KAHVE MOLASI
ISSN: 1303-8923
ABONE FORMU

ABONE OL
ABONELiKTEN AYRIL
HTML TEXT
Arkadaşlarınıza önermek ister misiniz?

 SON BASKI
 Ana Sayfa
 Arşivimiz
 Yazarlarımız
 Manilerimiz
 Forum Alanı
 İletişim Platformu
 Sohbet Odası
 E-Kart Servisi
 Sizden Yorumlar
 Kütüphane
 Kahverengi Sayfalar
 FİNCAN/SİPARİŞ
 Medya
 İletişim
 Reklam
 Gizlilik İlkeleri
 Kim Bu Editör?






Kahveci Soruyor?



KAHVERENGİ SAYFALAR



KAPI KOMŞULARIMIZ

Üç Nokta Anlam Platformu


19 Mayıs Atatürk'ü Anma  Gençlik ve Spor Bayramı
Yazılan, Okunan, Kopyalanan, İletilen, Saklanılan, Adrese Teslim Günlük E-Gazete - Yıl: 3 Sayı: 506

 18-19 Mayıs 2004 - Fincanın İçindekiler

 Atatürk diyor ki! : Ey Türk Gençliği!...


Saygıdeğer Efendiler,

Sizi günlerce işgal eden uzun ve teferruatlı nutkum, nihayet geçmişe karışmış bir devrin hikâyesidir. Bunda milletim için ve gelecekteki evlâtlarımız için dikkat ve uyanıklık sağlayabilecek bazı noktaları belirtebilmiş isem kendimi bahtiyar sayacağım.

Efendiler, bu nutkumla, millî varlığı sona ermiş sayılan büyük bir milletin, istiklâlini nasıl kazandığını, ilim ve tekniğin en son esaslarına dayanan millî ve çağdaş bir devleti nasıl kurduğunu anlatmaya çalıştım.

Bugün ulaştığımız sonuç, asırlardan beri çekilen millî felâketlerin yarattığı uyanıklığın eseri ve bu aziz vatanın her köşesini sulayan kanların bedelidir.

Bu sonucu, 'Türk gençliğine' emanet ediyorum.


Posta Kartı olarak yollamak için tıkla
10.Yıl Nutku'nu izlemek için...
10.Yıl Nutku'nu dinlemek için...
Windows Media

 Editör'den : Bayramımız Kutlu Olsun...


Merhabalar,

Harikasınız. Gün içinde bana mesaj atan tüm kahvecilere yürekten teşekkür ederim. Aranızda ne oldu da böyle oldu bilmeyenler vardır mutlaka, açıklamaya çalışayım. Şu SPAM yerine konulma işinin üstesinden gelebilmek için hergün aynı konu başlığını kullanmak yerine yeni bir uygulamaya geçtim. Başlığı herkese özel bir hale getirip sonuna da bir fincan kahve ekledim. Aman Allahım, meğer o bir fincan kahve ne güzel bir ikrammış. Gerçekten de kırk yıl hatırı varmış. Tam 67 sevgili kahveciden teşekkür mesajı aldım. Asıl gösterdiğiniz ilgi için ben sizlere teşekkür ederim. Gerçekten harikasınız. Epeyce bir kısmına bizzat cevap verdim ama akşama doğru vakit bulamadım, o nedenle bu sayfadan hepinize toplu olarak seslenmeyi uygun buldum. Yalnız bu konuda bir handikapım var. Biliyorsunuz abone kaydı sırasında isim istemiyoruz. Dolayısıyla çoğunluğun ismi bende kayıtlı değil. O nedenle ben de sizleri 'Kahveci' lakabıyla tanımlamak zorunda kalıyorum. Bugün bana teşekkür mesajı atan herkesin ismini kayıtlara aldım. Dilerseniz sizlerde bana isimlerinizi bildirin kayıtlarımızda bulunsun ve böylece sizlere hitap ederken gerçek isimlerinizi kullanabileyim. Vallahi de billahi de bana teşekkür edin diye etmiyorum bu lafı. Sadece isminizi yollamanız yeterli.

Bu sayının tarihinden de anlayabileceğiniz gibi bu sayımız 2 günlük. Yarın 19 Mayıs ve resmi tatil. O yüzden Kahve Molası da 1 günlük ara verecek. Perşembeden itibaren yeniden birlikteyiz merak buyurmayın.

Evet yarın 19 Mayıs. Bir büyük mücadelenin başladığı günün 85.yıldönümü. Tüm gençlerin ve herzaman genç kalanların 19 Mayıs Atatürk'ü Anma Gençlik ve Spor Bayramı kutlu olsun. Hepinize Atatürk'ü anmaya vakit ayırabileceğiniz, bu anları çocuklarınızla paylaşabileceğiniz bir güzel gün diliyorum. Perşembe günü görüşmek üzere hoşçakalın.

Bir sonraki sayıda buluşuncaya kadar bulunduğunuz yerden bir adım öne çıkın. Sevgiyle...

Cem Özbatur

Mehtap Akdeniz

 Ters Köşe : Mehtap Akdeniz


   Gençlere Masallar...

Büyüyüp serpilmeni saygıyla bekliyormuş gibi duruşuma bakıp, sakın aldanma. Bal gibi hayallerim var senin için. Okul falan derdim değil. Nasılsa bir yolunu bulur okursun. Yeni furyalara kendimizi kaptırmışlıktan başka hiçbir anlamı yok sınavların özel okulların benim gözümde. Hiç biri senden daha özel; senden daha yüce değil. Ders işte en nihayetinde, müdür muavini gibi oturup okulu ve okumanın önemini konuşacak değilim. Dersler, notlar, takdirler falan filan. Yıllardır bildiğin coğrafya, bildiğin kimya... Ekvatoru teğet geçen çizgi ben bildim bileli aynı yerde duruyorsa; sittin senedir bir yere kıpırdamıyorsa, daha birkaç yüz yıl bir yere gideceği yok demektir.

'Bildiğin kimya' dediğime bakma kimya bildiğinden değil. Benim de bildiğim yok zaten, hepsi uçtu gitti aklımdan. IQ düşüklüğünden hiçbir zarar görmedim, fazlasından fayda göreni de pek gördüm sayılmaz. Ortalama adama göre hazırlanmış ders programlarının üstesinden gelmek için IQ olsa da olur olmasa da. EQ desen hiç şart değil, geçerli bir diplomayı kapmak için.

Öyle bir zamana denk geldin ki, ne anlatsam demode kaçacağımı biliyorum okumanın erdemi adına. Ne IQ, yuvarlak bir kalça kadar para ediyor; ne de bir çift dik memenin yerini tutabiliyor EQ...

Hayat takdir ediyor eninde sonunda herkesi... Her sene kapıp geldiğin takdir belgelerin olmasa daha mı az değerli olacaksın benim gözümde sanki. Alakası yok. Ödül işte... Bir nevi kağıttan hediye. Başarılı çocuğa Converse almayı akıl ettiklerinde takdir belgesi de önce evde çekmecelerdeki kalabalıklara, sonra da tarihe karışır. Converse markasını sponsor etseler karnelerde başarı oranı nasıl artar düşünsene. Bunu akıl etmek için kimyayı ezber yapman hiç gerekmiyor; motivasyonun anlamını kavraman yeterli.

Anlayacağın okul başarısından daha önemli şeyler var konuşulacak... genç olmak... mutlu olmak... vefa gibi... hayatın anlamını anlamak gibi...

- Heyy sen beni dinlemiyor musun? Havaya mı konuşuyorum ben? Aklın fikrin sivilceli çocukta...
- Biliyor musun ne oldu?
- Sivilcelinin en yakın arkadaşı, sana seni sevdiğini söyledi.
- Nereden bildin!?
- Ben bilirim... Hatta kafan karıştı değil mi?
- Evet, biraz...
- Bak onu da bildim.
- Ama bu çocuk onun kadar yakışıklı değil...
- Bırak şu yakışıklı sevdalısı olmayı, tipiyle değerlendirme insanları.
- Bu yaşta bir erkeğin nesine bakayım söyler misin? Mesleğine mi, tahsiline mi, arabasının markasına mı, karakterine mi, ruhuna mı? Bu yaşta bir erkeğin nesine bakılır ki yakışıklılığından başka?

