KAHVE MOLASI
ISSN: 1303-8923
ABONE FORMU

ABONE OL
ABONELiKTEN AYRIL
HTML TEXT
Arkadaşlarınıza önermek ister misiniz?

 SON BASKI
 Ana Sayfa
 Arşivimiz
 Yazarlarımız
 Manilerimiz
 Forum Alanı
 İletişim Platformu
 Sohbet Odası
 E-Kart Servisi
 Sizden Yorumlar
 Kütüphane
 Kahverengi Sayfalar
 FİNCAN/SİPARİŞ
 Medya
 İletişim
 Reklam
 Gizlilik İlkeleri
 Kim Bu Editör?






Kahveci Soruyor?



KAHVERENGİ SAYFALAR



KAPI KOMŞULARIMIZ

Üç Nokta Anlam Platformu


Cilve
Yazılan, Okunan, Kopyalanan, İletilen, Saklanılan, Adrese Teslim Günlük E-Gazete - Yıl: 3 Sayı: 503

 13 Mayıs 2004 - Fincanın İçindekiler

 Editör'den : Üffff gene olmadı!..


Merhabalar,

Bugünkü başlığım bile hazırdı. ''Takke düştü, kel göründü!'' Ama o zamansızlık illeti gene başımda ve altını doldurmaya olanak yok. Tüm gün aklımdan geçenleri, kendi kendime söylendiklerimi sizlerle paylaşmayı arzuluyordum ama gene olmadı, olamadı işte. Benim bu yazılarımı okuyanlar hakkımda hiç iyi şeyler düşünmüyorlar biliyorum ama onları ikna etmeye bile vakit yok. Bir bana mı yetmiyor bu zaman, yoksa sizlerde benim gibimisiniz? Fazladan bir de Eurovision'u seyrettim. Herşeyiyle dört dörtlüktü değil mi? Yapamazsınız diyenlere inat muhteşem bir sahne hazırlanmış, helal olsun vallahi. Benim için bir de gurur kaynağı var ki söylemeden geçemeyeceğim. Tüm ülke tanıtım filmleri, jenerik animasyonlar velhasıl görsel malzemelerin tümü sevgili kardeşim Can ve ekibi tarafından hazırlandı. Harika olmuş herşey, ellerine sağlık.

Dün sohbet odamızı yeniden düzenledik. Şimdilik kayıt yapıp kullanıcı adı ve şifre alan herkes girebiliyor. Bir zaman sonra durumu değerlendirip yeni stratejimizi belirleyeceğiz. Bu konuda fikriniz ve sorunuz olursa aşağıya yazabilir yada bana direk email atabilirsiniz. Hatırlatmak istiyorum; hotmail adreslerine yollanan KM'ler aynen geri dönmeye devam ediyorlar. Kahve Molasını birkaç gün üstüste alamayan adreslerde bir sorun olduğu düşünülmelidir. Yoksa benim üyeliği keyfekeder iptal etme gibi bir davranış bozukluğum kesinlikle yoktur. Yarın görünen kelden bahsetmek umuduyla hepinize güzel bir gün dilerim. Hoşçakalın.

Bir sonraki sayıda buluşuncaya kadar bulunduğunuz yerden bir adım öne çıkın. Sevgiyle...

Cem Özbatur

3 Yorum var. Yorum Yaz / Oku

 Kahvecigillerden : Zeycan Irmak


Maskelerin düştü kovboy, çekilebilirsin...

Bu kandırılmışlık duygusunu iki haftadır yaşıyormuşum. Yani kadınsal içgüdülerime güvenmemek konusunda bu kez aptallık etmişim. Kendi içimde konuyu yadsımam ve sonra metalleri ayrıştırmam aslına bakarsan tam iki haftamı almış. Kafamda bu günlerde şekillenmesi ve sonra bu kadar netleşmesinin, senin gamsızlığınla ilgisi olabilir mi? Sanmıyorum. Sonuçta herkes kendi içselinde çoğaltıyor veya eksiltiyor bir şeyleri. Tasarruf olayı?! Öyle değil mi? Yani kim kimin için ne kadar tasarruf yapmıştır, kim kime ne vermiştir ki gelinen yer burasıdır?

Biliyor musun artık canımı acıtamıyorsun. Eğer acıtmış olaydın, davranış biçimim çok farklı olurdu. Kendimi ne kadar çimdiklersem seni o kadar tırmalardım -ki kayıtsız kalışım bile eminim sende bambaşka anlamlar yaratıyordur-. Yazııık!... kafan nasıl da karışıktır şimdi?... Ya da 'düşünmüyorum, takmıyorum, nasılsa her zamanki ketumluğu, nasılsa sular durulunca yeniden gelecektir', diyorsundur, içten içe bir panik. Hadi oradan, üç kağıtçı, bu sefer dediğin olmayacak! İz sürüyordum, kokunu takip ediyordum, daha önce atlatmayı başarmıştın ama yeter! Buraya kadar!

Beni başka bir kadınla aldatmış olman değildi asıl sorun. Asıl mesele, bunu acemice saklamaya çalışmanla ilgiliydi güzelim. Fazla hafife aldın ve asıl yanılgıyı orada yaşadın. Ne yani atalarımız gibi harem kuracağını falan mı düşündün? Öyle bir niyetin varsa da benim Hürrem Sultan veya sıradan bir cariye olma hevesim yok şekerim. Geçiniz, geçiniz... kimsenin arkasından ahlanıp vahlanmayacak kadar büyüdüm ve beni başka bir kadın yüzünden ezip geçmene izin veremem...

Dün akşam o sinirle (Evet! Sinirliydim, içimizdeki acı ve sinir uçlarını birbirine karıştırmayalım rica ederim!) kitaplığımı karıştırıyordum da, kim koymuşsa, elime "anne ve bebek" kitabı geçti. Bizim toplumumuzda kız çocuğu; daha erişkinliğe doğru ilk adımlarını attığı sıralarda anaçlığa hazırlanır. İleride yetişkin bir genç kız, daha ileride iyi bir eş ve anne olma fikri çok erken dönemlerde empoze edilmeye başlar. Ve kız çocuk, beyninin bir köşesinde bu olasılığı, gerçekleştireceği zamana dek saklar. "Sanırım annem beni aşılarken, bir yanlışlık yapmış aşı tutmamış. Ya da benim bünyem ne iyi bir eş ne de anne olmaya elverişli değil" diye düşünürdüm. Dün akşam olan oldu. İlk defa anne olmak fikri hoşuma gitti. Bir travma mı geçiriyordum yoksa? (Kesin! Ne de olsa ilk defa aldatılıyordum) Elimdeki renkli baskılı, içi çeşitli fotoğraflarla dolu olan kitaba uzun uzun baktım. Gebe kadınları inceledim, doğum anı fotoğraflarına bakarken içimden bir şeylerin çekildiğini duyumsadım.(henüz öfkem yatışmamıştı ama kitaba bakıp düşler kurmak iyi gelmişti)

