|
|
|
Yazılan, Okunan, Kopyalanan, İletilen, Saklanılan, Adrese Teslim Günlük E-Gazete - Yıl: 3 Sayı: 508 |
21 Mayıs 2004 - Fincanın İçindekiler |
|
Editör'den : Sohbet etmeyi öğrenmeli!... |
Merhabalar,
Dün gazetelerde yeralan haberleri görünce futbolun artık yeraltında oynadığına bir kez daha vakıf oldum. Literatürümüze giren 'şaibe' sözcüğünün hayat bulduğu, beslenip geliştiği bir futbol sezonu yaşamıştık. Pisliğin hertürlüsüne bulaşmış bir ligin tescil edilmesi bile güç olabilirdi. Ama şaibeyi ş ve e den kupanın kulpuna yapışmış gibi tutan bir federasyon yönetimi sadece ligin bittiğine şükretmekle yetindi. Baştan kokan balığın kılçığı sayılabilecek, üç yıldır bir büyük takımın menejerliğini yapan bir zatı muhteremin yediği herzeler durumun vehametini daha da belirginleştiriyor. O koca takıma sorumluluk yüklemek ne kadar yanlışsa, böyle bir armut iyisi yutucusu orman korucusunu bağırlarına bastıkları için de bir o kadar suçlular. Çakıcı'ın ne olduğuyla, n'aptığıyla şu an ilgilenmiyorum ama spor gibi temiz olması gereken bir çevreyi kirleten ve bunu kişisel çıkarlarına alet etmeyi ağabeylik sanan bir zatı yargılıyorum. Belki suçsuzdur bilemiyorum, ama telefon kayıtları doğruysa işi çok zor. Bir koca imparatorluğun sonu gelmişe benzer. Attımı mangalda kül bırakmadığı zamanları dört duvar arasında kurda kuşa anlatırken görürsek hiç şaşırmayacağım.
......
Sohbet Odasını bu siteye koyarken sadece iletişim sağlayacak yöntemlerden biri olarak düşünmüştüm. Ancak daha sonra sizlerden gelen istek doğrultusunda bir iyileştirme yapmayı uygun gördüm. Ve bazı arkadaşlarımın desteği ile de bunu gerçekleştirdik. Ancak anladığım kadarıyla sorunlar hala sürüyor. Kahve Molası'nın bu yan hizmet aracının KM'nin bünyesine zarar vermesine asla izin vermeyeceğimi tahmin edebilirsiniz. O nedenle bugün ve yarın aşağıdaki yorumlar bölümünde bu konudaki görüş ve düşüncelerinizi bekliyorum. Sonunda bir karar verip uygulamaya koyacağım. Hepinize güzel bir haftasonu diliyorum. Kalın sağlıcakla.
Bir sonraki sayıda buluşuncaya kadar bulunduğunuz yerden bir adım öne çıkın. Sevgiyle... Cem Özbatur
|
Deniz Fenerinin Güncesi: Seyfullah Çalışkan |
BEN DE YAZAR OLMAK İSTİYORUM
Altı yaşında bir çocukken trenlere deliydim. Her tarafından dumanlar püsküren o kocaman ejderhalar istasyona çığlık çığlığa girerdi. Yerler sarsılır, toprak titrerdi ve ben korkardım. Yine de o kocaman devi istediği zaman durduran, hareket ettiren ve lokomotifin penceresinden çocuklara el sallayan lacivert şapkalı adama hayrandım. Ben de büyüyünce onun gibi tren şoförü olacaktım. Bütün vagonları birbiri ardına ekleyip çok uzun bir tren yapacaktım. Katarın en sonundaki bekçi vagonu Saruhanlı’dan çıkmadan lokomotif ta İshakçelebi’ye varacaktı. Demir yolu kıyısında oynayan çocuklar vagonları saymaya çalışacaklar ama öğrenebildikleri bütün sayılar yetmeyecekti. Görenlerin ağzını iki karış açık bırakan o uzun trenle canım nereye isterse oraya gidecektim.
İki yıl sonra yaz tatilinde İzmir’e gittim. Bütün karnem pekiyi olduğu için ağabeyim beni dayıma götürdü. İzmir de çocuk olmak hiç eğlenceli değildi. “Sakın kapının önünden ayrılma. Kaybolursun… Burada çocuk hırsızları var. Tanımadığın kişilerle konuşma. Sakın kimseden bir şey alıp yeme emi. Seni kaçırıp zorla dilendirirler.”diyerek beni sürekli korkutuyorlardı. Yine de bir sabah bütün nasihatleri çöpe atıp kahvaltının ardından deniz kıyısına gitmek için yola düştüm. Gültepe’den çıkıp ta Konak’a kadar gittim. O gün orada yüzlerce gemi vardı. Kimileri ağaçtandı ve şişman karınlarıyla suyun özerinde tembel tembel yatıyorlardı.
Peki ama bu kocaman şeyler niye batmıyordu? Hadi ağaç olanları anladım ama ya demirden olanlar nasıl suyun üzerinde duruyordu? İşte gemileri gördüğüm o gün tren şoförü olmaktan vazgeçtim. Üzerinde gavurca yazılar olan demirden gemilere binip uzak ülkelere gitmek tren şoförü olmaktan daha güzeldi. Çünkü trenler denizleri geçemezdi. O gün artık büyüyünce gemi şoförü olmaya karar verdim.
Birkaç yıl sonra babamla Manisa’ya gittik. Göçmenlere ev yapabilsinler diye azcık azcık para ödeyerek arsa vereceklermiş. Vilayetin önündeki yedi sekiz arzuhalci vardı. Babam Meftun Dayı’ya dilekçe yazdırdı. Arzuhalciler gelenleri dinleyip biraz düşündükten sonra siyah daktilolarına kağıt takıp dilekçe yazmaya başlıyorlardı. Özellikle harflerin kağıdın üzerinde belirmesi, daktilonun tıkırtısı beni büyülemişti. Köylüler boyalı parmaklarını kağıdın altına basınca götürüp devletin adamlarına veriyorlardı. Kağıdı okuyan yetkili hemen isteklerini kabul ediyordu. Devletin kocaman müdürleri bile arzuhalcinin yazdığı kağıdı görünce süt dökmüş kedi gibi oluyordu.
Hatta arzuhalcilerden bazıları yazdıkları dilekçe ile ipten adam bile alırmış. İçlerinde çok gün görmüş, bilgili ve yazısı kudretli olanları varmış. Ben kaleminden kan damlayanlarını görmedim. Zaten benim gördüklerimin hepsi daktilo kullanıyordu. İnsanların kaderine böylesine hükmeden arzuhalcileri görünce düşlerimi yeniden değiştirdim. Hem dilekçeler, hem kitaplar yazabilen bir arzuhalci olmak istiyordum. Yazdıklarım işe yarasın ve herkes kitaplarımı okuyup beni parmakla göstersin istiyordum. Hem de yazdıklarım okuyanın ciğerini dağlansın, ayaklarını yerden kessin ve anlattığım öyküler kulaktan kulağa söylensin.
