|
|
|
Yazılan, Okunan, Kopyalanan, İletilen, Saklanılan, Adrese Teslim Günlük E-Gazete - Yıl: 3 Sayı: 504 |
14 Mayıs 2004 - Fincanın İçindekiler |
|
Editör'den : Taksit taksit gidiyoruz!.. |
Merhabalar,
Yazdık, çizdik. Yazdılar, çizdiler, söylediler, uyardılar, tehdit bile ettiler ama iktidarın kalkanı kalınmış banamısın demedi. Kasımpaşa'lılık bu olsa gerek. Hesabın ne olduğu, sonunda ne olacağı, kimlerin mesut kimlerin mağdur olacağı ayan beyan ortada iken, bir inat uğruna sürdürülen restleşmenin nereye varacağı meçhul. Memleketin zamanı çalınıyormuş, o çok gurur duydukları muhteşem ekonomi tökezlemeye başlamış kime ne? Arka bahçeyi temizleyip kullanılır hale getirmek, geleceği garanti altına almak, seçmenine gizliden verdiği sözü yerine getirmek herşeyin önünde değil mi? Geçmişten, yaşanılanlardan ders almakta ne demek? Bir zamanlar bir cumhurbaşkanı bir başbakanın önüne minik anayasa kitapçığını attığında başımıza gelenleri unuttular bile. Oysa şimdi tek parti iktidarının kendilerine verdiği yetki ve sorumluluk(!?) bilinciyle eğitimi darmadağın etmekle meşguller. Doğan ya da doğacak olan infialin boyutlarını bile hesaba katmadan, kürsüden külhanbeyi ağzıyla önüne geleni azarlayan RTE ve ekibi, gerçek yüzlerini bugüne kadar göremeyenlere gösterdiği için mutluyum aslında. Bir musibet bin nasihatten iyidir dememiş mi büyüklerimiz. Alın size musibetin dik alası.
Buluttan nem kapan piyasamız neredeyse zatürre olmak üzere. Abartıyorsun demeyin bana, açın gazeteleri okuyun. O muhteşem diye adlandırılan ekonominin gerçek yüzü gazetelerin ekonomi köşelerinde, reklamlarda. Bana tek bir mal veya hizmet söyleyin ki cukka peşin parayla satılabilsin. 6-12-24-36 ay taksitle ne ararsan var oysa. Krediyi verenler bankalar, almaya ikna edilmeye çalışılanlar ise 3 sene önce ipin ucunu kaçırıp tepetaklak olan sıradan kredi kartı mağdurlarının kardeşleri, kuzenleri, çocukları. Başarılı da oluyorlar, verilen krediler arttıkça artıyor. Neden artmasın? Süpermarkete giriyorsunuz, parayı ödeyip çıkarken biri kolunuza yapışıyor 'Kredi kartı ister misiniz?' Lahavle, kardeşim 3 tane kredi kartımın davası hala sürüyor, ne kartından bahsediyorsun? Sanki istesem vereceksin.. diyemiyorum tabi. 'Yok kardeşim var benim kartım' diyor ve geçiyorum. İkimilyonaltıyüzbin liralık hesabı kredi kartı ile ödeyenlerin memleketi oldu artık buralar. Bankaların tuzu kuru. Onlar tahsilat yapabilecekleri düzensiz ödemeli müşteri peşindeler. Birer ikişer değil, temerrüt destekli onar onar faiz toplamayı diliyorlar. Bu konuda çok konuşurum, en iyisi ben susayım. Demem o ki, ekonominin canlanması falan palavra. Canlanan balık hafızalı sıradan vatandaşın kart genleri. Taksit taksit ödeyip külliyen yokolmaktan Allah korusun hepsini. İşkembeden atmıyorum, tecrübe hayatta yenilen kazıkların hülasasıysa, benden tecrübelisini zor bulursunuz.
16 Nisan'da sevgili Cumhur Aydın'ın 100. yazısını yayınlayıp teşekkür etmiştim kendisine. Şimdi sıra sevgili Eniştemizde. Dalya diyen 2. KM yazarı olması nedeniyle kendisini kucaklıyor, yanaklarından öpüyorum. Sizlerden gelen mesajlardan, pekçoğunuzun KM'yi alamadığınızı anlıyorum. Hotmail adresleriyle ilgili sorundan haberdarım ancak diğerleri ile ilgili pekçok şey olabilir, araştırıyorum. SPAM filtreleri, virüs koruma programları, dolan posta kutuları, ulaşılamayan posta sunucuları gibi sorunları sıkça yaşıyoruz. Sizinkine hangisinin denk geldiğini anlamam biraz vakit alacak üzgünüm. Bir yolunu bulup tüm posta sunucularını KM önünde saygıyla eğilecek hale getireceğim... dedim de ben bile inanmadım. Hepimize güzel bir haftasonu dileyerek sözlerimi noktalıyor ve hızla olay mahallini terkediyorum. Hoşçakalın.
Bir sonraki sayıda buluşuncaya kadar bulunduğunuz yerden bir adım öne çıkın. Sevgiyle... Cem Özbatur
|
|
Enişte'den Erişte'ler : Ahmet Şeşen Hale Jale Lale ve Tüm Mahalle |
|
Hazır 100.yazımı sizlerle paylaşacağım; şöyle hem sevdiğim bir tekerleme, hem de kalabalık bir yazı olsun, Kahve Molası'nda DALYA diyebilmenin keyfini daha başlıkta yaşayayım istedim. Kim derdi ki; radyoların şarkı istek bölümlerinin vazgeçilmez tekerlemesi gelsin benim yazıma başlık olsun ? Başlıktaki bu güzel tekerleme, yazıyı da şekerleme tadına getirirse ne mutlu bana...
Öncelikle; bunların Üsküdar'da veya Bakırköy'de oturduklarını sanmayın radyo programlarında belirtildiği gibi .. -:)) Bizim mahallenin pek şirin kızlarıdır Hale, Jale ve Lale kardeşler. Hala görüşmekte olduğumuzu da bilmenizi isterim. Yıllar sonra tekrar karşılaştığımızdan beri hiç ayrılmamışızdır hemen hemen birbirimizden. Bildiğimiz bir diğer husus; babalarının ille de erkek istemesi ve azimle yola devam etmesidir. Hemen sonucunu da bildireyim ki; istediği olmamıştır adamcağızın. Birer yaş arayla gelen Hale, Jale ve Lale şokundan sonra bir süre soluklanmıştır ( veya ekonomik durum da olabilir, bilemem ). Bense pek severdim her üçünü de. Hale; tam bir ilk göz ağrısı idi. Ağırbaşlı ve çok da alımlı. Lale'de büyük ablaya benzemişti ama Jale tam bir cadı. Mahallenin neşesi, cıvıl cıvıl, kıpır kıpır, yerinde duramaz, deli dolu idi. Yüzünde gülücükler eksik olmaz, dört mevsim bahardı sanki Jale için. Hale ve Lale sadece gerçek baharlarda cıvıl cıvıl olur iken bayılırdık Jale'ye haliyle. Birkaç sene sonra Şule çıkageldi ve hemen arkasından da Makbule. Sanırım 2.şoka böyle girdi adamcağız. Ama çok şekerdi hepsi ve hepsi elimize doğmuşlardı. Özgürce sevdik onları, bebekliklerini bilince başka türlü oluyor elbette. Şimdi gelelim büyüklük hallerine. İsimlerde pek güzeldir bu KAFİYE, bakalım benden bu konuyu araştırırken olur mu HAFİYE ..?
