|
|
|
Yazılan, Okunan, Kopyalanan, İletilen, Saklanılan, Adrese Teslim Günlük E-Gazete - Yıl: 3 Sayı: 501 |
11 Mayıs 2004 - Fincanın İçindekiler |
|
Editör'den : Uzun oturmaya gelmiyor!.. |
Merhabalar,
Hay Allah ne oldu böyle bana yahu? Popstarı izleyip sayın Urfa'lı Oxford mezununun hezeyanlarına şahit olduktan sonra üzerinize afiyet bir rehavet çöktü üstüme. Ayaklarımı sehpaya uzatıp uzun oturma pozisyonu almamla birlikte kendimden geçmem aynı saniyelere rastlıyor olmalı. Zifiri karanlığa açtım gözümü. Televizyon ve ışık kapalı, bacaklar birbirinin üstüne binmiş, altta kalanın canı çıkmış, kanı çekilmiş, uyuştukça uyuşmuş. Boyun yan yattığı yerde takılı kalmış geri dönmem de dönmem diye tutturuyor. Hart hurt doğrulup camdan sızan sokak ışığında saate baktım, olmuş 01:35. Nasıl fırladım koltuktan bilmiyorum. Evet KM'yi gündüzden kolaylamışım ama daha işi var, gevşemeye mahal yok. Bir kallavi kahve yaparsın kendine, bir de elini yüzünü yıkadın mı mesaiye hazırsın demektir. Öyle de oldu. Açtık bizim matbaayı başladık mizanpaja.
Bu arada ortak paydası Kahve Molası olan tüm kahveci dostlara gösterdikleri olgunluktan dolayı teşekkür ederim. Bizim Fenerbahçe fanatizmimize kimileri alkış tuttu, rahatsız olanlar da ses çıkarmadı. Sağolun varolun. Söz, sizin takım şampiyon olduğunda da aynı kutlamaları eksiksiz yapacağım. Ancak daha çok 500. sayı kutlamalarına cevap yazdım bütün gün. Bu gururu paylaşan herkese çok teşekkür ederim. Bu uyuya kalmalar sıklaşmazsa biz 1000'i de 2000'ini de görürüz merak buyurmayın. Hepinize güzel bir gün diliyor ve huzurlarınızdan İzmir Marşı ile ayrılıyorum.
Bir sonraki sayıda buluşuncaya kadar bulunduğunuz yerden bir adım öne çıkın. Sevgiyle... Cem Özbatur
|
Kahvecigillerden : Kemal Türkmen |
Yaşamda anlam aramak...
Bulunduğumuz coğrafyanın insanları için yazılanları düşünüyorum günlerdir.
Kimimiz uyarıların şiddetiyle orantılı bir tepki verirken kimimiz tümüyle sessiz kaldı.
Ama asıl ilginç olan, tepki veren ve vermeyenler olarak hepimizin ortak bir noktada buluşacak olmamız.
Yani çok uzun olmayan bir süre sonra her şeyi unutacağız.
Neden acaba?
Mevcut güdülenme teorilerine göre insan ya uyarılara tepki veren ya da dürtülerini boşaltan bir yaratıkmış.
Yaşamın böylesi salt iki bölümden oluştuğuna, doğrusu inanmak istemiyorum.
İnsan ayni zamanda yaşamın sorularına yanıt veren ve bu yolla yaşamın ona sunduğu anlamları gerçekleştirebilen bir yaratıktır.
Abraham Maslow’a göre anlam insan yaşamının temel düşüncesidir.
İnsanoğlunun yaşamında anlam ararken böylelikle bir yandan da kaygılarını ve mutluluk reçetelerini irdeler.
Birey güzel bir araba, ev ya da güzel bir yemek için canını vermez.
Ama aradığı anlamı bulabilmek için acı çeker, özveride bulunur ve hatta gerekirse bu uğurda canını bile feda edebilir.
Kimi birey yaşamında bir anlam için gönüllü ölümü seçerken bir başkası yaşamının anlamsızlığı için intihar etmektedir.
Dünya kabaca ikiye bölündü.
Aydınlanmayla refaha kavuşan bolluk içerisinde yüzen ilk gurup sosyoekonomik durumları düzeldiğinde her şeyin yolunda gideceğini ve mutlu olacaklarını zannediyordu.
Bugün onlar yaşamak için gerekli tüm araçlara sahipler ama yaşamak için bir anlamları yok.
İkinci büyük gurup ise yaşamak için gerekli araçlardan neredeyse tümüyle yoksun ama bundan kaynaklanan bir anlama sahip olduklarını sanıyorlar.
İlk gurup sahip oldukları şeyler için ölmeyi akıllarından bile geçirmezken ikinci gurup anlamları için gözünü bile kırpmadan ölümü seçebiliyor.
Dünyanın yarıdan çoğunun ilk sorunu açlık iken ikinci yarının refah ülkesi Avusturya Başbakanı Bruno Kreisky, vatandaşlarının en önemli ve acil sorununun yaşamın anlamsızlığı duygusu olduğunu söylemiş.
Kin ve nefret duyguları hiçbir sorunu çözmüyor.
Bunlar sadece sıradan tepkiler.
Hepimiz iyi insanların azınlık olduğuna ve hep azınlık olarak kalacaklarına dair köklü inançlara sahibiz.
Göründüğü kadarıyla işler kötüye gidiyor ama iyileştirmek için elimizden geleni yapmadığımız sürece her şey daha kötüye gidecek.
Ama tepkiler ve dürtülerimizle hiçbir yere varamayız.
Birbirimizi anlamaya çalışmak ve yaşamlarımız için bir anlam yaratmaya çalışmak hepimiz için iyi bir başlangıç gibi geliyor bana.
Çizgi roman kahramanı sevimli köpek Snoopy, kulübesinin üstünde yıldızlar altında düşünür.
-Yarın sabah saat sekizde kahvaltı yapacağım, dört saat sonra öğlen yemeğimi ve 6 saat sonra akşam yemeğimi yiyeceğim.
-Düzenli hayat ne kadar güzel bir şey !!!
Snoopy, elinde yemek çanağıyla içeri giren Charlie Brown’nı görünce şöyle bağırır “İşte anlam !!!”
Yaşamda düzen nedir ?
Yaşamın anlamı nedir ?
Anlamlı yaşam nasıl sürdürülür ?
