KAHVE MOLASI
ISSN: 1303-8923
ABONE FORMU

ABONE OL
ABONELiKTEN AYRIL
HTML TEXT
Arkadaşlarınıza önermek ister misiniz?

 SON BASKI
 Ana Sayfa
 Arşivimiz
 Yazarlarımız
 Manilerimiz
 Forum Alanı
 İletişim Platformu
 Sohbet Odası
 E-Kart Servisi
 Sizden Yorumlar
 Kütüphane
 Kahverengi Sayfalar
 FİNCAN/SİPARİŞ
 Medya
 İletişim
 Reklam
 Gizlilik İlkeleri
 Kim Bu Editör?






Kahveci Soruyor?



KAHVERENGİ SAYFALAR



KAPI KOMŞULARIMIZ

Üç Nokta Anlam Platformu


19 Mayıs Atatürk'ü Anma  Gençlik ve Spor Bayramı
Yazılan, Okunan, Kopyalanan, İletilen, Saklanılan, Adrese Teslim Günlük E-Gazete - Yıl: 3 Sayı: 507

 20 Mayıs 2004 - Fincanın İçindekiler

 Editör'den : Postal yerine yerli potinler...


Merhabalar,

Yok yok, artık bu işin tadı kaçtı. Halkı zalim diktatörden, Dünyayı toplu imha silahlarından kurtarmak vaadiyle başlayan savaş her 2 taraf için de zulme dönüşmeye başladı. Kimin neyi ne kadar hakettiği tartışmaya açıktır ama tarih buna sebep olanları tartışmasız dipsiz kuyulara gömecektir. Bushtun postalları partal terliklere dönerken önüne geleni ezebildiği kadar ezmeye çalışıyor. Alın size acı bir haber; helikopterden açılan ateş sonunda düğüne gelmiş 15 çocuk, 10 kadın cem'an 45 sivil ölmüş. Bushtun askerleri inkar ediyor, biz düğün alayına değil, kimliği belirsiz kaçaklara ateş ettik diyorlar. İnanalım mı? Hoş inansak ne olur inanmasak ne olur? Ölen ölmüş, giden gitmiş, geriye gözü yaşlı insanlar kalmış bile. İşin vehameti ve bu tür acı haberler gitgide artacak ne yazıkki. Çünkü artık orada muzaffer bir ordu değil, gölgesinden ürken, eli tetikte genç askerler topluluğu var. Böö desen makinadaki tüm şarjörü boşaltmaya hazır genç insanlar. Bu süreç uzadığı sürece daha neler işiteceğiz kimbilir. Bu durum bana 80 öncesi İstanbul sokaklarını hatırlattı. Hatırlayanlar hakverecektir. Beyoğlu'nda ikişer metre arayla ikişerli 3 sıra, bıyığı yeni terlemiş Mehmetçik dolaşırdı. Ellerindeki G3 tüfeklerin emniyetleri açık, parmaklar tetikteydi. Onlardan birine yanlışlıkla dokunduğunuzda neler olabileceğini tahmin eder bulaşmazdınız. Kendi canından endişe duyan ve elinde güç taşıyan herkesten korkulur. Irak bushtun askerleri için artık bir bataklıktır. Debelendikçe daha dibe batacaklardır. İşin farkına vardıklarından güzel memleketime seferleri, iyi dilekleri, rüşvetleri artırmışlardır. Hiçkimse bunun güzel gözlerimizin hatırına olduğunu sanmasın. Amaç bataklıkta çamurlanan postalları dolaba kaldırıp, yerine yakından bildiğimiz yerli potinleri koymaktır. Gözümüz açmalı ve pışşıkk demeyi becermeliyiz.

Yazmaya karar verdiğim her seferinde araya birşey girdi ve unuttum. Aslında başkaları birşeyler yazsın diye de bekledim. Ben hiç ses çıkmadı derken meğerse birileri birşeyler demiş. Tüm bunları salı günkü Duygu Asena'nın yazısından anlıyorum. Bir reklam var biliyorsunuz. Regal diye bir markanın ürünlerini karşısındaki kadına kakalamaya çalışan bir pazarlamacı, lafını dinlemeyen potansiyel müşterisine okkalı bir tokat çakarak aklını başına getiriyor. Reklam dediğin ancak bu kadar vurucu(!?) olur. Atıf Hoca'mın konuyla ilgili yorumunu duymasam, bir çengelköy hıyarının buluşu deyip geçeceğim ama okuyunca biran kaldım. Ota moka takılan Atıf Hocam bu reklamı pek beğenmiş. Beğenmekle kalmamış bir de övgüler düzmüş. Duygu Hanım'ın dediğine bakılırsa bu reklamda şiddet varsa Kurtlar Vadisi yakılmalı diye de buyurmuş hocam. Memlekette töre cinayetleri işlenir, yeni yeni kanunlar çıkarılmaya çalışılırken, bir hoyrat reklam çıkıyor, dikkat çekmek için bir kadını tokatlıyor ve bir entelektüel hoca buna alkış tutuyor. Tokat sembolik, klasik marka bağımlılığına atılan bir tokatmış, yoksa kadına el kalkarmıymış. Yuh be kardeşim. Tuvalette aklına geldiği her halinden belli bir fikri reklamverene kakalayan yaratıcısına da ona alkış tutan hocasına da Allah selamet versin. Şiddetin reklamından medet umanlara da Allah akıl fikir versin...

Bir sonraki sayıda buluşuncaya kadar bulunduğunuz yerden bir adım öne çıkın. Sevgiyle...

Cem Özbatur

 Cemreler Düşerken : Zeycan Irmak


Yangın Kimsesizliği....