Önce pazarlarda yirmi beş kuruşa satılan destanlara özenip aile dramları yazdım. Fakat bu işin böyle yapılamayacağını, eğitimin şart olduğunu çok geçmeden anladım. Babama “ Beni Arzuhalci Meftun’a çırak ver.”dedim. Beni ciddiye bile almadı. Hatta dinlemek şöyle dursun inadına yapar gibi gitti Terzi Aydın’ın yanına çırak verdi. Akşama kadar dükkana çay, gazoz taşıyıp kömürlü ütüyü tutuşturmak, her sabah dükkanı silip süpürmek zor geldiği için işten kaçtım. Ancak dişimi sıkarak ve düşlerimi bir süreliğine erteleyerek iki hafta dayanabildim. Terzi çırağından yazar olduğu nerde görülmüş?
Kısa süren terzi çıraklığından sonra yeni işim oldukça eğlenceliydi. Yazlık sinemada iki sezon makinist çıraklığı yaptım. Türk filmleri yazmaya olan tutkumu ateşlemekle birlikte ve alt yapımı da zenginleştirdi. Bu nedenle seyircilerin “ Ya ses, ya kes.”diye bağırdıkları Zeki Usta’ya çok şey borçluyum. Onun sayesinde Türk filmleri konusunda tam bir uzman oldum. Filmin afişine bakarak bütün senaryoyu anlatabilecek düzeye ulaştım. Film öyküleri birikimim üst düzeye ulaşınca daha fazla zaman kaybetmemek için makinist baş yardımcılığı görevini de bıraktım.
Çünkü bir öykücünün maceralara atılması, insan selinin için karışıp farklı yaşamlarla tanışması gerekliydi. Kararım yerinde olmasına rağmen yaşadığım kasaba bir türlü yakamı bırakmıyordu. Bu kasabada karışabileceğim insan seli en fazla Cumaları kurulan pazar kalabalığı ile sınırlıydı. Beni yakamdan tutup kendine çekecek macera falan da yoktu. Artezyen borusundan aşağı akan suyun girdabında akşama kadar dönüp duran saman çöpü olmaktan bir türlü kurtulamıyordum.
Bu durgunluk sadece benim yazarlığımın gelişmesini engellemiyordu. Bu kasabada habere konu olacak cinsten hiç olay olmuyordu ve renkli insanlar yoktu. Askerliğini bitirip dönen bir delikanlının başından geçenler önemli bir şey sayılıyordu ve en az yirmi gün ilgiyle dinleyici buluyordu. Yani bütün kasaba halkı can sıkıntısından patlıyordu. Sanki bütün kasaba bir kız kaçsa, bir kavga olsa, tren kasabanın sığır sürüsüne girse de konuşacak konu çıksa diye bekliyordu.
Mahalledeki kadınlar bile dedikodu malzemesi bulmakta zorluk çekerlerdi. Hatta eski yıllara ait dedikoduları tekrar tekrar seslendirip " nerde o eski günler, bizim gençliğimizde bu kasabada üç günde bir kız kaçardı. Gaytan bıyıklı kocalar içip içip eve gelirler, üşenmeden gecenin köründe karılarını döverlerdi. Sabaha karşı sokağa jandarmalar gelirdi. Uykusuz kalırdık ama seyrine de doyum olmazdı. Beti bereketi kalmadı kasabanın valla" derlerdi.
Böyle sakin ve sesiz bir kasabada insan düş gücünü sürekli canlı tutamaz. Yazarlığa ne kadar hevesli olursa olsun körelir. Can sıkıntısının elinde bütün pırıltısını, düş gücünü kaybeder. Bir yazara gerekli olan gözlem yeteneğini ve duyarlılığını yitirir. Neden bu kadar sıkıcı olduğumu, neden yazılarımı okurken esnemekten geberdiğinizi belki şimdi daha iyi anlarsınız. Çünkü ben bu kasaba da istemeden bile olsa çok fazla kaldım.
Orta okulu bitirdiğim yaz gerçek bir macera adamı olmaya karar verdim. Artık düşünsel hazırlıklarımı pratiğe döküp yaşamın içinde akmaya adım atacaktım. İnsan seline karışıp yeni maceralara yelken açmanın zamanı gelmişti. Herkesin toz toprak içinde pamuk çapasından döndüğü bir akşam evdekilere ”Ben gidiyorum.” dedim. “Sakın hiç kimse bir şey sormasın. Önce trene atlayıp İzmir’e gideceğim. Sonrası Allah kerim. Rüzgar nereye atarsa, ayaklarım beni nereye götürürse oraya … Pamuk tarlalarında sürünmek istemiyorum. Her gün ensemde yumurta pişiren bu güneşten kaçmak istiyorum.”
Evdekiler hemen “İyi, git bakalım. Görürsün ebenin sakızdan çıkan fotoğrafını.”demediler. “ Sen zaten yarım akıllı biriydin. Var olan aklını da kaybetmişsin. Kasabanın suyu mu çıkmış.. Otur oturduğun yerde.”gibi cümlelerle kasabamızın tarihi ve turistik güzellikleri üzerine ve aile huzurumuz konulu uzun bir nutuk çektiler. Hatta babam üç küçük keçi yavrusu ile yazın çalışmaktan kaytaran ağustos böceğinin masalını bile anlattı. Kararlı olduğumu, kararımdan caymayacağımı anlayınca beni tehdit etmeye başladılar. “Şu kapıdan dışarı adımını atarsan bir daha bu eve geri dönmezsin.” bile dediler. Bir battaniye ve birkaç parça giysimi alıp evden çıktım.
İlk geceyi İzmir Fuarı’nda bir bankın üzerinde geçirdim. Ertesi sabah bir başıma maceralara yelken açmak yerine amcamın evine gittim. Oysa aklımda Çeşme, Foça yada Dikili’ye gitmek düşüncesi vardı. Bir iş bulup karnımı doyurmak ve kafama göre takılmak istiyordum. Karışanım, görüşenim olmadan kendi başımın çaresine bakabilmeyi ve büyümeyi de…
İnsan seline karışmak ve otobiyografimi renklendirmek, yaşamışlığımı çoğaltmak yerine o yaz elektrikçi çırağı oldum. Çünkü amcamın Gültepe’de elektrik tesisatı çekme işi yanında fırın ve ütü tamiri de yapılan bir dükkanı vardı. Amca oğluyla birlikte bazen inşaatlarda çalışıyor yada evlere arızalara gidiyorduk. Bu semtin insanlarının kasabamdakilerden hiç farkı yoktu. Hepsi işinde gücünde, yoksul ve sıkıcı insanlardı. İyi bir yazar olarak kendimi yetiştirmek için bir türlü uygun ortamı bulamıyordum. Bütün yazı boşuna geçirmemek için birkaç şiir yazma girişiminde bulundum. Ne de olsa şiirler kısaydı ve çabuk bitiyordu. Ancak yaşadığım sokaklar şiirlerime Orhan Gencebay kederi ve Ferdi Tayfur etkisi yapıyordu. Bunalımda ergen bir delikanlı olmak yazarlık geleceğimi olumsuz etkiliyordu.