Kemal Türkmen
Yukarı
|
|
Pasaport Kahvecisi : Fuat Arslan YARIM ELMA |
|
Biz bir elmanın birbirini tamamlayan, bütünleyen iki yarısıyız; ancak, elma hemen akla geliveren şekli ile boyuna değil, enine paylaştırılmış. Böyle uygun görülmüş. Birbirinin ikizi olsaydı, birbirinden hiç farkı olmasaydı, nasıl tamamlayacaktı ki zaten birbirini?
Doğada var olması en makbul olgular akıl, güç ve güzellik olsa gerek. "Bir elmada akıl ne gezer? Güç ve güzelliği neresindedir?" dediğinizi duyar gibiyim. Haydi, bir elmanın aklını, gücünü ve güzelliğini hep birlikte arayalım.
Siyah ile beyaz, akrep ile yelkovan, erkek ile dişi ve benzerleri, birbirlerinin zıtları gibi görünmelerine karşın,aynı zamanda birbirlerinin tamamlayıcıları değil midir? Birisi olmadan diğerinin varlığı ne denli yeterli olur? Kış olmasaydı yazın, güz olmasaydı ilkbaharın, hüzün olmasaydı sevincin değerini bilebilir miydik?
Birbirini tamamlayan iki parçadan, eril ile dişiden, oluşmuşuz. Tek başımıza üreyebilseydik ne olurdu? Sürekli kendimizi tatmin edip, yüzde yüz kendimize benzeyen canlılar türetmek bize ne kazandırırdı? Onlarca, yüzlerce, binlerce birbirinin aynısı canlılar... Sonuçta, yüz binlerce, milyonlarca, milyarlarca tek seslilik... Ne yazık! Birinin göremediğini diğeri de göremiyor, öbürünün keşfedemediğini beriki hiç keşfedemiyor. Birbirine eklenemeyen çok sayıda ama aklı, yeteneği, gücü tek halkanınki kadar olan garip yaratıklar... Issız, sığ, tekdüze, amaçsız ve yazık bir hayat... Öte yanda, birbirinden farklı yetenekleri ve güçleri olan, farklı düşünebilen, farklı üretebilen canlıların oluşturacakları varsıl ve halkaları birbirine eklenebilen güçlü bir topluluk... Hangisini tercih ederdiniz?
Çoksesliliğin güzelliği bir senfoni orkestrası dinletisinde rahatlıkla gözlenebilir. Ne mutlu bana ki, benden farklı düşünen insanlarla birlikteyim. Gelişebilmem, üreyebilmem, sorgulayabilmem, anlayabilmem ve aydınlanabilmem için, hava kadar, su kadar değerli ve gereklidir farklılık. Farklılık güzeldir, güzelliktir. Güzel olan farklı olandır. Farklılıklar karşıma çıktığında "zıt gözü" ile bakmaz ve "düşmanca" davranmazsam, daima "sahip olduğum değerler"in değerini anlamama yardımcı olacaktır. Ona "zıt gözü" ile bakmam ve "düşmanca" davranmam benim algılama yeteneğimi sınırlayacak veya tamamen ortadan kaldıracaktır.
Enine kesilmiş ve binlercesi bir sepete atılmış yarım elmanın kendi eşlerini bulabilmesi gibidir evlilikler. Kendi boyunda ve kendi huyundaki diğer yarısını bulabilenler mutlu olur. Diğer yarısı daha büyük, biraz çürük, belki biraz da buruk olanınki ise güzel bir görüntü vermeyecektir. Ne mutlu, kendi dengini bulabilene! Onlarca yıl sürecek olan mutlu bir beraberlik başladı demektir.
Elma, boyuna değil de enine bölünmüş ise ve diğer yarısını arıyor ise yarım elmadır. Uygun somun, uygun vida ile birleşince, taşıdığını sapasağlam kavrar. Ancak o zaman gücünü gözleyebilir, aklınızı kullanarak yaptığınız işin güzelliğini seyredebilirsiniz. Yarım elmanın aklı, gücü ve güzelliği diğer yarısındadır. Adem'in Havva'da, Havva'nın da Adem'de bulduğu ve o günden bu güne olduğu gibi.
Fuat Arslan
Yukarı
|
|
Yarım Kalan Hikayeler : Burcu Serin Bir Daha Resimleri'nde Hiç Kırmızı Olmadı -son- |
|
Ufaklık yoktu. Çığlık attı: "Oğluuum" diye bir haykırdı, Annesi'nin sesi beyninin bütün hücrelerine işlemişti Semeral'in.
Çocuktu o, her şeyden habersizce oyun oynamaya koşmuştu. Belliki tanklar, silahlar ona büyüklere hissettirdiklerini hissettirmiyordu. Ve iki sokak ileride cansız bedenine rastladı Annesi. Bu haylazlığın bedeli hayatı olmuştu. Semeral Kardeşi'nin kanlar içindeki yüzünü gördü. İliklerine kadar uyuşmuş vücudunu kontrol etmekte zorlanıyordu. Annesi'nin kucağındaki minik kardeşinin kanlar içindeki sıcak yüzünü son birkez daha öptü. O mahsum minik bedeni Annesi ile birlikte sığınağın arka tarafındaki bahçeye gömdüler. Onunla birlikte kırmızı boya kalemini de gömdü. Bir daha resimlerinde hiç kırmızı olmadı. Oysa severdi kırmızıyı. Aylardır kaç kırmızıya boyalı görüntüyle karşılaşmıştı! Ama yine de hiç vazgeçmemişti kırmızı renkli boya kaleminden. Taa ki, Kardeşi'nin yüzünü kırmızılar içinde görünceye kadar.
Bir çocuğun dünyasına aykırı anlamsızlıklarla boğuşuyordu. Annesi'nin sıcak teni ve güven veren kokusunun dışında sadece boya kalemleri vardı anlamlı… Ama artık eskisi kadar resim yapmıyordu. Bu sessiz bekleyişten sıkılmıştı.