Haklısın. Senden çok şey öğrendiğimi ve seninle sohbet ederken çok keyiflendiğimi itiraf etmeliyim. Öyle keyif vericisin ki; keşfedilmen yakındır. Kapılıp gitmen an meselesi biliyorum. Bana göre olmadık, sana göre olduk birine.

Haklısın dediysem, öyle sakince durup, senin büyüyüp serpilmeni bekleyeceğim sanıyorsan yanılıyorsun bebek. İstediğim gibi bir genç olacaksın.

Halil Cibran şöyle demiş gerçi ama: 'Çocuklar sizin çocuklarınız değil. Onlar kendi yolunu izleyen hayatın oğulları ve kızları. Sizin aracılığınızla geldiler ama sizden gelmediler. Ve sizinle birlikte olsalar da, sizin değiller. Onlara sevginizi verebilirsiniz, düşüncelerinizi değil.'

Olabilir! Halil Cibran'nın doğurduğu eserleri ve sevgi dolu aklını pek severim sevmesine de; ancak sen benim yarattığım bir şeysin, Halil bey'in değil. O ne demiş, bu ne demişe bakarak bir yere varamayız bebek. Biz kendi işimize bakalım.

- Troya hakkında ne varsa bilmek istiyorum.
- Önce mitoloji'yi anlayarak başlamalısın.
- İlyada'dan mı?
- Hayır.
- Ege'yi anlamak ve Ege'ye aşık olmak gerekir mitolojiyi tam anlamak için.
- Ne demek bu?
- Önce Ege ve havzası bilinecek, sonra Ege masalları okunacak...
- Yani önce Coğrafya.
- Evet. Önce Coğrafya, sonra Tarih, sonra Edebiyat ve...
- veee AŞK!!
- Önce dediğimi yap, sonra ne halt edersen et. İster destan gibi yaşa aşkı, ister aşkın destanını yaz.

Sana ne anlatırsam anlatayım aklın fikrin hep o yakışıklı çocukta. Kitap okumanın, kendini yetiştirmenin faziletlerini, ekvatorun teğet çizgisini, hayatın gerçeklerini anlatsam beni dinleyecek misin ki? Elbette ki hayır. Değil mi ki gençsin, gerçekleri sevmezsin; öyleyse masal anlatmaya devam.

- Doğumunu anlatayım sana istersen.
- Gerçekten anlatır mısın? Hiç anlatmazsın böyle şeyleri, sanki hiç doğum yapmadın.

Annelik değil ki anlatacağım şaşkın. Nasıl anne olduğumdan, ne kadar sancı çektiğimden bahsedecek değilim. Annelik ile doğurmak aynı şeyler mi sanırsın yoksa... Sadece kadınlar doğurur sanıp; doğumu, bedeninle sınırlayıp, 3.5 kiloluk bebek mi sanırsın.

Yanılırsın kelebeğim... Böyle düşünürsen sen de pek çok kadın gibi yanılırsın. Doğum can yaratmaktır; bedeninden birini çıkarmak değil. Sev ve derin düşün. Sen de doğurur, sen de bir can yaratırsın.

- Sadece annelerin doğurduğunu düşünmenin bir yanılsama olduğunu, doğumun her türlü yaratma olduğunu, insana can katan şeyin ruh olduğunu, ruhun sevgiye arzulu olduğunu, sevgi'yi annelikten daha kutsal bulduğumu sana nasıl anlatabilirim bilmiyorum.
- Anlat.
- Bak tatlım, doğurmak, sonsuzluk ve ölümsüzlük özlemidir. Çoğalmak arzusu değil. Sevgi ise ölümsüzlüğün ta kendisidir. Bu mantıkla ister kadın olsun ister erkek fark etmez, sonsuzluk özlemi olan, her insan doğurabilir.
- Yani doğmak ölümsüzlük demek öyle mi.
- Hayır doğmak değil, doğurmak....
- Karışık. Ben yakışıklı birinden doğurmak istiyorum.
- Doğru düşünüyorsun. Güzel olana ilginin sebebi estetik bir kaygıdan değil, içgüdüsel. Genç bedeninin sana cilvesi.
- Sahi mi?
- Maalesef. İyi gen, güzel nesil arzusu, bir nevi hayvansal içgüdü. Ruhun doğurmak istemeye başlayınca gelişip, değişeceksin.
- Ruhum ne zaman doğuracak?
- Bekle, daha vakit var. Sadece dış görüntün değişmez bebek, içi de değişir insanın zamanla. Hepsinin sırası var.
- Sırada ne var?
- Genç olmak, güzel bedeninden, güzel beden doğurmak için; güzel bir bedene aşık olmak.
- Ruhum kime aşık olacak, doğurmak için?
- Ruhun doğurmak istediğinde eşsiz bir ruh isteyeceksin yanında, güzel bir beden değil. Bunun için de önce güzel bedenlerin birbirinin aynı olduğunu anlaman gerek. Gençken hiç kimsenin ileride nasıl bir ruha dönüşeceğini kestiremezsin. Orta malı sevgi düşkünleri gibi büyümeyip, gelişeceksin. İstersen bütün yakışıklıların ileride eşsiz bir ruha dönüşmesi için dua bile edebilirsin.
- Dalga geçiyorsun yine.
- Kesinlikle değil. Hem eşsiz hem fiyakalı bir ruha kim itiraz edebilir ki?
- Ruhum doğurduğunda ne olacak peki?
- İlyada gibi eşsiz bir destan ya da Homeros'un ki gibi eşsiz bir hayat.
- Yine masal anlatıyorsun, uyuyayım da yabana gitmesin bari. Belki rüyamda bir yakışıklı görürüm.

Uyu bebeğim evvel zamanlar içinde, prens masalları ile uyu da büyü. Ve gelecekte bir sabah; eşsiz ruhlara özlemle, gencecik uyan...

Mehtap Akdeniz
mehtap@kahveciyiz.biz

Yukarı

 Kahvecigillerden : Kemal Türkmen


İkinci aşkım

İkinci aşkım aklıma geldi bugün,
Kısa, parlak siyah saçları, uzun, ince güzelliği ve bakmaya cesaret edemediğim farklılıklarıyla ergenliğimin ikinci prensesi.
Bir düşünür, kadın ve erkek insan türünün en belirgin farklılaşma biçimidir derken arzuyu bu farklılaşmanın dinamiği olarak görür.
Hep daha güzel ve hep daha çekici olmak isteriz.
Aslında bir yerde bu elimizde olan bir seçenektir.
Ama engelleyemediğimiz bir arzu bizi dönülmez bir noktaya götürür.
'Sevişme' bu dinamik sürecin, farklılaşmanın tepe noktası olurken duyguların ve davranışların makas değiştirdiği bir andır.
Bu andan itibaren çekicilik ve güzellik, nadiren ayni yoğunlukta devam ederken çoğunluk azalmaya başlar.

Her okul çıkışımdan ikinci aşkıma on adım gerisinden eşlik ederdim.
Evi önünde, sözde otobüs beklemelerim, perdelerinde yarattığım hayallerim, geçmişimin bugün anımsadığım seçkin anılarıdır.
Her anımsadığımda keyifle gülümserim.
Ama bunlar o günlerden bugüne uzanan mutluluk gülümsemelerdir.
İkinci sevgilimle ilişkim onun yakınında olduğum zamanlarda ayni havayı solumam ötesine hiç geçemedi. Sonra yollarımız ayrıldı.
Ne kadar ilginç bir duygudur, ilk sevgiliyi yaşam boyu ayni güzellik ve çekicilikte anımsayabilmek.
Yıllar sonra, ablasıyla konuşma fırsatım oldu. Bu yaşıma ve bin türlü deneyimime karşın sevgilimin o günlerde bana aşık olduğunu duyduğumda, Boğazıma bir şey tıkandı, ayaklarım yerden kesildi ve sanki o gizemli nedeni anlaşılmaz tanıdık coşku iliklerime kadar uzandı.
Birbirine perde arkasından bir yılı aşkın bir süre bakabilmek ve ötesini istememek, sahip olmanın amaçlandığı çağdaş dünyada zor anlaşılabilir bir erotizmi simgeler.
Ergenliğini yaşayan birey, farkında bile olmadan, sonlu varlığını aşarak içindeki sonsuzluğa erişmenin saf ve büyük bir adımını atmaktadır.
Böylesi bir erotizm sonsuzluk deneyimi gibidir ve sanki o nedenle son kertede heyecan verir.
Tıpkı olağanüstü bir müziğin duygularımızda yarattığı fırtına gibi.