O gün bu gündür hala yazar olmaya çalışıyorum. Buradan yayıncılara, editörlere, grafik tasarımcılara ve devlet yetkililerine sesleniyorum. Ben yazar olmak istiyorum. Bütün birikimimi bu coğrafyada yaşayan insanlarla paylaşmak ve beni yetiştiren topluma gönül borcumu ödemek istiyorum. Yazılarımı kocaman kocaman harflerle dergilerde, kitaplarda yayınlayın. Başlığın üzerine de yakışıklı bir fotoğrafımı koyun. Görenler hayran kalsın. Kıskananlar çatlasın…
Seyfullah seyfullah@kahveciyiz.biz
Yukarı
|
|
Rengarenk: Tuba Çiçek BANA DİDAKTİK YAPMA! |
|
Belki aklınıza takılıyordur: "Bu Tuba üstüne vazife olmayan her bi haltla ilgili yazı yazıyor: Seks, kadınlar, erkekler, tembellik, çingeneler, Cin Ali, aşk, meşk vırt zırt... Ama asıl uzmanlık alanıyla, yani şehircilikle ilgili bir tek kelimesini okumak nasip olmadı. Ne iş?"
Ne iş olacak? Ben zaten bunalmışım, bayılmışım ve illallah demişim mesleğimden. Bir de mesleki yazılar yazarak iyice nefessiz mi kalayım?
Bakın şunu bir kenara yazın: Ben, gündelik hayatın stresinden uzaklaşmak için, terapi niyetine yazıyorum.
Yoksa siz, sizin için yazdığımı mı düşünüyordunuz? Çok safsınız, çooook!
Hem zaten mesleki yazı dediğin bir parça didaktik olur. Ve ben de didaktik yazılardan, üsluplardan, insanlardan pek hazzetmem.
* * *
Evet, didaktik insanlara kılım. Dahası, uyuzum. Ve hatta onların psikolojik bir takım sorunları olduğunu bile düşünüyorum. Var mı itirazı olan? Varsa, İnsan Hakları Mahkemesine başvursun.
Elbette mesleği eğitmek-öğretmek olan insanlardan, yani öğretmenlerden bahsetmiyorum. Ancak öğretmenlerin de branşları haricinde, olur olmaz her konuda, mesai saatleri dışında, temasa geçtikleri her insanla didaktik didaktik diyaloglara girmelerine uyuz oluyorum. (Örnek 1.a - İffet Aymaz.)
Ha, karşıdaki şahıs: "Abi (ya da abla) sen şu konuyu iyi bilirsin; bana bi açıklasana, ne iş?" felan diye sorarsa, geç tahtaya, al tebeşiri eline, yaza çize anlat. Kesmedi, kaynakça öner ya da evine özel derse çağır.
Amaaaaa, birisi sana içini döküyorken, ne bileyim bir anısını, bir derdini, komik bulduğu bir şeyi anlatıyorken: "Yoo, şu konuda yanılıyorsun. Bak sana işin doğrusunu anlatayım" diye başlayıp, "Anladın mı" diye sözü bitirmek işgüzarlık ve dahi küstahlıktır.
Böylelerinin ağzına iki tane yapıştıracaksın, "anladın mı" sorusuyla birlikte bütün çenesini dağıtacaksın. Ki bir daha kimseye bir şey öğretemesin.
Şahsen ben, her cümlesini "anladın mı" sorusuyla bitirme alışkanlığı olan insanlardan dinlenip dinlenip kaçarım.
Sanki: "Sen biraz salak gibi duruyorsun, anladın mı çocuuuum?" der gibi... Ya da birazdan: "Anlamadığın bir yer varsa, çekinme sor" diyecekmiş gibi...
Öyle kaptırmışlardır ki kendilerini bu didaktik misyona, Meydan Larousse'un 21. Cildi olarak kütüphaneye koysanız, kimse fark etmez o rafta bir insan evladı olduğunu.
Her an, vıcık vıcık bir geyik muhabbetinin kahkahalarını aralayıp: "Denyo'yu yanlış yerde kullandın Recep! Denyo, Orta Oyunu'ndaki budala tipe denir. Bazen Denilo da denir. Yaygaracı, acıma duygusuyla şımartılmış, küstah, arsız, küfürbaz, yüzsüz ve sırnaşıktır. Mahallenin delisidir.. " gibi bir cümle kurabilir.
Siz o sırada saçınızı başınızı yolup, 'ağlamak istiyorum' diye inlerken, o ansiklopedik bilgi vermeye devam eder: "Denyo, bir İstanbul mahallesinde halkın merhametine sığınmış, bunun karşılığında onlara küçük hizmetlerde bulunan bir meczup tipinden çok, mahallelinin acıma duygusu ve hoşgörüsünü istismar edecek kadar şımarmış ve yüzsüzleşmiş, küfürbaz, küstah ve arsız bir mahalle çocuğudur. ANLADIN MI?"
- Hıımm, şey anladım gibi, galiba, sanki. Peki yazılı ne zaman hocam?
- Yazılı yapmayacağım, sözlü yapacağım!
- Kardeşim seni bana özel hoca diye mi tuttular, sana ne?
- Sen bilirsin. Ben yabancı değilim ama, başkalarının yanında da böyle cahil cahil konuşup rezil olmayasın diye anlatıyorum sana.
- Halla hallaa.. Öldürür müsün, yoksa kiralık katil mi tutarsın!
Şu genç yaşta elimi kana bulamayayım ve bu iş için bir kiralık katil tutayım diyorum. Gerçi ülkemde bütün mühim edebiyatçıların bir mahpusluk dönemi vardır. Üstelik üstatlar, mahpushane damında çok da güzel eserler üretmişlerdir. Ama benim bir farkım olsun değil mi?
ŞİMDİ: Gelecek sayıya kadar hazırlaman gereken ödevi veriyorum ey okur!
1- Acilen bana bir kiralık katil bulmak ya da bu iş için gönüllü olmak.
