|
|
|
31 Mayıs 2004 - Fincanın İçindekiler |
|
Editör'den : Ped'iatrik yanılgılar!.. |
İyi haftalar,
2 birbirinden farklı gün yaşayarak yedim bitirdim haftasonunu. Cumartesiyi koşturarak, Pazarı kah yatarak kah uzun oturarak geçirdim. Doğal olarak bu malaksı durumun en can dostu televizyon oldu. Epeydir seyretmediğim birsürü şeyi azar azar da olsa izleme şansı buldum, iyi oldu. Tabi bir de gazetelerim vardı. Haftasonu oldumu nokta kaçırmadan hepsini okumalıyım gibi bir duygunun esiri oluyorum sanki. İyi oluyor iyi. Kim benim beğenmediklerimi beğenmiş, beğendiklerime laf etmiş hepsini bir bir tanıyıp kara kaplı defterime not alıyorum. Reklamları eleştirmek işkolu oldu ya, bir hanım kızımız da benim pek beğendiğim bir reklama dil uzatmış ve tabi baltayı taşa vurmuş. Cem kalkıp bunu başyazısına konu eder diye aklına geleydi hiç yazar mıydı? Hehhe...
Efendim reklamımız son zamanlarada kıran kırana bir mücadelenin sergilendiği ped dünyasından. Adaşım Özer'in başarıyla canlandırdığı kan rolüne dil uzatmış Dilek Hanım. Ayıp etmiş tabi. Yazısının yarısını adamı itin gerisine sokarak geçirince hoş olmamış. Hem adaşım hem yaşdaşım hem de oyundaşım olması hasebiyle içerledim. Evet başına epeyce iş açtı ama yeteneği tartışılmaz tiyatroculardan biri olduğunu kimse inkar edemez. Ederse halt eder. İlgili reklamda regl kanı rolünde de oldukça başarılı kendisi. Karşı çıkılan, böyle bir senaryoyla kadınlarımızın rencide ediliyor olması. Hayda... Alt tarafı üstüste konmuş selpak mendillerden oluşturulmuş, muayyen zamanlarda kullanılan (Bakın hanımlar tarafından kullanılan demedim, zira erkekler tarafından da gerektiğinde kullanıldığı görülmüştür.) bir kağıttan bez parçası nasıl anlatılmalıydı ki? Herşeyi denemediler mi? Kanat takıp uçurdular, sessiz film oynattılar, oğlanın eline tutuşturdular, alev tabancasıyla yaktılar, velhasıl herşeyi denediler, bir en yakın silah arkadaşını artist etmek kalmıştı onu da yaptılar. Önemli olan dikkat çekilmesi değil mi? Babalar gibi çektiler işte. İhtiyacı olan alıyor zaten. Bazıları fiyatına bakıp bazıları da ismine kanıp. Önemli olan yeni bir markayı akılda kalır hale getirmek.
Adaşım Özer'i medeni cesaretinden ötürü kutlamak lazım. Rolün iyisi kötüsü, küçüğü büyüğü, kanatlısı kansızı olmaz. Rol roldür, karşılığı verildiği sürece iş iştir. Dilek Hanımın yazısının anafikrinde ped reklamlarını erkeklerin yazmasına gıcık olduğu var. Yanılıyor. Senaryo erkekten bile çıksa en kıytırık ajansta bile bir iç denetim ve test eylenir. Eee ajanslarda da hatırı sayılır miktarda hanım olduğundan ve hepsinin başına ayda birkez böyle bir olay geldiğinden konuya aşinalardır ve fikirlerini beyan ederler. Erkeklerin bu konuyla ne ilgisi var mesajı verilmek isteniyorsa, asıl yanılgı buradadır arkadaşlar. Sorarım aramızda evli, çocuklu hele 13'ten büyük kız çocuğu olupta kanatlı pedlerden nasibini almamış olanımız var mı? Örneğin ben tüm markaların gece gündüz, uzun kısa, az kanatlı çok kanatlı, tanecikli, pamuklu olanından haberdarım.