Sevgilerimle,

Kemal Türkmen

Yukarı

 Café Azur : Suna Keleşoğlu


Aynı yerde bazen göremediklerimiz varsa eğer...

Zamanın geçmek bilmediği sıradan doktor muayenehaneleri bekleme salonlarındandı. Sağlık sigortası tarafından yayınlanmış kocaman broşürler, sehpa yerine kullanılan tahta sandığın üzerinde tarihi geçmiş eski dergiler, birbirinin benzeri olmayan yanyana dizili sandalyeler. Yerde bir oyuncak kutusu, belli ki çocuk hastaları oyalama isteği ile yerlere saçılmış oyuncaklar...
Girişte duvarları kaplayan fotoğrafları herseferinde en ince ayrıntısına kadar ezberlemiş olmanın verdiği aşinalık ile dergilerin en yeni sayılarını aramaya koyuldum. Ana bekleme odasında yer olmaması nedeniyle girişteki sandalyelerden birine yerleştim. Elimdeki eski sayılı bir dergiyi karıştırırken, yine gözlerime değdi duvarda asılı fotoraftaki o inci dişli kara derili çocuğun gözleri.


-Baba, bu sefer kaç gün kalacaksın
-Henüz bilmiyorum ama en kısa sürede dönmeye çalışacağım.
-Bizim okul gösterisine kadar gelir misin?
Yedi yaşındaki oğlan çocuğu bir yandan resim çizerken bir yandan da yolculuğa hazırlanan babasına soru yağmuruna tutuyordu.
-Ne çiziyorsun?
-Bizi çiziyorum. Ama daha bitmeedi, bitmeden bakma.

Artık alışılagelmiş yolculuklarından birine çıkacak olan adam, mutfakta akşam yemeğini hazırlayan karısının yanağına bir öpücük kondururken gözleri ile gitmem lazım beni anlamalısın diyordu sanki.

Gitmem lazım. Biliyorum bana ihtiyacı var. Onun, bir başkasının, oralardakilerin...

Herzamanki sakinliği ile çzel eşyalarını koyduğu seyahat çantasını hazırladıktan sonra iş ile ilgili götüreceği malzemeleri de birer birer çantasına yerleştirmeye başladı. Birlikte gideceği arkadaşları ile sabahın erken bir saatinde buluşacakları için erkenden yatmayı düşünüyordu. Ama oğluna söz verdiği için yeni aldıkları çizgi film DVDsini seyretmeden önce yatağa girmeye niyeti yoktu.
Babasının işlerini tamamladığını gören sarı saçlı çocuk DVDyi kutusundan çıkartıp seyretmek üzere DVD göstercisine yerleştirdikten sonra kanepede oturan babasının kolları arasına attı kendini.

-Bir gün beni de götürecek misin?
-Biraz daha büyüdüğünde evet. Ama şimdilik çok erken.
-Yine arkadaş getirecek misin bana?
-Şimdilik orada ne olduğunu bilmiyorum. Sen oyun için getirdiğimi düşünüyorun ama o arkadaşın çok hasta idi.
-Evet zaten onu hemen hastaneye götürmüştün, hiç oynayamamıştık. Onun babası yok muydu? Niye o gelmedi?
-Babası vardı ama gelemezdi.
-Biz hastanede ziyarete gittiğimizde sana verdiği resmi ne yaptın?
-Diğerlerinin yanına astım?
-Ya benim resimlerim?
-Onlarda kendi yerlerinde asılı duruyorlar.
-Hadi artık filmi seyredelim. Yarın okul olmasa bile annen seni havuza yüzmeye götürecek, dinlenmem gerekir. Uyuman lazım. Hem ben de çok erken çıkacağım.
-Peki o zaman söz ver, bir gün birlikte gideceğiz.
-Evet bir gün birlikte gideceğiz.

Adam ertesi gün yola çıktığında çocuk mutlu düşler görüyordu sıcacık yatağında. Adamın diğer arkadaşları ile beraber çıktıkları bu seyahatin son durağındaki diğer çocuklar ise ateşli bir hastalığın pençesinde ağlıyorladı annelerinin kucaklarında.

Ne tuhaf yıllardır geldiğim bu yerde görmediğim şeylerde varmış diye düşündüm. Bir an kara derili küçük kız çocuğunun gülüşü büyüdü büyüdü...
Sıram gelip içeriye girdiğimde kendi hastalığımı anlatırken doktorun gözleri yerine duvarda asılı takılı resimlere bakarken buldum kendimi.
Kimi suluboya, kimi kuru kalem kimi ise sadece kurşun kalemle çizilmiş alt alta sıralanmış farklı çocukların ellerinden çıkmış desenler. Başka başka hayaller. Renkli bir salyangoz resmi, bir gemi resmi, yağmur yağan bir orman, top oynayan çocuklar...
Masanın sol tarafına düşen duvarda ise belli ki aynı çocuğun elinden çıkmış yanyana dizili resimler. Her resmin alt köşesinde küçücük harfle isminin baş harfi. En alttakinin daha boyaları bile kurumamış. Sarı saçlı bir çocuk kara derili bir çocuğun elinden tutuyor ve doktor giysisi içinde bir adam arkasını dönmüş her ikisine de kucağını açmış. Gözlerim iyice o resme gitmiş olmalı ki, doktor reçeteyi uzatırken açıklama yapma gereği duyuyorum.
-Oğlumun bana yaptığı son resimlerden biri.
Barış ve sevgi kokan resme bir kez daha bakıp reçetemi elime alıp ana kapıdan çıkarken salondaki masanın üzerinde duran broşürlerden alıyorum rastgele...


" ....bu dernek Dr. B ve onun arkadaşları tarafından 1990 yılında tıbbi yardıma muhtaç insanlara yardım etmek amacıyla kurulmuştur. Hiç bir politik, etnik, ırk ve din ayrımı gözetmeksizin tüm ihtiyacı olanlara ve özellikle de çocuklara....

Broşürün sayfalarını açtıkça fakir ülkelere yapılmış tıbbi yardım ziyaretlerinin görüntüleri karşıma çıkıyor. Bunlardan birinde ilaç yardımı kolileri arasında arkadaşları ile poz vermiş tanıdık bir yüz. 5 yıldır her hastalandığımda beni bazen reçeteleri bazen de moral depolayan sözleri ile iyileştiren doktorumun gülen yüzü...

Not: Mouans-Sartoux kasabasında bu işe yüreğini koymuş iki doktorun çabaları ve arkadaşlarının desteği ile doğmuş bu derneğin varlığı, muayenehanenin genel görüntüsü dışında anlatılan baba-çocuk kahraman tamamen hayal ürünüdür. Gördüklerim içimde hüzünlü bir mutluluk bırakmıştı, hasta olduğumu unutmuştum ve sadece sizlerle paylaşmak istedim.

SunA.K. Grasse
sunak@kahveciyiz.biz

Yukarı

 Kahvecigillerden : Celal Kılıç


YORULAN KAHRAMANLAR

Kahramanlık; her insanın adrenalini yükselten, onu ulaşılmaz hazlara erdiren bir olgudur. Kahramanlara yüklenen misyonlar ağırdır, ama bir hayli de şöhrete namzettir.

Belki kahramanlık duygusu insanı ölüme kadar götürecek bir sürecin başlamasına yol açabilmektedir.

İnsanların kişiliklerinin oluşmaya başlamasıyla birlikte ortaya çıkan arayışın, ilk ‘miraskondularını’ genelde aşırı şovenistlikten beslenen ama farklı çehrelerle tezahür eden ideolojiler oluşturmuştur.