2- Soyu kurutulacak insan tiplemelerinin bir listesini hazırlayıp, e-posta yoluyla bana bildirmek.
(Hani bir kiralık katil tutup her cümlesini "anladın mı" diye bitirenlerin soyunu kurutacağız ya; hazır elimizi vurmuşken dünyayı birkaç tiplemeden daha kurtaralım istiyorum. Ne dersiniz?)
Okur-Tuba el ele...
Giren çıkan tip'lere...
Höy löy löy...
E haydi ama, elinizi çabuk tutun. Misyonumuz büyük, işimiz başımızdan aşkın. Tez listeler hazırlana!
Tuba ÇİÇEK tuba@kahveciyiz.biz
Yukarı
|
|
Enişte'den Erişte'ler : Ahmet Şeşen Balkon |
|
"Arkadaşlar biletleri almışlar BİLE, zahmet edip balkona gelmek için basmayın ZİLE ..!"
sözleriyle geçen hafta yazımı bitirince sitemleriniz aldı başını yürüdü... Darılanlar mı ? Neden kimseleri davet etmemişim diye hışımla telefona sarılanlar mı ? Faks çekip ortalığı birbirine katanlar mı ? O da kesmeyip kutuma posta atanlar mı ..?
Neyse efendim, öncelikle Cuma gecesi gittim gitmesine, aman yarabbi o ne güzellik, o ne ihtişam ..? Ben sadece resimlerimde gördüğünüz üzere sadece formalı, eşofmanlı iken, insanların kaşı-gözü, orası-burası dahil olmak üzere Sarı-Lacivert'e boyanmış, 55 bin kişi şarkılarla-marşlarla koltuklarına dayanmış, derken maç başlıyor ve daha 8.dakikada Malatya bize bir çakıyor ki yanmışız, yanmış... Ayağına topu alan tel tel dökülüyor, ortalık buna rağmen şampiyonluk şarkılarıyla yıkılıyor, çok geçmeden ağlarımıza 2.gol de takılıyor ..! Devrenin sonuna doğru bir gol atınca tribünler yine neşe saçıyor ama gel gör ki benim bütün keyfim her geçen dakika kaçıyor.. Derken 3-1, derken 4-1 ile saçımızı başımızı yoluyoruz, son dakikada bir penaltı ile 4-2 oluyoruz, ne hikmetse bu golle yeniden neşe doluyoruz... Kimsenin Malatya'nın galibiyetini almamış kaale, sanki 4 golün atıldığı bizim olmayan kale ..!
Sinirimden içki bile içemiyorum, oysa 33 hafta evimde ne olur ne olmaz maç öncesi diye kadehlere önceden başlıyordum, TV önünden kazara geçen ev halkını bir güzel haşlıyordum.
Keşke yine TV karşısında olsaydım, önceden kadehleri doldursaydım, hava da güzeldi hatta balkona otursaydım. Sanırım ilahi adalet tecelli etmişti, balkon için sitem edenlerin bedduası hem artmıştı hem yetmişti ..:-)) Ehh, bundan iyisi, yense yense Malatya'dan yenir kayısı...
Yorgun argın, aç bilaç, kadehsiz şişesiz, üstüne üstlük biraz da neşesiz, evin yolunu tuttum herşeye rağmen konvoylar eşliğinde. Yaprak kıpırdamıyordu balkonda, tüm mahalle keyifle soluk alıyordu sessiz sedasız... Süzüldüm yanlarına, sandıktan çıkan bayrakları da astım kenarlarına... Birer kadeh parlattık 34 hafta sonunda, sohbetin konusu malum ne badireler atlattığımız idi şampiyonluk yolunda, ne gam şimdi 3.yıldız değil miydi FB'min göğsünde, kolunda ..? Hale'yi, Jale'yi, Lale'yi örgütledim, başladık Meksika dalgalarına, dalgalandık da durulduk, koştuk ardından yorulduk, nice güzel gördük ama, en başta FB'ye vurulduk diye tamamladık konseri. Zaten o Meksika dalgaları biraz da yeni yeni esmeye başlayan rüzgar nedeniyle oluşmuş meğerse. Ancak; ben hala keyfini süreceğim balkonun, özlemişim mahalle halkını. Sesler de kesildi etrafta ve gecenin sessizliği iyice çöktü, aldı götürdü beni ismini bilemediğim ozanın dizelerine :
Nasıl da çarçabuk, kapkara perdelerini
Çekiveriyor şu gece denen kasvet,
Ya şu ardından sürükleyip getirdiği,
İçimi kaplayan bitmez tükenmez hasret,
Gel de şimdi bu koca geceyi geçirmek,
Gündüze sarılmak için, sabret...
Bu kez davet ederek bitireyim sözlerimi de ahınız tutmasın... Güzelleşen havalarla birlikte balkonumuz siz değerli misafirlerin hizmetine açılmıştır. Lütfen 3-4 kişilik gruplar halinde geliniz izdiham olmasın, Hale-Jale-Lale ve tüm mahalle bozuk çalıp solmasın. Adresten önce antremanlara başlayacaksınız, ilk idman olarak aşağıdan 5.zile burnunuzu dayayacaksınız, kapı otomatiğini duyunca da bedeninizle kapıyı ittirp, ayağınızı eşikten içeri atacaksınız... Ellerinizi, kollarınızı kullanırsanız şayet, yanacaksınız ..! Neden mi ..?
Eeee, eliniz, kolunuz boş gelecek değilsiniz herhalde o güzelim balkona, aaaaa ...? ..:-)) Yoksa yazının ilk satırını uygularım haaa ..!
asesen@kahveciyiz.biz
Yukarı
|
|
Hikayeci : Tarkan İkizler Çok karanlıktı ve bir sarhoş vardı... |
|
Tek dostum dolu şişeler diyordu, benim tek dostum dolu şişeler.
Elindeki bitmek üzere olan ucuz şarap şişesini fırlatıp attı apartmanın karşı duvarına... Şişeden gelmesini beklediği şangırtıyla karışık patlama sesini duyamayınca, elinle adam sen de yapıp tekrar apartmanın kapısıyla uğraşmaya devam etti. Bir yandan anahtarları tek tek denemeye çalışıyor bir yandan da kendi kendine konuşuyordu...
Boş şişeler hiçbir işe yaramaz, hayatımda çok çıktı karşıma öyle boş şişelere benzeyen adamlar. Dışarıdan bakıp bir şeye benzetirsin de ihtiyacın olunca en küçük faydası olmaz böylelerinin. Fırlatıp attığım gibi boş şişeleri, hepsini sildim defterden... Bir kalemde valla... Gözünün yaşına bakmadım kimsenin... Kimse benim gözümün yaşına baktı mı peki? Bakmadı... Bakmaaaz...Peheeeey! Arabası varmış banane... Ama etiket? Sağlaaam... Oğlum senin etiketin kaç yazar? Şişe boş şişeee...