Kızım büyüdüğünden beri tüm alışverişini garip zamanlarda bizzat yapma şansına eriştiğim için, bu konu erkekleri ilgilendirmez denmesine çok sinirlendim. Ayrıca, kızım daha geçen gece saat 22:00 (marketler kapanmış) de 'Baba bana şey lazım' dediğinde, şöyle içimi çekip belli belirsiz bir off çekmiş olacağım ki, kızım bana dönüp 'Yaa baba sen de kendini bulunmaz hint kumaşı sanıyorsun, biz aramızda konuşuyoruz, herkesin babası alıyormuş.' demez mi? Görüldüğü gibi konu sadece benim değil belli yaşa gelmiş tüm kız babalarının ortak sorunu. O yüzden bizleri hiçe sayacak bir reklamın yapılması pek akla yatkın olmazdı zaten. Şimdi ben adaşımı beğenmişsem, ki beğendim, markete girdiğimde alev tabancasıyla yananınımı alırım yoksa kan rolündeki başarısından ötürü beğendiğim emici küçük tanecikli olanınımı tercih ederim? Anlayacağınız Dilek Hanım, konu direkt olmasa bile bizim de konumuzdur ve o reklamlar bizlere hitaben yapılmaktadır, dolayısıyla başarılıdır. Ayrıca kan rolünde bir erkek oynatılarak bizlerin kanlı canlı varlıklar olarak kaçınılmaz ve vazgeçilmez olduğumuz teması işlenmiştir. Yanlış mıdır? Değildir. Bizden iyisi dış uzaydadır.
Haftaya böyle kanlı bir yazıyla başlamak istemezdim ama oldu bir kere. Kızdırmasınlar beni yazarım alimallah!.. Hepimize güzel bir hafta olsun, Yıldırım Başkan da Kara Kartallara hayırlı uğurlu olsun. Kalın sağlıcakla.
Bir sonraki sayıda buluşuncaya kadar bulunduğunuz yerden bir adım öne çıkın. Sevgiyle... Cem Özbatur
|
|
Pasaport Kahvecisi : Fuat Arslan İNSANIN EFENDİSİ |
|
Sevgi, bilgi ve güzellikler hatta tüm dünya nimetleri bölüştükçe çoğalır. Aç gözlü olmanın anlamı, hele hele erdemi hiç yoktur.
Bir nimeti, bir imkânı paylaşmak, insanı yüceltir. Bu gönüllü ve özverili katılım duygusu, insanın diğer canlılardan farklılığını, zamanla kaba yanlarını törpüleyebilme yeteneğini ve gelişmişliğini gösterir.
Bir kişi, grup veya toplumun, “Yok arkadaş, ben kaynaklarımı bölüşmem ve benden başkasına hayat hakkı tanımam!” demesi, insanlığın "insan olma yolunda" yükselmek ve yücelmek için yüzyıllardır kat ettiği yolu, bir anda sıfıra indirgemesi demektir. Hırsın, servetin ve sahip olmanın zirvesine de ulaşsak, sonunda bir insanın muhabbetine muhtacızdır. Hiç kimse, tek başına ‘bencillikle kuşatılmış muhteşem şatosunda’ gerçek anlamda mutlu ve huzurlu olamaz. Eğer olabiliyorsa, ya da oluyor gözüküyorsa, bu bir ‘kişilik ve duyarlık kaybının’ belirtisidir.
Bir ‘mal/servet/nimet’ eğer iyi yolda harcanırsa sonsuza dek harcayanın olur; sadece nefsin hazzı ve egonun tatmini için kullanıldığında ise yitip gider. Geriye, hesabının azabı kalır.
Gerçek anlamda ‘sahip olmak’ vermekle, paylaşmakla mümkündür. Sonunda, "vermek zorunda" olacağımızı unutmamak gerekir. Sahip olduğumuz mal, mülk ve benzeri değerler bir süreliğine bizim olmuştur. Belki, bizden önce başkasının idiler. Bizden sonra da bir başkasının olacaklar.
Eğer, insan insanın efendisi olmuş ise, mutlaka zorlama ile olmuştur. Hiç kimse, körü körüne bir başkasının boyunduruğu altına girmek istemez. İnsan özgür düşünmek, özgür konuşmak ve özgür yaşamak için vardır. Her kim, diğer bir insanın efendisi olmak istiyorsa bunu zorla ve kaba güç ile yapacaktır. Başkasının efendisi olmasını isteyen kişi zorbadır. Tıpkı bir ulusun, diğer bir ulusun boyunduruğu altına girmesiyle kaybedeceği özgürlüğünü insan da bir başkasını efendisi olarak kabul ederse kaybeder. Efendi olmak isteyen insan bencildir. Maddi(özdeksel) ve manevi(tinsel) varlığını hiç kimse ile paylaşmak istemeyen kişidir. Paylaşımcı olmayan, yardımlaşmayan, alıp vermeyen kişi yalnızlığa mahkumdur. Geçici bir süre, kaba gücünün sayesinde belli bir hakimiyet kurabilse dahi bir süre sonra kaybeden kendisi olacaktır. Özgürlüğünün farkına varmamış, elinde var olan gücü değerlendirmesini bilmeyen insan, efendisi tarafından kesinlikle köleleştirilir. Köleleşmiş insanın tüm hakları efendisi tarafından elinden alınmıştır çünkü efendinin, varlığını ‘efendi’ olarak sürdürmesi bu hakları elinde tutması ile olanaklı olacaktır.