Ve insanın boş fikir hazinesi, bu duruma davetiye çıkarmaktadır. Genelde sanayileşmeyen toplumlarda görülen bu kahramanlığın ya da kahramanca’lığın, hedefl/benlik arasında sıkışmasından ötürü, istenileni vermesi oldukça güçtür.Ve kahramanlık adaylarının da, maddi katma değerlerine paralel olarak davalarıyla bağlarının katsayısı artmakta ya da eksilmektedir.

Bu farklı cephelerdeki son cengaverlerin yirmi yıl önce pes ettiği, etmeyenlerin ise, sekiz yıl evvel yemin billah ettirilerek değişim dönüşüm hüllesine sokulduğu kahraman ideolojilerin elebaşları, artık dünyanın değişmesinden kaynaklanan bir bölüm eleştirel bakış açılarıyla kendi geçmişlerine yaklaşmaya başlamışlardır.

Mevzubahisler, aslında kategorik olarak kendilerini farkında olmadan da sınıflandırmışlardır.

Bir kısmı, kendilerini bu gönüllü dönüşümlerinden dolayı eleştirenlere yanıt vererek tenezzül etmekte, bir kısmı değişimine şehadet edilmesine bir hayli içerlemekte ve değişmediğinden dem vurmakta, bir kısmı da sırça köşkünün içinde "it ürür kervan yürür"ü Matsuri'nin konçertosuyla yudumlamaktadır.

Zaten, bu dönüşümlerini tamamlamış yeni familyaların aslında topluma zararı da yoktur, esas olan neticede "değişmeyen tek şey değişim" sözünü herkesin benimsediğidir.

Buraya kadar herşey normal gözükmektedir.

Ama garip olan esas konu şudur. Değişmek; herkesin kendi rızasıyla yapacağı ve kimsenin de karışamayacağı bir tercihtir,ve fakat; veda ettikleri coğrafyaların miraslarını hala kotarmaya devam etmeleri, onların aslında amaclarının ne olduğu konusunda kafalarda ciddi bir şüphe yığını üretmeye zorlamaktadır.

Zira, 'benimsenmeyenler' listesinde enlere soktukları düşüncelerinin açılımlarıyla o noktalara gelmişlerdir.

Bu coğrafya üzerinde yıllardır çeşitli kuşakların nefes almasından ötürü, farklı ideolojiler boy göstermiştir. Hep yarınlara dair ciddi projeler, dışarılardan ithal edilerek ve de taltiflenerek, halkın giymesi için tavsiye edilmiş ancak yoldaki düdüklü amcanın sabrı taşınca çöp kutusuna atılmıştır.

Bu sert tepkinin amacına ulaştığını anons edenler ve derhal amcanın buyruğuna uyanlar, o elbisenin aslında zararlı olduğunu, amcanın traşsız olmasının ne kadar önemli bulunduğunu vesaire kerelerle deklare etmişlerdir.

Döndükleri! yeni yolda, önlerinin pütürsüz olması hasebiyle, hızla yol almaları sonucu "oh be hayat varmış" diyerek eski durumlarının aslında hiçte hoş olmadığını feryat etmişlerdir.

Ancak kazın ayağına kısa vade de bakıldığında elbette rugandır görünen, yürümesiyle anlaşılmıştır ki, ayağındaki kolay deforme olacak italik bir üründür.

Materyal hayattaki meyvelerin tadıyla bu kıstası farkedemeyecek olan zat-ı muhteremler, farkettikleri yeni dünyanın bigbabon sakızlarını sıradışı bir çiğnemeyle gerekli işleve büründürmüşlerdir.

Bununla birlikte ideolojilerin kişileri kendilerine çekmelerindeki en büyük etken olan kahramanlık olgusu, global etkenlere boyun bükmekte ve yerini materyal endişelere bırakmaktadır.

Bir çok ideolojinin düdüklü amcaya aldırış etmeden başlattığı yürüyüş, nihayetinde hesaba katılmayan amcanın düdük çalmasıyla nihayete ermektedir.

Ancak samimiyetlerinin gücüyle giriştikleri hesaplamaların, devre hitap etmediğini iddia ederek komple bir terkedişi uygun bulan bu kişilikler, acaba değişimden sapmadan, ama ana temayı da bırakmadan davalarını yeni dünyanın kurallarına uyarlamayı yeğleyemezlermiydi.

Yoksa hiçbir şeyin değişmeyeceğini ve yola çıktıkları o reçeteyle sonuna kadar gideceklerini sanacak kadar basiretsiz miydiler?

İhtimal, girdikleri bu yolda tamamen çıkar amaçlı ve toplumsal hedef yerine bireysel hedeflerine ulaşmak için bu ideolojileri kullanmış olabilirler miydi?

Bu hamur aslında daha çok su alabilir, hatta almalıdır da.

Sonuç olarak..

"İnsanlar her zaman kahraman olamazlar ama her zaman insan olabilirler."

Diyerek, problemin insanlıkla alakalı olduğunu işaret ediyor ilgili feylosof...

Celal Kılıç

Yukarı

 Misafir Kahveci : Işık Etkin


Akvaryum

Akvaryumu çok severim. Neden bilmem hoş bir ferahlık verir içime. Pırıl pırıl bir su, rengarenk taşlar, suyun hareketiyle hafif hafif dalgalanan otlar, hayatı simgeleyen hava kabarcıkları ve bu muhteşem ortamın narin, sessiz ev sahipleri balıklar. Sanki muhteşem bir çayırda nefis bir bahar günü değil mi?

Telaşsız, amaçsız, güven içinde yüzüyor gibi gelir bana hep balıklar. Gitmeleri, yetişmeleri gekeren tek yer yemin atılış anında yemin geldiği doğrultu. Yem atmasanız şikayet bile etmiyorlar... Yoksa istediiğimiz sükunet bumu hayattan?

Bazen de garip bir tek düzelikte hep aynı hareketi yapar dururlar ya işte o zaman telaşlanırım ne oluyor içerde, nedir yolunda gitmeyen diye. Biz insanlar ne yapıyoruz sanki - hep aynı şeyleri tekrar tekrar yapıp farklı sonuçlar beklerken hayattan?

Dünyaları ne küçük derim bazen içinden, zavallılar diye üzülürüm. Ya bizimki? Ne kadarının farkındayız dünyamızın?

Evimizde de küçük bir akvaryum var. İçinde altı yedi balık... vardı, artık sadece bir tane. Uzun zamandır yalnız yaşıyor zavallı balık. Gecen ay ona üç yeni arkadaş getirdim. Biri daha torbada öldü, diğer ikiside birer gün arayla ! Oysa uzun zamandır saklanıp , ortalıkta görünmeyen esas oğlan (yani eski balığımız) onları görünce pek bi misafirperver davranmış, sosyal bir balık olmak için elinden geleni yapmıştı. Ama nafile. Gelenler hemen gitmeyi tercih etti.

Geçen hafta yine gittim, üç balık daha aldım. Her biri başka şeker. Biri tıpkı zebra gibi çizgili, biri zürafa desenli, ötekine de papağan balığı dedi satıcı. Bu sefer bizimki bek sevinmedi gelenlere nedense. Belki daha öncekilerin gidişine kırgın.... Gelenlerde bunu farketmiş olacaklar ki hep saklanmaya çalışıyorlar. Biraz hasta gibiler mi acaba, hastalar, öldüler ölüyorlar derken zürafa desenli küçük balık sizlere ömür. Derken papağan balığını fazla saklanır görmeye başlayınca canım sıkıldı bu defa. Öleceksen çabuk öl bizede ısdırap çektirme, yok yaşamaya kararlıysan o zamanda çık ortaya da bizde rahat bir nefes alalım ... ama sonuç yok. Bende daldım akvaryumun içine, tuttum papağancığı kuyruğundan, çıkardım otların arasından... hani belki sıkışmıştır, bir el atarsam döner yine dünyasının sakin güzelliğine .... O ne? Bizim ki şöyle hafif bir titredi, zorla kendini ileri doğru itti, kurtuldu elimden ve yavaşca kaçıp yine saklandı yeşilliklerin arasına. Sanki "karışma hayatıma" der gibi bir edayla yine öyle bayat bayat bakmaya devam etti etrafına.

O ana kadar olanları uzaktan seyreden arkadaşım Oya döndü ve "acaba bizide böyle tutup çekiştiren, daldığımız karanlıktan çıkarmak isteyen birileri var mı?" diye sordu.