Anahtarlarını yere düşürünce kapıyla uğraşmayı bırakıp demin attığı şişeyi aradı yine. Şöyle bir kendine gelsin diye çenesini göğsüne bastırıp kafasını geri çekerek derin bir nefes aldı. Tekrar yere bakmaya çalışarak kendi etrafında bir tur atıpta şişeyi göremeyince şaşırdı: "Ulan her şey bitti şişeleri de mi çalmaya başladınız?"
Tam o sırada yere düşürdüğü anahtarları gördü. Zar zor dizini bükerek eğilmeye çalışırken dengesini kaybedince, tekrar toparlanıp hızla doğruldu. O hızla, istemeyerek fazladan bir iki adım daha atıp durdu ama anahtarlar artık elindeydi... Durumu kavrayınca kendi kendine yüksek sesle konuşmaya devam etti: "Boştu oğlum o şişe boş, boş şişe bir işe yaramaz."... Sağ elinin tersiyle sol elinin içine vurup alaylı bir sesle "Ulan ne salaklar var boş şişeyi çalıyorlar." derken gülmeye başladı ama bir elinle diğer eline vururken anahtarları yine düşürdü... Artık anahtarları aramaktan da, kapıyla uğraşmaktan da vazgeçmişti... Hafifçe yere değen bir tekme savurup, arkasından da bir küfür salladı...
Cebini karıştırıp sigarasını buldu. Zar zor içinden bir tane çıkarıp yaktı. Sigarayı filtresinden yaktığını, ancak sigara birden parlayınverince anladı. Sigarayı diğer elindeki çakmakla birlikte yere fırlatıp attı...
Sendelemesini durdurunca, iki elini beline koyup kollarından aldığı destekle, omuzlarını geriye doğru çekip esnetti. O anda aklına geldi: "Ulan ben de hırsızın günahını alıyorum, şişeyi demin kendim attım..." Elini alnının yanına iyice yaslayıp dört parmağınla birlikte sertçe kafasını kaşımaya başladı. Demin attığı şişeyi bulmak için karşı apartmanın duvarına doğru yürümeye başladı. Hem yürüyor, hem de kendi kendine konuşmaya devam ediyordu... Ben içkili olmasam daha beş dakika önceki şeyi hiç unutur muyum be... Ama ben içmiyeyim de kim içsin? Evet içiyorum fakat ben sarhoş olmadan içiyorum... Sen bırakıp gitmesen ben içer miydim bu kadar... Ulan o adamı ben adam ettim be! İşi bilmez, işi öğrettim, dükkânın ihtiyaçlarını bilmez, ben öğrettim, müşteri nerde onu da bilmez, hadi hooop onuda ben öğrettim... Ah bee! Kaça kaça o adama mı kaçacaktın? Etiketi sağlam... Allah için; ev var, araba var, ama adam mı o bee!...
Duvara yaklaşınca, apartmanın kestiği sokaktan gelen ışık, bulunduğu yerde daha da azalmış, iyice karanlık olmuştu... Ayağına takılan çöp poşetinden kurtulunca, sanki pantolonuna bir şey dökülmüş gibi elinle dizinden aşağısına ulaşmayı bile beceremeden yalapşap pantolonunun tozunu alıyormuş gibi yaptı...
Sana benim gibi kağıt helva almayı akıl eder mi ulan o adam? Tamam! Diyelim alıyor hatta sen ne istersen onu da getiriyor ... Pekiii benim gibi mezarlıktan her geçişinde sana....
Tınk! Diye ayakkabısına çarpan şişeyi farkedip sevinince, lafını yarım bırakıp yerden aldı. "Demek buradasın, dur şimdi önce bir bakalım sana, hemen öyle sevinme, anlayalım bir, dost musun düşman mı?" Şişeyi başaşağı çevirdi, boş olduğundan emin olmak için bir-iki yukarı aşağı salladı. Boş olduğuna emin olunca da kalan son gücüyle demin fırlattığı apartmanın duvarına, olabildiğince yukarılara doğru tekrar fırlattı... Bu sefer şişe hiç beklemediği kadar büyük bir ses çıkararak kırıldı. Duvardan geri gelen cam kırıkları üstüne başına yağarken karşısında biri varmış gibi karanlığa, şişenin kırıldığı yere doğru bağırmaya başladı: Etiket sağlam ama için boş içiiin...Senden dost olur mu be, senden dost olur mu?
Şişenin patladığı apartmanın camlarından biri açıldı, ortayaşın biraz üstünde bir kadın yarı beline kadar sarkıp, görmediği yan taraftaki karanlığa doğru seslendi...
- Yılmaz, Yılmaaaaz! Sen misin yine ha? Allah belanı versin. E mi! Bak hiç ses çıkarıyor mu? Ben bilmiyor muyum senin olduğunu... Senden başka it uğursuz mu var bu mahalle de...
Önce susup dinledi, dayanamayınca bir iki adım atıp, karşılık verdi;
- Hooop ayıp oluyor ama... Salak olduk, sarhoş olduk, hatta boynuzlu olduk, ama it uğursuz... Bize yakışmaz...
- Hoşt sarhoş köpek, sıfat mı beğenemedin... Yiyeceğin küfürleri, şişeleri duvara atarken düşünseydin...
Bu kadarına dayanamadı ve bastı küfürü;
- Köpek sensin lan orospu...
- Orospu senin karındır karıııın... Gül gibi kızımın nişanlısınla kaçıpta yaktı kızımı...
İşte şimdi ne diyeceğini biliyordu. Apartmanın yanından geçerek camın önüne gelip yukarı baktı... Meraklı birkaç kişi daha cama çıkmıştı. Yarın mahallede herkes bunları birbirine anlatıp dedikodu yapacaksa, gerçekleri de öğrenmeliydiler... Artık taşı gediğine koyma zamanıydı.
- Ulan esas herşey onun başının altından çıktı be, o tanıştırmadı mı bizi iş yapalım diye? Benim karım niye kaçsın... O pislik ayarttı karımı...
- Senin gibi ayyaşı kim ne yapsın. Ah! Ah! Olan benim kızıma oldu... Senin karının ne mal olduğu belliydi zaten... Pazardan kalanları toplamaya gittiğimizde de patlak domatesleri beğenmezdi senin o sosyete karın...
Tarkan İkizler tarkan@kahveciyiz.biz
Yukarı
|
Taksi!