Sığınağın deliğinden içeri sızan ışık tam yüzüne isabet ediyordu bu sabah. Uzun zamandır hiç olmadığı kadar enerji dolu başladı güne. Bir başka aldı kalemleri eline. Kendisini ilk defa bu kadar güçlü hissediyordu. Sanki uzun süre mücadele eden bir bedenin son anlarında sadece bir seferliğe mahsus içinde biriken enerjiyi acilen tüketmek isteyen bir hali vardı. Babası'nın ve Kardeşi'nin birlikte olduğu küçük fotoğrafı önüne koydu. Uzun süre baktı onlara, nereden başlayacağını bilemiyordu. Sonra kağıdın kenarına damlayan gözyaşıyla irkildi. Babası'nın, küçük Kardeşi'nin elini tutan ellerinden başladı resmine… Bir an önce birbirlerine sımsıkı sarılmalarını istercesine devam etti. Ardından kulakları sağır eden bir patlama duyuldu. Semeral her patlamada olduğu gibi pencereye koştu. Oysa yaşıtları annelerinin kucağını tercih ederdi herhalde. Sadece tek gözünün görebileceği bir aralıktan dışarıya baktı. Gördükleri ile birlikte sanki artık yaşamıyormuşcasına bütün gerçeklerden uzak bir dünyaya uçtu. Kardeşiydi, gördüğü kardeşiydi. Koşuyordu. Çatışmanın ortasında kalmıştı. Henüz farkına varmış gibiydi vahşetin. Semeral'in içinde fırtınalar kopuyor, şakaklarında kalp atışlarını duyuyordu. Bu küçük çocuk tıpkı Kardeşi'ydi. Onun kadar sevimli, onun kadar afacan ve onun kadar çaresiz… Artık dayanamazdı "Hayııır" diye bir çığlığın ardından fırladı; yıkık, dökük dumanlı alana. Küçük çocuğun minik bedeninin bir kağıt gibi yere düştüğünü göremedi. Ne O Kardeşi sandığı ufaklığın bedenine ulaşabildi, ne de Annesi onun mis kokulu ipek saçlarına… Bir kaç metre uzaklıkta birbirlerinin ardından yığılıp kaldılar.
Annesi Semeral'in yere yığılışını gördü. Bir kelebek gibi güzel kızının kollarının iki yana düşüşünü, yüzükoyun yere uzanışını yüreği dilim dilim kesilircesine acılar içinde gördü. O'da ağır yaralıydı. Yarasına aldırmadan bir kaç metre yerde sürünerek ilerledi. Tek istediği ipek saçlı bebek kokulu kızını bir kez daha öpmek ve onun cesedine kendisini siper etmekti. Ama olmadı. Sadece 2.5 metre kala ruhu onun ağır yaralı bedenini terketti.
Semeral'in sağ elinin parmakları birer birer açılırken Babası'yla Kardeşi'nin sihay-beyaz kan kırmızısına boyalı fotoğrafları gazetelerde savaş fotoğrafları köşesindeki yerini aldı.
Birkaç kilometre ötedeki savaş çığlıklarını duyuyorum. Kan kokusu geliyor burnuma. Aç insanların kokmuş nefesini hissediyorum. Mutluluk benim hakkım olamaz!
Burcu Serin
Yukarı
|
HAYAT İŞTE!
O kadar çok sıkılıyorum ki bazen! Hepimiz gibi... Nedenler herkeste aynı; iş hayatı, maddi-manevi sıkıntılar, pireyi deve yapmalar. Gerçekten böyle, bazen kaptırıp, sıkıntıları farkına varmadan büyütüp bu keşmekeşin stresin içine bodoslama dalıyorum, ve olur olmaz şeyleri nasıl büyüttüğümü, kendimi kaza yapmak üzere olan bir aracın içindeymişcesine kasdığımı görüyorum. İnsanız hepimiz birbirimize telkinlerde bulunup, sıkıntıları paylaşırken nasıl atıp tutarız; '' Aaaaa! Çok büyütüyorsun canım, dert etme sakın. Hallolur herşey, bir bakmışsın geride kalmış, geçmiş bitmiş, sen bile gülüyor olacaksın, inan. ,, duyda inanma. Hepimiz aynıyız, bir başka gün roller değişir ama dialoglar, replikler aynı... Teskin etmeye, neşelendirmeye çalışırız dostumuzu, birkaç gün sonra, teskin edilmeye ihtiyacı olacak bizizdir yine.
Gerçekten bunu çok düşünüyorum. Konuyla ilgili bir sürü atasözü, birçok düşünürün tavsiyeleri de
sorunun kendisi gibi birbirinin aynıdır; '' Hiçbirşey hayatınızı zehir etmeye değmez, küçük şeylerle
mutlu olmayı öğrenin. ,, dir bunların özeti...
Nedir bu küçük şeyler? Baharın gelişi, çevrenin yeşerip çiçeklenmesi, kuşların ötüşü, sabahları Haliç'in üzerindeki hafif sis, parklara çıkmaya başlayan küçük çocuklar, geçen yıl bu zamanlar doğan bebeklerin ilk adımlarına şahit olmak, Nevizade'de, Çiçek Pasajı'nda, açık havada dostlarla atılan bir iki tek, dost sohbetleri ve yadedilen anılar, platonik ve daima platonik yaşanacak aşklar,
uzun kumsallarda gün batımında tek başına yapılacak yürüyüşler, Arnavutköy'de uzun sabah kahvaltıları, sevgiliyle sohbetler, içten söylenilen, hissedilen duygular, pazar sabahları beceriksizce fakat şevkle hazırlanan kahvaltı masası, radyodaki müzik ve okunan gazete, tek başına arabada avazın çıkarcasına söylediğin Haluk Levent şarkıları, okuduğun Sunay Akın şiirleri-öyküleri ( Gerçekten İstanbul'u yeniden sevmenizi sağlayabileceğine inandığım tek şairdir benim. ) daha neler neler...
Aslında bunlar benim kendimi iyi hissetmemi sağlayan, sıkıntılarımı unutturup hayatı anlamlı kılan şeyler. Küçük farklılıklarla çoğumuzun sıkıntılı anlarında medet umduğu fakat belkide hayatın anlamı olarak bakmadığı sıradan şeyler. Peki nedir çözümü? Bence yok. Bunlarla sıkıntılarınızı attınız attınız, yoksa kimse sihirli bir değnek ile çıkıp, '' Siliyorum bütün dertlerini, bu andan sonra hiçbir dert tasan kalmadı, ferah tut içini... ,, demeyecek.
İnsanlığa bu tavsiyeleri biraz daha akademisyen bir tarzla aktaran düşünürler, canları sıkılıp, strese girdiklerinde, işlerini kafalarına taktıklarında, evde, özel yaşantılarında sorunlar yaşadıklarında
bu tavsiyelerimi uyguluyorlardır acaba? Nelerden hoşlanırlar? Nasıl efkar dağıtırlar? Aristotales'in taşlarda aktarmaya çalıştığı felsefesi de yukarıda anlattıklarımı doğrular şekilde; insana ve doğaya duyulan saygı,sevgi... Küçük şeylerden memnun olma, tad alma, hayatın keyfini sürmek. Yüzyıllardır değişmeyen bir formül demekki, yüzyıllar içerisinde insanoğlunun zevk aldığı, sıkıntı aymaya .alıştığı şeyler değişim göstersede, özünde hayatın gizli güzellikleri.