Büyümeye yaklaştığım ergenlik döneminde kendime hep şu sözü verirdim "ben asla bir erkekle flört etmiycem. Asla öpüşmiycem ve sevişmiycem. İğrenç bi şi..." tabii öyle olmadı. Sevişmek güzel bir şeymiş. Doğanın insanlara ve tüm canlılara bahşettiği en güzel olay. Kadın olmak da. Bence kadınlık Tanrının bize hediye ettiği yegâne prim. Erkekler adına üzülmüyor değilim. Böyle bir şeyden mahrumlar. Sonradan bunu keşfedip kadın olanları ise tebrik ediyorum. Zararın neresinden dönersen kârdır... Ay o kadar da ciddiye almayın canım! Üzerime çatılmış kaşlarla yürüdüğünüzü görür gibiyim. Hemen alınmayın! (Hele sen, sus!) Şaka bir yana, bu bir tercih meselesidir, ya da varoluşla ilgili bir şeydir. Kişilerin cinsel kimlikleriyle dalga geçmek değil amacım. Bilakis, söz konusu kişisel tercihlerse hepsine ve herkese saygım sonsuz. Anlatmaya çalıştığım kadın olmanın erdemleri... yani, nasıl desem, kısaca "bazı şeyler anlatılmaz, yaşanır..."

Bi bebeğim olsa benim de! Kırk hafta karnımda taşısam. Homini gırtlak canımın çektiğini kilo alma korkusu olmadan yesem. Bebek doğduktan sonra yerleşen kiloyu atmak zor oluyormuş ama olsun, bebeğim doysun da! Bebeğimi doğursam, ciyak ciyak. Şimdi bir sürü yöntem çıktı. Lokâl anestezi bile yapıyorlar. Acı hissetmiyorsun ama her şeyi görüyorsun. Hayır ya, hayır! Ben eski usûl cart diye doğurmalıyım. Acıyı, sancıyı sonuna kadar duyumsamalıyım, bebeğin geliş anını hissetmeliyim.

Bi bebeğim olsa.. minik bir yaratık... tıpkı kitaptaki gibi emzirsem ben onu. O "cok,cok" minik ağzını yapıştırıp çekecek. 'Karnımda yedikleri yetmedi, şimdi de dışarıdan sömürüyor sıpa', diycem, misler gibi kokacak bebişim... ay çok güzeelll.... !

Pardon ya, diğer kadınlardan neyim eksik benim? Neden şimdiye kadar anne olmayı hiç düşünmedim? Çok kızıyorum kendime! Yaşımda geçiyor. Hemen birini bulup çocuk yapmalıyım! (Bu biri sen olabilirdin ama hakkını kaybettin!) Yok ayol; aslında yurtdışına çıkıp sperm bankalarından birinde hesap açtırsam, biyolojime en uygun dondurulmuş spermlerden birini bana satarlar mı? Kız ya da erkek bebek gibi bir seçimim olabilir mi? Kız istersem sarışın; erkek istersem ileride çok yakışıklı bir adam olması için, seksapeli yüksek ve esmer bir adamın spermlerinden bebek sahibi olabilir miyim? Erkek bebekte neden mi ayrıntılıyım? ;

Çünküüü; 'çirkin kadın yoktur, bakımsız kadın vardır' demiş ya Estee Lauder, bu yüzden her kadın erkekleri baştan çıkartacak yeteneğe sahiptir. Doğuştan gelir, yeter ki kullanmasını ve bazı küçük sırları bilsin.(Örnk; rakibem diğer bayan, sevgilimi elimden almakla bunu gayet güzel başarmıştır). Ama bir erkek ancak yakışıklı ve müthiş çekiciyse bir kadını çıldırtabilir?(Genel Yargı, istisna ve kaide olayını atlamayalım). Yanlış anlamayın arkadaşlar kızmanıza hiç gerek yok; feminen düşüncelere sempati duysam da, yazık ki bunlar gerçek.... eh, biraz latife etmiyor değilim, tamam. Doğru ya madalyonun diğer yüzüne bakacak olursak siz erkekler olmasaydınız bizim halimiz nice olurdu?... Yalnız eğilin, eğilin kulağınıza fısıldayacağım -sır-; erkeklerin kadınlardan üstün güçlere sahip olduğu söylenir ya, bu erkek egosunun kendini tatmin için ortaya attığı bir aforizmadır. Yapmayın çocuklar, kadın aklıyla ve cazibesiyle baş edemediğiniz için aslında bizlerin yanında nasıl da çocuk ve savunmasız oluyorsunuz bazen, kabul edin şunu. Hem, mitolojiye şöyle bir göz atın, tanrıçaların hizmetinde olanlar yine önce sizlerdiniz... öyle değil mi?

Anlaşıldı, benim baba adayım sen değilsin! Olamadın üzgünüm. Kadınların dikkatini çekecek kadarsın, gördük. Uzun saçların, atletik vücudun, esmerliğin, yaydığın sıcak elektrik... demek ki bunlar yetmiyor. Bir kadına yetebilir, hattâ bir çok kadına da, ama bana değil... yani benim beynime bir nebze erkek hodbinliği karıştığı için, kadın olmayı çok geç öğrendim, belki ondan. Belki kendi aklıyla başedemeyen bir kadınla, sende başa çıkamayacağını anladığından. Sözlerin de yetmiyor, yalvarmaların, "bir daha yapmayacağım" nidaların... Kıskandığımı, senden intikam almak için "buraya kadarmış, bitti" dediğimi sanıyorsan yanılıyorsun. Zerre kadar kıskanmadım. Hazmedemediğim, kandırılmaktı. Yalan söylemendi. Ha tabii, elbette gözümün içine baka baka "evet yaptım" diyemezdin. 'Suç üstünde yakalansan bile inkar edeceksin' mantığıyla bunu söylemeni beklemiyordum. Sadece olayı ben deşifre ettikten sonra susman gerekiyordu, yalvarıp ağlamak sana yakışmıyor, çirkinleşiyorsun, küçülüyorsun. Hem madem o kadar seviyordun neden ben senin yolunu gözlerken sen başkalarına da ihtiyaç duydun? Çok mu gerekliydi?
-"Yetersiz olan ben miyim ?"
-Olabilir.

Beni böyle sevmeyi öğrenmeliydin. Doğrularımla, hatalarımla, çocukça ve şımarık yanlarımla, olduğum gibi kısaca. Ama sende o erdem nerdeee? Di mi? Ben evlenmek değil, bir çocuk sahibi olmak istiyordum. İstersen sonra gidebilirdin, ben ona tek başıma da bakabilecek güçteyim. Seni seviyordum, olduğun gibi, kendin gibi. Ve senden bir çocuk sahibi olmayı bile düşlemiştim işte, görüyorsun. Neyse ki sadece düşlemişim, iyi ki niyet etmemişim. Maskelerin düştü kovboy, köpeğini ve atını alıp çekilebilirsin...