Sabah serinliğinin ürpertisi ile hızlı ama emin olmayan adımlarla ilerliyordu, sessiz ve günlük koşuşturmadan biraz olsun uzak kalmış, dinlenmiş sokaklarda... Baharın belirtisi hafif bir sis ve denizden gelen demirli gemilerin, inceden uzaktan sesleri. Ne olduğunu, nereye gittiğini, bunu yapmak isteyip istemediğini bilmiyordu. Tam bir çıkmaz! Bir iş görüşmesiydi sabahın bu saatinde O'nu sokaklara düşürüp, gardrobundaki tek takımı giydiren. Bu işi istemiyordu aslında, gönlünde başka aslanlar yatıyordu, herkeste olduğu gibi...
Ne de çabuk geçmişti yıllar, lise bitmiş ve hemen ardından bir kurtuluş, bir kaçış yolu olarak askerlik... Su gibi gelip geçti günler ve geldi teskere günü. Biryere ve birşeylere ait olma duygusu, bunu şimdiye kadar hiç tatmamıştı ve bitiyordu işte, tekrar silik, kimsenin adını hatırlamadığı biri olacaktı yine. Annesi dışında ailesinin bile dikkate almadığı biri... ''Bir baltaya sap olamamıştı,, rahmetli babasının hep söylediği gibi! Ama yine de gençti daha, 24 yaşındaydı, gerçi ne bir kız arkadaşı olmuştu şimdiye kadar ne de iki aydan daha fazla çalıştığı bir işi... Neler denememişti ki, garsonluk, bulaşıkçılık, tezgahtarlık, depo bekçiliği... Hep taksici olmak istiyordu O, gezmek, tozmak, şehrin her yanına her köşesine hakim olmak istiyordu. Babası ince hastalıktan ölmüştü, askere gideli daha 50 gün bile olmamıştı. Yol parasını gönderemezdi kimse, gidemedi bu yüzden cenazesine bile. 30 yıl emek vermişti babası bir iplik fabrikasının makineleri arasında, akşamları eve geldiğinde üzeri pamuk tozları ile dolu olur, iplik kokardı hep. Emekliliğine yeni hak kazanmış, başvurusunu yapmış, işlemlerinin tamamlanmasını bekliyordu heyecanla babası, kesik öksürüklerinin arasından son nefesini verirken.
Talihe bak ki, annesinin ısrarları ve aynı fabrikada çalışan amcasının araya girmesi ile şimdi taban tepiyordu ıssız sokaklarda iş görüşmesi için. Personel müdiresi de emektardı, tanıyordu babasını ve amcasını, hatta bir iki kez görmüştü bile küçükken kendisini; babasının unuttuğu sefer tasını götürmeye gittğinde... Tanıyordu ama işini gerektiği gibi yapıyordu müdire, sert bakışlar ve ses tonu ile kalıplaşmış soruları soruyordu peşi sıra,cevabını bile dinlemeden doğru dürüst... Ama vefalıydı müdire, babasınınn, amcasının hatırına olacaktı bu iş. Evraklarını hazırlamasını istedi kendisinden; ikametgah, nüfus sureti, adli sicil kaydı vb. ama içinde korkunç bir sıkıntı, endişe vardı; ya çıkamazsa bir daha bu fabrikadan ! Taksici olmak istiyordu O. Gezmek. Tozmak. Şehrin her yanına her köşesine hakim olmak... Ama daha ehliyeti bile yoktu ki! Hayattan fazla bir beklentisi yoktu ki, hepsi buydu işte. Ama annesini üzmemek, amcasını kırmamak için bu fabrikadan içeri adımını atacak ve belki de bir daha dışarı çıkamayacak, gençliğini, ömrünü iplik kokuları ve pamuk tozları arasında geçirecekti...
Taksici olmak istiyordu O, ehliyeti bile yoktu oysa!
Engin Esen enginesen@kahveciyiz.biz
Yukarı
|
Vergeet me niet* : Nur Aykanat |
* Beni Unutma Çiçeği (Hollandaca)
Eritrositler ve Mutluluk
Mutlu olmak istemeyen var mıdır?
Bu soruya evet diyecek insan sanırım yoktur aramızda. İnsanlık var olduğu günden bu yana, belki de hep nasıl mutlu olacağının yollarını aramakta.
Eritrositlerin ( alyuvarlar ) insanın mutluluğu ile direk ilgili olduğu varsayımı yapılan deneyler sonucunda ortaya konulmuştur.
Hastanelerden birinde Marie adında bir kız varmış.Marie bir hafta mutlu bir hafta mutsuz oluyormuş. Mutlu olduğu hafta ona çevresindeki herşey güzel, aydınlık görünüyor, probemleri yok oluyormuş. Mutsuzluk haftasında ise çevresindeki herşey çirkin, karanlık, acılı imiş.
Aynı muzik ona mutlu olduğu hafta dinlediğinde sevinç, mutsuz olduğu hafta dinlediğinde ise acı veriyormuş.
Marie ile ilgilenen profesör pek çok araştırmanın yanısıra Marie'nin kanındaki eritrositlere de bakmış. Gördüğü şu olmuş : Marie' nin kanında mutluluk haftasının sonuna doğru eritrositleri azalıyor, mutsuzluk haftasının sonuna doğru ise yeniden çoğalıyor. Profesör " o halde mutluluk kanın zenginliğinden, mutsuzluk da kanın yoksulluğundan doğuyor" diye düşünmüş.
Kanın en yoğun hücre grubu olan eritrositler içinde bulunan hemoglobin molekülü, akciğerlerdeki oksijeni hücrelere taşımaktadır. Hücrelerden aldığı karbondioksiti de akciğerlere taşıyıp vücuttan uzaklaştırılmasını sağlamaktadır.
Oksijen yaşamımız için elzemdir. Eritrositlerin üretimi vücudun oksijen ihtiyacı ile bağlantılıdır. Oksijenin az olduğu yerlerde vücudun gerekli oksijeni alabilmesi için eritrosit üretimi artar.
Bilindiği gibi yükselerde oksijen azalır.
Bu nedenle yükseklerde olduğumuz ilk birkaç gün yorgun, bitkin hem de mutsuz oluruz. Ancak kan içindeki eritrositlerin çoğalması ile birlikte daha zinde, enerjik olur, hem de daha mutlu hissederiz kendimizi.
İnsanların yükseklere çıktıkça mutluluğunun artması bu yüzdendir.
Ancak, bu yüksekler sadece deniz düzeyine göre belirlenmiş yüksekler değildir.
Her çeşit yükselme kandaki eritrositleri artırır, insanı mutlu yapar.
Aşk da bir ceşit yükselmedir, insanı mutlu eder.
Aşk felsefecisi Ludwig Andreas Feuerbach bütün çağdaşları gibi Hegel'den etkilenmişti ama düşünce mi önce, doğa mı önce sorusuna doğa cevabını verdi. Feuerbach'a göre doğanın dışında hiç bir şey yoktur, herşey gibi düşünce de doğanın ürünüdür. Düşünce maddesel bir organ olan beyinden çıkmaktadır.