İnancımıza göre “veren el, alan elden üstündür”, "gül veren ele gülün kokusu bulaşır". Veren, başkalarınca efendiliğe yükseltilir. Vermeyen kendini efendi sanır. Efendi insan olmaya evet ama başka bir insanın efendisi olmaya hayır. Gönül bahçeniz, yedi veren gonca güllerle donansın.
Fuat Arslan
Yukarı
|
|
Noktasız : Ayşenur Güven FİNCAN |
|
Kimsecikler yok... İnler cinler top oynuyor... Görebiliyorum...
Alışmışım "check in" yaptırmak için uzun uzun sıralar beklemelere, gişelerin önünü bomboş ve yer hosteslerini hararetli bir sohbette bulunca şaşırıyorum. Bu kadar mı geç kaldık ?
Gülümseyen yüze aynı karşılığı vermeye çalışarak, biletleri uzatıyorum.
-Koca uçağı benim için mi kaldırıyorsunuz ?
Zahmet etmeseydiniz, zaten hiç gidesim yoktu. Ben sizi boşuna yormasam, yol yakınken geri dönsem. Araba da uzakta değil zaten, hemen şuracıkta.
-Bütün yolcular kontrolden geçti, ama uçak da pek dolu değil. Pasaportunuzu alabilir miyim?
İsteneni uzatıyorum... Susuyorum... Konuşmaya gücüm yok...
-Şu saatte, şu çıkışta olun. İyi yolculuklar.
-Teşekkürler.
Ben ve zoraki nezaketim pasaportu ve çıkış kartlarını alıp oradan uzaklaşıyoruz.
-Bir şeyler içelim.
-İçelim.
Rüyada gibiyim. Sanki hareket eden, küçük yuvarlak masanın etrafındaki sandalyelerden birini çekip oturan ben değilmişim, olaylara dışarıdan tanık olan gözmüşüm gibi tuhaf bir his. Birazdan uyanacağım ve kendimi yatağımda bulacağım. Sonra büyük ihtimal, şehrin günlük gürültüsüne, telaşına, hayatın o tatlı akışına kaptırırım kendimi.
Gerginim... Keyifsizim... Uyanmak istiyorum...
Masaya bir gölge yanaşıyor. Seçemediğim, baktığım halde göremediğim bir yüzü taşıyor. Hiç bir şey söylemeden boş bardakları toparlıyor. Kısa bir süre sonra, elleri dolu olduğu halde, gelecek komutu beklemek üzere duruyor. Etrafımda hareket eden her canlı ve her nesne bunun bir rüya değil de gerçek olduğunu fısıldıyor sanki kulağıma. Hepsinden rahatsızlık duyuyorum. Mekan yanlış... Mekan çok yanlış seçilmiş. Bu hayatın bu sahnesinde hava alanı olmamalıydı.
-Ne içersin?
Hiç bir şey aslında... Şu anda hiç bir şey... Canım hiç bir şey istemiyor !... Ama şuraya oturmuşsak eğer, ve geriye kalan zaman birimlerine tutunabilmek için oturmuşuz, senaryonun mantıklı gelişiminde benim bir şey ısmarlamam gerekiyor.
Gölgenin yüzümde bakışlarımı aradığını fark ediyorum, onları yakalamasına izin vermiyorum. Israrını hissettikçe kabuğum daha da kalınlaşıyor. Gitsin istiyorum... Bir an evvel gitsin ! Sessizce bekliyor. Tepki vermemi, karar vermemi, cevap vermemi...
-Kahve... Kahve içerim...
Gölgenin eli kısa bir süre sonra fincanı önüme bırakıyor. Ondan tek gördüğüm şey elleri. İz bırakmadan silinen eller. Küçük müydüler, yoksa büyük mü, kalın mıydı parmakları, kıllarla mı süslüydü boğumları hatırlamıyorum.
Ağzına kadar dolu fincan. Kocaman ! Atlasam içinde yüzebilirim, ama şu anda yüzmek istemiyorum. Uyanmak istiyorum bu berbat rüyadan. Gidip gitmeyişim bu fincanın içindeki kahvenin bitip bitmemesiyle doğrudan orantılı, biliyorum. Yavaş yavaş yudumluyorum. Zaten midem bütününü kaldıramıyacak kadar gergin sinirlerime eşlik edip ufacık olmuş.
On dört sene... Tam ondört sene olmuş hava alanlarını, tren istasyonlarını kendime "sık uğranılan mekan" seçeli. Ayrılmalar, kavuşmalar, hayatımın tatlı dürtüleri... Yeni ufuklar, yeni yüzler. Her sene değişen adres rehberimde farkı isimler. Pek azı tutunabilmiş gel-gitlerime. Diğerlerinin bir yerlerde mutlu bir hayat sürmekte olduklarını hayal etmekse, hem avuntum, hem de lüksüm olmuş. Her yerde yabancı, her yerde geçici, her yerde turist hissetmek kendini... Kök salamamak bir türlü... Zenginlik midir eksiklik mi? Bir bilebilsem... Bir emin olabilsem...