İçimde tarifsiz duyarlıklar... kabaran bir deniz gibi yükseliyor. Oysa kumulla, çakılla üzerlerini örtmeye çalışıyordum ama. Sanırım beceriksizim. Çıkıyorlar işte. Karabasan gibi hortluyorlar ordan burdan. Toksinler salgılayarak izliyorum, dur durak yok. Ağzımın içi değil, boğazım kuruyor, ümüğüm kupkuru, yutkunamıyorum. İzliyorum, felfecir.

Bazı şeylerin boş ve anlamsız olduğu, istesen de söze dökülmediği anlar vardır. Anlamsız demek bile ne derece doğru bilemiyorum. Kaçıp gitmek arzusu baş gösteriyor. Neresi olduğu hiç fark etmez.. sakin bir koyakta dinlendirmek ruhu, kafi derecede iyi gelecek inancındayım. Beklemekten, üstelik neyi beklediğini bilmemekten iyidir bu.

Belki de biliyorum. Bildiklerimi kendime itiraftan kaçıyorum. Kaçarken kendimi yollara dağıtmam ve dönüş yolunda ekmek kırıntılarını bulamamam ve yolumu yeniden şaşırmam hep bu yüzden değil mi? Hep kaybedişler ve bir kez, bir kez daha yenilenişler.

Sessiz bir nehir kıyısı... kuş sesleri, hafif bir esinti, hamakta geçen ölgün saatler. Düşünceden, kederden uzak. Akşam yemeğinde içilen bir kadeh şarap.

Ardından gecenin susmayan harmonileri başlıyor. Yemekteki sükûnet ve huzur, kapı kilidinde asılı kalıyor, içeri giremiyorlar; panik ve hortlaklar izin vermiyor ki!. Anlaşıldı, dibe vurmak istecesine titreyen parmaklarla resepsiyona açılan telefon "bir şişe kırmızı şarap lütfen" diyor çatallı sesiyle. Ardı ardına kimsesizliğime kaldırdığım kadehler... keyifsiz, acımtrak, suskun, baş edilmemecesine, küstah, kırgın, öfkeli, sitemkâr, başıboş... Sonunda sabaha karşı sızma eylemi gerçekleşecek...bu sonu baştan biliyorum ya neyse. Kazancakis'in Zorba'sı da olsaydı burada, kalkar bir de sirtaki yapardı sana, kendi ezgileri eşliğinde... heyt be!

Bütün isyanım kendime... beni boğan yine benim. Mükemmele yakın bir insan olma çabası... kimse mükemmel değildir kuzum! Öyleyse neden? Yalnızlığımı sevdim, yalnızlığım hiç ağır gelmedi de, o değil, beni yoran kimsesizliğim. Kalabalıklardan kaçmam, kimseyle görüşmek istememem, gelen telefonları yanıtsız bırakmam sırf bu sebepten... Beni anlamıyorsunuz??

"Bir tek kediler ölürken arkalarında iz bırakmazlar Vatson?..." böyle miydi? Ya da ne fark eder, cümle buna benzerdi. (Oğuz'u özlüyorum. Ruhumun deli-kanlı yazarıydı, erken gitti, ardında bir yığın iz, bir kaç romanla.) İflah olmaz bir kaçığım. Başedilmez benimle. Ben kendimle? Ayna karşısında yüzüme bakıyorum, gözlerime, gözlerimin derinlerinde ne var benim göremediğim? Ya hafiften baş gösteren çiziklere ne demeli? Estetikle aram yoktur. Nasılsam öyleyim. Otuz yaş sendromu dedikleri bu mu? Hayır, kendimi hiç yaşlanmış hissetmedim. Hiç yaşım insanı olmayı denemedim. Ya on yaş küçüktü giysilerim ya da on yaş büyük. Ya çok susandım, ya çok lafazan. Ortası yok ki dünyanın? Merkezi bulamıyorlar işte. Nasreddin Hoca gibi 'dünyanın merkezi durduğum yerdir!'.. Merkez benim!

*Savulun! "Sarı Kızan" geliyor! (Kara Murat devre dışı,demode...)

*Gözlerindeki yalımla, öfkesiyle, savunduğu mertliğiyle baş edemezsiniz! Haksızdan alıp, haklıya verir o! Tahammülü yoktur bozuk düzene... (hadi leeyyn, önce kendine tahammül etmeyi öğrensin!)


-"Oda servisi mi? İki duble JB lütfen! Misafirim var, birazdan gidecek, hemen getirirseniz sevinirim."

Abartıyor muyum? Alkol uyuşturur ama unutturmaz. Üstelik öyle aman aman alışık da değilim bu merete. Hem kime ne canım, odanın şimdiki sahibi de benim, misafiri de. İşleri ne? Burada çalışıyorlar, hizmet edecekler. Yarından sonra rahat ederler. Kapı tıklıyor! Kızarmış gözaklarımla bakıyorum, yüze iğreti duran bir gülümseyişle "mersi" diyorum.

İçimde korkunç bir sızı. Ağlamalıyım ama ağlamak için bir sebebim yok ki. Sebep olmalı mı? İçimdeki acıyı boşaltmalıyım... bir nevi ruhun orgazmı... yapamıyorum. "ağlamak için gözden yaş mı akmalı?..." üstat bilmişte söylemiş...

Bir iç hesaplaşma... döngüsünü bir türlü tamamlayamıyor. Hayatın anlamını sorgulayıp duruyor. Kendine düşman, kendini kamçılıyor. Mazoşist bir ruh bu! Beni hiç dinlemiyor. Ona defalarca yineledim "hayatın anlamını bulamazsın" duymuyor bile. Oh olsun! Böyle duygusal sapmalarla baş etmek için kaçıp gidersin işte! Cezalısın!