Öncelikle babadan başlayalım : Adamcağız kurmak istedi bir AİLE, uğraşıp durdu ama sonuç başlıbaşına bir GAİLE, bakamaz oldu güne EL'e, düştü mahallede DİL'e, erişemedi bir türlü NAİL'e, istediği sadece bir MALE, Allah verdi bir dolu FEMALE, eee bu iş için de yapılmaz ki İHALE ..! Özet olarak; 5 kızdan oluştu KAFİLE, uğraşıp durdu sevgili adamcağız ama NAFİLE...
Sevgili HALE, gitseydi pek yakışırdı ona BALE, o ise hayatta hiçbirşeyi almadı KAALE...
Sevgili JALE, neşesiyle mahallemizde oldu bir MEŞALE, arzular bildiğiniz gibi ŞELALE...
Sevgili LALE, bulamadı bir VALE ama dimdik durdu hayatta adeta yıkılmaz bir KALE...
Sevgili ŞULE, uzun boyuyla lakabı oldu KULE, ona rastladığım yer tesadüfe bakın ki : ŞİLE...
Sevgili MAKBULE, hiçbir öneriyi almadı KABUL'e, örüp durdu saçlarını LÜLE LÜLE...
Baharla birlikte pek sık görüşürüz onlarla, çıkar gelirler, laflarız balkonda, hiç değişmediler yıllara rağmen. Birer kadeh uzatırım onlara, "Kimi dertten içermiş, kimi neşeden, kimi kadehten kimi şişeden" şarkısında olduğu gibi tercihleri şişedir. Ben kadehle eşlik ederim onlara. Güzel olur bizim balkon, hele yaz akşamları ve güneşin batışını izlemek pek keyiflidir. Bir de Pazar sabahları ve kahvaltı. Güneşe ters konumda olduğundan hiç bunaltmaz öğleden sonraya kadar. Kahvaltı sonrasında gazetemi okumak, hele Pazar bulmacasını çözmek tüm haftanın yorgunluğunu unutturur bana. Yaz akşamları hiç girmem balkondan içeri. Bugünlerde bile çıkmaya başladım hatta. Sokağımız da çok sessizdir, çıkmaz bir sokaktır dolayısıyla işi olmayan araç girmez ve gürültü de olmaz. Akşamın sessizliğini çok rahat hissedersiniz. Ruhunuz dinlenir birkaç saatte. Yaz akşamları hep balkonda yeriz yemeğimizi zaten. Ne güzel bir senfonidir balkonda akşam yemeği. Tüm mahalle de eşlik eder senfoniye sessizce. O kadar kalabalık olmalarına rağmen hiç ses etmezler ne Hale, ne Jale, ne Lale, ne Şule, ne de Makbule. Sizlerin de tanışma vakti geldi onlarla, fazla lafı uzatmadan sessizce tanıştırayım...
Hale - Jale - Lale - Şule - Makbule ve tüm mahalle
Çile bülbülüm ÇİLE, oysa bülbül aşıkmış GÜL'e, gül de düşkünmüş BÜLBÜL'e ama bu aşk ateşe benzerken neden dönüvermiş KÜLE ..? Tekerleme / Şekerleme derken 100.yazıyı da uğurlamanın keyfiyle diyorum : GÜLE GÜLE... Haftasonunuz da geçer inşallah oynaya GÜLE.. Benim haftasonum ise 3 yıldızlı geçecek ... :-))) Arkadaşlar biletleri almışlar BİLE, zahmet edip balkona gelmek için boşuna basmayın ZİLE ..!
asesen@kahveciyiz.biz
Yukarı
|
|
Aklıma Estiği Gibi : Ebru Kargın İÇİMDEN KÖRFEZ GEÇİYOR... |
|
- Sen gittin ?
- Nereye gidersem gideyim, hep sendeyim...
En eski düşlerin en yeni hali serilmiş yanı başıma,
Yalnızca uzun soluklu bir hayal adına...
Dürtmek istemiş yine,
Azıcık acıtmak, hatırlatmak ve eskimemek uğruna...
Saçlarım değiyor körfezime,
Tıpkı bir döşek gibi uzanıyorum koynuna...
Açıyorum kollarımı iki yana, beşiğimdeyim şimdi...
Yaşama ait en güçlü soluk bu muydu acaba;
Koynunda büyüdüğün körfezin, göğsüne dayanmak
Ve hep orada uyumak istemek...
Klasik bir şarkının en can alıcı yerinden,
Az önce kopmuş bir yağmur damlası düşüyor alnıma,
İniyor usulca, en güzel şehrin anılarına...
........................
Beşikteki bebek;
Uğur böceklerini kibrit kutusunda saklayan, bahar vakti çocuğu,
En güzel yağmurlarla dans eden yeni yetme...
Az daha büyümüş en güzel gecelerin, aşkı tanır, en İzmir'li kızı...
Hangi sokak arasıydı o,
Hani bir gece öpmüştü ya o oğlanı...
Bir güzel sıkıştırmıştı 1412 sokak tenhasında,
Demişti ki, sen beni hala öpmeyeceksin galiba..
Demişti ve öpmüştü oğlanı, hem de dudağından...
Hiç kızarmamıştı yüzü, utanmamıştı...
Utanmak yakışıksızdı...
Şaşkın oğlanı bırakıvermişti o tenhada,
Basıp gitmişti 1412 sokaktan...
Fazla şaşkındı ya bu oğlan, olmazdı...
En son gördüğünde şaşkın oğlanı, yüzünde tonla sivilce vardı.
Kızdı kendine ben bunu mu öpmüştüm diye...
Ama oğlanın kirpikleri hala upuzundu...
Keşke upuzun kirpiklerini öpseydi sadece...
Şaşkın oğlan da şaşırsaydı iyice...
Bir aşkı da ölmüştü Kordon' da...
Öldürmüştü onu...
Bu başka bir oğlandı şaşkın oğlandan sonraki.
Bu başka oğlandı, bir çeşit vurgundu...
Başka oğlanı görmüştü, başka bir kızın elini tutarken...
Görmüştü iki eli kenetlenmiş...
O el sadece ona ait değil miydi ?
Kendi elinden başka bir el tutulur muydu ?
Ona yazdığı her şeyi parçalayıp,
Tıpkı bir tarih gibi, düşmanı denize döker gibi,
Dökmüştü Kordon' dan körfeze...
Elleriyle yazdığı aşkını,
Bir satır dahi ayırmadan yine elleriyle yırtmıştı...
Önemliydi, tarihti, en vurgun aşkın denize dökülüş günüydü.
Vurgun olduğunu da işte o anladı...
Gözyaşları içinde, usulca bırakıverdi kağıt parçalarını,
Vurgun aşkın en güzel, en gerçek kelimelerini, körfezin koynuna...
Yine bir gece vaktiydi,
Aşka ait gözyaşlarını bıraktığı Kordon da...
En son gördüğünde vurgun aşkını,
Bambaşka bir kızın elini tutuyordu.
Bir zamanlar sadece kendi elini tutacağını zannettiği elleri gördü yine...
Unutmuş muydu, bu elleri, o vurgunu...
Unutmamıştı tabii...
Unutmamıştı, ama acıtmamıştı şimdi...
Karşıyaka işte...
Onu ilk gördüğü yer...
