#><#><#><#><#><#><#>
Kahve Molası, siz sevgili kahvecilerden gelen yazılarla hayat bulmaktadır. Her kahveci aynı zamanda bir yazar adayıdır. Yolladığınız her özgün yazı değerlendirilecektir. Kahve Molası bugün 4.408 kahveciye doğru yola çıkmıştır.
Yukarı
|
ANNE
Bir yar için seni terkedip gittim,
Vicdanıma bir sor ne acı çektim,
Kendimi ben sana emanet ettim,
Eller kadir kıymet bilmiyor anne,
Senin kadar kimse sevmiyor anne...
Rastlarsan gözleri yaşı oğluna,
Suçunu bağışla,sarıl boynuna,
Bizbize yaşarken geldik oyuna,
Eller kadir kıymet bilmiyor anne,
Senin kadar kimse sevmiyor anne ...
Ne sevgiler geldi geçti kalbimden,
Kimse anlamadı garip halimden,
Senin hasretini duydum derinden,
Eller kadir kıymet bilmiyor anne,
Senin kadar kimse sevmiyor anne...
Halit ÇELİKOĞLU
Yukarı
|
En minicik terörist!...
Yukarı
|
FOTOGRAF SERGİSİ
"VAHŞİ YAŞAM" SÜHA DERBENT
8 MAYIS - 4 HAZİRAN 2004
FOTOTREK NIKON FOTOGRAF MERKEZİ, 8 Mayıs - 4 Haziran tarihleri arasında, hayvan davranışları üzerine fotograf çalışmalarıyla tanınan Süha DERBENT'in "VAHŞİ YAŞAM" isimli sergisine yer veriyor.
8 Mayıs Cumartesi günü saat 18:00'de yapılacak bir kokteyl ile açılacak olan sergide kaplan, aslan, leopar, çita gibi büyük kedilerin görüntüleri yer alıyor. Sergi, hayvanların yaşadıkları coğrafyaya uygun davranış görüntüleri üzerine yaklaşık 8 yıldır çalışmalar yapan Süha DERBENT'in Hindistan, Güney Afrika Cumhuriyeti, Zimbabwe, Kenya ve Botswana'da çektiği fotograflardan oluşuyor. Nikon Türkiye Temsilcisi Karfo - Karacasulu ve Emirates Havayolları katkılarıyla gerçekleşen sergi 4 Haziran Cuma gününe kadar izlenebilecek.
Ayrıntılı Bilgi: http://www.suhaderbent.com
FOTOTREK NIKON FOTOGRAF MERKEZİ
Meşrutiyet Caddesi Ravanda İşhanı No : 85 Kat : 1 - 2 D. 1 - 3 Beyoğlu, İSTANBUL
Tel : (212) 251 90 14 - 251 83 74
www.fototrek.com
Yukarı
|
İşe Yarar Kısayollar - Şef garson: Akın Ceylan |
http://www.sonsuzlukotesi.com/html/index.php
...Bir gurup arıyla sineği bir şişeye koyuyorlar. Şişenin taban tarafını ışığa doğru, açık olan ağız kısmını da karanlığa doğru yerleştiriyorlar. Arıların hepsi ışık olan tarafa doğru üşüşüyorlar . Ama şişenin tabanı cam ve onların da yabancısı olduğu bir madde olduğundan çıkmayı başaramıyorlar.Bu arada sinekler, şişenin ağzına doluşuyorlar ve karanlıkta dışarı çıkıp kayboluyorlar. Ağzı açık olan şişeden karanlık tarafa doğru tek bir arı bile gelmiyor. Camın önünde ışığa doğru çabalarına devam...
http://www.freeservers.com/
Kendinize ait bir web sayfanız yoksa ve web sayfanız olsun istiyorsanız..! Herhangi bir hazırlık yapmadan hemen bir domain name satın almamanızı tavsiye ediyorum. Benim de uzun yıllardır kullandığım ücretsiz bir web alanım var. Kısayolu tıklayarak ilgili web adresine ulaşabilirsiniz. Daha sonrası talimatları izleyerek kendinize uygun bir ücretsiz web adı ve web alanı temin edebiliyorsunuz.
http://oyun.e-kolay.net/online/index.asp?SSO_STATUS=FAIL&SSO_CODE=3E:00:12
Kısayol pek kısa olmadı ama yine de tavsiye ediyorum. e-kolay çok bilinen bir web sayfası olmasına rağmen, hala e-kolay oyunlarından nasibini alamayanlar için özel hizmet diyorum.
http://www.byegm.gov.tr/YAYINLARIMIZ/AyinTarihi/Ayintarihi.htm
Başbakanlık Basın - Yayın ve Enformasyon Genel Müdürlüğü tarafından hazırlanan ve günlük gazetelerden derlenerek hazırlanmış olan haber arşivi. Meraklıları için sağlam bir haber arşivi.
akin@kahveciyiz.biz
Yukarı |
Damak tadınıza uygun kahveler |
CDex v1.51 [1.90M] Win9x/2k/XP FREE
http://www.cdex.n3.net/
Bilgisayarınızda dijital müzik dinlemenin keyfini yaşamak için önce CD'lerinizi bilgisayarınıza kopyalamanız gerekiyor. İşte bu program bu işlemi hızla ve kolayca yapacak yeteneğe sahip. Müzik tutkunlarına tavsiye olunur.
Yukarı
|
|
|