Zeycan Irmak

Yukarı

 PASTORAL EFEMER : Zeki Yıldırım


KARTALLAR YÜKSEKTEN UÇAR

Czardas Monti'yi dinlerken, hakim ses kemanın notalar arasındaki gizemli iniş-çıkışları çoğul içinde tekilin baskınlık serenadını vurgular gibiydi. Siyahlar içinde beyaz olmak değilse bile, çoğul içinde baskın bir tekil olmak, ikibin metre yükseklikte direngen bir ardıç ağacı olmak, zirvelerde yalnız bir kartal olmak nasıl bir duygudur ? Bunu sadece yaşayanlar bilir, bizler sadece basit düşünce düzeyimizle, dar ufuklarımızla onlar için fikir yürütebiliriz.

Demem şu ki, yolunuz düşerse eğer Ankara-İzmir yolu aracılığıyla Isparta'ya gelirseniz, oturduğunuz yere göre sol tarafta üniversite arazisinin bittiği yerde küçük bir tepe göreceksiniz. Hele mart aynın sonunda gelirseniz tepenin size beyaz, yeşil, mor, pembe ağırlıklı bir renk harmonisi sunacağı garantisini verebilirim. Çünkü o tepede yüzlerce badem ağacı sizi gelişinizi beklemekte ve sizi bu güzel ziyaretiniz için kutluyor olacaktır. Badem ağaççıkları demek daha doğru olabilir belki, çünkü daha fazla boy atmayıp, kalınlaşamadılar. Bu manzarayı gördükten sonra, ister istemez güzel bir ağaçlandırma diyeceksiniz, beklide kimler yaptıysa içten bir minnettarlık besleyeceksiniz, tıpkı benim hissettiklerim gibi. Belki asıl minnettarlığınız ve hayranlığınız bütün bunların aslında bir kişinin çabaları sonucu oluştuğunu duyunca gerçekleşecektir. Bu kişi köye tayin olmuş ve burada yıllarca sayısız fidan yetiştirmiş bir öğretmendir. Akbabaların çoğu daha büyük ve yırtıcıdırlar ama kartallara benzemezler.

Isparta'yı bu hoş duygularla tamamladınız ve Konya yolunda ilerlemeye başladınız. Yaklaşık yirmi beş kilometre sonunda sol tarafta inanılmaz güzellikteki bir göl size göz kırpacaktır hem de masmavi gözleri ile. Siz o mavi gözlü genç ile bakışmaya devam ederken sağ tarafınızda yemyeşil bahçelerin serin esintisi yüzünüzü okşayacaktır. Çoğunlukla elma ağaçlarından oluşan bu cennet parçası, Türkiye'nin elma bahçesi ya da deposu olarak adlandırılsa, hiçte abartılı olmaz. Hani şimdi bol sulu, patır patır, güzel mi güzel, tatlı mı tatlı, içinde çokça vitamin saklı elmalar görüyorsunuz ya kesin bu bölgede yetişmiştir. Gözlerinizi alan sadece elma ağaçları olmayacağı da bir sürpriz olmasın, çünkü bu civar köylerde son model lüks arabalarla villa tipi evlerin çokluğu da merakınızı uyandıracaktır. Ama çok fazla düşünmeyin, bütün bunlar hep elma ağaçlarının getirileridir.

"Peki, bu elma ağaçları buranın hep değişmez aksesuarlarımıdır ?" diye soruyorsunuz, cevabımız "kesinlikle hayır !!" dır. Çok değil, en fazla kırk yıl önce bu topraklarda sadece belli sayıda kuş bulunmakta, kervanlar ara sıra geçmektedir. İnsanların çoğu, bölgenin en yoksul insanları olarak bilinmektedir ve çoğunlukla köy köy gezip incik boncuk satan çerçicilik işiyle uğraşmaktadırlar. Bir gün idealist bir ziraat teknisyeni bölgeye tayin olur. Bu genç adam toprakları inceler, su potansiyeline bakar, rüzgar durumunu gözler ve buna benzer parametreleri de hesaba katarak bölgede elma yetiştiriciliğinin uygun olacağına karar verir. Karar vermesine verirde, bölge insanı buna inanırlar mı? Kesinlikle inanmazlar, derler ki "Bütün bunlar bir hayal, senden önce nice teknisyen geçti buralardan. Şimdi sen onlardan çok mu akıllısın yani ? Tipin de zaten biraz kayık gözüküyor" derler. Einstein "Ön yargıyı yıkmak, atomu parçalamaktan zordur" dese de hikayenin sonunu tahmin edebilirsiniz. Akbabalara benzemeyen kartallar, kargalara hiç benzemezler.

Bu cennet elma bahçelerini de geçtiniz, bir müddet sonra sarı bir levha üzerinde "Antiokya" yazısını göreceksiniz. Şimdi "bunu da birimi yaptı" diye sormayınız lütfen. Belki buranın inşa ve gelişiminden yüzlerce kişi sorumludur ama buranın gün ışığına çıkmasında yine buraya atanan idealist bir müze müdürünün sabır yüklü hayalleri, etkinlikleri vardır. Gecelerini, gündüzlerine katan bu idealist adam, şimdilerde ikinci bir Efes yaratma çalışmalarının baş aktörüdür.

Yolunuzu biraz uzun tutarsanız bozkırın ortasına kurulmuş Konya iline varacaksınız. Orada sizi çağların gerisinden, çağlar ötesine taşıyan bir insan karşılayacaktır. Orada hümanizma ve insan sevgisinin sınırlarını anlayabilmeye çalışan dağarcığınız ile sıkıntıya düşeceksiniz.

Yolculuğu sürdürebiliriz, Akşehir'e geçip Nasrettin Hoca'yı selamlayabiliriz. Oradan Eskişehir'e yaklaştıkça Yunus bizi bağrına basacaktır. Bu yolculuğumuz günlerce, anımsadığımız tekillerimiz ise yüzlerce olabilir. Çoğul içinde baskın tekil olan insanlarımız bize her zaman olumlu örnek olmayı sürdürmektedirler. Oysa biz, onları böylesine güçlü yapan nedenleri anlamaktan ne kadar uzağız. Ama çıkış noktaları ile varış noktaları arasındaki en kısa çizginin ne olduğunu tahmin edebiliriz. O hepimizin çoğunlukla kaybettiği, gerçeğini bulmaya çabaladığı "sevgi"'dir. Hani şairin "Dünyayı güzellik kurtaracak, bir insanı sevmekle başlayacak her şey" dediği gibi. Onları erişilmez kılan nedir sorusunun tek bir yanıtı vardır sanırım "kartallar hep yükseklerde uçarlar" olacaktır.

Zeki Yıldırım
zekiyildirim@kahveciyiz.biz

Yukarı

 Güller ve Dikenler : Hülya Ateş


SU PERİSİ VE YEŞİL GÖZLÜ SARMAŞIK

Fırtınalı bir geceydi , rüzgar ilk defa böyle feryat figan bir besteyi mırıldanıyordu.Yüzyıllardır bir zerre yağmur düşmemişti bu ülkeye , gerçekten yeşili bulabilmek çok zordu.Bir Su Perisi şaşardı bu ülkede o da yüzyıllardır suya hasretti içinde tek bir damla suyu kalmıştı tek bir damla enerjisi belki de onu da yitirirse diğer tüm periler gibi toprağa karışacaktı...........