Yok bu başka, şaşkın oğlandan da, vurgundan da sonra...
Yeni taşınmış, iki sokak ötesine...
Sahilde tanımış ve hep tanışık olmak istemiş...
Çok aşık, fazla alışık yaşamış...
Gitmek vakti bilmezdi ki,
Ne gitmek vakti, ne bu şehri terk etmek...
Hiç olmaz sandığının da bir gün olurunu bilemezdi...
Ama öğrendi...
Gitme dedi son oğlan...
Gitme dedi, çünkü biliyordu,
Zamana ve mesafeye dayanıklı aşk yaşamak için,
Fazla acemilerdi hayatta...
Ağladı oğlan,
Ellerinin arasından kayıp gitmesini istemediği aşkına ağladı...
Biraz büyüyünce evlenirlerdi, gitmesindi...
Hiç istemedi biliyordu...
En son gördüğünde omzunda ağlayan oğlanı,
Sadece gülümsedi...
Filmdi sanki,
Onu ilk gördüğü yerde gördü, son gördüğünde de...
......................
- Sen yoksun ?
- Aslında ben hep buradayım...
Yatağım Körfez, dalgalar yastığım...
Kollarım açık iki yana,
Üstümü örtüyorum artık çiseler yağmurumla...
Yine bir gece vakti,
Zaman; hayalden öte mevsimi...
Şehirsizim, ıssız çöl gibi içim...
Pusulasız gibiyim...
Her anıda yine taş kesmişim...
Ve yine İzmir'siz, isimsizim...
Aynı yerdeyim... Her yeni vedanın en tanıdık kanıtı, Adnan Menderes Havaalanı...
Ebru Kargın ekargin@kahveciyiz.biz
Yukarı
|
Deniz Fenerinin Güncesi: Seyfullah Çalışkan |
SOKAKLARDA YAĞMUR VAR
Dışarıda yağmurun başladığını fark etmeden önce divana uzanmış kitap okuyordum. Kitabın kadın kahramanı sinirlerimi bozmaya, beni illet etmeye başlamıştı. Kadının erkekle karşılaşması, tanışması, aşık olması ve aynı eve taşınması çok alışıldık bir şekilde ve çok hızlı gelişiyordu. Kadın ve erkek aynı evi ve gündelik yaşama ilişkin binlerce ayrıntıyı paylaşmaya başlar başlamaz işin rengi hemen değişiyordu. Daha söylenecek övgü, iltifat, beğeni ve sevgi anlatan cümlelere hiç ellerini bile sürmeden ilişki hemen sıradanlaşıyordu. Jet hızıyla evlilik aşkı öldürür mü, sersemletir mi yoksa baygın mı bırakır sorgulamasının yapıldığı aşamaya çok çabuk ulaştılar. Oysa onlar daha evli bile değillerdi.
Kadın erkeğin sevgisinden, sevildiğinden emin olduktan sonra tutumunu değiştirmeye başladı. Kendinin ilişkinin merkezi yapıp varlığını tanrının lütfu gibi sunmaya başladı. Her geçen gün doyumsuzluğu arttı. Erkeğin kendisi için daha fazla çaba harcamasını, daha değerli hediyeler almasını, daha çok övgü cümlesi söylemesini beklemeye başladı. Hatta erkeği kendisine mecbur ve mahkum gibi görmeye, kendisini de yüce bir varlık gibi algılamaya başladı.
Günlük yaşamda insanlar böyle bir durumla hangi sıklıkta karşılaşırlar? Her ilişkinin böyle bir kırılma noktası var mıdır? Gerçekten bilmiyorum. Kanımca buradan çıkarılacak sonuç; fazla mütevazı olmayın ve şirin olmak adına karşınızdakini iltifatlara boğmayın. Her ikisi de gerçek sanılıyor. Kitaptaki kadına canım sıkıldığı için uzandığım yerden kalkıp pencereye gittim.
Dışarıda yağmur yağıyor. Pencereden dışarı, sokak lambasına bakıyorum. Işığın altından uzun çizgiler gibi yağmur damlaları geçiyor. Köşedeki çöp tenekesinden tekir bir kedi kaldırıma atlıyor. Balkon kapısını açıp yağmurun sesini dinliyorum. Sanki gökyüzü güzel bir şarkıyı sokaklara fısıldar gibi, usul usul ,sine sine yağmur yağıyor. Dışarıda ılık, çok güzel bir Mayıs gecesi tazeliği… Can sıkıntısından ve kitaptan kaçmak için paltomu giyip sokağa çıkıyorum. Çarşıya ve oradan da sahile inen en uzun yolu seçiyorum.
Bizans sarnıcının taş duvarlarından, incir ağaçlarının gövdesinden aşağıya çizgiler çizerek sular sızıyor. Önce omuzlarım ıslanıyor. Sonra saçlarıma düşen damlalar başımın derisine ulaşıyor. Bir an için acaba şemsiyemi mi alsaydım diye düşünüyorum. Artık geri dönmek için çok geç. Neredeyse yolun yarısına geldim. Yağmur içime kadar işlerse eve dönünce sıcak bir duş alırım.
Benim dışımda sokaklardaki herkes yağmurdan kaçıyor. En sakin, yağmura aldırmayan tek kişi benim. Arabalar bile her zamankinden daha telaşlı ve aceleci davranıyor. Bir an önce yağmurdan kaçıp sığınacak bir saçak altı arayan insanlara benziyorlar. Okullar caddesinden aşağı doğru inerken benden başka yağmurun keyfini çıkarmayı isteyen yada düşünen kimse olmadığını anlıyorum. Herkes sağa sola kaçışırken kendimi bir an için salak gibi hissediyorum. Aklımı yalayıp geçen bu düşünce beni rahatsız etmiyor. Böyle güzel bir Mayıs akşamında ve yağmurda bu sokakların mutlaka bir salağı olmalı.
Alnımdan burnuma, dudaklarıma, yanaklarımdan aşağıya doğru damlalar süzülürken seninle birlikte yağmurda hiç dolaşmadığımız, birlikte hiç ıslanmadığımız aklıma geldi. Bu akşam burada olsan, "Gel yağmurda dolaşalım."desem acaba bana ne yanıt verirdin? Canın istemese bile "Sen aklını mı kaçardın." demezdin. Hayır demeden "Gel sana sıcacık bir çay demleyeyim. Yağmuru birlikte camdan seyrederiz." gibi bir öneride bulunmayı tercih edeceğini biliyorum. Hatırım için, darılmayayım diye belki gelirdin. Her şey bir yana bu akşam çok sevdiğim şarkı işte gerçek oldu. Yağmur yağdı ve işte uykum kaçtı.
Sahile inince Osman’ın kahvesinden içeri girip ocakçıdan orta ayarlı bir çay istedim. Parasını tepsiye bırakıp bardağı alıp dışarı çıktım. Sıcak çayı yudumlarken denizin üzerinde küçük daireler oluşturan yağmur tanelerine, yağmurun altında usul usul oynaşan kayıkları izlemeye koyuldum. Gece ve yağmur, kayıkların ıslak gövdesinden denize uzayan liman ışıkları, gözlerimin bile ezbere bildiği bu bildik manzara içime huzur dolduruyor. Boş bardağımı pencerenin kıyısına bırakıp yine sokaklara yürüdüm.