Ne dersiniz?
Sizde kuyruğunuzdan çekiştirilmek ister miydiniz?
Çekirştirilince yinede kendi bildiğinizi mi tercih ederdiniz?
Siz akvaryumunuzun neresinde saklanıyorsunuz? Ve ne'den saklanıyorsunuz?

Not : Sonuçta papağan da öldü. Neyse ki esas oğlan ve zebracık hala bizimle.

Işık Etkin
ietkin@kahveciyiz.biz

Yukarı

 Şair Kahveci : Filiz Mercanköşk


TAKUNYALAR VE ALTIN YALDIZLI PAKETLER ANISINA

Yüreğimde koruduğum ve bir gün gerçekleşeceğini hep beklediğim altın yaldızlı paketlerim vardı....

Tak... Tak... Tak... Bu evin de ışığı söndü. Havada hanımeli kokusu giderek yayılıyor. Zor bulunmayan bu çiçek; güzel kokusu, minnacık zarif yaprakları, renklerinin bir aradaki muhteşem uyumu ile beni kendine hayran bırakmayı fazlasıyla başarıyor. Karanlık sokakta bir ayak seslerim, bir de beni zaman ve mekandan koparıp götüren mis kokular saltanat sürmekte.

Saat gecenin bey vakti,
Gönlümün penceresinden rüzgarlar esiyor,
Kah üşüyor ürperiyorum, kah savruluyorum.
Bir benim ışıklarım yanıyor uykusuzluma,
Kimbilir hangi yerlerde, kimler benim gibi?

Yıllardır ayak seslerime dikkatimin odaklanmadığını farkediyorum. Tak taka tak tak takatak. Sıllap sılap sılap... İspanyol dansı yapan bir çocuğun hayali beliriyor gözlerimde. Televizyonda dansçıları izliyor ve aynı sesleri çıkarabilmek için vargücüyle gayretleniyor. Evcilik odasına çekilerek ciddiyetle sürdürdüğü çalışmalarından, ufacık bir olmuşluk hissetiğinde koşarak annesinin yanına gidiyor. Heyecanla ve soluk soluğa "bak anne aynısını yapabiliyorum" diyor. Sonra "oldu mu anne, oldu mu hı" diye soruyor. Kalbi güm güm atıyor, gözleri annesinin yüzüne kilitleniyor ve belki de alacağı cevabın gelecek adına hevesini arttırabilecek bir onay olduğunu bilmiyor. O sadece başardığının, başarabileceğinin onayını alıp mutlu olmak istiyor.

Tak tak tak... Hevesli, ufacık, saçları lüle lüle bir kız çocuğu, pempe rugan ayakkabılarıyla gülümseyerek dansediyor. Çocukluğum... hayalleri güçlü ve kendisi mutlu çocukluğum.... Altın yaldızlı paketlerim hadi dokunun bana...

O zaman dinlerdim terliklerin, ayakkabıların ve takunyaların sesini. Parmak üstleri parlak bantlı hafiften ökçeli takunyalar vardı. İlk Elvan'ın ayağında görmüştüm. Yürüdükçe topuğu takunyadan ayrılır, çıkan ses kulağıma pek hoş gelirdi. Kavuşmayı sessizce ve ihtirasla bekleyen sevgilileri andırırdı topuğunun takunya ile birleşmesi. Nerede benzeri bir ses duyacak olsam, asil ve narin yürüyüşlü, eteklerinde bahar tazeliği saklayan ve her adımla onu etrafa dağıtan, adı gibi kendisi de elvan bir kız geçer önümden.

Sıllap...sıllap... sıllap... Yürümeye devam ettikçe adımlarım ağdalı bir hal alıyor. Ayakkabıma erimiş, yumuşak bir sakız yapışmışcasına ayağım yerden havalanıyor ama kopamıyor. Kum tanecikleri yumuşuyor, çıtırdıyor daha da ufalıyor. Yüzümde ılık rüzgarın yatıştırıcı esintisi dolaşıyor. Hava öyle güzel, gökyüzü öyle parlak ki. Kocaman soluklar alıp içime çekiyorum. Günlerdir taşıdığım küfeyi sırtımdan indirmişçesine hafiflemiş hissediyorum kendimi.Çıtırdamalar bir süre sonra şarkımsı gelmeye başlıyor. Gecenin şarkısı kulağıma güzel şeyler fısıldıyor. Bu anlık benim için, sadece bu geceye özel.

Başını kaldır, şu yıldıza bak,
Üzerine bu gece şans yağdıracak.
Avuçlarını açtı bir ağaç,
Düşürmeden hepsini toplayacak.

Yüreğini bırak, şarkımı dinle,
Umutla sarıl sessiz geceye,
Evrenin dili en iyi dildir,
Yormaz ve benzemez başka bir şeye.

Elvan öpüşen takunyalarıyla, kalbimde ayak izlerini bırakarak yürüyor, pembe rugan ayakkabılı kız da çocukluğuna sesleniyordu...

Ruhumun en kuytu köşelerinde,
Çocuksu bir gülümseme çınlar.
Sorgular beni,
Büyümüş bensizliğimi sergilerken önümde,
Övünür küçük ama saf kendiliğiyle.

Savaşır onu yaşatmak için,
Oyundan silahlar yapar aşkı anlatan.
Güzeldir anlatışı bilenlerden ve de cesur,
Hünerli ellerini konuşturur sessizlikle,
Kelimeleri toplayarak kalbinin eteklerinde,
Unutulmuş çocuklara,
Rüyalaşmış hayatlara savurur...

Slapp... slappp slaaapppp.. Tak tak tak... Hevesli, ufacık, saçları lüle lüle bir kız çocuğu, pempe rugan ayakkabılarıyla gülümseyerek dansediyor. Çocukluğum... hayalleri güçlü ve kendisi mutlu çocukluğum.... Altın yaldızlı paketlerim! Çıkın korunduğunuz yerden, terkedin bu bekleyişi! Hadi dokunun bana... Dokunun....

Filiz Mercanköşk

Yukarı

 KONTRA MİZANA : Tamer Soysal


ESİRLERE NASIL DAVRANILIR?

ABD'nin Irak'ı işgalinden sonra şimdi de Iraklı savaş esirlerine insanlık dışı davranışları tüm Dünya'da gündemi işgal ediyor. Irak'da Ebu Grayb hapishanesinde bulunan Iraklı esirlere yapılan muameleleri görüntüleyen fotoğraf karelerinde ağzında sigarası ile yer alan Amerikalı Lynndie England adlı bayan er, "biz işimizi yaptık, yani bize söylenen şeyi yaptık. Sonucunda herkes memnundu.Olanlardan ötürü suçlanan bizler, hepimiz, o an yapmamız gereken bir şey yaptığımızı bilmiyorduk, çünkü bize böyle davranmamız söylemişti. Bunun için bilgilendirilmiş ve eğitilmiştik" dedi. Bütün uygulamaların emir komuta zinciri çerçevesinde ve üstlerinin bilgisi dahilinde cereyan ettiğini ifade ediyor. Ayrıca bayan er England, gerçekte yapılanların fotoğraftakilerden daha kötü olduğunu da çekinmeden söylüyebiliyor. Bunun için eğitilmişler. Bunu açıkça itiraf ediyor. Ayrıca bunun yanlışlığını da bilmediğini söylüyor. Çünkü bu davranış şekli onlara normal geliyor. Bu konuda tarihlerinden aldıkları bir ders yok.

Bu durumun hukuki açıdan Uluslar arası İnsanı Hukuk diye de bilinen Uluslar arası Savaş Hukukunu düzenleyen 1864 tarihli Cenevre Sözleşmesinin 1977 tarihli değişik "Üçüncü Cenevre Sözleşmesinin" 14. maddesine aykırı olduğu açık. 14. maddeye göre esirlerin kişilik ve onurlarına her şartta saygı gösterilmesi gerekiyor. Ayrıca 130. maddeye göre ise işkence sözleşmenin ağır bir ihlali anlamına geliyor. Bu sözleşmeyi onaylayanlar arasında ABD'de var. Ancak 1998 yılında savaş suçlarını yargılamak üzere kurulan ve 2002 Temmuz ayından itibaren faaliyette bulunan Uluslar arası Ceza Mahkemesinin yetkisini ABD kabul etmiyor. Ve ülkelerle yaptığı ikili anlaşmalarla sorumluluktan kurtulmaya çalışıyor.