Dünya üzerinde tek kalmıştı , yapayalnız ,oysa çevresinde bir çok varlık vardı ; ağaçlar , yapraklar ,börtü böcekler ama nedense onların hiç birini sevmiyordu , sevemiyordu ve hep diyordu ki:
_acaba ruhumun eşi nerede?

Yapayalnız kalmıştı ,avare dolaşıyordu yüzyıllarca bu ülkeye tekrar yağmuru getirmek ve her yanı yemyeşil yapabilmek için uğraşmıştı."belki" diyordu "belki tüm kötülükler toprağa karışır tüm varlıklar tüm canlılar birbirlerini anlamaya çalışıp birbirlerini severler." Bu amaç bu hayal uğruna katlanabiliyordu ancak bu alemin tüm pislik ve çirkinliklerine.Gene yollardaydı bu gece yürüyordu en yükseklere çıkmak için , kafasında bu fikirler birbiri ile çarpışırken fark etmeden adımları hızlandı , koşmaya başladı amacına ulaştığını hissediyordu yavaş yavaş, fakat rüzgar yüzünü dövüyor , dallar kollarına çarpıyordu sanki bir şeyler onların iyiliği için koştuğunu bile bile onu engellemeye çalışıyordu...Böyle delice nereye gittiğini bilmeden koşarken ayağı bir şeye takıldı ve birden yere yığıldı , dönmek istemedi ardına bir kere olsun kendini düşünmek ve yoluna devam etmek ,amacını gerçekleştirmek istedi ama yapamadı , yapamadı......

Arkasını dönüp baktığında , yeşil gözlü bir Sarmaşık gördü Su Perisi, o an içine sıcak bir şeylerin aktığını hissetti, çözümleyemedi bu hisse bir anlam veremedi biraz yaklaştı "neden?"dedi.
_neden engelledin beni , ben gökyüzüne ulaşacaktım ve yağmuru yeryüzüne indirecektim.İnsanların ve canlıların yüreklerine suyu ,sevgiyi getirecektim neden yaptın neden yolumu kestin?
Başı önünde susuyordu yeşil gözlü Sarmaşık"neden" diyordu tekrar tekrar Su Perisi ,yeşil gözlü Sarmaşık garip bir müphemiyetle o esrarlı sukutun içerisinde başını kaldırdı , o yemyeşil gözleriyle Su Perisinin gözlerine baktı, gözlerinin içine ,en derine kadar akıttı gözlerinin yeşilini Sarmaşık..... Dayanamadı Su Perisi bu sevginin gücüne daha fazla dayanamadı yığıldı kaldı oracıkta.Uyandığında başındaydı yeşil gözlü Sarmaşık öylece durmuş , Su Perisini izliyordu,uyandığını fark edince :
_böyle olsun istemezdim yüzyıllarca ben hep seni izledim , hep seni bekledim , sen uzun zamandır ilk defa bu yoldan geçtin, seni çok bekledim çok sevdim ama sen beni fark etmedin bile...
şaşkındı Su Perisi hayallerine ulaşmaya çalışırken bu yoldan gitmek hiç aklına gelmemişti ve Sarmaşığı da hiç fark etmemişti. Oysa ne garip şimdi bu yoldan geçtiği için çok mutluydu , hayallerini unutmamıştı ama artık ulaşmak içinde çok fazla uğraşmıyordu çünkü Sarmaşığın kendisini gerçekten sevdiğini hissetti ve bu nedenle hep onun yanında kalmaya karar verdi.Aradan günler geçti fakat Sarmaşık hiç uzamıyordu ,dalları yeşillenmiyordu bir gün dayanamadı Su Perisi bunun nedenini Sarmaşığa sormaya karar verdi:
_Sarmaşık neden dalların ve yaprakların uzamıyor senin?
_Yüzyıllardır bu ülkede yaşıyorum ama hiç uzayamıyorum eskiden sana ulaşamadığım için bunu çok dert ederdim ama artık sen varsın , yanımdasın , sana ulaştım ne önemi var ki bundan sonra dalların yaprakların, sen benim her şeyim olur musun çünkü seni seviyorum?
_Olurum çünkü bende çok mutluyum seni çok seviyorum Sarmaşık...

sarmaşık sevdiğini söylerken biraz buruktu çünkü Su Perisinin kendisini sevebileceğine inanamıyordu "belki de bir gün beni bırakıp hayallerinin peşinden " gider diye kendi kendini yiyor bu duygularla Su Perisini de çok üzüp ona kötü davranıyordu.Bir gün yine bu karmaşık düşüncelerle Su Perisine açıldı:
_Seni seviyorum ,sen benim Perim, sen benim gerçeğim ,sen benim tek hayalimsin ve ben sana bu sevgimi anlatmaya kelimeler bulamıyorum yavaş yavaş kendimi yitiriyorum..
Bende seni sevdim , seviyorum da hala neden anlamıyorsun neden inanmıyorsun bana ?
_Çünkü sen beni hiç öpmüyorsun sevsen öperdin !
_Yapamam ,ne olur isteme bunu benden
_Ama nenden niçin yapamazsın?
_Anlatamam anlayamazsın , inanmazsın.!

Bu konuşmanın ardından yeşil gözlü Sarmaşık günden güne eriyor, gözlerinin yeşili soluyor ,Su Perisine duyduğu sevgiyle uzayan yaprakları solmaya başlıyordu , Su Perisinin aşkına artık inanmıyor ve buda onu öldürüyordu.Onun bu halini gören Su Perisi çok üzülüyor "nasıl" diyordu "nasıl onu nasıl sevdiğimi anlatsam,gözlerine baktığımda bana olan sevgisini yürekten hissettiğimi ,gördüğümü ona nasıl göstersem?"diyordu "onun aşkının içimde bir kor olup yüreğimi deldiğini , gözlerine bakamadığım,sesini duyamadığım her an nasıl kanadığımı nasıl anlatsam"derken aklına bir şey geldi , onu böyle görmek Su Perisine ne kadar çok acı veriyordu bu acı ile yaşamaktansa ona sevgisini ispatlamak ve onu son kez mutlu görebilmek en iyisiydi.Bunları düşündü ve yeşil gözlüsünün yanına gitti, ellerini avuçlarına aldı , yemyeşil gözlerine baktı, doya doya baktı bu defa korkusuzca , bir an içi ürperdi çünkü belki de bir daha o gözleri göremeyecekti.Sanki o an tüm dünyası yem yeşil olmuştu , hayallerini ,amaçlarını anımsadı sonra "dünyaya yağmuru getirip tüm ülkeyi yeşile kavuşturmak"Belki ülkeyi , dünyayı yeşile kavuşturamamıştı onun bütün dünyası yem yeşil olmuştu , bir çift yeşil göz sarmıştı her yanı ve SU PERİSİ , YEŞİL GÖZLÜ SARMAŞIĞI öpmüştü ilk defa !