*Tamam kızma! (cenin gibi tortop olmuş bir ruh, karşımda af diliyor, her yanı yara bere içinde). Tamam, söz veriyorum seni dinleyeceğim!

-Sen dinlemezsin! Bu kaçıncı sözün, hiçbirini tutmadın. E, ne oldu gördük! Yine benim dediğime geldin. Kendi kendine cezalar vermekten, kaçıp saklanmaktan, hayatın anlamını çözmek için kafa patlatıp kitaplar yutmaktan vaz geç artık. Herkes gibi ol, sıradan, sakin, duru, düşüncesiz, bencil. Aman sen şimdi bunu da abartır, başıma narsist kesilirsin! Ne halin varsa gör ya! Sıkıldım senden!...

Hıçkıran ruhumu susturmaya çalışmıyorum artık. Alevler basıyor etrafımı... bir arkadaşımın düşünü görmeye başlıyorum "bir yarımadada, iki katlı bir binadayız, yaylım ateşe tutmuşlar bizi..." her yer yangın gecesine soyunmuş! Kaçamıyorum, bağıramıyorum, koruyamıyorum kendimi....!... korku yok, gizlenmiş, korkmuş benden!

Balkon kapısını açık unutmuşum, uçuşan perdeden çapkınca göz kırpan güneşle uyandım....

Kahvaltı nehir kıyısına sıralanan tahta masalarda... baharın yumuşak meltemi saçlarımı okşayıp geçiyor... Erken saatte alına duş, sızma zeytinyağı ve ev reçeliyle yapılan kahvaltı sonrası içilen kahve iyi geldi.

Şimdi müsaadenizle gitmeliyim... kendi sarmalıma doğru...

Zeycan Irmak

Yukarı

 PASTORAL EFEMER : Zeki Yıldırım


SUDA YÜZEN YAPRAKLAR

Yıllar sonra döndüğü eski mahallesinde çok şeyi çok değişmiş bulmuştu. Aslında değişen sadece insanlar mıydı, tam karar veremiyordu. Çocukluğunun parke taşları, dar kaldırımları, elektrik direkleri, cumbalı evleri hepsi yerli yerindeydi. Ancak yaşanan kirlenen çevre ve kükürtdioksitli günler nedeniyle olsa gerek ahşap evlerin renkleri kararmış, daha bir eskimişlerdi. Eskiyen sadece binaların yüzleri değildi elbet, çocukluğundan tanıdığı kimler kaldıysa onların yüzleri de yaşanan günlerden ve evlerden daha çok eskimişlerdi. Zaten eskilerden kalanların sayısı onbeşi geçmiyordu. Çocukluğunun renkli (rengarenk) günlerinin oldukça güzel mahallesinde şu an yaşayanların çoğu yorgun, ihtiyarlamış, her evde bir veya iki kişi olarak yaşayan insanlardı. Kendisi de öyle değimliydi sanki. O da yaşadıklarından çok yorulmuş, yılmış, ürkmüştü.

Ama geçmiş zamanla ilgili olarak ne yapılabilirdi ki. Keşke zamanı geriye çevirebilseydi. Keşke yeniden ilkokula, ortaokula gidebilseydi. LAcivert grili formasını giyip, saçlarını örebilseydi. O zaman daha liseyi bitirir bitirmez, ilk gördüğü gece aşık olup küçük yaşta evlenirmiydi. Oysa nasıl inanmıştı ona, nasıl sevmişti.

Öğrendi ki, sadece sevmek yetmiyor. Saygı da olmalı, emekte olmalıydı. Sarhoş geceler, eve sık sık habersiz geç gelmeler, daha da kabalaşan aşırı erkeksi davranışlar, kendine karşı ise en ufak bir toleransın olmayışı ve son zamanlarda da eve sık sık hiç uğramamalar bardağı iyice taşırmış, sadece sevginin yetmediğini acı bir şekilde göstermişti. "Başka birimi var" diye düşünmedi bile. Mademki onun için benim bir anlamım yok, ne fark eder ki diye düşündü sadece. Bir gün eşinin eve gelmedi gecenin sonunda küçük valizini sessiz gözyaşları ile topladı ve saçını süpürge yaptığı evinin kapısını son kez dışarıdan kapattı. Günlerce tehdit, saldırı, araya büyükleri koymalar, hatta tövbe edip hak yolunu bulmalar bile onu bu gidişinden döndürmedi. Saygının, emeğin olmadığı yerde sevgi çiçeği tez solmuştu, kurumuştu bile. Tekrar canlanabilirmiydi ? Asla, çocukça sevgisini kalbinin en derinlerine gömdü. Acıları hep yalnız yaşadığı odaların dilsiz duvarlarıyla paylaştı, gözyaşlarını göz pınarlarına gizledi. Yıllar sürdü boşanma ama direndi. Genç kızlığının, kadınlığının, orta yaşın en güzel günleri bu kaos içinde eridi gitti. Hep kendi kendine yaşadı, sırrını kimselere vermedi, dudaklarında içten bir gülüşün tatlı kıvrımlarını hiç kimse göremedi. Emekli olunca da hep acılar getiren bu gurbeti çekmenin hiçbir anlamı yok diyerek çocukluğunu yaşadığı küçük taşra şehrine geri döndü.

Ailesinden ona kalan eski eve yerleşti. Işıltılı, mutlu çocukluğunun geçirdiği nem kokan bu ev, hırpalanmış parke taşlı bu sokak acılar, umutsuzluklar dolu yüreğini biraz sakinleştirmişti. Durmaksızın esen fırtınalar dinmiş, azgın dalgaların yerini hafif kımıldamalar almıştı.