Önemli olan görebilmek, paylaşabilmek. Sorunlarınızı paylaşabileceğiniz dostlarınız, zevk aldığınız bir sürü küçük şeyin olması dileğiyle...
Engin Esen enginesen@kahveciyiz.biz
Yukarı
|
Şifacı Kahveci : Ayşe Nur Doksat |
FİLİN YAVRUSU
Filin yavrusu küçüktür.
Siz file bakmayın.
Siz siz olun, aman file bakmayın.
Filin yavrusu küçüktür.
Benden duymuş olmayın.
Bacak kadar velet en nihayetinde.
Yalan, iki gözüm önüme aksın ki yalan!
Filin yavrusu büyük.
Değil, ama küçük.
Gözlerimle gördüm.
Bacaktan da küçük filin bacağına dolanan velet!
Kulakları var ya o kulakları, işte o kulaklar onu o gözlere büyük konduran meret.
Filin yavrusu anasına küçük.
Sana büyük.
Bana da büyük.
Lakin, filin yavrusu vallahi küçük.
İster inanın, ister inanmayın.
Sözüme israrlanmayın.
Tavşana kanmayın.
Gözlerimle gördüm de dedim size, filin yavrusu küçük.
Anasına küçücük.
Babasına...
Kimbilir?
Zannımca, bu müşekkel zifir.
ANur anur@kahveciyiz.biz
Yukarı
|
|
Not Defteri : Hasan Kaya İlk Aşkım |
|
Baharın ilk günleriydi, derelerin gürül gürül kar suyu dolduğu, cemrenin toprağa düştüğü, doğanın yeşil gülümsediği günlerdeydik. Elimi kolumu sallayarak çıkıp geldiğimde beni bekliyordu, bense varlığından habersizdim onun. Onu görür görmez, hiç düşünmeden sevdim. Koşulsuz bir sevgiydi yaşadığımız. Tek kelimeyle yaşadığımız, yaşayacağımız aşktı. Gözlerinden okuyabiliyordum her söylemek istediğini. Hüzünlerini, sevinçlerini sözcüklere dökmeden anlayabiliyordum. Onu anlamada hiç zorlanmadım... Hiç yorulmadım onu sevmekten.
O ilk aşkımdı, yaşadığım ilk sevdam. Ona her baktığımda, eli elime her değdiğinde ya da sıcak sarmalarına kaygısız kendimi her bıraktığımda bütün aşkların o büyüklüğüydü beni saran... Öyle büyük bir aşktı ki bu soluğuyla ayaklarımı yerden keserdi her seferinde. Tarifsiz o büyük aşkların tarifsizliğini yaşadım onunla,
Sevgilerin, sevinçlerin en büyüğünü yaşarken kavgalarımız da oldu. Gereksiz, anlam veremediğimiz tartışmalarımız da. Kırıldığı anlar oldu. Deliliklerimle onu çok üzdüğüm anlar da az değil... Her ne olursa olsun küsmeden, darılmadan sevgisinden bir an ödün vermedi...
Kavgalarımızda o sesini hep yükseltmeyen kırılgan, ben ise hep bağırıp çağıran isyankar taraftım... Aksiliğimi de sevdi. Ve hep anladı. Bazen güldü poyraz yemiş deniz gibi kabarmalarıma, deli deli esmelerime... Sevgisinden o kadar emindim ki... Ve bu rahatlıkla, biraz da pervarsızca davrandığım anlar oldu. (Özgürlük şarkıları dinleyip söylediğim günlerdeydi)
Ama onu; her koşulda sevdiğimi biliyordu. Bunu anlamak o kadar zor değildi... Gözlerimin içine başını yana düşürüp baktığında, tüm kalelerim yıkılırdı. Ne kadar öfkeli olursam olayım birden teslim olurdum....
Onu sevdiğim gibi bir başka kadını sevmedim. Ondan başka kadınlara da "Seni seviyorum" dedim. Aşık da oldum. Ama onun yeri hep başka kaldı. Aldatıldığını da düşünmedi bir an. Kıskandı bunu biliyorum ama belli etmedi.
Uzak ayrılıklar yaşadık. Ayrılığın şarkılarını ezberledik. Mırıldandık kendi kendimize herkesten gizli. Haberleri geldi usul nazlı dillerle... Seher vakti açmış güller gibi taze kokusuyla.
Erken ayrılıkların zorunu yaşadık. Biliyorum özledi, özledim... Hem de yüreğimi burkan acıların iz bıraktığı anıları biriktirerek. Bir anlık sımsıkı sarılıp öyle kalma düşüyle, kimseye belli etmeden burnumu çektiğim anlar oldu...
Neden bilmem ama sevdiğimizi, özlediğimizi söylemek hep zorumuza gitti... Bildiğimizi tekrarlamanın anlamsızlığına kaptırdık kendimizi. Oysa her seferinde yeniden ve yeniden söylenmesi ne de hoş olurdu. Bir yerden sonra ne o sevdiğini açık açık söyledi ne de ben... Ama ikimiz de söylemesek de biliyorduk sevdiğimizi. O aşkların en yenilmezi çocukluk aşkım, görür görmez ilk bakışta aşık olduğum kadın. Ben onun ilk göz ağrısı diye sıkıca sarıp sarmaladığı, yalnızlığına bulduğu bir can...
Ben, o ve aşkımız, biz birlikte büyüdük. Biliyorum çoklarının yaşamadığı farklı bir ana oğul ilişkisi bizimkisi. O, on altı yaşında bir ana, ben sıska çelimsiz bir oğlan. Güle oynaya hastalıkları yendik. Yokluğa yoksulluğa diz çökerttik. Ayrılıkları bir biri ardına yendik.
En zor günlerimde, en ayaz gecelerde üşümedim. Ayağıma ördüğü yün çorap, sırtıma kazak sevgisi.
Hasan Kaya h.kaya@hkaya.com
Yukarı
|
|
Double Espresso : Gülendam Z.Oğuz Seslendim de SES bana geldi |
|
Kendi içinde konuşur çoğu kez insan. Türlü yaşanmışlıklarının derslerini verip durur kendine mola vermeden. Sonra da, yapacaklarını katlar koyar beyninin en üst çekmecesine tek tek. An gelir, en sonda kalanlara bir türlü yer bulamaz.. Nihayetinde de alakasız bir yerlere tıkıştırır ; yorulmuştur artık. Halbuki bunlar, belki de en önemlileridir . Yazık ki kaçırır!