Ve yeşil gözlü Sarmaşık Su Perisinin aşkına inanmıştı bu aşkın enerjisi ile fark etmeden Su Perisinin can suyunu , kuruyan dallarına , yapraklarına tüm bedenine çekmişti.Yavaş yavaş dalları uzamaya başlıyordu Sarmaşığın.Su Perisi ise toprağa karışıyordu o an son bir şey söyledi Su Perisi , yeşil gözlüsüne ve sır çözüldü:
_Ben seni gerçekten sevdim ve sen benim ruh eşimdin!
Bu dünyada ki ruhumun eşiydin.Artık korkmuyorum !
Çünkü ; sen yaşadığın sürece benim sihrim , sende yaşayacaktır.Ben yok olsam da can suyum ,Sarmaşığın bendenin de yaşacaktır

Yazan : Su Perisi
Okuyan : Yeşil Gözlü Sarmaşık


Hülya Ateş

Yukarı

 Kahvecigillerden : H.Anıl Analan


Fok Burnu'nda Sülünes Düşleri

25 Aralık 2004-Pazar , Yeni Foça/İzmir.

Saat sabahın 06:00'ını gösteriyordu.Uykusuzluğum iyice ayyuka çıkmıştı.Bir daha ne zaman uyurum bunu kestiremiyordum.

Bilgisayarımı kapadım ve gidip T.V. izlemeye karar verdim.T.V.'de , Çanakkale'de yapılan Anzak şafak töreninin canlı yayını vardı , mayhoş bir halde , soğukta üşüyen insanları izledim ve biri Çanakkale ile ilgilenen diğeri de üniversiteyi bile orada bitiren iki sıkı dostuma kısa mesajla bu haberi ilettim , iletim raporu gelmedi ne yazık ki.Zaten mesajları yazmayı bitirip kafamı kaldırdığımda saat 06:30'du ve tören de sona ermişti.Yine de , ne olursa olsun , ta Avustralyalardan insanlar gelmişler orada soğukta ve ayazda hazırolda duruyorlar , siz iki Çanakkale sevdalısı dostum uyuyun , olacak iş mi?Halbuki ben , o töreni izleyerek , o dakika itibariyle tarihe geçmiştim.

T.V.'yi kapadım ve odama çıkıp üstümü değiştirdim , aileme de , uyanınca beni görmedikleri zaman şaşırmamaları için bir not bıraktım.
06:40, dışardayım , hava yarı aydınlık , kimseler yok , amacım , gazete bayiine gidip günün gazetesini almak , ardından da güneşi , denizi vs. izleyip coşmak.

Sakince yürüdüm bomboş sokaklarda.Benden başka kimse yoktu etrafta , ancak fırının önünden geçerken bir kaç insana rastladım , onlar da fırıncı zaten , iş icabı , benim gibi uykusuzluktan değil.

Sonunda gazete bayiine yaklaşmıştım.Uzaktan şöyle bir baktım ve yerde duran gazete yığınlarını gördüm , bayiiye bakan esnaf kimse henüz gelmemişti , ben de oradan transit geçerek sahil şeridine doğru yürüdüm.

Eski ve genelde çift katlı olan binaların arasında ilerlerken bir yandan da o zafer anını , yani denizi göreceğim anı bekliyordum.Yaklaştıkça denizin üzerinde bir sis tabakası olduğunu farkettim.Saat 07:05.

En sonunda deniz kıyısına varınca , uzaktan gördüğüm sisin ürkülecek düzeyde olmadığını anladım çünkü deniz tüm ihtişamıyla bana kendisini gösteriyordu , masmavi , berrak ve çarşaf gibi dümdüz ...

Adımlarım beni her seferinde ezbere gittiğim bir yere götürüyordu , burun ucuna.

Buranın denizi soğuk olduğundan , bir rivayete göre , foklar buraya gelirlermiş.Hatta burun ucuna giden yol üzerinde bir çift de fok heykeli var.Ben bu burun ucuna kendimce "Fok Burnu" diye isim koydum.Oralarda hiç fok görmediğim ise bir gerçektir.Heykel dışında.

Fok Burnu , 07:15.

Sakince yol kenarındaki beton çıkıntının üzerine oturdum ve aniden sıçradım.Anahtarlığımın arka cebimde olduğunu unutmuştum.Onu oradan alıp , montumun iç cebine koydum.
Aynı iç cepten bir sigara çıkardım ve içmeye başladım , bir yandan önümde hafif hafif salınan denizi izleyerek.

Deniz o kadar berrak ki , çıplak gözle içinde ne var ne yok görürsünüz.Sigaramı içerken bir yandan da balıkları izliyordum , hava hala yarı aydınlıktı.

Derken gözüm balıklardan kaydı ve hemen 45 - 50 cm. aşağımda duran sülünesleri gördüm.
Sülünes , buradaki balıkçıların bilmemkaç milyon liraya sattığı bir balık yemidir.Yemden ziyade kendisi bozunmaya uğramış bir çeşit deniz kabuklusudur.Midyenin parmak şeklinde olanıdır.Tüm bunları , geçen yaz babamla birlikte burada balığa çıktığımızda öğrendim.O sıralar da tarihe geçmiş olmalıyım.

Sülüneslere baktım , etrafıma baktım , kimseler yoktu.Sülünesler orada "gel bizi al" diyorlardı bana.Eh kıyafetlerim müsait değildi ama bu davet o an için çok baştan çıkarıcı geldi , sanki bir deniz kızı görmüştüm , halime bak , altı üstü iki tane kabuklu!

Ne olduysa oldu , tüm giysilerimi çıkardım ve suya daldım , suyun dibindeyken beton çıkıntının üzerinden sarkan eşyalarımı gördüm , komiğime gitti.
Sülünesleri bir bir toplamaya başladım.Oradaydım ve çırılçıplak.Her an birilerinin gelebilme olasılığı , o an içinde olduğum denizden çok daha sığdı bana göre.

Sülünesleri alırken onları nerede biriktireceğimi bilemedim veya karar veremedim , yeterince biriktirince hepsini attım ellerimden.

Sonra sülüneslere dalmış olan gözlerimi gökyüzüne diktim.Hava hala yarı aydınlıktı.Gökyüzünü bulutlar kaplamıştı , aynı pişmaniyeye benziyorlardı.Güneşi göremiyordum.Sol gözümü kapatıp sağ gözümle baktım ve birden yakınlaştılar , ellerimi uzattım sonra onları güneşi bulmak üzere avuç avuç yemeye koyuldum.Birden herhalde güneşe çok yakın bir yerden bir bulut yemiş olacağım ki elim yandı ve sıçradım.
Sol gözümü de açtım ve görüntünün iyice durulmasını bekledim , görüntü iyice durulunca elimdeki sigaranın kısalmış ve elimi yakmış olduğunu farkettim.