O gün Salih'i gördüğünde kalbinin bir yerlerinde garip bir sıcaklık hissetti. Birlikte yaşadıkları çocukluklarının rengarenk anılarından tatlı esintisimiydi, eski bir tanıdığı görmenin ışıltılı hoşluğumuydu bu tatlı ılıklığın nedeni bilmiyordu ama birlikte çalıştıkları sosyal topluluğun toplantılarını iple çekmeye başlamıştı. Salih, üç ev üstte oturan göçmen ailenin sessiz çocuğu. Yaramaz Zeycan'dan azmı çekmişti, hep bir yolunu bulup onu ebe yapardı... Bir gün toplantıya ara verdiklerinde Salih Zeycan'ı çaya davet etti. Çayları keyifle içerken Salih pat diye "Peki Zeycan, mutluluğu bulabildin mi ?" diye sordu. Zeycan'ın suskun, nemlenmiş gözlerinin içine bakarak devam etti Salih "Ben bulduğumu anladığım anda kaybettim. Evliliğimizin sekizinci yılında, tamda dört kişilik minik ailemizle tam da baharı yakalamışken birlikte geçirdiğimiz bir trafik kazasında kaybettim onları" Derin (deep) bir sessizlik oldu. Zeycan, boğazına kadar gelen bir çok kelimeyi yan yana getirip bir cümle kuramadı, sadece "Hiç bulamadım" diyebildi, gözlerindeki buğu iki küçük damla halinde yanaklarından süzüldü. Zaten nesi vardı anlatılacak, hüsran dolu bir evlilik. "Uzun yıllar önce boşandım". Salih'in gözlerinde bir parıltı oluştu geçti. Zeycan'ın gözlerinden yanaklarına süzülen damlacıklar ve verdiği kısa yanıtlar, bu konuyu daha fazla konuşmayalım der gibiydi. Salih bunu anladı ve sustu. Öbür toplantı günüde bu kez çay daveti Zeycan'dan geldi, yine aynı masaya oturdular. Çaylarını yavaş yavaş içerlerken, geçmiş ağırlıklı konuştular. "Gelecek toplantıda çaylar benden" dedi Salih, toplantı salonuna dönerken. "Bu kez ikişer bardak içeceğiz". "Tamam" dedi Zeycan.

Yaz ayları ve sonbahar dolu dizgin geçti, kış geliyordu. Topluluk bireyleri genellikle orta yaş üstü bireylerdi ve bu yüzden, kış aylarında toplantılar ve diğer etkinlikler yapılmıyordu. "Gelecek hafta, bu dönemin son toplantısını yapacağız" dedi başkan. Salih ve Zeycan sanki kurulmuş gibi birbirine baktılar, sonra ikisi de yasak bir şey yapmış ve yakalanmışçasına kızarıp, başlarını öne eğdiler. Çay ısmarlama sırası Salih'teydi o gün. Sürekli çok hoş sohbet anlarının yaşandığı toplantı arasına üçer bardak çay içmelerine rağmen, o gün konuşamadılar. Havadan, sudan; tatsız, tuzsuz cümleler kurdular.

Son hafta toplantısına giderken oldukça serin bir rüzgar esiyordu. Zeycan oldukça kalın kıyafetler giymişti. Salona girerken Salih'in kendisine el ederek yanından ayırdığı yere çağırdı. Salih pek şıktı o gün, mavi (blue) gözleri okyanusları kıskandıracak cinstendi. Saçlarını çok itinalı bir şekilde geriye doğru taramıştı. Yanına yaklaştığında, hemen koltuğu tutup daha rahat oturmasını sağladı. Hep kibar, ağır başlı, alçak gönüllü, sevecen bir insandı Salih. O gün ise daha üst bir performans sergiliyor gibi geldi Zeycan'a. "Neler de düşünüyorum" dedi kendi kendine. Başkan "toplantıya yarım saat ara veriyorum" dediğinde Zeycan hemen Salih'in kolundan tuttu. "Hadi çaya, bu gün sıra bende. Çok hafif kurabiyelerde yaptım". "Peki" dedi Salih, "Yalnız çaylarımızı bahçede içsek. Gerçi biraz serin ama, son toplantı çayımızı havuz kenarında içsek olur mu ?"

İlk beş dakika çay kaşığı tıngırtıları, kurabiyelerin servisiyle geçti. Sonra Salih'in yüzü gerginleşti, elleri titremeye başladı, sık sık öksürüp, yutkunma nöbetlerine başladı. "Üşüdün galiba Salih" dedi Zeycan, "Hadi içeri girelim". "Hayır" dedi Salih "Eğer izin verirsen ve yanlış anlamazsan sana bir şeyler söylemek istiyorum…" Salih genelde çok az ve kısa cümlelerle konuşurdu. Bu cümlelerde hep itinayla seçilmiş, saygı yüklü kelimler içerirdi. Ve asla konuşurken karşısındakinin gözlerine bakmazdı. Ama o gün mavi gözleri telaşlı, hafif bir tebessümü gizler gibiydi ama dosdoğru Zeycan'ın kömür karası gözlerine sabitlenmişti. "Biliyorsun, mutluluğu tam bulduğum anda kaybettim. Ondan sonraki yaşamım tam Ü.Y. Oğuzcan'ın "Acılar Denizi" şiirinde olduğu gibiydi. Yaşama tümden küstüm, sadece vücut olarak yaşadım. Ama bir gün sen geldin, inanılmaz bir dönüşümü yaşattın bana. Yaşamı sevmeye başladım. Bu toplantı günleri artık benim için birer kurtuluş günleri oldu. Eşimi ve çocuklarımı kaybettiğim gün, onların hatıralarına hep sadık kalacağıma söz vermiştim. Ama onlarda bu günkü beni ve seni görselerdi eminim benden fazla onlar isterlerdi…" Zeycan, Salih'in bu alışılmadık uzun cümlelerinin nereye varacağını anladığında, renginin kaçmaya başladığını ve vücudunun titremeye başladığını hissetti. Kesik kesik öksürme sırası ondaydı. Salih hiç durmaksızın uzun cümleler kurmaya devam ediyor ve onu tanıdıktan sonraki yaşamını anlatıyor, bir türlü sonuç cümlesine ulaşamıyordu.