Konunun hukuki irdelemesi uzun uzadıya yapılabilir ancak ben bu yazımda ecdadımızın esirlere muamelesini örnek hadiselerle açıklamaya ve ortaya koymaya çalışacağım.

Romen Diyojen 1 ve Alparslan

Ana yurdumuz olan Orta Asya'dan çıkan Türkler, o tarihlerde Diyar-ı Rum olan Anadolu'yu yurt edinmeye başlamalarının başlangıcı olarak 1071'de Muş ili Malazgirt ovasında Rahba düzlüğünde meydana gelen Malazgirt Meydan Muharebesi gösterilir. Bu savaşta, Büyük Selçuklu Hükümdarı Alparslan (1029-1072) komutasındaki Türk ordusu çoğu atlı 60 bin askerden oluşurken, imparator Romen Diyojen komutasındaki Bizans ordusu 200 bin kişilik ordusu ile zaferi kazanacağından emindi. Romanus Diogenes ( Romen Diyojen) Bizans hanedanına mensup olmadan imparator olmuştu. Askerlik bilgisi, tecrübesi ve cesareti Bizans imparatoriçesi Euodoxie'nin dikkatini çekmiş ve 1068 yılında imparator olmuştu. O tarihlerde Anadolu içlerinde Akıncılar sürekli akınlar yapıyorlardı. Bizans'ın doğu sınırına doğru ise Türk Ordusu yaklaşıyordu. Türk tehlikesinin bir an önce bertaraf edilmesi gerektiğini düşünen Romen Diyojen 13 Mart 1071'de İstanbul'dan 200.000 civarındaki ordusu ile birlikte Anadolu'ya geçti. Peçenek ve Uz Türklerinden ise paralı asker olarak faydalanıyordu. Mısır seferine hazırlanan Alparslan ise bunun üzerine bu seferden vazgeçerek Malazgirt'de ordusunu konumlandırdı. Alparslan'ın barış olsun diye gönderdiği heyeti Bizans tarafı kabul etmedi çünkü galibiyetten emindiler. 26 Ağustos Cuma günü askerlerini toplayan Alparslan beyazlar giyerek "Askerlerim! Şehit olursam, bu beyaz elbise kefenim olsun. O zaman ruhum göklere çıkacaktır. Benden sonra oğlum Melik Şah'ı tahta çıkarınız ve ona bağlı kalınız. Zaferi kazanırsak istikbal bizimdir" dedi. Savaşta önce geriye doğru kaçarak sonradan hilal şeklinde yayılarak "Bozkır çevirme" taktiğini uygulayan Türk Ordusu, savaşın hemen başında Peçenek ve Uz Türklerinin de Selçuklu tarafına geçmesiyle büyük bir zafer kazandı. Bizans imparatoru Romen Diyojen esir edildi. Esir edilen Romen Diyojeni çadırında misafir eden Alparslan arasında şu konuşmanın geçtiği rivayet edilir:
- Siz beni bu şekilde esir almış olsaydınız ne yapardınız?
- Sizi şehir şehir atlarımın arkasında süründürür galibiyetimi herkese gösterirdim.
- Peki ya benim size ne yapacağımı sanıyorsunuz?
- Ya beni öldürürsünüz, ya zaferinizi teşhir için şehir şehir dolaştırırsınız. Bir üçüncü ihtimal var ki evet mümkün değil. Beni tahtıma geri iade edersiniz.

Bu konuşmalardan sonra Sultan Alparslan "Esir düşmüş bir sultanı elde esir tutmaz bize yakışmaz" diyerek bir çok hediyeler verdiği Romen Diyojen'i ülkesine geri göndermiştir. Romen Diyojen her yıl vergi ödemeyi, Bizans'ın elindeki Müslüman tutsakları serbest bırakmayı, İstanbul'a dönüp tahta çıkmayı başarırsa Urfa ve Antakya ile Malazgirt kalelerini Selçuklulara bırakmayı kabul etti. Ne var ki Romen Diyojen İstanbul'a dönmeyi başaramadı. Bizans tahtına çıkan VII Mikhael Dukas, Romen Diyojen'i yakalatmış Kütahya'ya getirtmiş ve burada Diyojen işkence görmüş, gözlerine mil çekilmiş, Kınalıada daki Hristos Manastırına sürülmüş ve burada gömülmüştür. İşte, ecdadımızın nasıl bir savaş ve fetih anlayışına sahip olduğunun en büyük timsali bu olaydır. Kendi imparatorlarına göstermedikleri saygıyı Alparslan Romen Diyojen'e göstermiştir.

Atatürk ve Trikopis

30 Mayıs 1921'de İzmir'i işgal eden Yunan ordusu başındaki Yunan kralı Konstantis İzmir'e Türk Bayrağını ayakları altına serdirerek girmiştir. Bu işgal karşısında direnen Türk Orduları Mustafa Kemal önderliğindeki bağımsızlık savaşını kazanmışlardır. Afyon cephesi Kolordu Kumandanı olan ancak Büyük Taarruz'un sonlarında artık yenileceklerini anlayan Yunan Ordusu Başkumandanı Anesti tarafından Başkumandanlığa getirilen Trikopis, bu savaştan önce bir röportajında Kayseri'nin Talas ilçesine kadar geleceğini ve kahvesini orada içeceğini söylemiştir. 26 Ağustos 1922'de Büyük Zafer'in ardından yenilen Yunanlılar, 2 Eylül 1922 tarihinde Uşak'da Trikopis esir edilmiştir. Trikopis ve esir kolordu ve tümen kumandaları Atatürk'ün huzuruna çıkartılmıştır. Trikopis:
- Askeri vazifemi tamamen yaptığıma eminim. Fakat asıl vazifemi maalesef yapamadım diye intihar etmek istediğini belirtmiş.
Mustafa Kemal "O size ait bir düşüncedir, şurada fırkanız vardı. Onu niçin şu bölgeye almadınız?"
- Ben öyle hareket etmek için emir verdim ancak Kolordu Kumandanı bunu yapamadı.
Bu görüşmeler olurken esir fırka kumandanı yavaşça yanındaki zabitlerimizden birine:
- Bizimle konuşan bu general kimdir? diye sormuş.
Zabit "Başkumandan Mustafa Kemal" cevabını verince, hayrete düşmüş ve "şimdi anladım niçin mağlup olduk. Bizim Başkumandan İzmir'de vapurda oturuyordu" diye söylenmiş.
Trikopis, Atatürk tarafından son derece iyi ağırlanmış, bütün ihtiyaçları karşılanmış ve serbest bırakılmıştır. Ancak Trikopis kurulan Harp Divanınca kendi ülkesinde yenilginin sorumlusu olarak görülen diğer kabine üyeleriyle birlikte idama mahkum edilerek kurşuna dizilerek öldürülmüştür.
Büyük Taarruz'dan zaferle ayrılarak İzmir'e giren Atatürk buraya girerken yere serilen Yunan bayrağına basmamış ve "O, geçmişte hata etmiş; bir milletin istiklalinin timsali olan bayrak çiğnenemez; ben O'nun hatasını tekrar edemem" demiştir.
Evet, Kurtuluş Savaşı bir ölüm kalım mücadelesiydi. Bir milletin bağımsızlık mücadelesiydi. Ancak bu halde dahi, ecdadımızdan gelen hoşgörü, saygı ve kahramanlığı her daim göstermiş bir ordu ve kumandana sahiptik.