Ancak, Feuerbach salt maddecilikle kalmaz. Şöyle der: " Bence maddecilik, insanın varlık ve bilgi yapısının temelidir. Ama bir fizyolojistin, bir naturilistin anladığı gibi, varlık yapısının kendisi değildir. Maddecilikte geride beraber ama ileride beraber değilim."
Feuerbach bütün dinleri yıkmış yerine AŞKı koymuştur. Aşkı bir insanlık ideali olarak ele almıştır. Ona göre düşüncede olup bitenler, düşüncenin ürünleridir.
İnsanlar arasındaki pek çok sorunun aşkın gücüyle çözüldüğünü düşünmek çok da yanlış olmasa gerek.
Aşık insanın sevinci, coşkusu, iyiniyeti, kendine güveni, enerjik hali problemlerin çözümünde kolaylık sağlar.
Aşktaki yükselme eritrositleri çoğaltır, eritrositleri çoğalan kişi ise mutludur.
Aşık olduğumuz sürece -kime ve neye olursa olsun- kendimizi daha mutlu hissedişimiz bundan olsa gerek.
Nur Aykanat
Yukarı
|
Pabuçlarımın Yazarı : Merih Günay |
Günlük
(Koyu renkli, yüksek alkollü. Edebi kaygı içermez.)
23.03.04
Ezikliklerimden, bıkkınlıklarımdan, nefretlerim ve anlamış olma durumumdan; kafamın üstündeki ince topuklu ayakkabı baskısı- beynimi kafatasımdan dışarı çıkarmaya çalışan ve çıkardığı iğrenç cızırtıdan bunaldığım, mide bunaltısı kusamayışlarımdan, hatta uysallaştığım, kabul bile ettiğim ve hatta "Yeter artık!" dediğim ve kendime gelme, dönme, bulma isteği duyumumdan doğan "Gitme!" dürtümü dinleyip -nihayet! attım kendimi asırlardır atmadığım bir şekilde dışarı.
Dışarı!
Bilmezsiniz siz benim dışarılarımı...
Sultanahmet'e indim önce, yakındı. Başkaca da bir niyetim yoktu zaten dükkandan çıkarken.
Camiye girdim. Meşhur "6 minareli" koca camiye .
Sultan Ahmet uyuyordu Mahfiruz'un bir adım ilerisinde. Yüzyıllardır uyuyordu. Bir zamanlar uyanık olduğunu bildiğiniz birinin uyanmayacak gibi uyuduğunu bilmek, görmek, hissetmek ürkütücü. Ürküntüsü tüm ihtişamıyla önünüzde dururken ve buram buram yaşanmışlık ile Sultan Ahmet'in ayak seslerini duyarken kulaklarınızda; ellerini arkaya bağlamış, koca bir Vezir, Sadrazam, Yeniçeri ordusuyla adını taşıyan ve ilelebet taşıyacak eserinin içinde gezerken....
Ayna gibi.
Aynayı yüzüme tuttum,
Bilirsiniz bir adım aşağıları....
Namaz kılmadım camide. Kızlara da bakmadım. Sadece orada olmak istemiştim ve oldum. Bir ara içimde dua etme isteği bile duydum ama dualar ne işe yararlar ki?
Garo'nun Kenan İmirzalioğlu'na benzemesi için dua etmedik mi?
Ettik.
İkimiz birden. Ne oldu peki?
Benzedi mi?
Hayır...
Hadi benimki özellikle kabul olmadı diyelim. Ya annesininki?
Büyükannem benim hayırlı bir evlat, iyi bir insan olmam için dualar ettiğini söylerdi hep. 96 yaşındaydı ve 10 yaşından beri namaz kılıyordu. Ne oldu peki?
Hiçbir orucu, mevlüt'ü, fitreyi kaçırmamıştı üstelik. Hacca bile gitmişti!
Şeytan taşlarlarken gurubunun yarısı ölmüştü.
Olmuşsunuzdur benzer duygu ve yerlerde mutlaka mutsuzluğunuzun bir yerlerinde...
Sonra kendimi Gülhane parkının içinde buldum. Sonra Sarayburnu'nda, Galata köprüsünün üzerinde, tünelin içinde.
Ve Galatasaray'daydım hızlı ve ürkek kaçışlarımda.
Çok kalabalıktı, ürktüm. Kızılderili gibiydim aralarında şehre inmiş olan güneşin en yakın ve çıplak olduğu topraklardan.
Kötü hissettim. Rahatsız oldum bu mutlu caddeden.
Rahatsız oldum bu mutlu caddeden!
***
Bir sürü kitapçı vardı yol üzerinde.
10 tane kadarına çekinerek girdim. Sormadım ama görmedim de doğrusu kitabımı raflarda.
Sonra Pandora'nın önünde buldum kendimi. Benetton'un tam yanında.
Tıklım tıklımdı içerisi. kapıdaki trafikten dolayı 15 dakika giremedim içeri.
Kitapçılar çok para kazanıyor eğer mutlu caddeler üzerindeyseler!
Sonra girdim üstümü başımı düzelterek içeri.
Raflara baktım, çok temiz ve düzenliydiler, burunları da çok kalkık:
Küstahlardı!
Mutlu caddeler üzerindeki dükkanların içindeki rafların hepsi küstahtı!
KÜSTAH!
Tanrım!
Ne gördüm:
John Fante'nin okumadığım bir kitabı!
Hemen aldım elime, içine baktım: Mart 2004 ilk baskı. Yeni yani: Taptaze.
Yeni ve taptaze bir John Fante!
John Fante!
Bunu asla anlayamazsınız....
Hemen aldım. Mutlu bir şekilde çıktım dışarı ve yürümeye devam ettim; Mutlu insanlar kadrosuna katıldım!
Az sonra kendimi Şişli Camisinin önünde buldum.
Benim burada ne işim var?
Şişli
Buraya en son 15 yıl önce gelmiştim.
Bir sevgilim vardı geçmiş zamanda buralarda. Deli gibi sevişirdik her Allah'ın günü onunla; çığlıkları hala kulağımda.
Çığlıkları boşalma sebebi anılarda...
Geri döndüm sonra Taksim'e.
!
Kitap!
Kitabım!
Fırladım Pandora'ya tekrar. içeri girdim, bok gibi kitap satışı devam ediyordu.
"Bok gibi kitapların" satışı devam ediyordu!
Yeni çıkanlarda gördüm kitabımı. Yani aslında sırtını gördüm. Sadece 1 taneydi ve ben onu boyunun kısalığından tanıdım.