İşte hayattaki en büyük pişmanlıklarımız aslında kaçırdıklarımızdır değil midir genelde? Farkında olmadığımızda gelenin güzelliğini, takıldığımızda yaşamdaki bize özel listelerimize sadece, yaşadığımız anın özel durumunu göremeyiz işte.
Bir süredir, sabah uyanır uyanmaz açtığım müziğe arasıra mola verdiriyor, kapatıyorum. Yaklaşık 1 saat süren ev-iş yolculuğum esnasında da müzik dinlemiyorum bu günlerde. Sebebi mi? Sabahın kendisini dinliyor, sabahın kokusunu içime çekiyorum. Yani sabahın ta kendisini, yalın bir şekilde.
Toprak kokusunu, yeni günü karşılayan kuşların seslerini, ağaçların kıvrım kıvrım yoluma eskort edişini, gözüme gözüme girip de zor bela torpido'da gözlüğümü arattıran sabah güneşini ve hep tanıdık plakaların seyrini yaşıyorum derinliklerde.
Belli bir noktasında ise yolun, her sabah muzip bir tebessüm ediyorum. Çünkü yol arkadaşı diğer şirket arabaları, ağaçlar ve koca tanıtım levhalarının ardına gizlenmiş radarın korkusu ile hep bu noktada hızlarını aniden düşürüyor ve tek sıralı kortej misali en sağ şeride çekiliyor. Öyle komik geliyor ki bu bana !. Kim kimi kandırıyor acaba? Ayrıca radarcıları düşünüyorum da ne eğleniyorlardır bu bayram gösterisi vaziyetine sabahın köründe diyorum. Sabuncubeli inişinden hız alarak kaptırmış 120-130 km ile giderken birden 70-80 km'lere düşenlerin hali görülesi! Ben mi? Genelde son anda uyanıyorum mevzuya zira çoğunlukla dalıyorum.Sonra da arabamın ucunu sokacak bir boşluk bulamadan aralarında, hız 70 km'lere zor bela düşürülerek, gözler desen dikiz aynasında numunelik geçip gidiyorum sol şeritte işte. Bazen de, bu açık yolda rüzgar gibi geçip giden sahici bir 34 plaka gördüm mü işte bir "eyvaaaah" diyorum içimden.
Söylenirken kendi kendime hergün bu yolu git-gel'lerde, şimdilerde farkında sabahın, farkında dur-kalk'lar ve egzoz kokuları olmadan bu doğa harikası yolda yolculuk etme ayrıcalığının, mutluyum ve hatta çok da eğleniyorum.
Çağırıyorum.. Sesleniyorum.. Sesler veriyorum yaşama her taze sabahta..
Sonra?
Gönlümden çıktığı gibi; 'Seslendim de ses bana geldi' diyorum.
Gülendam Z.Oğuz
Yukarı
|
Kahvecigillerden : Serpil Yüzlü |
YILLANMIŞ UMUT -2-
Yaşlı kadın irkilerek sıçradı yerinden. Karanlığı yaran bakışlarla etrafı araştırıyor, oğlunu arıyordu. Az evvel dokunabileceği kadar yakınında, yanıbaşındaydı oysa. Doyasıya öpmüş, koklamış, bağrına basmıştı oğlunu. Ellerini avuçlarının arasına almış, bırakmamacasına kavramıştı sıkıca. "Anne ben gidiyorum" demişti oğlan. Nereye diye soramamıştı bile. Avuçlarının arasından usulca kayıp gitmişti. Tıpkı yoğurt istemeye gelen çocuk gibi, karanlıklara karışıp kaybolmuştu birdenbire. Ne arkasından koşabilmiş, ne de ağzını açıp tek kelime söyleyebilmişti.
Yatağında yavaşca doğruldu Mürüvvet hanım. Az evvel gördüğü rüyanın tesiriyle önünde uzayıp giden karanlığa baktı bir süre. Yüreği daralıyor, sanki gizli bir el yüreğini kavramış sıkıyordu. Acaba oğlunun başına bir hâl mi gelmişti? Bir an nefessiz kaldığını hissetti. Dipsiz bir kuyunun derinliklerinde kaybolup gittiği bir anda, ezân sesini duydu. Başucundaki saate çevirdi bakışlarını. Saat sabahın beşiydi.
Ruhunun yegâne ilacıydı bu içli nağmeler. Yanık sesli müezzinin bu inlercesine haykırışı, ruhunun o en hassas noktasına zuhur ediyor, oradan dalga dalga yayılan kuvvetli bir iksir, yaralı ruhunu inanılmaz bir çabuklukla teskin ediyordu.
Kalktı, giyindi. Yatağını toplayıp yüklüğe koydu. Soğuk havalarda odasına gitmez, oturma odasındaki divanda yatıverirdi. Semaverdeki ılık sudan bakır ibriğe su doldurdu. Ilık suyla abdestini aldı.
Namazın ardından duvarda asılı duran Kur'ân-ı Kerim'i indirdi, ocakbaşındaki mindere oturup rahleyi önüne çekti; okumaya başladı. Okudukça açılıyor, bu kutsal sözlerin ruhu ürperten ahenkli musikisi ile kendinden geçiyordu.
Bir vakit sonra, okuması bitip de başını kaldırdığında, göğün göz alıcı bir kızıllığa boyandığını gördü. Yeni doğan günle birlikte içi de aydınlanıverdi.
Vakit henüz erkendi. Ağır ağır ilerledi odanın içinde. Dışarıdan getirdiği bir kucak dolusu odunu ocağa boşaltıp, düzgünce birbirine çattıktan sonra çırayla tutuşturdu. Küçücük alevlerin büyüyüp koca bir ateşe dönüşmesini seyretti. Gözlerinin önünde parlayan ışık yumağından, yaşlı bedenine tatlı bir sıcaklık yayılıyor, odunların çıtırdayan sesi kulaklarına melodi tesiri yapıyordu.
Bayrama dört gün kalmıştı. Muhtar Hüseyin efendi kurbanlığı temin edivermişti. Bayram sabahına kadar kendi kurbanlığı ile aynı yerde bakacak, bayram sabahı da getirip bahçede kesiverecekti.
Derin bir iç çekti Mürüvvet hanım.
"Evladın olmuş ne fayda! Uzak olduktan sonra, varlığı da bir, yokluğu da. Olmasa, daha iyi belki de. Hiç değilse yok deyip geçersin. Aramazsın, yollara bakmazsın, beklemezsin."