Sana daha önce bu limanı, kayıkları, köşedeki at kestanesini defalarca anlattığımı anımsıyorum. Gelirsen, bir gün eğer yolun buralara düşerse, yine böyle yağmurlu bir gecede seni buraya getireceğim. Elimizde çay bardakları, denizin kıyısına kadar yürüyüp, limanın ağzından Gelincik altıdaki çamlığa doğru birlikte bakmayı istiyorum. Hiç konuşmadan… Mahpushane duvarlarından karanlık denize düşen, belli belirsiz gölgelerin kıyısında durup seninle birlikte yağmuru dinlemeyi…
Eve çıkarken kafamda planladığım güzergahı değiştirdim. Sırılsıklam ıslanmama rağmen canım eve kapanmak istemiyordu. Hem yolu uzatmak hem de biraz daha dışarıda kalmak istiyordum. Fikri’nin Kahvesi’nin köşesine gelince yukarı döndüm. Suya düşmüş sıçan yavrusu görünümünde bir adamın en çok neye ihtiyacı vardır? Aklıma İbrahim Usta’ya uğramak geldi. Ustam eğer dükkanı kapatmamışsa orada biraz takılırım diye düşündüm. Geçen hafta “ Arayı iyice uzattın. Zaman bulunca uğra da sana ney üfleyeyim.”demişti. Neyin mistik ezgileri eğer yağmurun sesine karışırsa bu gece için müthiş bir final olabilirdi. Şansım düşündüğüm kadar yaver gitmedi. İbrahim Hoca bu akşam dükkanı erken kapatmıştı. Bakkaldan sigara alıp evin yolunu tuttum. Kapının önüne geldiğimde yağmur artık paltomun içine işlemişti. Bahçe duvarının üzerine oturup yağmurun altında sigara içmek istedim. Islak betona oturur oturmaz üşüdüğümü hissettim. Islak giysilerimi çıkarmadan doğruca banyoya girdim. Sıcak suyun altında soyundukça daha çok ısınıyordum.
Sokakta hala yağmur yağıyordu. Ilık bir Mayıs gecesi, kuşlar saçak altlarında uyurken gökyüzü sokaklara eski bir hıdrellez şarkısını fısıldıyordu.
Seyfullah seyfullah@kahveciyiz.biz
Yukarı
|
|
Rengarenk: Tuba Çiçek DURUN SİZE BİR KOMİKLİK YAPAYIM |
|
Kafayı yemenin birinci şartı kafayı bir şeye takmaktır. Ne olduğu farketmez. Önce kafayı herhangi bir şeye takacaksın ki huniyi de kafaya takmak için bir gerekçen olsun.
Mesela ben bugün kafayı 'hisli misli' yazanlara ve dahi 'hisli misli' yazılara taktım. Hani şu şiire öykünen ama şiir olmayı da herhangi yeni bir şey söyleyemeyi de beceremeyen yazılara.
Sonra oturup düşününce, hisli yazıların daha çok alkış aldığını fark ettim ve haliyle tepem attı.
Naaaayır! Nooolamaz! Bunu bana yapamazlar! Gibi hisli cümlelerle tepinirken birden: "Ama NEDEN?" diye inledim...
Neden olacak? Herkes, üç aşağı beş yukarı aynı 'his'lerden muzdarip, aynı şeylere kafayı takıyor. Aşk, ayrılık, karşılıksız sevgiler, ihanetler, nostaljik naneler, analar, babalar, çocuklar, ölümler, sevgisizlikler, ertelenmiş yaşamlar, yalnızlıklar vs...
Ama herkes aynı şeyleri komik bulmuyor ki! Birinin kahkaha attığı şey, bir diğerinin kompleksi olabiliyor. Birinin komik bulduğu şeyin ucu, diğerinin kutsal saydığı değerlere dokunabiliyor.
* * *
Komik olan içinde bir duygunun, bir davranışın, bir tiplemenin eleştirisini barındırır. Hal böyle olunca da birileri üstüne alınır.
Trajik olanı herkes üstüne alınıp, empati ayağına kişisel trajedisini deşifre edebilir ama komik olana sadece gülünüp geçilir. "Ha ha ha ben de bunlara çok gülüyorum" deseniz bile, komik olan şeyi ilk önce siz dile getirmediğiniz için samimi bulunmayabilinirsiniz, ya da tuhaf bir kıskançlık duyarsınız. Hatta kimi zaman "Ulan ben de mi komik görünüyorum acaba" diye kontrpiyede bile kalabilirsiniz.
Milan Kundera der ki: "Trajik olan, insanın yüceliğine dair güzel bir yanılsama sunarak bizi avutur. Komik daha zalimdir. Bize şiddetle her şeyin anlamsızlığını ifşa eder."
Komik olanın ifşa ettiği anlamsızlık inançların, tabuların, genel kabullerin, hatta safiyetlerin bile köküne dinamit suyu koyduğu için zalimdir. Ne gözünüzün yaşına bakar, ne de boğazınızda düğümlenen kahkahanın tiz sesine... Siz 'Hah hah hayyyt' diyemeden, bir anda kendinize olan inancınızı bile elinizden alıverir. "Ulan bu adama gülüyorum ama ben de bazen bunun gibiyim.." diye düşünürken buluverirsiniz kendinizi.
Trajedi popülisttir. Oysa komik olan anarşisttir, marjinaldir. Belki de bu yüzden acıyı kutsar, kahkahayı hafife alırız... Derin ve felsefik muhabbetleri taçlandırır, geyik muhabbetlerini aşağılarız... Duygusal filmleri ana yemek, komedi filmlerini meze niyetine izleriz...
Mesela "Aşksız yaşamın tadı tuzu olmaz. Aşk, çorak çöllerde açan bir çiçek gibi, baharda oranıza buranıza sırnaşır.." gibi cümleler kursam, 3 yaşındaki çocuk bile kreşteki yavuklusunu düşünür.
Ama "Bodyguard'sız vajina olmaz. Kadın kısmısının illa ki bir tane namus bekçisi olmalıdır. Kadınların 'şeyi' sonsuza kadar en az bir bodyguard tarafından korunmalıdır. O kadar kıymetlidir yani!" deyince işler arapsaçına döner. Namus bekçileri "Ne diyo lan bu dallama?" diye hop oturup hop kalkar.
Bu durumda:
1. 'Gerçekler acıdır' sözünü 'gerçekler komiktir' diye değiştirsek, literatüre bir yanlışımız olur mu?
2. 'Dost acı söyler' sözünü 'dost komik şeyler söyler' diye revize etsek kim küser?
3. Ağlayan palyaçolar dost mudur, düşman mı?
4. Benim de artık hisli yazılar yazma yaşım geldi mi acaba?
5. Sizce ben kafayı yemiş miyim, yoksa hala tıbbın yapabileceği birşeyler var mı?
İşte herkes bir şeylere takıyor kafayı, ben de buna taktım!
Buyrun burdan yakın!
Tuba ÇİÇEK tuba@kahveciyiz.biz
Yukarı
|
Ümitsiz kalmayın : Ümit Yoket |
İÇİMİZDEKİ DOST VE DÜŞMAN
Her insan bir alemdir der düşünürler. Önemli bir felsefi saptama... Ben bu görüşü biraz daha ileri götürmek istiyorum. Her insanın içinde iki alem var diye düşünüyorum. Cennet- cehennem, melek-şeytan, güzel-çirkin, sevap-günah, artı- eksi kadar birbirine zıt....Aslında, içimizdeki iki zıt varlık, güçleri oranında birbirine bulaşmadan kendi yataklarında akıp gitmeye çalışıyor. Her biri kendi muson ve yağmur mevsimine göre... Bazen taşımlar ve seller yaratacak kadar, bazen de içinde sadece kurbağaların vırakladığı bir derecik gibi....