"Anladım" dedi Zeycan. "Sana daha önce mutluğu bulamadığımı ve boşandığımı söyledim. Yaşamı hala kendim için adil bulmuyorum. Mutlu olmak için nelere katlandım ama olmadı, benim yazgımda mutluluk diye bir bölüm yok sanırım" dedi. Sessizlik girdi araya bir süre. O anda ağaçtan düşen bir yaprak kirlenmiş sonbahar havuzunun yeşilimsi suyuna düştü. Hafif esen rüzgarla havuz içinde sürüklenmeye başladı. "Şu yaprağa bak" dedi Zeycan. "İşte ben oyum. Ben yaşamda su üstüdeki bir yaprak gibiyim. Hep sola, sağa savruldum. Bu belirsizliğime, talihsizliğime seni ortak edemem…"

Daha uzun bir sessizlik oldu. Salih, Zeycan'ın yanına sokuldu, ellerinden tuttu "Seni anlıyorum, yaşam herkese adil olmuyor işte. Korkmakta, tedirgin olmakta çok haklısın. Ben de olsam aynı çekinceyi taşırdım. Ama tanıdığım şu sürede, seni geri kalan ömrümüzde mutlu edebileceğime inanıyorum. Birinci seçiminin yanlış olması, bundan sonrasının da hep aynı gideceğinin bir göstergesi olamaz. Seni seviyorum, eğer sen olmasaydın bende asla evlenmeyi düşünmüyordum. Kendi adıma seni mutlu edeceğime inanıyorum. Bu şansı hem benden hem kendinden esirgeme lütfen. Zeycan bu kez net bir şekilde soruyor ve istirham ediyorum, benimle evlenirmisin ?"

Zeycan allak bullak olmuştu, gözlerini havuza düşen yaprağa sabitlemiş anlamsız anlamsız bakıyordu. Salih haklı olabilir diye düşündü bir an ve neden olmasın ki diye aklından hızlı bir rüzgar geldi geçti. Yetişkin olarak tanıdığı ilk günden beridir gösterdiği saygı ve sevgi dolu davranışlarıyla yüreğinin bir yerlerinde hep güzel bir şeyler oluşturmamışmıydı. Onu yeniden görebilmek için toplantı günlerini bekler hale gelmemişmiydi. Birden suda yapayalnız yüzen yaprağın yakınına bir başka yaprağın düştüğünü gördü. Sonraki yaprak ta bir an sağa sola savruldu. Sonra yavaş yavaş ilk yaprağın yanına doğru yüzdü, yaklaştı ve ona yapıştı. Bir süre sonra iki yaprak, hafif bir rüzgarla kuytu bir kıyıya taşındı, orada bulunan büyük bir dal parçasına tutundular. Artık rüzgar onları sağa soLA savuramıyordu…

Zeki Yıldırım
zekiyildirim@kahveciyiz.biz

Yukarı

 Kahvecigillerden : Nurgül Eryeşil


YAZGI

Bıraktığın gibi senden geriye kalan gece yarısı.
Bıraktığın koskoca bir gecenin yalnızca yarısı.
Geriye kalan gün ölü, "artık" gece yarıları perişan
Bölük pörçük, başka dilden
Çala kalem yazılmış bir yazgı vardı...
Günün ortasında, gece yarısında,
Ortak bir aşkın kimliği kıvamında,
Her şeye rağmen bir yazgı vardı ortada...
Ateşim hep yüksekti ve elin alnımda daima.
Bir yazdı vardı işte tam orada, elinin altında,
Alnımın ortasında.
Son kalan yıldızın şafağa teslim olması gibi
Yazgı eridi... alnımın ortasında, elinin altında...
Ateşimin çok yükseldiği bir anda...
Yazgının yarısı ellerinde eridi, bir yarısı seninle geldi.
Gecenin sabaha yakın yarısı,
Son yıldızını şafağa teslim eden en korkak gece yarısı,
Kaldı yanımda
Son yıldız telaşlı, şafak galip.
Gecenin en korkak yarısı, yırtıp attı,
Ortak bir aşkın kimliği kıvamındaki yazgıyı.
Geriye kalan gün ölü, "artık" gece yarıları perişan...

Nurgül Eryeşil
nurgul@kahveciyiz.biz

Yukarı

 Café d'Istanbul par Mustafa Serdar Korucu


Merhaba,

Bugün sizlerle ilk olarak Türk rock'ının öne çıkan isimlerinden Demir Demirkan'ın son albümü "2004 İstanbul"u, ardından Mel Gibson'ın yönetmenliğini üstlendiği, Hz. İsa'nın son on iki saatini anlatan "Tutku"yu ve son olarak sıra dışı yazar Duygu Asena'nın eşcinsel bir erkeğin dünyasına girdiği romanı "Paramparça"yı sizlerle paylaşacağım.