Sonra oğlunu düşündü yaşlı kadın. Askeri lisenin giriş imtihanlarında muvaffak olduğu vakit ne çok sevinmişlerdi ailece. Oğlu şanlı bir ordu mensubu olacağı için gururlanmış, mutluluk gözyaşları dökmüştü Nevzat bey. Mezuniyetini göremeyeceği, içine doğmuştu belki de garibin, kimbilir!
Yıllar sonra, genç bir subay olarak muharebe gemilerinde görev aldığı vakit, ilk iş olarak koşa koşa gidip babasının mezarına kapanmıştı Nusret'i.
Mürüvvet hanım nemli gözlerini elinin tersiyle sildi. O sırada Gülizar girdi odaya. Sabah mahmurluğunu üzerinden atamamış taze yüzünde ufak bir tebessüm belirdi. Yarı uykulu gözlerle hanımına baktı.
"Hayırlı sabahlar hanımcım! Yine erkencisiniz bugün."
"Sana da hayırlı sabahlar, evladım! Benim yaşlarıma gelince, insan, pek uyuyamıyor nedense. Uyusa da kesik kesik..."
Sonra gülümseyerek devam etti.
"Haydi evladım! Sen bana bakma, güzel bir kahvaltı yapalım da aklımız başımıza gelsin."
Kahvaltı sırasında Gülizar bir düziye hanımına bakıyordu. Sanki sormak istediği birşeyler varmış da sormaya çekiniyor gibiydi. Genç kadını uzunca bir süredir tanıyan Mürüvvet hanım anladı durumu. Müşterek hayatın en birinci şartıydı bu. Karşındakinin dilinden anlayacak, gözlerinden okumasını bilecekti insan.
"Senin dilinin altında birşeyler var Gülizar! Konuş bakalım."
"Hanımcım, diyecektim ki, bayram için hazırlık yapacak mıyız?"
"Elbette evladım, sorulur mu hiç! Sen bugün git, ne gerekiyorsa alıp gel çarşıdan."
Öğle vakti Gülizar elinde paketlerle döndü çarşıdan. Mürüvvet hanım namazının ardından besmele çekip başladı işe. Hemen böreklik hamur yoğurdu. Gülizar da tavan arasından indirdiği koca kazanı temizlemiş, ocakbaşına getirmişti. İçine doldurduğu suyun bir an evvel kaynaması için altındaki ateşi harlandırmış, sonra da böreğin malzemesini hazırlamaya koyulmuştu. Herşey hazır olunca, Mürüvvet hanım ortaya koydukları yaslağacın başına oturdu, pözü yaptığı hamurları tek tek açmaya başladı. Kıvrak parmaklarının uçlarındaki oklava, yaslağaç boyunca bir ileri bir geri gidiyor, her gidiş gelişte oklavaya sarılı yufka daha da büyüyordu. Böyle maharetli bir el çabukluğuyla hamur açmayı kaynanasından öğrenmişti Mürüvvet hanım.
Gülizar kuruyan yufkaları kaynamakta olan suyun içine atıyor, oradan kevgir yardımıyla çıkarttığı hamuru, kazanın buharında biraz kurutuyordu. Bu, işin en incelikli yanıydı belki de. Eğer ki hamur iyi değilse parça parça oluyor, dağılıyordu suyun içinde. Mürüvvet hanım, başını hafifçe eğip gözlüklerinin üzerinden kazana baktı.
"Nasıl gidiyor evladım? Kolay çıkıyor mu sudan?"
"Baksanıza hanımcım! Çarşaf gibi!"
Mürüvvet hanım Gülizar'ın elinde tuttuğu yufkaya bakıp gevrek gevrek gülümsedi. "Nusret'imin kısmeti olsa gerek" diye geçirdi içinden. Gülizar, tepsiye aktardığı yufkayı güzelce döşüyor, eritilmiş tereyağıyla yağlıyor, birkaç katta bir arasına peynir koyuyordu. Kaynayan suyun buharı yüzüne vurmuş, terletmişti genç kadını. Alnından şakaklarına doğru inen teri elinin tersiyle sildi.
"Ne zahmetli bir iş bu hanımcım!"
Mürüvvet hanım Gülizar'a bakıp gülümsedi. "Zamane gençleri" diye geçirdi içinden.
"Zahmetli ya! Şu dünyada zahmetsiz bir şey var mı ki hiç? "
Bir taraftan yufka açmaya devam ediyor, bir taraftan da konuşuyordu.
"Rahmetli validemin bir sözü vardı evlâdım. 'Allah elimden işimi, ağzımdan aşımı almasın' derdi. Allah sıhhat versin yeter ki! Sağlığımız yerinde olduktan sonra şuncacık şeye zahmet vermişiz, çok mu?"
Su böreğini yapıp bitirmeleri birkaç saatlerini almıştı. Mürüvvet hanım işini bitirip de yerinden kalkmaya yeltendiği vakit desteksiz kalkamayacağını anladı. Gülizar'ın koluna tutundu.
"Bizden geçmiş artık evladım!"
Fakat ertesi gün aynı heyecan, aynı şevkle gelip yaslağacın başına oturuvermişti yine. Gülizar'ın tüm ısrarlarına rağmen vazgeçmemişti kararından.
"Nusret'im pek sever benim baklavamı. Gör bak, nasıl yapacağım şimdi." diyordu.
Gülizar çaresiz kabullenmişti. Yaşlı kadının gözlerine baktı. Tıpkı bahar güneşinin şavkı düşmüş gibi ışıl ışıl parlıyordu. Sevdiğiyle buluşacak bir âşığın yürek çarpıntısı, oyuncağına kavuşmuş bir küçüğün saf neşesi vardı üzerinde.
"Dök evladım dök! Cevizi bol olsun" diyordu ekseriye.
***
Arefe günü gelmişti. Ertesi günü bayramdı. Mürüvvet hanımın birkaç gün evvelki umutları tükenmişti. Pencerenin önündeki sediri mekân bellemişti kendine. Bakışları sokağın en uç noktasına mıhlanmış vaziyette oturuyordu. Oğlunun gelmeyeceği belliydi artık. Ana yüreği hissediyordu. Lâkin hiç haber çıkmamış olmasına bir anlam veremiyordu. Gelmese dâhi araması gerekmez miydi? Neden hâlâ aramamıştı, neredeydi, ne yapıyordu ? Bu cevapsız sorular, beyninde giderek büyüyen bir uğultu ile yankılanıyordu.