Her insanın parmak izinin farklılığı gibi, ruh halini ve davranış biçimini (paradigmasını) oluşturan bu iki zıt eleman şahsın kendine özgü bir tipolojisini yaratır. Hem de gün be gün, o kişide farklı nüanslar, med cezirler oluşturarak... Kendimizi bile çok şaşırtırcasına...
İnsanın olgunluğu ya da kendinle barışıklığı dediğimiz kavram, içimizdeki bu iki zıt kutbun davranışlarını, iklim olaylarının isabetli bir meteorolojik gözlemi gibi, önceden tahmin edilebilir bir konuma getirebilmekten başka bir şey değil... Yani adeta alçak ya da yüksek basıncın beraberinde getirebileceği iklim olaylarını önceden kestirebilmek gibi bir şey... Birkaç yılda bir olabilecek, hava günlük güneşlikken, aniden bastırıveren, sağanak yağmur ve dolu gibi, sıkça beklenmedik davranış biçimlerinin çevremizde yaratacağı panik ve telaş istisnası dışında tabii ki... Ancak, teknolojinin getirdiği, kesine yakın, adeta saatlik doğru meteorolojik yorumlar bizde nasıl güven duygusu uyandırıyorsa; davranışlarımızın tutarlılığı da öyle güven verir sosyal çevremize...
Bu yaklaşım "her şeyimiz ölçülü biçimli ve hesaplı mı olmalı" şeklinde ki bir itirazın gerekçesi olamaz. Bisiklet kullanmayı ilk öğrendiğimiz saatleri, günleri bir düşünün. Sola dönerken düşüyoruz diye gidonu aniden sağa kırınca ne kadar kolay ve çabuk düşerdik. Önümüze bir engel çıkınca kolayca sağından solundan geçmek yerine, aniden sert bir fren yapınca nasıl tepe taklak gelirdik. Ama bisikleti kullanmayı öğrendikten sonra bu ani ve yanlış tepkilere gerek kaldı mı?.... Hiç düşünüyor muyuz, sağa mı-sola mı, ya da aniden durmalı mıyız yoksa hızlanmalı mıyız diye?..
Bana giderek öyle geliyor ki, yaşama sanatı da bisiklet kullanmayı öğrenmekten çok farklı değil...Tek ve önemli bir farkla, yaşamdaki acemilik dönemi, kişiye ve sosyal şartlara göre değişebilir ama çok daha uzun süre içinde gelişiyor kaçınılmaz olarak ... Tıpkı bisikleti olmayıp da tüm koşullarını zorlayarak kiralama ya da arkadaşından edinme yolu ile de olsa öğrenmek isteğinden vazgeçmeyenler, ya da bisiklet filosu kuracak gücü olduğu halde bu da iş mi diyerek küçümser ve aldırmaz bir megaloluk tavrı içinde olanlar arasında ki perspektif ölçeğinde yaşanıyor bu bitimli süreç..Yani avucunun içinde, yaşanmayı bekleyen bir süreci çölde vaha bulur gibi yaşamak , yada görmezden gelerek çölde ilerlemeyi yeğlemek gibi...Ama doğada sadece çöl yok. Amazon ormanları gibi sonsuz yeşil alanlar da var. Zümrüt gibi yeşil kırları, masmavi denizleri yok sayıp gözden kaçırmayı anlamak mümkün mü ?... Yaşanacaksa doğa da var olan her alanda yaşayabilmeli. Ama zamanı ve yeri gelince... Bir tek alanın fanatiği olmadan...Sonuç!.... Yaşama sanatı öğreticileri gibi görülen psikiyatristlerin ekmek tekneleri.... Ben burada tekerleğin ve iki teker üzerinde denge sağlayarak ilerleyebilmenin önderlerini ve yaşama sanatına ekledikleri felsefi boyutu ve hatta emeklemeden, sürünmeden, iki ayağı üzerinde yürümeyi algılayabilenleri saygı ile yad etmek istiyorum..
Galiba, her şeyi, olması gerektiği gibi kabullenip, olması gerektiği kadar göğüsleyip, fazla sendelemeden (veya düşüp kalkmadan) ilerleyebilmek base-line- standart başarı gibi... Aramızdan çıkacak birkaç kişi bisiklet ya da motosiklet ile akrobatik gösteriler yaparak denge mucizeleri yaratabilir. Ya da uzay araçları ile evrende onlu yıllar öncesine göre düşünülemeyecekleri bile gerçekleştirebilir. Geride kalan bizlere de onlara hayranlık ve gıpta ile bakmaktan başka bir şey düşmez...Onlar da bir gün gerçekleştirdiklerini, sadece düşleyerek ve sonra da yılmadan çalışıp inanarak bu günlere geldiler oysa... Belki de bizlerden tek farkları bu....Daha yolun başında iken yürümeye bile cesareti olmayanlar, emeklemeye veya sürünmeye devam edip yaşam dediğimiz süreci bu biçimde savsaklayıp tüketenler zaten konumuz dışı....
Sonuç olarak, ipteki cambaz olmaya gerek yok belki, ama hiç olmazsa iki ayağımız ya da iki tekerimiz üstünde yalpalamadan düzgün ilerleyebilmek bile oldukça önemli bir başarı bana kalırsa...Bana göre, hedef değil o hedefe doğru, o yolda ilerleyebilmek asıl önemli olan... Çünkü, dost ve düşman ya da melek ve şeytan gibi iki zıt kutbumuzun arasındaki dengeyi, giderek sevginin ve dostluğun ağırlığında olacak şekilde sağlayabilmişiz demektir o zaman.... Ne mutlu o tutarlı dengeyi sağlayabilenlere....
Ümit Yoket
Yukarı
|
|
Pratisyen Kahveci : Seda Demirel AZ ÇOK VAR YOK |
|
Sabahın karanlık yüzüne gözlerimi açmak soldan sağa, yukarıdan aşağıya, hatta çaprazlardan beni bozar ama bugün kuytulara sığınasım çok. Aydınlık bile tenimi yakıyor; bundandır ki kimsenin gününe aydın olsun diyesim bile yok.
Kahvaltı ile mutluluğu iğnelemiş Süreya’ya saygım çok ama bugün benim sabaha ve kahvaltıya karnım tok. İnan olsun tek lokma bal-kaymak çekmiyor canım; bundandır ki Süreya’ya kaybettiği çatalı borç verip kendi kendime dalga geçesim bile yok.
Evden çıkarken telefonumu değil de ayakkabı giymeyi unuttuğum olur ama bugün telefon bile çaldığında açasım yok. Kimseleri çekmiyor canım; bundandır ki telefona uzanıp kim aramış diye merak edesim bile yok.
İlk hastamdan son hastama, her kapıyı açana, bol bol konuşasım olduğu için bana çalçene diyen çok ama bugün kendi sesimi işitesim yok. Baslarım ayarsız geliyor kulağıma; bundandır ki kafamı da kafanı da dinleyesim bile yok.
Hızımı aldığımda zor durduğum ya da sağa sola çarparak yürüdüğüm için benimle sarsak diye kafa bulan çok ama bugün kolumu kaldırasım yok. Dibe vurmak üzere olduğumu bilsem bile dibine bakmıyorum; bundandır ki canım yanacak mı diye endişe yapasım bile yok.