Keyifle dinlemenizi, izlemenizi ve okumanızı dilerim.

2004 İSTANBUL / DEMİR DEMİRKAN :

Türk rock müziğinin güçlü seslerinden olan ve bizim 28 yıllık Eurovision hasretimizi dindirerek bu sene yarışmanın ülkemize gelmesini sağlayan "Everyway That I Can"in söz yazarı Demir Demirkan, İstanbul 2004 ile hayranlarıyla buluşuyor.

Sertap Erener ve Şebnem Ferah'la yaptığı albüm çalışmalarıyla müzik dünyasında kendinden söz ettiren sanatçı, 2000 yılında çıkarttığı kendi adını taşıyan ilk albümü "Demir Demirkan" ile solo çalışmalara başladı. Ardından 2002'de "Dünya Benim" albümünü çıkaran ve büyük başarı yakalayan Demirkan, üçüncü albümüyle solo çalışmalarında da kendine sağlam bir yer ediniyor. 2003 yılında yazdığı "Everyway That I Can" ile Eurovision'un kazanılmasında büyük pay sahibi olan Demir Demirkan, şarkının İngilizce olmasından dolayı eleştiri oklarının odağı haline gelmişti. Ancak bütün bunlara inat genç sanatçı, 11 parçanın bulunduğu "2004 İstanbul" albümüne de 3 İngilizce şarkı koyuyor. Müzik şirketinden ayrılan sanatçı, albümün prodüktörlüğünü de kendi üstleniyor.

Albümün öne çıkan parçaları ise "Yalanlar", "Hayat Sensiz Olmuyor" ve "Gitti Gider". Türk rock müziğini seven herkesin büyük keyif alacağı bir albüm "2004 İstanbul".

TUTKU: HZ. İSA'NIN ÇİLESİ (THE PASSION OF THE CHRIST) :

Bazı filmler vardır sonunu öğrenince bütün lezzeti kaçar. Çünkü merak edilen noktası finalidir zaten. Ancak bazı filmler vardır ki sonu bilinse de izlenmeye değerdir. Çünkü ilgi çeken tarafı filmin finali değil, içeriğidir. "Tutku: Hz. İsa'nın Çilesi" de sonu 2000 yıla yakın zamandır bilinen (her ne kadar İncil ve Kur'an'da farklı da olsa) bir konuyu, Hz. İsa'nın gerilmeden önceki son 12 on iki saatini beyazperdeye taşıyor.

Film, 2000 yıl önceki Kudüs'e götürüyor bizleri. İsa, tablolara konu olan "Son Akşam Yemeği"nden çıkmış dua etmek için Zeytin Bahçeleri'ne gitmiştir. Şeytan, İsa'yı baştan çıkartmaya çalışmaktadır ancak Tanrı'nın oğlu bütün bunlara karşı koymaktadır. Fakat İsa, akşam yemeğinde onunla olan Judas'ın ihanetine uğrar. İsa tutuklanarak Yahudilere teslim edilmek üzere Kudüs şehrinin surlarının içine, şehrin merkezine getirilir. Yahudiler, onu tanrılarına küfretmekle suçlarlar ve önde gelenlerin aralarında yaptıkları mahkeme sonucu onu ölüme mahkum ederler. İsa önce Roma İmparatorluğu'nun Filistin valisi Pilate'nin önüne çıkartılır. Vali, İsa'yı bölgenin kralı Herod'a gönderir. Herod ise sadece deli olduğuna inandığı peygamberi Pilatye'ye geri yollar.

Roma valilerinin her sene bir mahkumu affetme hakları vardır ve Pilate Yahudi halkına onu affetmesi için bir şans verir. Bir yanda azılı suçlu Barrabas diğer yanda ise İsa vardır. Ancak halk Barrabas'ı serbest bıraktırır. Bunun üzerine vali, Roma askerlerine İsa'yı cezalandırmalarını emreder. Pilate, zalimce eziyetlere maruz kalan İsa'yı affetmeleri için bir kere daha Yahudilerin önüne getirir. Ancak halk onun ölümünü istemektedir. Pilate ise artık halkın dediğinin dışına çıkamayacağını anlayınca halk ne istiyorsa onu yapmalarını emreder askerlerine. İsa, Kudüs'ün sokaklarında ağır haçı taşıyarak Golgotha'ya varır. Hz. İsa, çarmıha gerilmeden önce "Babası"nın onu unuttuğunu düşünmeye başlar ve şeytan onu kandırmaya çalışır. Şeytan'ın oyununa gelmeyen İsa, bütün korkularını yenerek son kez annesi Mary'e bakar ve "Başarıldı, ruhumu artık onun ellerine teslim ediyorum" diyerek çarmıha gerilir.

Kanlı sahneleriyle herkesin kolay kolay kaldıramayacağı "Tutku" dünyadaki anti-semitizmin hız kazandığı bir zamanda vizyona girerek, Yahudileri endişelendiren ancak pek etkisi olmayan, yanlış zamanlamasıyla kendisini bir adım daha öne çıkaran bir Mel Gibson filmi. Ünlü aktör için bu film projesi çok da yeni değil aslında. 12 yıl önce girdiği bir manevi kriz sonrası inançlarını sorgulayan Gibson, o zamandan beri bu konuda araştırma yaptı. Ünlü aktör, bu filmi ile büyük bir risk aldı ve dünya çapındaki Yahudi lobilerinin tepkisini alma pahasına bu filmi vizyona soktu. Ancak kesin olan bir şey var ki "Tutku"dan sonra artık hiç kimsenin Gibson'a bakışı eskisi olmayacak.