Görmemiş gibi yaptım. Kasadaki adama para ödeyenlerden bana sıra 10 dakika sonra geldi.
Herkes kitap alıyordu! Deli gibi kitap satın alıyorlardı!
Sıra bana geldiğinde:
- Merih Günay
- Efendim
- Pabuçlarımın Yazarı
- Anlamadım
- Var mı?
- Bakayım
(Var lanet olası! Var! İşte şurada; rafa bak, üstten ikinci sırada, orada sırtı dönük ve boyu kısa. 1 tane olan, tek olan! Kör müsün be adam!)
- Evet, var.
- Alayım
Kitabımı alıp geri geldim.
Geride hiçbir şey değişmemişti.
Kaçtığım gibiydi....
Ve mırıldandım kendi kendime şiirimi:
"Hiçbir şey
Eskisi gibi değil
Görüyorum
Öyleyse neden
Her şey
Sanki hiç
Değişmemiş
Gibi
Davranıyor?"
Merih Günay
Yukarı
|
<#><#><#><#><#><#><#>
Kahve Molası, siz sevgili kahvecilerden gelen yazılarla hayat bulmaktadır. Her kahveci aynı zamanda bir yazar adayıdır. Yolladığınız her özgün yazı değerlendirilecektir. Kahve Molası bugün 4.451 kahveciye doğru yola çıkmıştır.
Yukarı
|
ŞEFFAF...
Bazen bir şehir saklardı gözlerinde,
Pırıl pırıl aydınlıklar,
Bazen kuytularda saklı bir karanlık.
Bazen bir nehir saklardı maviliklerinde,
Coşkun çağlayanlar akardı gözlerinden.
Yürüdüğünde ise
Bu bir danstı,
Dama taşlı kaldırımlarda.
Saç tellerine kadar
Tüm vücudu titreten.
Büyü doluydu...
Hem izleyen,
Hem yapan için.
Sanki!
Soyunmuş bir bahçenin iskeletiydi,
Islak, humuslu toprağın kokusu,
Çiçeksiz nemli tarhlarda
Gökyüzünün altında
Yapayalnız,
Savunmasız.
Güneş ışınları yansırdı bedeninde
Öylesine ŞEFFAF...
Yazan - Çizen : Gülcan TALAY
Yukarı
|
DİA GÖSTERİSİ
"Serpil Yıldız'ın "Küba'dan İzlenimler" adlı dia gösterisi ve Cüneyt Göksu ile beraber söyleşisini
21 Mayıs 2004 tarihinde Saat 19:00`da;
AFSAD(Ankara Fotograf Sanatçıları Derneği) Sergi Salonu Büklüm Sok No 22/11 Kavaklıdere Ankara adresinde izleyebilirsiniz
Küba'daki günlerimizi merak eden arkadaşlarımızla, belirtilen yer ve zamanda birlikte olabilmeyi diliyoruz.
Sevgilerimizle,
Serpil & Cüneyt
Önemli Not: Dia Gösterisi öncesi gezi izlenimlerini hatırlamak isterseniz Sevgili Cüneyt'in yazı dizisini mutlaka okuyun. Söyleşiye fransız kalmazsınız:-))
<#><#><#><#><#><#><#>
FOTOGRAF SERGİSİ
"VAHŞİ YAŞAM" SÜHA DERBENT
8 MAYIS - 4 HAZİRAN 2004
FOTOTREK NIKON FOTOGRAF MERKEZİ, 8 Mayıs - 4 Haziran tarihleri arasında, hayvan davranışları üzerine fotograf çalışmalarıyla tanınan Süha DERBENT'in "VAHŞİ YAŞAM" isimli sergisine yer veriyor.
8 Mayıs Cumartesi günü saat 18:00'de yapılacak bir kokteyl ile açılacak olan sergide kaplan, aslan, leopar, çita gibi büyük kedilerin görüntüleri yer alıyor. Sergi, hayvanların yaşadıkları coğrafyaya uygun davranış görüntüleri üzerine yaklaşık 8 yıldır çalışmalar yapan Süha DERBENT'in Hindistan, Güney Afrika Cumhuriyeti, Zimbabwe, Kenya ve Botswana'da çektiği fotograflardan oluşuyor. Nikon Türkiye Temsilcisi Karfo - Karacasulu ve Emirates Havayolları katkılarıyla gerçekleşen sergi 4 Haziran Cuma gününe kadar izlenebilecek.
Ayrıntılı Bilgi: http://www.suhaderbent.com
FOTOTREK NIKON FOTOGRAF MERKEZİ
Meşrutiyet Caddesi Ravanda İşhanı No : 85 Kat : 1 - 2 D. 1 - 3 Beyoğlu, İSTANBUL
Tel : (212) 251 90 14 - 251 83 74
www.fototrek.com
Yukarı
|
İşe Yarar Kısayollar - Şef garson: Akın Ceylan |
http://www.muneccim.com/
Kedinizin burcunu biliyormusunuz. Yani siz kedinizi sadece etrafa hava atmak veya sahip olma duygusunu tatmin etmek için mi besliyorsunuz. Eğer kedinizin duygularını ciddiye alıyorsanız, doğum gününü ve dolayısıyla burcunu da biliyorsunuz demektir. Hadi bakalım fal, burç, rüya yorumları, uyumluluk felan ne ararsanız burada...
http://fotografim.com/index.php
..."Edebiyattan bıktım, artık yazmayacağım.” diyen “insan yazarı” Sait Faik’e, Bedri Rahmi Eyüboğlu; “son mütalaada seni okuyan bir lise talebesi varsa onun için yazmalısın.” demiş. Kimi çevrelerin gözünden düşsem, yara alsam da, sesimin ulaştığı son insana, son zemine dek “olmayan bir iş”e devam edeceğim...
http://www.neave.com/games/hexxagon/hexxagon.swf
Canavar gibi bir oyun. Oynadıkça öğreniyorsunuz. Ben iki defa oynadım ama bilgisayarı yenmeyi başaramadım. Hadi bakalım bu basit gibi görünen ama dama oyunundan bile zor olan bu oyunu başarabilecekmisiniz.
http://www.classicalarchives.com/beethovn.html#top10
Klasik müzik dinlemeyi sevenler için midi arşiv. Bu kısayolda top10 listesine girenlerle ilgili sayfayı sunuyorum.
Yukarı |
Damak tadınıza uygun kahveler |
Windowpaper XP v1.01 [2.1M] WinXP FREE
http://www.sodabush.com/products/windowpaperxp/index.php
Masaüstünüzü duvar resimleriyle nasıl güzelleştirebiliyorsanız, klasörleri de farklı duvar resimleri ile bezeyebilirsiniz. Kolay kullanım sunan bu programı XP kullanıcıları için öneririm.
Yukarı
|
|
|