Etrafta hala kimseler yok.Saat 07:20

Gözlerim bu sefer de sağ yanımda yükselen bir dağa takıldı.Uzaktan , dağın ağaçsız kısımları koyu turuncu ile açık kahverengi renkte , bana safranbolu lokumunu hatırlattı , çifte kavrulmuş.
Sol göz kapandı ve sihirli sağ göz devreye girdi , sağ elimi uzattım , birden dağ avucumun içinde bitti , sol elimle bir bir kopartıp yemeye başladım ama ben kopartırken yola yuvarlanan küçük kırıntılar canımı sıktı ve bir tane daha alıp yemeyi bıraktım.

Nikotin krizi.Saat 07:25.

İç cebime hamle yapıp ikinci sigaramı aldım.Sigaramı yakarken sol gözüm de açıldı ve dağ uzaklaştı.Hava biraz aydınladı.

Ayağa kalkıp somurtkan yüz ifademi de takınıp gazete bayiine doğru yürümeye başladım.Üstüm kupkuru , ellerim tertemiz.

Somurtkan yüz ifadem ve ben , beldenin iç kısımlarına yaklaştıkça insanlar gördük , ilk gelen , orta yaşlı bir adam , sokağı dört kez kutsadı , "harrrk tuuu" diye giden bir melodi eşliğinde.

Gazete bayiine 30-40 m. kala , yolda bir martı kahkahası duyduk.Ardından karşıdan gelen üç orta yaşlı kadını gözümüz ısırdı ama onları tanımıyorduk , sadece önceden bir çok defalar yine bu mesafelerden görmüştük. Kadınlar tam yanımızdan geçerken içlerinden bir tanesi sesini bizim duyacağımız kadar yükseltti ve "bu bizim martı" dedi.Bunun üzerine biraz gülecektik ama somurtkan yüz ifadem buna izin vermedi ve daha sonra duymamış gibi yaparak oradan hızlı adımlarla gazete bayiine gittik.

Gazeteci adam oradaydı , somurtkan yüz ifadem hemen gitti , yerine normal yüz ifadem geldi.
Gazetemizi aldık ve arkamızı dönüp evimize giderken hemen karşımızdaki dükkandaki "Balık yemi , sülünes bulunur"yazısı , normal yüz ifademi , gülen yüz ifademle değiştirdi.

Saat 07:50 .

Odamda , montumu giymiş sandelyemde otururken buldum kendimi.Kültablamın yanında yanmış bir sigara filtresi ve içinde bitmeye yakınlaşmış tüten bir sigara vardı.Bilgisayarım hala açıktı.Elimde de bir post-it vardı , üzerinde "gazete almaya gidiyorum" yazıyordu.

Bitti

H.Anıl Analan

Yukarı

 Oğlum ve Ben : Burcu Künteci


KEDİLER SİMİT SEVMEZ

Ve bu da tecrübeyle sabittir.

Bir gün okul dönüşü yürürken, bir çöp kutusunun yanında üç-dört tane kedi gördüm. Acı acı miyavlıyorlardı. Aklıma çantamdaki simit geldi. Çıkardım küçük küçük parçalar halinde kedilere vermeye başladım. İlk parçayı bir tanesi kaptı kaçtı; diğerleri de onun üzerine atladı. Ben de onları aynen oğlum bir yaramazlık yaptığında kullandığım ses tonuyla uyardım: "Çok ayıp. Kavga etmeyin, bende daha simit var hepinize yeter. Sıranızı bekleyin." Bu arada öteki kedilere de simit verdim beğenmediler. "Beğenmediniz mi? Üzgünüm, yanımda başka bir şey yok" diyerek konuşmaya devam ettim. Kedilerle muhabbeti ilerletince dalıp gittiğimi, yanımdan geçenlerin bana acayip acayip baktığını sonradan fark ettim. Kediler simiti beğenmemişti bende de verecek başka bir şey yoktu, yoluma devam ettim.

Geçen akşam, bir kedi balkonumuzun önüne gelip içli içli miyavladı. Biz çay içiyorduk, oğlum da yemek yiyordu sözüm ona, sürekli oturup kalkarak. Önce oğlumun yemediği köfteden kalanları verdim, yalayıp yuttu. Sonra aklıma sabah aldığımız poğaçalar geldi. Biraz koparıp verdik. Neredeyse havada yakalayacaktı. Böyle böyle 2 poğaça yedi. Onlar da bitince ekmek attık önüne, şöyle bir kokladı, beğenmedi, kafasını çevirdi. Kahvaltıdan kalan sosisleri verdik onları da beğenmedi ve koklamaya bile tenezzül etmedi. Az çok karnı doymuş olarak yattı uyudu.

Ertesi sabah kahvaltı ederken, kedimiz yine balkonumuzun önüne teşrif etti.Miyavladı. Oğlum kediye bayıldı. Kahvaltı unutuldu ailecek kediye beğendirecek bir şeyler bulmaya çalıştık. Verdiğimiz simitleri beğenmedi. Ben de kedilerin simit sevmediğine iyice kanaat getirdim.Oğlumun önerisiyle kedinin adı "Reçel" oldu. Dünden kalan börekleri afiyetle yiyen Reçel, yine balkonun önüne yatıp uyudu. Oğlum buna çok sevindi.

Reçel artık bizim balkon önü kedimiz oldu. Her balkona çıktığımızda oğlum "Receeeelllll, Receeeeelllll" diye avazı çıktığı kadar bağırıyor ve Reçel de hemen koşup geliyor. Beraber, her şeyi beğenmeyen aç ama gururlu ve seçici kedimize bir şeyler bulmaya çalışıyoruz. Bazen oğlum normalde yemediği, sevmediği şeyleri bile kediye değil kendi ağzına atıyor. Oğlum yeri geldiğinde kediyi bile kıskanıyor. Bazen Reçel yalnız gelmiyor, arkadaşlarını da getiriyor, balkonun önünde 4-5 kedi birden toplanıyor.

Reçel'imiz en çok oğlumun dikkatini çekmek gerektiğinde işe yarıyor. "Oğlum, bak Reçel gelmiş" dediğimde yaptığı en keyifli yaramazlıkları bile unutuyor. Gözümün içine baka baka yapraklarını kopardığı çiçekleri ya da çiçeklerin avuçlayıp avuçlayıp yere attığı topraklarını bırakıp balkona koşuyor.

Kedileri zaten seviyordum ama şimdi bütün yaramazlıkları unutturma gibi yeni ve yararlı bir yönlerini keşfettiğimden beri daha da çok seviyorum.

Sevgilerimle....

A.Burcu Künteci

Yukarı

 Café d'Istanbul par Mustafa Serdar Korucu


Merhaba,

Bugün sizlerle ilk olarak dünyaca ünlü efsane grup Santana'nın koleksiyoncular için özel hazırladığı "Ceremony"i, ardından masalsı anlatımıyla insanı içine çeken "Cesaretin Var Mı Aşka?"yı ve son olarak Ege mutfağının İlkbahar - Yaz tatlarını anlatan "Mutfakta Dört Mevsim: İlkbahar - Yaz"ı paylaşacağım.

Keyifle dinlemenizi, izlemenizi ve okumanızı dilerim.