Eve dönüş yokuşumda dükkan dükkan mola verip esnafla laflamak nasıl da hafifletir beni ama bugün sağa sola bakınasım yok. Hafiflemeyi çekmiyor işte canım; bundandır ki gözlerimi ayakkabılarımın burnundan ayırasım bile yok.
Sitenin kapısından girdiğimde ayağımın önüne özellikle yuvarlanan topa vurmam için bekleyen bızdıkları hiç yanıltmam aslında ama bugün oyun oynayasım yok. İçimdeki çocuğun hüznü bastı bana da; bundandır ki ne salıncak ne de ip atlamakta gözüm bile yok.
Aromalı bir kahvenin yanında beşinci kez okuduğum satırlara dalıp gitmenin zevkini değişeceğim çok az şey vardır ama bugün kitaplara ve hayallere gömülesim yok. Geçmiş çok silik kaldı sanki; bundandır ki kimseyi hatırıma düşürüp özleyesim bile yok.
Kızaran balık kokusuna, elbasan tavaya, yaprak sarmasına hatta böreğe, açmaya belki de patatesli yumurtaya canımın kaydığı geceler üşenmeden kalkıp yaptığım çok olur ama bugün bol köpüklü bir türk kahvesi pişirmeye mecalim yok. Hiç açlık hissetmiyorum; bundandır ki buzdolabını kapağına elimi uzatasım bile yok..
Ucuz hayatların şablonlarında atılacak elzem adımlara dair hayata borcum çok ama bugün borcumu ödeyesim yok. Her dokunuş tenimi acıtıyor; bundandır ki bugün aynada kendimle göz göze değesim bile yok.
Elim kumandaya uzanıyor ama tuşlara basmayı çekmiyor canım. Ne bir ses ne de bir görüntü gölgesinin üstümde gezinmesine tahammülüm yok; bundandır ki en sevdiğim ve seyretmek için sıraladığım filmlerden birini seçip televizyon karşısındaki minderlerime yayılasım bile yok.
Anlasanıza,
Bugün keyfim yok...
Seda Demirel
Yukarı
|
Pabuçlarımın Yazarı : Merih Günay |
Teras
Ağustos ayı. Sıcak, çok sıcak. Akşam vakitleri. Terasta geziniyorum, yalnız ben değil, hemen hemen tüm mahalleli teraslarında. Teraslar evlerden iyi çünkü hafif rüzgar esiyor. Atletli adamlar teraslarda, balkonlarda oturuyorlar, ellerinde rakı bardakları, bazılarında bira şişesi var. Kadınların nerede olduklarını bilmiyor, çocuklarının sokakta olduğunu biliyorum. Gökyüzü mavi, masmavi. Martı sesleri geliyor kulağıma, görüntüleri de. Çığlıklar atarak uçuşuyorlar, mutlu görünüyorlar. Kırmızı kiremitli çatıları seyrediyorum, hepsi kırmızı. Gökyüzü mavi, çatılar kırmızı, teraslarsa renksiz. Oldukça uyumlu.
Benim elimde de çay bardağında rakı var, içiyorum. Rakı güzel ama çok pahalı. Karnım aç, midem gurulduyor, başım dönüyor. Aşağıdan çocuk sesleri geliyor. Top oynuyorlar, bağıra çağıra, küfrede ede. Aşağı bakıyorum, her taraf çocuk dolu. Ne kadar çok çocuk var, boy boy, renk renk, küfürbaz, kavgacı. Birbirini yerler bunlar büyüyünce. Çocukken iyiler, büyüyünce bir şeyler oluyor bunlara. Plastik toplarla oynamıyorlar pek, tehlikeli toplarla oynuyorlar.
Satıcılar geçiyor sokaktan, geçerken bağırıyorlar. Kimi balık satıyor, kimisi simit. Bazen baloncular da geçiyor. Kediler balıkçının el arabasının etrafından ayrılmıyorlar. Adam arada bir balık atıyor onlara; birbirlerine giriyorlar. Balığı kapan kaçıp bir köşede midesine indiriyor, diğerleri ise arabayı takip etmeyi sürdürüyorlar. Çocuklar onları fark etmiyor bile; akılları fikirleri topta. Sihirli bir şey bu top, ucuz da. Herkesin ayağı var; top oynayabilir. Top plastik, dedim ya, ucuz da. Yirmi kişiye bir top saatlerce yeter.
Kokananın teki köpeğini gezdiriyor aşağıda. Köpek de köpeğe benzese! Küçücük bir şey, çirkin de. Sanki suratının ortasına öyle bir yumruk yemiş ki burnu yüzüne yapışmış! Kapatıyorum gözlerimi, bir elimle köpeğin kafasını tutup diğer elimle burnunu dışarı çekiyorum. Bırakıyorum sonra, köpek hızla koşuyor ileriye doğru, çocuğun biri tekmesini sıkıca yapıştırıyor topa; top köpeğe, köpek topa doğru gidiyor: Küt!
Ezan okunmaya başlıyor. Mavi gökyüzü, atletli adamlar, top oynayan çocuklar, seyyar satıcılar ve bir de ezan sesi. Hah! Bu harika işte, mükemmel, egzotik. Dinliyor, irkiliyorum. Başım dönüyor, karnım aç. İçimdeki hayvan dışarı çıkmaya çalışıyor, hissediyorum. Hayvanların dini yok. Ezan bitiyor, ezan kısa. Yani biri bitiriyor, diğeri başlıyor başka bir minareden. Zincirleme bir durum şu ezan sesi, sanki yirmi dört saat hiç susmuyor. Hele sabah ezanı çok korkutuyor beni! Ödüm patlıyor uykumun en derin ve güzel yerinde hoca bağırınca: Ürküyorum! Minareleri seyrediyorum, her taraf minare dolu. Ne kadar çok cami var! Kocaman da avluları. Bazıları altı yüz yaşında, bazıları bir ama pek farklı görün-müyorlar birbirlerinden, tuhaf: Camiler eskimiyor, camiler sihirli. Gözlerim kararıyor. Çocuk parkı yapıyorum her mahalleye, çay bahçesi yapıyorum. Bar da yaparım belki. İçiyorum. Bir çocuk geliyor terasa, elinde top var. Sokaklar yetmiyor, bir de terasta oynayacak! Çocuğu tanıyorum: Garo. Dört yıl önce bir Pazar günü Araksi'yle beraber yapmıştık. Güzel oldu, iyi hazırlanmıştık. Bir tane daha yapmayı düşünüyoruz bazen, bazen de: "Yeter!" diyoruz. Kararsızız yani.
- Defol buradan Garo! Beni rahat bırak.
- Top oynayalım mı baba?