Film, ülkemizde içeriğiyle olduğu kadar ismi ile de tartışma yarattı. "Passion"un Latince kökenli bir kelime olması nedeniyle çoğu Hristiyan Hint-Avrupa ailesi dillerinde bulunan bu kelimenin Türkçe tam karşılığının bulunmasında zorlanıldı. Bu nedenle filme iki isim "Tutku" ve "Hz. İsa'nın Çilesi" verildi.

Gibson, gerçekçiliği arttırmak için pek çok yola başvurdu. Öncelikle günümüz sinema teknolojisinden çokça yararlanan yönetmen, modern efektler ve çeşitli yapım tasarımlarını kullandı. Özellikle Judas'ın etrafındaki cinleri ve Hz. İsa çarmıha gerildiğinde gökten düşen damlada (Babasıunın gözyaşı) bunu açıkça görebiliriz. Ayrıca filmde 2000 yıl önce bölgede konuşulan diller de aynen kullanıldı. "Tutku"da şu anda hala Ortadoğu'da bazı yerlerde konuşulan ancak dil bilimciler tarafından ölü dil olarak tanımlanan bir Sami dili olan Aramice ile Roma askerleri için Latince konuşuldu.

Filmin çekimleri de senaryosu kadar eziyetli geçmiş. Gibson, Hz. İsa rolü için "The Count Of Monte Cristo"daki James Caviezel'i seçmiş. İnançlı bir Hristiyan olan Caviezel de bu teklifin Hz. İsa'nın öldüğü 33 yaşında gelmesinden oldukça etkilenmiş. Lime lime olan et sahneleri için yapılan ağır makyajlar sonucu cildi su toplamış ve 70 kiloluk çarmıhı o halde taşımaya çalışmış. Çekimler sırasında Caviezel'in başına gelen bir başka olaysa yıldırım düşmesi. Yıldırımın hedefi olan aktör bu kazadan da ucuz kurtulmuş.

Monica Bellucci'nin Maria Magdelena olarak karşımıza çıktığı "Tutku"da Mary rolünde "Maia Morgenstern yer alıyor.

Sinemasal anlatım açısından çok başarılı bulunmasa da, konuya fanatik bir Hristiyan'ın gözünden de yaklaşılmış olsa da Tutku, modern efektleri ve her zaman ilgi çeken bir konuyu ele alışıyla izlenebilen bir film.

PARAMPARÇA / DUYGU ASENA :

Eşcinsellik hala toplumlarda tabu olarak kabul edilen bir seçim. Ne kadar modern, ne kadar liberal görünse bile Batı toplumu içinde bile eşcinseller pek çok önyargıya ve aşağılamaya maruz kalıyorlar. Türkiye'de de durum farklı değil. Benzer normlar çok daha katı şekilde ülkemizde de yer buluyor. Ancak bütün bu dışlamalara karşın eşcinselliğin edebiyata yansıması ilginçtir ki Türk toplumunda yeni bir şey değil aslında. Osmanlı zamanında eşcinsellik hakkında pek çok eser yazılmış, bu seçimi yapan kişiler öykülere konu olmuşlardır. Ancak bu eserlerde biz daha çok erkek cinselliğine erkek gözüyle bakmış ve öyle yorumlamışızdır. Türk edebiyatında bir kadın yazarın bu konuya girdiği çok rastlanan bir durum değildir. İşte Duygu Asena kadınların dünyasından sonra şimdi de eşcinsel erkeklerin dünyasına uzatıyor kalemini. Asena bir kadın gözünden çok bir yazar gözüyle yaklaşıyor olaya. Eşcinsel bir erkeğin öyküsünü konu alıyor kendine. Resmi olarak bir kadınla evli olan ve bu evlilikten bir çocuğu olan, küçük bir Anadolu kentinde yaşayan ancak ruhuyla bir erkeği seven, onunla olmak isteyen bir erkeğin.

Asena yıllardan beri ezilen kadınların acılarını yazan bir yazar olduğundan olsa gerek toplum tarafından dışlanmaktan korkan bu adamın çektiklerini çok daha kuvvetli bir şekilde anlatmayı başarıyor kitabında.

Hem kadınları hem erkekleri etkileyecek, toplum gerçeklerini gözler önüne seren sürükleyici bir kitap "Paramparça".

http://www.kmarsiv.com/cafe.asp

serdar@kahveciyiz.biz

Yukarı

 Milenyumun Mandalı : Sait Haşmetoğlu


Milenyumun Mandalı

Editör'den Önemli Not:Sevgili Sait Haşmetoğlu'nun e-romanı görsel öğelerle süslendiğinden, aşağıdaki adresten tek tıklamayla zevkle okuyabilirsiniz. Üşenmeyin... Tıklayın... Ayrıca bugünden itibaren duygu ve görüşlerinizi yorum olarak yazabilirsiniz.
http://www.kmarsiv.com/xfiles/mandal_1.asp

Devamı yok. BİTTİ

hasmetoglu@kahveciyiz.biz

Bu romanı arkadaşına önermek ister misin?

Rating: 8,588,588,588,588,588,588,588,588,58
              444 Kahveci oy vermiş.
58261 Yorum var. Yorum Yaz / Oku

Yukarı

 Dost Meclisi



İşte Küba İşte Taraftar
Fotoğraf: Serpil Yıldız - Taraftar: Cüneyt Göksu

<#><#><#><#><#><#><#>

Kahve Molası, siz sevgili kahvecilerden gelen yazılarla hayat bulmaktadır.
Her kahveci aynı zamanda bir yazar adayıdır. Yolladığınız her özgün yazı değerlendirilecektir.
Kahve Molası bugün 4.451 kahveciye doğru yola çıkmıştır.