CEREMONY / SANTANA :

Günümüz müzik anlayışında çok büyük yer tutar sentezler. Kaliteli yapıldığında mükemmel bir tat veren ancak kötüsüne tahammül edilemeyen ve usta bir aşçı titizliğinde yapılması gereken bir tarzdır bu.

Blues, rock ve Latin müziğini harmanlayarak, yıllardan beri mükemmel bir sentez yaratan ve kendine sadık bir hayran kitlesi oluşturan ender gruplardan biridir Santana. Bu grubun önemli bir yanı da gitarıdır sevenlerinin gözünde. Her gitarın teline basışı ayrı anlamlar katar onlar için. Böylesine özel ve sıra dışı bir gruptur Santana. Geçmişten gelen, günümüzde popülaritesini kaybetmemiş ender rastlanır türdendir. İşte bu grubun son çıkarttıkları albümleri "Ceremony" ise koleksiyoncular için özel bir albüm aslında. Dünyada sadece 100,000 adet basılmış olan "Ceremony" bir best of albümü olmaktan öte 1999'da çıkarttığı "Supernatural ve 2002'de piyasaya sürdüğü "Shaman" albümündeki parçaların yeni versiyonlarıyla, remikslerinden oluşuyor.

"Supernatural" ile bizleri mucizevi güçlerin diyarına götüren Santana, son olarak "Shaman" albümüyle gitarını Orta Asya'ya çevirip dinleyenlerini Türkler'in eski dini "Şamanizm"in mistik sınırlarına sürüklüyordu. Dünya çapında 30 milyonluk bir satış yakalayan ve bir düzinenin üzerinde Grammy ve Latin Grammy'si kazanan "Shaman" ve "Supernatural" albümleri eleştirmenlerce Santana'nın diskografisindeki en önemli albümler olarak nitelendirildiler çoğu zaman.

Shaman albümünden "Foo Foo", "Victory Is Won", "Why Don't You & I" ile Supernatural albümünden "Smooth", "Maria Maria" ve "Primavera"yı bulabileceğiniz bu albüm daha önce hiçbir yerde dinleme şansınız olmayan beş yeni Sanata şarkısını da içeriyor.

Eğer Santana'nın sadık bir dinleyicisiyseniz bu sınırlı sayıda basılan albümü tükenmeden almaya çalışın.

CESARETİN VAR MI AŞKA? (JEUX D'ENFANTS) :

Herkes çocukluğunda mutlaka bazı oyunları oynamıştır. Ancak bir oyun vardır ki o çocukluktan gençliğe geçişte pek çok kişide önemli izler bırakır: Cesaret oyunu. Bu oyunla arkadaşlar birbirinin cesaretlerini ölçerler ve daha yakından tanıma olanağı bulurlar.

Julien ve Sophie iki küçük çocuktur. Julien'in annesi kanserdir ve ölmek üzeredir. Sophie ise göçmenliğin zor koşulları ile mücadele etmektedir. Yaşlarından daha ağır yükleri omuzlarında taşımaya çalışan bu çocuklar cesaret üzerine kurulu bir oyunla arkadaş olmaya başlarlar. Oyunda sırasıyla her biri ötekine yapamayacağına inandığı zorlu görevler vermektedirler ve bu sayede birbirlerinin cesaretlerini sınamaktadırlar. Bu görevlerin zorlayıcı olmasıysa oyunun en etkileyici bölümüdür tabii ki. İki çocuk kendilerini bu oyunun kışkırtıcılığına kaptırırlar zamanla. Oyun sürdükçe çocukların arasındaki arkadaşlık da artacaktır. Aralarına giren bütün sıkıntılarsa oyunun küçük engelleri haline gelecektir. Geçen zamanla aralarındaki arkadaşlığın yanında asla dile getiremedikleri bir duygu da gizli gizli yeşermeye başlayacaktır: Aşk. Ancak Julien ve Sophie'yi bir araya getiren bu oyun aslında onların yeni tanıştıkları bu duyguyu yaşamalarına engel olmaktadır. İki gencin artık en cesaret gerektiren görevi herşeye hatta oyuna karşılık aşklarını yaşamayı öğrenmektir. Bugüne kadar karşılaştıkları en zor görevlerden bile daha çetin olan bu konu karşısında ikili ne yapacağını bilmemektedir...

Yönetmenliğini Yann Samuel'in üstlendiği "Cesaretin Var Mı Aşka?", "Amélie" benzeri Fransız romantizminin masalsı anlatımına sahip. Bu saf aşkı siz de onlarla birlikte paylaşmak istiyorsanız bu film tam size göre.

İLKBAHAR - YAZ MUTFAKTA DÖRT MEVSİM / GÖKÇEN ADAR :

İnsanın sanata dönüştürmeyi başardığı ender içgüdülerindendir yemek yemek. O kadar önemsemiştir ki insan bu güdüsünü, onun için şiirler yazmış, en özel tatlara ulaşmak için dünyanın diğer ucundan baharatlar getirtmiştir. Ve tabii ki bulduğu eşsiz lezzetleri sevdikleriyle paylaşmak için tariflere dökmüştür zaman zaman. Bu açıdan bakarsak yemeğin sanattan da öte sosyolojik bir fenomen olduğunu, paylaşılan yemeğin insanlar arası bir bağ oluşturduğunu kavrayabiliriz.

Geçen yaz başlayıp kış - sonbahar sezonu boyunca da etkili olan birbirinden güzel biyografi kitaplarının ardından şimdi de sıra yemek kitaplarında. Yazarlar teker teker okuyucularıyla sevdikleri tatları, ait oldukları yörenin lezzetlerini paylaşıyorlar bu yaz. Gökçen Adar da katılıyor bu yazarlar kervanına. Otlar üzerine derin bir araştırma yapan Adar, bu birikimine çocukluğunda tanıştığı Ege mutfak kültürünü de ekliyor ve ortaya "Mutfakta Dört Mevsim" serisi çıkıyor. İçinde bulunduğumuz dönem itibariyle serinin ilki de "İlkbahar - Yaz" üzerine oluyor haliyle.

Adar kitabıyla bizi tanıdığımıza inandığımız ancak aslında unutulmaya yüz tutmuş zengin bir mutfak kültürüne çekiyor. İçine sarımsaklı yoğurt konulan dürümlerden otlu keke, Ege'nin vazgeçilmez balık kültüründen mayıs ayında mis gibi kokan gül yapraklarından yaptığı tatlılara kadar her şey bulunuyor bu kitapta. Eğer siz de benim gibi Ege mutfağına düşkünseniz bu kitap kaçırılmaz.

http://www.kmarsiv.com/cafe.asp

serdar@kahveciyiz.biz

Yukarı

 Milenyumun Mandalı : Sait Haşmetoğlu


Milenyumun Mandalı

Editör'den Önemli Not:Sevgili Sait Haşmetoğlu'nun e-romanı görsel öğelerle süslendiğinden, aşağıdaki adresten tek tıklamayla zevkle okuyabilirsiniz. Üşenmeyin... Tıklayın... Ayrıca bugünden itibaren duygu ve görüşlerinizi yorum olarak yazabilirsiniz.
http://www.kmarsiv.com/xfiles/mandal_1.asp

Devamı yok. BİTTİ

hasmetoglu@kahveciyiz.biz

Bu romanı arkadaşına önermek ister misin?