Baba mı? Ne babası! Ben baba ya da evlat olmak istemiyorum ki. Yalnız bırakın beni! İyi ki babam öldü. Kavga, gürültü, hastane bitti. Hepsi bitti. Garo top oynuyor kendi kendine. Ben onu seyrediyorum. Babası top oynamaktan nefret ediyor, o bayılıyor, topun peşinde koşturup duruyor. Gözlerimi kapatıyorum, annem bana çocukluk resmimi gösteriyor. Küçültemiyorum kendimi ama iyice inceliyorum resmimi. Garo' nun görünüşü bana benziyor ama huyları hiç benzemiyor. Şüpheleniyorum. Bakkal efendi de top oynamayı çok seviyor, halbuki benim babam sevmezdi ama tipinin Garo'yla uzaktan yakından ilgisi yok bakkalın. Biraz benzetsem götürüp tutuşturacağım eline: "Bu senin çocuğun. Al, bak!" diye. İçiyorum. Benim atletim beyaz değil, yeşil. Topun zıplaması Garo'nun hoşuna gidiyor, çığlıklar atıyor peşinden koşarken. Martılar da çığlık atıyor. Ben çığlık atmıyorum, oyuna katılmıyorum! Top yerden sekiyor, korkuluklara çarpıp yere düşüyor. Garo da peşinden koşuyor, top yerden yukarı doğru tekrar zıplıyor ve terastan aşağıya uçuyor, Garo da peşinden. Bir çığlık: Küt! Çığlık kesiliyor.
Bakmıyorum ben aşağıya, bardağımı dolduruyorum. Kırmızı kiremitli çatılar, top oynayan çocuklar, balkonlarda beyaz atletleriyle oturan adamlar, az etli yemek kokuları, hafif bir rüzgar, martı çığlıkları... Benlik isyanda, karnım aç, rakı güzel, hayvanım dışarıda. Aşağıya bakıyorum. Güzel bir genç kız geçiyor, yanında başörtülü annesi var. Ne kadar çok başörtüsü olduğunu düşünüyorum, renk renk, çeşit çeşit. Her evde birkaç tane var. Çılgın piyasa!
Kız kumral, ince-uzun. Tişört giymiş, kolları açık. Tanrım! Kız sıcak, çıplak kollarından hissediyorum. Elimi uzatıp kollarında gezdirmek istiyorum. Kolum yirmi metre değil, çekiyorum elimi geri. Gözlerimi kapatıyorum, kız gözbebeklerimde. Kendime doğru çekiyorum iyice. Önce kollarında geziyor dudaklarım, sonra omuzlarında. Göğüs uçları görünüyor tişörtünün üzerinden, delip dışarı fırlayacaklarmış gibi. Yırtıyorum tişörtünü. Dantelli, beyaz sutyeninin içindeki sihirli yuvarlakların arasında geziyor dudaklarım. Buralarda tüm kızların dantelli beyaz sutyenleri var; bazıları gerdek gecesine saklıyorlar giymek için. Dantelli çamaşırlar pahalı. Kız mutlu, sıcak da. Gözlerini kapatıyor, başını arkaya atıyor. Saçları uzun, beline kadar; yumuşacık, şampuan reklamlarındaki kızlarınki gibi. Kız teslim! İnlemeye başlıyor, mırıl mırıl. Kedi gibi inliyor. Avuçlarımın içine alıyorum altın topları. Çocukların oynadığı toplardan değil bunlar, muhteşem toplar. Kız ziyafet!
Bir kumru geçiyor hızla. Kırlangıçlar daha hızlı ama ağustos ayında kırlangıç olmaz buralarda. Bir başka kumru hemen ardında, öndekini kovalıyor. Siren sesleri duyuyorum, gözlerimi açıyorum. Aşağıda bir ambulans görüyorum, etrafı çok kalabalık. Oğlumu sedyeye koyup götürüyorlar. Bir tane daha yapmanın zamanı, diye düşünüyorum. Çocuklar top oynamayı bırakmış, Garo'nun düştüğü yerdeki kanlara bakıyorlar. Kan içinde yer, kıpkırmızı sokak! Garo ölmüş, topu ortalıkta yok. Annesinin sesini duyuyorum, bağırıyor, deli gibi bağırıyor, ağlıyor. Ben de bağırıyorum içimden: "Ben öldürmedim onu! Durdurabilirdim belki ama yemin ederim ki ben öldürmedim. Kumrulara sorun, onlar gördüler! 'Dikkat et Garo, aşağıya düşersin. Yanıma gel oğlum.' deseydim düşmezdi belki ama ben demedim."
Elimi eteğinin altından içeri sokuyorum. Kız itiraz etmiyor, okşuyorum bacaklarını. Kendinden geçmiş gibi, mırıl mırıl inliyor. Annesi aşağıda söyleniyor, elinde paketler var:
- Hadi kızım, oyalanma.
- Çocuk ölmüş anne, terastan düşmüş.
Başörtüsünü düzeltiyor anne: "Yazık" diyor. Ben demiyorum. Ambulans gidiyor, siren çalmıyor. Bakkal efendi, elinde bir kova su ve fırçayla olay yerine geliyor, temizliyor bölgeyi. Dikkatle ince-liyorum, bu adam Garo'ya hiç benzemiyor. Daha çok karşı dairedeki kadının oğluna benziyor, burnu da onunki gibi uzun üstelik. Kadının kocası da balkonda, sesleniyorum ona:
- Senin oğlun bakkala çok benziyor.
- Ne saçmalıyorsun sen?
- Oğlun diyorum, bakkala çok benziyor. Bence bir araştır.
Adam hızla kalkıyor yerinden, içeri girip gözden kayboluyor. Terasın kapısını kilitliyorum. Adam geliyor, sinirli. Bir piyangocu geçiyor bağıra bağıra. Çocuklar yeniden top oynamaya başlıyorlar. Bir araba dalıyor hızla çocukların arasına, şoför bağırıyor çocuklara: "Çekilsenize yoldan, arabanın altında kalıp başımı belaya sokacaksınız!" Balkonlardaki bıyıklı adamlar da şoföre bağırıyorlar:
- Top oynuyor çocuklar görmüyor musun?
- Geçecek başka yer bulamadın mı!
Şoför ellerini iki yana açıp bir şeyler mırıldanarak gazlıyor, balkonlardaki adamlar içkilerini yudumluyor ve çocuklar top oynamaya devam ediyorlar. Babalar mutlu, çocuklar mutlu, taksiciler sinirli. Terasın kapısını yumrukluyor adam içeriden: "Geberteceğim seni!"
Beline kadar kaldırıyorum eteğini, bacaklarını seyrediyorum.
- Aç şu kapıyı!
Kapatıyorum gözlerimi iyice, ellerim bacaklarında gezinmeye devam ediyor. Ezan okunmaya başlıyor tekrar, hoca bağırıyor. Korkmuyorum. Sabahları korkuyorum yalnızca, ayık zamanlarımda yani. Başımın etrafında bir sivrisinek geziniyor: "Defol buradan sinek!" Sinek defoluyor. Az etli yemek kokuları geliyor burnuma ve bolca soğan. Karnım aç. Annemi çağırıyorum terasa, öpüp kokluyor beni. Küçük yapıyorum onu. Çocuk oluyor, küçücük bir kız çocuğu. Yanıma geliyor, annem beni babası sanıyor; öpüp koklamıyorum ama ben onu. Bir top atıyorum önüne, küçük annem topla oynuyor. Zıp zıp zıplıyor topla beraber. Top ayağıma çarpıyor, sekiyor. Annem topun peşinde, çığlıklar atıyor sevinçten, martılar da çığlık atıyorlar, ben çığlık atmıyorum. Top bacanın kenarına çarpıyor, yükselip aşağıya uçuyor, annem de peşinden. Bir çığlık daha: Küt! Anne de gitti. Bu iyi. Harika! Ağlıyorum hıçkıra hıçkıra, bağırıyorum: "Annem öldü! Annem öldü!"