Yukarı

 Tadımlık Şiirler


AYNI SU

Çakarlı deniz feneri
Karşı kaledeki ışığa aşık
Umutsuz

Karanlık kayalıklara çakılı
Hiç kavuşamayacak
Mutsuz

Karşı kalede tutsak ışık
Karşı kale karanlık
Gündüz

Karşı kale uzak
Karşı kale yüksek
Sonsuz

Yine de aynı suya düşüyor
İki ışık yan yana
Koyun koyuna

Armağan Konyalı

Yukarı

 Biraz Gülümseyin




Açıklama resmin arkasında!..

Yukarı

 Kıraathane Panosu


DİA GÖSTERİSİ

"Serpil Yıldız'ın "Küba'dan İzlenimler" adlı dia gösterisi ve Cüneyt Göksu ile beraber söyleşisini

21 Mayıs 2004 tarihinde Saat 19:00`da;
AFSAD(Ankara Fotograf Sanatçıları Derneği) Sergi Salonu
Büklüm Sok No 22/11 Kavaklıdere Ankara
adresinde izleyebilirsiniz

Küba'daki günlerimizi merak eden arkadaşlarımızla, belirtilen yer ve zamanda birlikte olabilmeyi diliyoruz.

Sevgilerimizle,
Serpil & Cüneyt



Önemli Not: Dia Gösterisi öncesi gezi izlenimlerini hatırlamak isterseniz Sevgili Cüneyt'in yazı dizisini mutlaka okuyun. Söyleşiye fransız kalmazsınız:-))






<#><#><#><#><#><#><#>




FOTOGRAF SERGİSİ

"VAHŞİ YAŞAM" SÜHA DERBENT
8 MAYIS - 4 HAZİRAN 2004

FOTOTREK NIKON FOTOGRAF MERKEZİ, 8 Mayıs - 4 Haziran
tarihleri arasında, hayvan davranışları üzerine fotograf çalışmalarıyla tanınan Süha DERBENT'in "VAHŞİ YAŞAM" isimli sergisine yer veriyor.

8 Mayıs Cumartesi günü saat 18:00'de yapılacak bir kokteyl ile açılacak olan sergide kaplan, aslan, leopar, çita gibi büyük kedilerin görüntüleri yer alıyor. Sergi, hayvanların yaşadıkları coğrafyaya uygun davranış görüntüleri üzerine yaklaşık 8 yıldır çalışmalar yapan Süha DERBENT'in Hindistan, Güney Afrika Cumhuriyeti, Zimbabwe, Kenya ve Botswana'da çektiği fotograflardan oluşuyor. Nikon Türkiye Temsilcisi Karfo - Karacasulu ve Emirates Havayolları katkılarıyla gerçekleşen sergi 4 Haziran Cuma gününe kadar izlenebilecek.
Ayrıntılı Bilgi: http://www.suhaderbent.com

FOTOTREK NIKON FOTOGRAF MERKEZİ
Meşrutiyet Caddesi Ravanda İşhanı No : 85
Kat : 1 - 2 D. 1 - 3 Beyoğlu, İSTANBUL
Tel : (212) 251 90 14 - 251 83 74
www.fototrek.com

Yukarı

 İşe Yarar Kısayollar - Şef garson: Akın Ceylan


http://www.muneccim.com/
Kedinizin burcunu biliyormusunuz. Yani siz kedinizi sadece etrafa hava atmak veya sahip olma duygusunu tatmin etmek için mi besliyorsunuz. Eğer kedinizin duygularını ciddiye alıyorsanız, doğum gününü ve dolayısıyla burcunu da biliyorsunuz demektir. Hadi bakalım fal, burç, rüya yorumları, uyumluluk felan ne ararsanız burada...

http://fotografim.com/index.php
..."Edebiyattan bıktım, artık yazmayacağım.” diyen “insan yazarı” Sait Faik’e, Bedri Rahmi Eyüboğlu; “son mütalaada seni okuyan bir lise talebesi varsa onun için yazmalısın.” demiş. Kimi çevrelerin gözünden düşsem, yara alsam da, sesimin ulaştığı son insana, son zemine dek “olmayan bir iş”e devam edeceğim...

http://www.neave.com/games/hexxagon/hexxagon.swf
Canavar gibi bir oyun. Oynadıkça öğreniyorsunuz. Ben iki defa oynadım ama bilgisayarı yenmeyi başaramadım. Hadi bakalım bu basit gibi görünen ama dama oyunundan bile zor olan bu oyunu başarabilecekmisiniz.

http://www.classicalarchives.com/beethovn.html#top10
Klasik müzik dinlemeyi sevenler için midi arşiv. Bu kısayolda top10 listesine girenlerle ilgili sayfayı sunuyorum.

Yukarı

 Damak tadınıza uygun kahveler


Windowpaper XP v1.01 [2.1M] WinXP FREE
http://www.sodabush.com/products/windowpaperxp/index.php
Masaüstünüzü duvar resimleriyle nasıl güzelleştirebiliyorsanız, klasörleri de farklı duvar resimleri ile bezeyebilirsiniz. Kolay kullanım sunan bu programı XP kullanıcıları için öneririm.

Yukarı

http://kmarsiv.com/sayilar/20040520.asp
ISSN: 1303-8923
20 Mayıs 2004 - ©2002/04-kmarsiv.com
istanbullife.com
Kahve Molası MS Internet Explorer 4.0+ ve 800x600 Res. için optimize edilmiştir.
Uygulama : Cem Özbatur - Her hakkı saklıdır. Yayın İlkeleri