O akşam üst kattaki konsolun üzerinde duran buhurdanlığı indirdi aşağıya. Bayram gecelerinde gelenek hâlini almış bu aile alışkanlığını yıllardır devam ettirirdi yaşlı kadın. İçine tütsü koyup odaları dolaştı. Elinde tuttuğu buhurdanlıktan yükselen tütsünün keskin kokusu evin her tarafına yayıldı.
"Senin de benden farkın yok, hey gidi koca konak, hey!" dedi sessizce. "Sen de benim gibi ömrünün son demlerini yaşıyorsun. Şu içinde barındırdığın odalarına bir bak! Kim girip çıkıyor, söyle? Bilirim, sen de benim gibi geçmişte kalmış o ayak seslerinin özlemiyle yanıp kavrulursun. Lâkin geçti artık, hepsi geride kaldı. Gidenlerin yerini yenileri doldurmayacak bundan böyle, alışmak gerek."
***
Bayram sabahı koşarak geldi Gülizar, hanımının ellerine uzandı.
"Bayramınız mübarek olsun hanımcım!"
"Senin de beraber olsun evlâdım! Sağolasın, ömrün uzun olsun."
Yaşlı kadın nemli gözlerini saklamaya çalışarak devam etti.
"Hadi evlâdım, Hüseyin efendi neredeyse getirir kurbanı. Bir an evvel kahvaltımızı yapalım da bahçeye inelim."
O sırada Muhtar Hüseyin efendinin sesi duyuldu aşağıdan.
"Mürivet abla! Mürivet abla!"
"Geliyoruz muhtar efendi! Az bekleyiver."
Muhtar, bir eliyle koyunun ipini çekiştirirken, diğer eliyle tuttuğu zarfı sallıyordu.
"Müjde Mürivet abla! Oğlundan mektup var!"
Mürüvvet hanım, mektup sözünü duyunca, kendinden beklenmeyecek bir çeviklikle merdivenlere doğru atıldı hemen. Merdivenleri birer ikişer indi. Bahçe kapısını açıp, bir solukta muhtarın yanına vardı.
Muhtar koyunu bir ağaca bağlamıştı. Mürüvvet hanımın elini öpüp, yayvan bir gülümseyişle zarfı uzattı.
Mürüvvet hanım, uzatılan zarfı aldı. Eli, kolu, bacakları, her yanı titremeye başlamıştı. Az evvel bir atmaca kesilen bacakları, şimdi yaşlı bedenini taşıyamayacak denli güçsüzleşmişti. Yerinden kımıldayamıyor, sanki bir adım atsa düşeceğini sanıyordu. Nihayet muhtarın yardımıyla, az ötedeki kürsüye çöküp oturdu.
Hummalı bir hastalığa tutulmuş gibiydi. Alev alev yandığını hissediyordu yaşlı kadın. Dili damağı kurumuş, hararetlenmişti. Kendini bıraksa, olduğu yere yığılıverecekti neredeyse.
Gülizar koşarak geldi. Elinde bir bardak su ve kolonya vardı. Suyu yavaşca içirdi yaşlı kadına. Sonra kolonya ile bileklerini ovdu, yüzünü, ensesini serinletti.
Yaşlı kadın kendini biraz toparlayınca, titreyen elleriyle açtı zarfı. Zarfın içinden bembeyaz, patiska gibi bir kâğıt parçası çıktı. Yavaşca katını açtı, baktı. Sanki oğlunu görmüş gibi, deli bir heyecan dalgası sarmıştı yine bedenini. Gözlerinden sicim gibi yaşlar yuvarlanıyor, kâğıt üzerindeki harfler, rakamlar birbirine giriyor, karışıyor, bulanıklaşıyordu. Oğluna sarılırmış gibi sıkıca bağrına bastırdı kâğıdı yaşlı kadın. Çivit mavisi mürekkebin keskin kokusuna karışmış, yosunlu deniz kokusunu duyumsar gibi oldu. O engin ummanların kokusunu derin derin içine çekti oğlunun kokusu niyetine. Sonra Nusret'inin yazdıkları geldi aklına.
"Gülizar! Gel evlâdım! Al şu mektubu da oku bakalım, ne yazmış Nusret'im."
Gülizar, yavaş yavaş okumaya başladı. Arada bir duraklıyor, endişeli bakışlarla yaşlı kadını süzüyor, sonra yine devam ediyordu. Okumayı bitirdiği vakit, genç kadının sırtından su gibi ter boşalmıştı. Başı dönüyor, avuçlarının içi karıncalanıyordu.
Mürüvvet hanımın dudaklarının kenarında buruk bir tebessüm belirdi.
"Demek bu bayram da kısmet değilmiş görüşmek! Olsun! Canı sağ olsun da..."
Bu sözler Gülizar'ın kulaklarında dalga dalga yankılandı. Canı sağ olsun, sağ olsun, sağ, can... Sonra gözlerinin önünde, yaklaşık iki yıl evvel yayınlanmış bir haber kupürü belirdi:
'Atlas Okyanusu açıklarında, teknik bir arıza nedeniyle batan Anıttepe adlı mayın gemisi mürettabatından kurtulan olmamıştır...'
Bitti...
Serpil Yüzlü
Yukarı
|
SONSUZLUK
O an sahilde parlak bir günbatımı var. Martılar etrafımızda uçuşuyor ve o tiz sesleri inceden kulağımızda.. Kalbinin tekleyen o sesiyle donup kalıyorum, ne konuşabiliyorum ne de seni duyabiliyorum; derken kalbin kendine dönüyor ve soluk alıp verişlerin kulaklarımda, avucumda sımsıkı ellerin ve yanakların yanaklarımda. Etrafta çıt yok o an dünya küsmüş sanki bir hareketimizi bekliyor tekrar dönmek için... Sesler donup kalmış o an, sesler kulaklarımda, sesler kalbimde, onlar içimde...Yavaş yavaş geliyor kendine fısıldıyor bir an, ardından yanımda seni görüyorum; her yanımda etrafımda çepeçevre ve sımsıkı sarılıyorum sana.İşte o an herşey beliriyor; ait olmak tek bir kişi olmak, ondan yaşamaya çalışmak, ondan soluk alıp vermek, orda öylesine kalmak sonsuza dek...