Rating: 8,588,588,588,588,588,588,588,588,58
              444 Kahveci oy vermiş.
58261 Yorum var. Yorum Yaz / Oku

Yukarı

 Dost Meclisi


CEZAM

Eli kulağında, birazdan gecem seslenecek " Haydi uykuya". Sesi annemi hatırlatacak derinlerimde bir yerlerde. Bahaneler bulacağım kendimce, "sütümü içmedim daha"...

Ama gecem, annem kadar şefkatli davranmayacak bana, "Cezalısın" diyecek. Cezamsa biliyorum yine seni düşünmek olacak.

Önce bir bir aklımın süzgecinden geçecek sana dair yaşattığım anılarım. Her sözünde, ben hep gözünde bir umut arayacağım, olmayacak. Beni "sevip-sevmediğin denklemini" çözmeye çalışacak aklım. Bir bilinenle, benim seni sevdiğim gerçeğiyle, senin beni sevip-sevmediğini çözmeye çalışacağım, olmayacak...

Dayanmayacak kalbim, uyumak isteyeceğim, "cezan dolmadı" diyecek gecem, olmayacak...

Ama, emin ol, bir gün bende sütümü vaktinde içip yatıcam. Seni unutacağım! Olacak!

Şaban Emeklioğlu

<#><#><#><#><#><#><#>

Kahve Molası, siz sevgili kahvecilerden gelen yazılarla hayat bulmaktadır.
Her kahveci aynı zamanda bir yazar adayıdır. Yolladığınız her özgün yazı değerlendirilecektir.
Kahve Molası bugün 4.408 kahveciye doğru yola çıkmıştır.

Yukarı

 Tadımlık Şiirler


GİDİŞ DÖNÜŞ ŞİİR

Rüzgarla salınan karanfil
Yelkenle salınan tirhandil
Senin gelişin

Antik heykelin suskunluğu
Küçük kızların küskünlüğü
Senin duruşun

Kuşun birden kanat çırpışı
Uçurtma ipinin kopuşu
Senin gidişin

Yine gel.
Ben yine buradayım
Gölgesiyim güneşin...

Armağan Konyalı

Yukarı

 Biraz Gülümseyin




Adam olacak çocuk...

Yukarı

 Kıraathane Panosu



FOTOGRAF SERGİSİ

"VAHŞİ YAŞAM" SÜHA DERBENT
8 MAYIS - 4 HAZİRAN 2004

FOTOTREK NIKON FOTOGRAF MERKEZİ, 8 Mayıs - 4 Haziran
tarihleri arasında, hayvan davranışları üzerine fotograf çalışmalarıyla tanınan Süha DERBENT'in "VAHŞİ YAŞAM" isimli sergisine yer veriyor.

8 Mayıs Cumartesi günü saat 18:00'de yapılacak bir kokteyl ile açılacak olan sergide kaplan, aslan, leopar, çita gibi büyük kedilerin görüntüleri yer alıyor. Sergi, hayvanların yaşadıkları coğrafyaya uygun davranış görüntüleri üzerine yaklaşık 8 yıldır çalışmalar yapan Süha DERBENT'in Hindistan, Güney Afrika Cumhuriyeti, Zimbabwe, Kenya ve Botswana'da çektiği fotograflardan oluşuyor. Nikon Türkiye Temsilcisi Karfo - Karacasulu ve Emirates Havayolları katkılarıyla gerçekleşen sergi 4 Haziran Cuma gününe kadar izlenebilecek.
Ayrıntılı Bilgi: http://www.suhaderbent.com

FOTOTREK NIKON FOTOGRAF MERKEZİ
Meşrutiyet Caddesi Ravanda İşhanı No : 85
Kat : 1 - 2 D. 1 - 3 Beyoğlu, İSTANBUL
Tel : (212) 251 90 14 - 251 83 74
www.fototrek.com

Yukarı

 İşe Yarar Kısayollar - Şef garson: Akın Ceylan


http://turkgolge.sitemynet.com/perde.htm
...Eskiden ramazan gecelerinde, iftar yemeğini yiyen herkes doğruca Karagöz seyretmeye giderdi.Nâreke zırıltısı ve tef velvelesi ile göstermelik kalktıktan sonra Hacıvat Çelebi şarkısını söyler ve “Ne olur şu dört köşe perdede bana da bir arkadaş olsa ah bana bir eğlence medett amannnnnnnnnnnnnnnnn amannnnnnnnnnnnnnnnnn....” diye Karagöz’ü çağırmaya başlardı. Ve tabii herkes kahkahaları patlatırdı...

http://www.turkishfencing.com/HTM/ESKRiM_NEDiR.htm
...Eskrim hızlı,hareketli ve tempolu bir spordur. Atletik açıdan bakıldığında, hız ve dayanıklılık, bu sporun en önemli özellikleridir. Kişiye kazandıracağı diğer özellikler, güçlülük (patlayıcı hızlara ulaşma açısından yararlıdır, yoksa, bu sporda zor kullanımının yararı yoktur), esneklik, hareket hızı, koordinasyonu ve kesinliğidir. Ancak, sağladığı reaksiyon hızı (refleks) ve mücadele azmi, kişiye en önemli katkısıdır...

http://www.worth1000.com/
Binlerce orjinal resim ve fotograf çalışmasını arşivinde bulunduran geniş bir arşiv. İstediğiniz herhangi bir çalışmayı t-shirt, kupa veya listedeki diğer materyallere bastırmak üzere sipariş verebiliyorsunuz.

http://www.humnri.com/enter/passport/
Uluslararası hizmet veren bir site. Pasaportunuzla ilgili bir sorun olup olmadığını test edebiliyorsunuz..:)) ...Welcome to the World Passport Record Records Bureau web site - where you can search our online database of over 6 Billion Passports information currently on file, absolutely FREE. Search our files with the form below...

akin@kahveciyiz.biz

Yukarı

 Damak tadınıza uygun kahveler


Hotkey Helper v1.4 [731K] Win98/2k/XP FREE
http://www.wpgsoft.com
Şu 'Hotkey' denilen neslere alışabilenler için muhteşem bir program. Klavyenizdeki tuşların kombinasyonları ile bilgisayarınızdaki her programa, her özelliğe ulaşmak mümkün. Güzel bir arayüzle sizlere bu 'hotkey' leri tanımlamanızı ve çalıştırmanızı sağlıyor. İlgililere şiddetle önerilir.

Yukarı

http://kmarsiv.com/sayilar/20040513.asp
ISSN: 1303-8923
13 Mayıs 2004 - ©2002/04-kmarsiv.com
istanbullife.com
Kahve Molası MS Internet Explorer 4.0+ ve 800x600 Res. için optimize edilmiştir.
Uygulama : Cem Özbatur - Her hakkı saklıdır. Yayın İlkeleri