Osman Bey ve Mihal Gazi

Osman Bey, 600 yıl sürecek bir büyük imparatorluğa adını veren bir büyük Türk Bey'idir. Söğüt civarında bir uç beyliği olarak çevresinde tehlikeyi fark ederek büyümeden kendilerini yok etmek isteyenler karşı savaşan Osman Bey, yavaş yavaş beyliği genişletmiştir. Eskişehir Bey'i ile yapılan bir savaşta Harmankaya Tekfuru Köse Mihal kaçamamış ve yakalanıp esir edilmişti. Osman Gazi huzuruna getirilen Köse Mihal'e baktı. Yiğit birine benziyordu. Hocası Şeyh Edebali'nin "Zaferin zekatı affetmektir" sözünü hatırladı. Ve Köse Mihal'e serbest olduğunu, istediği yere gidebileceğini bildirdi. Köse Mihal canına kastedip savaştığı Türk Bey'inin kendisini affettiğini görünce bu olaydan çok etkilendi. Bu olaydan sonra, "bundan böyle en yakın yardımcın ve dostun olacağım, ne olur bana güvenin" dedi. Gerçekten bu olaydan sonra önemli savaşlarda kahramanlıklar gösteren Köse Mihal, Harmankaya Hakimi oldu. Yarhisar tekfuru kızının Bilecek tekfuruyla olan düğününe Osman Gazi'yi de davet etmişti. Amacı ona tuzak kurarak ortadan kaldırmaktı. Osman Gazi'yi bu plandan Köse Mihal haberdar ederek, onun canını kurtardı. Osmanlı'nın hızlı fetihlerinde Köse Mihal çok faydalı işler yapıyordu. 1313 yılında Köse Mihal İslamiyeti kabul ettiğini bildirdi ve Müslüman oldu. Akıncı teşkilatlarında görev alan Mihal Gazi, daha sonra kendinden sonra gelen soyu ile de Osmanlı'ya en üst seviyelerde hizmet etti. "Mihalli Akıncılar" olarak bilinen akıncılar grubunun soyu Mihal Gazi'ye dayanmaktadır. 16. asrın sonlarına kadar etkin faaliyeti olan Mihalli Akıncılar Gazi Mihal Bey'in oğulları ve torunlarından oluşan aileye dayanmaktadır.

Evet gördüğünüz gibi, insan her zaman insandır. Savaşların olması insani davranışlardan ödün vermemizi gerektirmez. Devletler de insanlar gibidir. Karakterlerini geçmişlerinden, kültürlerini tarihlerinden alırlar. Kendi tarihlerinden böylesi hoşgörü örneklerini almayan devletler elbette savaşırken ve savaştan sonra da bu hoşgörü ve mertliği gösteremeyecektirler. Ve insanlık dışı, haysiyetsiz şekilde işkenceler yapacaklar ve bunlarında görev gereği olduğunu belirteceklerdir. Bizim ecdadımız ise hoşgörü ve mertlik ile büyük devletler kurmuşlardır. Tarihin üç ayrı kesitinden verilen üç farklı olay gerçekten ecdadımızın ne kadar şerefli ve üstün davranışlar sergilediğine işaret etmektedir. İnsan hakları konusunda Batı'nın bizden öğreneceği çok şey var..

1 Tarihte bilinen diğer ünlü Romen Diyojen ise Diojen (M.Ö. 404-322) adı ile bilinen ve kinik felsefenin kurucusu kabul edilen filozoftur. Diogen bir gün çıplak ayakla elinde bir fener ile dolaşıyormuş. Hem de gündüz vakti. Ne arıyorsun diye soranlara; "İnsan arıyorum" demiş. Bugünki işkence görüntüle ve ABD'nin dinmek bilmez savaş ve tamahları bu sözü daha anlamlı kılıyor, hiç şüphesiz..

Tamer Soysal
tsoysal@kahveciyiz.biz

Yukarı

 Kahvecigillerden : Ömer Arda Çetinkaya


19 MAYIS

Gençlik ve Spor Bayramı geldi yine. Kendimizi Avrupa'da sayarsak en genç nüfusa sahip ülkesiyiz Avrupa'nın. Genç, dinamik bir ülke. Demek isterdim ancak temelleri bu şekilde atılan ülkemizde ben de dahil genç insanlar olarak ne yazık ki devrimler bir yana bayramlarımızın dahi kıymetini bilemiyoruz. Oysa ki bu ülkeyi kuranlar, en başta Atatürk, hiçbir liderin düşünmediklerini düşünerek, kısaca halkını, her yaştan insanını düşünerek ateşleyici ve düşündürücü olması açısından eylemlerde, söylemlerde bulunmuştur. Uzun lafın kısası, Gençlik ve Spor Bayramı alelade geçiştirilecek bir olgu değildir. Temeli Ata'nın Gençliğe Hitabesi'dir. Temeli çalışmaktır, zihnini dinç tutmaktır, iç ve dış sorunlara karşı vurdumduymaz olmamaktır, uyanık olmaktır. Ne yalan söyleyeyim, şimdi biraz karamsar biraz coşkulu bunları kağıda döküyorum ancak bir kısmının farkına şu anda yazarken fark ediyorum. Gerçekten hiç düşünmemişim niye bu bayram var diye. Bayram yapalım bahane olsun diye mi acaba?

19 Mayıs'ın en önemli anlamı harekete geçişin tarihi olmasıdır. Kitaplarda, bize öğretilen kalıp hep Ata'nın Samsun'a ayak basması olmuştur. Neden ayak bastı? Vatanı düşman işgalinden kurtarmak için. Buraya kadar herşey güzel gidiyor değil mi? Kongreler neden yapıldı? Resmi bir çatısı olmayan Millet Meclisi kurmak için. En kısa zamanda da kuruldu meclis zaten. Neden insanlar ilk meclise koşa koşa gittiler? Vatanı düşman işgalinden kurtarmak için. En ufak bir şüphe var mıydı şahsi çıkarları için koştuklarına dair? Kesinlikle yoktu. Liderin en ufak bir açığı, yakınlarının çıkarları var mıydı? Yoktu şüphesiz. İlk hedefin vatanı kurtarmak olduğunu söylediğinde tereddüt eden olmuş muydu? Olmamıştı. Gençler ne için ölmüştü? Onurları bildikleri vatanları için. Buraya kadar sorular cevapları buldu, herşey güzel gidiyor değil mi?

Fena değil. İçeride kurtuluşa, özgürlüğe karşı çıkanlar oldu mu? Evet. Başka ülkelerin, özellikle de ABD'nin sömürgesi olmak isteyenler oldu mu? Evet. Sular biraz durulmaya başlayınca mecliste huzursuzluk çıkaranlar oldu mu peki aydınlanmaya karşı? Evet oldu. Peki ne oldu da sustular ya da susturuldular? Cevabı maalesef ki maalesef 1938'de en net şekilde bulundu bu sorunun. Gerçek bir liderin ölümü tüm ülkeyi sarsar, 1938'de 7'den 70'e herkes gözyaşı döktü ve hatta şimdi daha da çok döküyoruz. Evet, o zaman da bugünkü huzursuzluklar vardı, içeride dışarıda. Ama sustular, saygıyla eğildiler. Gerçek bir lider ve O'na tüm kalbiyle minnettar ve inanan bir halk vardı. Yoklukları, acıları, savaşları beraber yaşadılar, boyun eğmediler ve tüm dünyanın saygısını gördüler. Ben içerideki ve dışarıdaki düşmanları, bedhahları da diyebiliriz kötü huylu tümöre benzetiyorum biraz da mesleki düşünerek. Kötü huylu tümör hücrelerini öldürürsünüz ama ilaçların etkisi tamamını yok etmeye yetmez, bu tedavi etmiyor demek değildir, tümörün karakteri gereği en az bir hücre kalır, baskılanır bir şey yapamaz ancak fırsatını bulduğunda tekrar büyür. Şimdi iç ve dış tümör büyüyor. Ata'nın dediği gibi bizlere, özellikle de gençlere. Nereden nereye getirdim değil mi lafı? Halbuki hepsi zincirin halkaları. Ata'nın bir tek cümlesi dahi neleri gösteriyor bize. 19 Mayıs aslında neler anlatıyor bize.

Eklemeden geçemeyeceğim, ne o günün ekonomik ne de siyasi koşulları bugünkünden iyiydi. Bugünkü durum için bahaneyi buralarda arayanların üzerinde daha fazla düşünmelerini ve hatta iktisat tarihimizi okumalarını tavsiye ederim.

Çok mu karamsarım? Değilim bence, gerçekçiyim diyelim. Umut asla tükenmez. 80 yıl önce de gençleri vardı bu ülkenin. Bugün de var. Gelecek gerçekten de hep gençlere bağlı, gençlik kemik yaşı değildir ki, bedeninde ya da beyninde o gençliği bulan herkes güçlüdür, herkes gelecek için birşeyler yapabilir.