Gücün bittiği nokta nedir biliyor musun?... Mutlak kayıtsızlığın belirdiği o nokta...? Bir kanepe yeter, belki bir koltuk, belki omzuna değen bir nefes yeter ve sonsuzluğu başlatır derler... Sonsuz nedir biliyor musun?... O gelecek midir?... Hayır, o şimdidir.. O hayatın öylesine kitlendiği o andır. Ve herkesin bir sonsuzu vardır. Sonsuz; kayıtsızca bağlanıp da zamanı durdurabildiğin o andır... Sonsuz, yüreğinde yaşattığındır ve içinde yaşattığın tek bir kalp atışıdır sonsuzluğu yaşamak.. Parmakların var ya, uçları damarlarınla kalbine bağlı işte onlar sana anlatacaklardır bunu ve işaret ettikleri hep tek bir yer olacaktır... Ve kalbinin durduğunu söylediğin o an, işte aslında onun belkide en çoşkuyla attığı an olacaktır ve ardı arkası kesilmeyen soluklarınla dolacaktır etraf, o an yüreğini bir titreme alacak seni avuçlarının içinde bir o yana bir bu yana savuracaktır... Haykırdığın, senin bütün yaşantın olacak ve çıkış sadece avuçlarının içinde seni bekliyor olacaktır... Sevgin asla gerçekleştiremediğin o hayalin olacak ve umut seni peşi sıra kovalasa da artık bir an gelecek ve orada yığılıp kalacaktır. Güçsüz kolları arasına seni alacak ve sana "Neden?!" diye soracaktır. İşte o an onun suratındaki o ısrarkar ifadeye çok dikkat et çünkü hayatında görüp görebileceğin en son şey o olacak, peşi sıra sen de onun kollarında yığılıp, o yerde kalacaksın. Gözlerin belki de son bir kez açılacak ve bedenin artık son kez ruhuna sokulacaktır. Yaşattığın ve yaşatacağın artık hiç bir şey kalmadığından, biraz isteyerek biraz da zorla teslim olacak ve yerinde kalbinin durduğu sandığın o yıldızı önce dudaklarından ardından kollarından ve tüm vücudundan yavaşça kaydıracak, ve yokluğu sonsuza dek kabulleneceksin..
Lale Levin BASUT (DT:1986)
<#><#><#><#><#><#><#>
Kahve Molası, siz sevgili kahvecilerden gelen yazılarla hayat bulmaktadır. Her kahveci aynı zamanda bir yazar adayıdır. Yolladığınız her özgün yazı değerlendirilecektir. Kahve Molası bugün 4.408 kahveciye doğru yola çıkmıştır.
Yukarı
|
Bu gece
Bu gece iğnem yok
Kuyu kazmıyorum.
Bu gece iğdem yok
Şiir yazmıyorum
Şarap var, iki mum yok.
Mehtap var, yarim yok..
Gecenin şiirini yazmıyorum
Şişenin kederini bozmuyorum
Boşalıyor onun da içi benim gibi
Bu gece çarem yok
Elimin iplerini çözmüyorum
Armağan Konyalı
Yukarı
|
Acısso fazla mı kaçmış ne?...
Yukarı
|
FOTOGRAF SERGİSİ
"VAHŞİ YAŞAM" SÜHA DERBENT
8 MAYIS - 4 HAZİRAN 2004
FOTOTREK NIKON FOTOGRAF MERKEZİ, 8 Mayıs - 4 Haziran tarihleri arasında, hayvan davranışları üzerine fotograf çalışmalarıyla tanınan Süha DERBENT'in "VAHŞİ YAŞAM" isimli sergisine yer veriyor.
8 Mayıs Cumartesi günü saat 18:00'de yapılacak bir kokteyl ile açılacak olan sergide kaplan, aslan, leopar, çita gibi büyük kedilerin görüntüleri yer alıyor. Sergi, hayvanların yaşadıkları coğrafyaya uygun davranış görüntüleri üzerine yaklaşık 8 yıldır çalışmalar yapan Süha DERBENT'in Hindistan, Güney Afrika Cumhuriyeti, Zimbabwe, Kenya ve Botswana'da çektiği fotograflardan oluşuyor. Nikon Türkiye Temsilcisi Karfo - Karacasulu ve Emirates Havayolları katkılarıyla gerçekleşen sergi 4 Haziran Cuma gününe kadar izlenebilecek.
Ayrıntılı Bilgi: http://www.suhaderbent.com
FOTOTREK NIKON FOTOGRAF MERKEZİ
Meşrutiyet Caddesi Ravanda İşhanı No : 85 Kat : 1 - 2 D. 1 - 3 Beyoğlu, İSTANBUL
Tel : (212) 251 90 14 - 251 83 74
www.fototrek.com
Yukarı
|
İşe Yarar Kısayollar - Şef garson: Akın Ceylan |
http://www.edwebproject.org/bali/gallery/monkeyforest.html
Andy Carvin ve Susanne Carvin ikilisi bana haber vermeden Bali seyahatine giderler. Ellerinde fotograf makinası bütün maymunların resimlerini çekerler. Bu da yetmezmiş gibi çektikleri resimleri, altlarına yorumlar yazarak internette yayınlarlar. İnanmayan tıklasın.
http://members.tripod.com/~boopscards/bettyboop.html
Betty Boop. Bir zamanların sevimli ve .... çizgi kahramanlarından biri. Hatırlayanlar, sevenler ya da tanımak isteyenler için şirinmi şirin bir e-card sayfası. Buradan istediğiniz şekilde bir e-card oluşturabilirsiniz.
http://www.addictinggames.com/
Bu zamana kadar gördüğüm en büyük oyun arşivini sizlerle paylaşmak istiyorum. Yüzlerce oyunu içerisinde barındıran ve hatta bir çok oyun sitesi için kısayol veren bu siteyi oyunseverlere ısrarla tavsiye ediyorum. İyi eğlenceler.
http://www.e-kolay.net/sehir/Haber.asp?PID=1398&HID=1&haberID=190355
...En son ne zaman bir dere kenarında oturdunuz, ya da yıldızların altında? Eğer bu bahar bir şeyleri değiştirmeye kararlıysanız şimdi tam zamanı. Bu mini-dev rehber, İstanbul'a yakın yerlerde, az ama öz tatil kaçamakları yapmak isteyenler için hazırlandı...
akin@kahveciyiz.biz
Yukarı |
Damak tadınıza uygun kahveler |
Hotkey Helper v1.4 [731K] Win98/2k/XP FREE
http://www.wpgsoft.com
Şu 'Hotkey' denilen neslere alışabilenler için muhteşem bir program. Klavyenizdeki tuşların kombinasyonları ile bilgisayarınızdaki her programa, her özelliğe ulaşmak mümkün. Güzel bir arayüzle sizlere bu 'hotkey' leri tanımlamanızı ve çalıştırmanızı sağlıyor. İlgililere şiddetle önerilir.
Yukarı
|
|
|