Kız duygulanıyor, şefkatle sarılıyor bana sıkıca, ben ona sarılmıyorum. Ellerimi kalçalarına götü-rüyorum. Kız sıcak, çok sıcak.
Ambulans geliyor, küçük annemi götürüyorlar herhalde. Yine siren çalmıyor, çocuklar oyunlarını kesmiyorlar bu kez, bakkal efendi de yıkamıyor yerleri. Anne kızına sesleniyor:
- Hadi kızım.
- Küçük kız ölmüş anne.
- Vah vah!
- Terastan düşmüş.
Dudaklarımı bardağımın kenarlarında gezdirmeye başlıyorum, burnuma bir koku geliyor, ağzıma da ıslaklık, çekiyorum yudumumu. Fon dip! Tekrar dolduruyorum bardağımı.
Kadın elindeki paketleri yere bırakmış. Paketlerde kıvırcık, lahana, ıspanak var, birkaç tane de domates. Lahana çok, lahana ucuz. Sıcak, çok sıcak. Kız sıcacık, ıslak da. Çocuklar top oynuyorlar sokaklarda, arabalar vızır vızır geçiyor. Domates pahalı, dantelli çamaşırlar domatesten, rakıdan bile pahalı. Bakmıyorum aşağıya, kafamı çeviriyorum. Sıcak kızı yukarı çekiyorum gözlerimi kapatıp. Küçültüyorum onu da. Eline bir top veriyorum, topu atıyor bana doğru, top ayağıma çarpıp sekiyor. Küçük, sıcak kız mutlu, topun peşinden gidiyor. Zıp zıp zıp! Top aşağıya düşüyor, kız da peşinden. Bir çığlık: Küt! Bakmıyorum, bardağımı dolduruyorum ben. Şişe dolu, hiç eksilmiyor. Ambulans geliyor yine, kadının sesi de: "Kızım bak, küçük çocuk düştü terastan. Nerdesin?"
Az etli yemek ve bolca soğan kokuları geliyor burnuma. Gözlerimi kapatıyorum tekrar sıkıca. Top sahası yapıyorum bütün avluların içine! Oyun parkı yapıyorum. Çay bahçesi de yaparım belki. Koca bir yudum çekiyorum bardağımdan ve et koyuyorum bütün tencerelerin içine!
Teras sihirli...
Merih Günay
Yukarı
|
<#><#><#><#><#><#><#>
Kahve Molası, siz sevgili kahvecilerden gelen yazılarla hayat bulmaktadır. Her kahveci aynı zamanda bir yazar adayıdır. Yolladığınız her özgün yazı değerlendirilecektir. Kahve Molası bugün 4.408 kahveciye doğru yola çıkmıştır.
Yukarı
|
Okuyoruz
Okumuyormuşuz,kim demiş !..
Öyle bir okuyoruz ki
Sokağa tükürenlere
Yerlere çöp atanlara
Mahalle içinde sürat yapanlara
Üzerimize çamur sıçratanlara
Aleyhimize olanlara
Havaya kurşun sıkanlara
Yenilen takımımıza
Okey de taş çalanlara
Peh !..
Kim demiş okumuyoruz
Öyle bir okuyoruz ki
Düm düz gidiyoruz
Burhan KÜÇÜK
Yukarı
|
Kimlik bunalımına düşmüş Deyzi!.....
Yukarı
|
FOTOGRAF SERGİSİ
"VAHŞİ YAŞAM" SÜHA DERBENT
8 MAYIS - 4 HAZİRAN 2004
FOTOTREK NIKON FOTOGRAF MERKEZİ, 8 Mayıs - 4 Haziran tarihleri arasında, hayvan davranışları üzerine fotograf çalışmalarıyla tanınan Süha DERBENT'in "VAHŞİ YAŞAM" isimli sergisine yer veriyor.
8 Mayıs Cumartesi günü saat 18:00'de yapılacak bir kokteyl ile açılacak olan sergide kaplan, aslan, leopar, çita gibi büyük kedilerin görüntüleri yer alıyor. Sergi, hayvanların yaşadıkları coğrafyaya uygun davranış görüntüleri üzerine yaklaşık 8 yıldır çalışmalar yapan Süha DERBENT'in Hindistan, Güney Afrika Cumhuriyeti, Zimbabwe, Kenya ve Botswana'da çektiği fotograflardan oluşuyor. Nikon Türkiye Temsilcisi Karfo - Karacasulu ve Emirates Havayolları katkılarıyla gerçekleşen sergi 4 Haziran Cuma gününe kadar izlenebilecek.
Ayrıntılı Bilgi: http://www.suhaderbent.com
FOTOTREK NIKON FOTOGRAF MERKEZİ
Meşrutiyet Caddesi Ravanda İşhanı No : 85 Kat : 1 - 2 D. 1 - 3 Beyoğlu, İSTANBUL
Tel : (212) 251 90 14 - 251 83 74
www.fototrek.com
Yukarı
|
İşe Yarar Kısayollar - Şef garson: Akın Ceylan |
http://turkgolge.sitemynet.com/perde.htm
...Eskiden ramazan gecelerinde, iftar yemeğini yiyen herkes doğruca Karagöz seyretmeye giderdi.Nâreke zırıltısı ve tef velvelesi ile göstermelik kalktıktan sonra Hacıvat Çelebi şarkısını söyler ve “Ne olur şu dört köşe perdede bana da bir arkadaş olsa ah bana bir eğlence medett amannnnnnnnnnnnnnnnn amannnnnnnnnnnnnnnnnn....” diye Karagöz’ü çağırmaya başlardı. Ve tabii herkes kahkahaları patlatırdı...
http://www.turkishfencing.com/HTM/ESKRiM_NEDiR.htm
...Eskrim hızlı,hareketli ve tempolu bir spordur. Atletik açıdan bakıldığında, hız ve dayanıklılık, bu sporun en önemli özellikleridir. Kişiye kazandıracağı diğer özellikler, güçlülük (patlayıcı hızlara ulaşma açısından yararlıdır, yoksa, bu sporda zor kullanımının yararı yoktur), esneklik, hareket hızı, koordinasyonu ve kesinliğidir. Ancak, sağladığı reaksiyon hızı (refleks) ve mücadele azmi, kişiye en önemli katkısıdır...
http://www.worth1000.com/
Binlerce orjinal resim ve fotograf çalışmasını arşivinde bulunduran geniş bir arşiv. İstediğiniz herhangi bir çalışmayı t-shirt, kupa veya listedeki diğer materyallere bastırmak üzere sipariş verebiliyorsunuz.
http://www.humnri.com/enter/passport/
Uluslararası hizmet veren bir site. Pasaportunuzla ilgili bir sorun olup olmadığını test edebiliyorsunuz..:)) ...Welcome to the World Passport Record Records Bureau web site - where you can search our online database of over 6 Billion Passports information currently on file, absolutely FREE. Search our files with the form below...
akin@kahveciyiz.biz
Yukarı |
Damak tadınıza uygun kahveler |
DeepBurner 1.1.0.117 [2.5MB] Win98/2k/XP FREE
http://www.deepburner.com/download/DeepBurner1.exe
CD yazma programlarına harika bir alternatif. Küçük olmasına rağmen pekçok işi layıkıyla yapan bir program. Kullanışlı arayüzü de cabası. CD Yazıcısı olan herkese şiddetle tavsiye edilir.
Yukarı
|
|
|