Ve tabii Atatürk her zaman düşünceleriyle Türk Milleti'nin lideridir. Onunla birlikte, omuz omuza canını feda eden, o zamanın gençlerine, büyüklerimize bize bugünü verdikleri için sonsuz kere sonsuz teşekkürler.

Ömer Arda Çetinkaya

Yukarı

 Milenyumun Mandalı : Sait Haşmetoğlu


Milenyumun Mandalı

Editör'den Önemli Not:Sevgili Sait Haşmetoğlu'nun e-romanı görsel öğelerle süslendiğinden, aşağıdaki adresten tek tıklamayla zevkle okuyabilirsiniz. Üşenmeyin... Tıklayın... Ayrıca bugünden itibaren duygu ve görüşlerinizi yorum olarak yazabilirsiniz.
http://www.kmarsiv.com/xfiles/mandal_1.asp

Devamı yok. BİTTİ

hasmetoglu@kahveciyiz.biz

Bu romanı arkadaşına önermek ister misin?

Rating: 8,588,588,588,588,588,588,588,588,58
              444 Kahveci oy vermiş.
58261 Yorum var. Yorum Yaz / Oku

Yukarı

 Dost Meclisi


Ata'ya hepimiz adına açık telgraf

"Ey Büyük Atatürk STOP Daha yükseklere tırmanmamız için bizlere bıraktığın aletleri, yol haritasını ve pusulayı devlet dairelerinden birinin arşivindeki tozlanmış bir sandıkta kilitli bulduk STOP Yazdıklarını okumayı ve onları başkalarına aktarmayı, seni anlatıp yüceltmeyi, kısacası bu işin edebiyatını artık bir kenara bırakıyor ve senin gibi bir tırmanıcı olabilmek azmiyle derhal yola koyuluyoruz STOP Bizden öncekilerin sebep olduğu gecikmeden dolayı özür dileriz STOP Bu çetin tırmanış için gerekli koşullara ve olanaklara sahip olmayı beklemeden harekete geçiyoruz STOP Muhtaç olduğumuz kudretin damarlarımızda mevcut olduğunu hepbirlikte göreceğiz
NON-NON-NON STOP"

<#><#><#><#><#><#><#>

Kahve Molası, siz sevgili kahvecilerden gelen yazılarla hayat bulmaktadır.
Her kahveci aynı zamanda bir yazar adayıdır. Yolladığınız her özgün yazı değerlendirilecektir.
Kahve Molası bugün 4.451 kahveciye doğru yola çıkmıştır.

Yukarı

 Tadımlık Şiirler


NUTUK

Vatan boylu boyunca vurulmuş
İki gözü iki çeşme derelerin
Dağlar kapkara yasından
Posta Kartı olarak yollamak için tıklaOvalar tüm kavrulmuş
Düşman kan içinde parmaklarıyla
Ta Kars'a kadar Menderes Ovası'ndan.

- Geldi geçti, ama hatırlanmalı -
Neler çektik o günler milletimle ben
Bir bir yollara düştüler perperişan
Aç susuz ama aşk içinde
Yanmış yıkılmış damları koyup
Sessiz sedasız köylerden.

... İşte böylece efendiler
Aşk istediler verdim
Ateş istediler verdim
Ekmek istediler verdim
- Güldüler, yalan dediler, olmaz dediler -
Uğraştım sonunda en güzel boyalarla
Önümüze bir bütün harita çıkardım...

Ben, Atatürk'üm öldüm - demiştim zaten -
İşte nutkumu da baştan sona okudum.
Öldüm ama gözüm arkada değil
Kitabım bir uzun bir güzel oldu
Hem ne iyi ettim, ne iyi ettim de efendiler
- Sonunda "EY TÜRK GENÇLİĞİ" dedim. -

Turgut UYAR

Yukarı

 Biraz Gülümseyin




Özelleştirme kapsamındaki polis teşkilatı!..

Yukarı

 Kıraathane Panosu


DİA GÖSTERİSİ

"Serpil Yıldız'ın "Küba'dan İzlenimler" adlı dia gösterisi ve Cüneyt Göksu ile beraber söyleşisini

21 Mayıs 2004 tarihinde Saat 19:00`da;
AFSAD(Ankara Fotograf Sanatçıları Derneği) Sergi Salonu
Büklüm Sok No 22/11 Kavaklıdere Ankara
adresinde izleyebilirsiniz

Küba'daki günlerimizi merak eden arkadaşlarımızla, belirtilen yer ve zamanda birlikte olabilmeyi diliyoruz.

Sevgilerimizle,
Serpil & Cüneyt



Önemli Not: Dia Gösterisi öncesi gezi izlenimlerini hatırlamak isterseniz Sevgili Cüneyt'in yazı dizisini mutlaka okuyun. Söyleşiye fransız kalmazsınız:-))






<#><#><#><#><#><#><#>




FOTOGRAF SERGİSİ

"VAHŞİ YAŞAM" SÜHA DERBENT
8 MAYIS - 4 HAZİRAN 2004

FOTOTREK NIKON FOTOGRAF MERKEZİ, 8 Mayıs - 4 Haziran
tarihleri arasında, hayvan davranışları üzerine fotograf çalışmalarıyla tanınan Süha DERBENT'in "VAHŞİ YAŞAM" isimli sergisine yer veriyor.

8 Mayıs Cumartesi günü saat 18:00'de yapılacak bir kokteyl ile açılacak olan sergide kaplan, aslan, leopar, çita gibi büyük kedilerin görüntüleri yer alıyor. Sergi, hayvanların yaşadıkları coğrafyaya uygun davranış görüntüleri üzerine yaklaşık 8 yıldır çalışmalar yapan Süha DERBENT'in Hindistan, Güney Afrika Cumhuriyeti, Zimbabwe, Kenya ve Botswana'da çektiği fotograflardan oluşuyor. Nikon Türkiye Temsilcisi Karfo - Karacasulu ve Emirates Havayolları katkılarıyla gerçekleşen sergi 4 Haziran Cuma gününe kadar izlenebilecek.
Ayrıntılı Bilgi: http://www.suhaderbent.com

FOTOTREK NIKON FOTOGRAF MERKEZİ
Meşrutiyet Caddesi Ravanda İşhanı No : 85
Kat : 1 - 2 D. 1 - 3 Beyoğlu, İSTANBUL
Tel : (212) 251 90 14 - 251 83 74
www.fototrek.com

Yukarı

 İşe Yarar Kısayollar - Şef garson: Akın Ceylan


http://www.ataturkiye.com/
Atatürk için hazırlanmış en kapsamlı ve en hoş dizayna sahip sitelerden biri. Mutlaka uğramalısınız.

http://www.ada.com.tr/ataturk/
Seçilmiş Atatürk fotğraflarından hazırlanmış bir sayfa. İzlemeye değer.

http://www.turkishembassy.org/video/index.htm
Washington Türk Büyükelçiliği tarafından hazırlanmış bir video arşivi. Atatürk'ten Türkiye'ye pekçok özel klibe ulaşmak mümkün.

http://www.kmarsiv.com/postcard/step11.asp?cat_fldAuto=5
Kahve Molası'nın Atatürk resimlerinden oluşan Posta Kartlarını dostlarınıza yollamak ister misiniz?

Yukarı

 Damak tadınıza uygun kahveler


DeepBurner 1.1.0.117 [2.5MB] Win98/2k/XP FREE
http://www.deepburner.com/download/DeepBurner1.exe
CD yazma programlarına harika bir alternatif. Küçük olmasına rağmen pekçok işi layıkıyla yapan bir program. Kullanışlı arayüzü de cabası. CD Yazıcısı olan herkese şiddetle tavsiye edilir.

Yukarı

http://kmarsiv.com/sayilar/20040518.asp
ISSN: 1303-8923
18-19 Mayıs 2004 - ©2002/04-kmarsiv.com
istanbullife.com
Kahve Molası MS Internet Explorer 4.0+ ve 800x600 Res. için optimize edilmiştir.
Uygulama : Cem Özbatur - Her hakkı saklıdır. Yayın İlkeleri