Yanıbaşımdan yükseldiği halde çok uzağımdaymış gibi gelen tanıdık küçük bir sesle irkiliyorum.
-Anneee, çiş!
Büyük bir çaba harcıyarak yerimden kalkıyorum. Beni taşıyan bedeni tanıyamıyorum bir türlü. Hareketlerine hakim değilim. O ilerliyor, ben takipteyim.
İskemlemi tuvaletten ayıran mesafe boyunca, başka bedenlerle, gözlerle, havaya asılı cümlelerle karşılaşıyorum. Elimde küçücük bir el, küçücük ve sıcacık. Rüya olamayacak kadar gerçek, gereğinden fazla somut detaylar.
Tezgahının ardında turistik eşya satan adamın bakışlarında kimseyi aramadığımı fark ediyorum, kimseyi arayıp bildik cümleleri kurmadığımı. Belki son dakikaya kadar kalacağımı sandığımdan, belki yakında döneceğime inandığımdan, belki de artık vedaları yüreğim kaldırmadığından.
Masaya geri döndüğümde kahvem öylece beni bekliyor. Çocukça bir umut, "zamanı durdurabilmiş olmam mümkün mü bu kahve fincanında?" Deniyorum... Bir yudum, bir yudum daha... İçtiğim halde bitmediğine göre zaman da akmıyor olmalı.
-Saat onbir...
"Artık gitmen gerekiyor.", diyemeyen, zorlukla çıkan bir sesin çekingen hatırlatışı bu. Duyuyorum... Duymamış olmayı istiyorum... Kahve fincanına dalıyorum, yüzemiyor sadece debelenip duruyorum. Bekliyor... Karar verip bardaktan çıkmamı... silkinmemi... yerimden kalkmamı...
Ne kötü şu kısacık hayatta "istenmedikleri halde yapmak zorunda olduklarımız" listesinin böylesine uzun olması. Kahveden bir kaç yudum daha alıyorum. Doğruluyor nereye doğru olduğunu tam kestiremeden yürüyorum. Yanımda bir kılavuz olaması büyük isabet ama, bir yerden sonra bu adımları yalnız atmam gerekecek. Birden bire koca bina "gidenler ve kalanlar" olmak üzere orta yerinden ikiye ayrılıyor. Anlamayı reddeden kalın kafam anlasın artık diye yere çizgiler bile çizmişler. Gözle görülen sınır. Yapılacak tek şey dönüp sarılmak. Vedalaşamadan. Anlamlı bir cümle kuramadan... Susmak daha mı kolay, daha mı zor... Emin değilim...
Aştığım çizginin ardında pasaportumu uzattığım polis sanki biletlerden, ve pasaporttan anlamamış gibi kaç kişi olduğumuzu soruyor.
-Bir çeyrek... Çeyrek ayaklarımın dibinde gezinip duruyor.
Gülümsüyor, koltuğundan hafifçe doğrulur gibi yapıyor. Kucaklıyorum,
-İşte çeyrek...
Hoplayıp zıplayan, uçağa bineceği için yerinde duramayan çeyrek. "Tek keyifli O" olan çeyrek !
Kulağıma bilgisayarın klavyesinden aralıksız tıkırtılar geliyor. Sanki gelişigüzel basılıyor bu tuşlara. Derken damganın tok sesi. Bütün bunlar "hadi artık git" demek. Biliyorum.
Elimde pasaport dönüp gülümsemeye çalışarak el sallıyorum. Bunu rolümün gereği yapıyorum. Bana para vermiş bir prodüktör, etrafımda kameralar, figüranlar ve çekimi izleyen meraklı bir kalabalık olmadığı halde. Salladığım ele cevap veren aktör de aynı gülümsemeyle ve aynı hareketlerle ben ilerledikçe ilerliyor. İki zarif el işaretiyle, "uçağın inince beni ara", cümlesini kuruyor. Anladığımı belirtmek için kafa sallıyorum. Oysa ben de iki işaretle ona, "ben vazgeçtim, gitmek istemiyorum. Patronuma telefon et kaçırıldığımı söyle, 'fidye istiyorlar para bulamıyoruz yardım edin' de... 'uçakta bomba var' diye telefon et... bir seyler yap işte, ben gitmekten vazgeçtim!", demek istiyorum. Bunun yerine gülümsemekte ısrar edip el sallıyorum. Aktör görüş açımın dışında kalınca dönüp yoluma koyuluyorum. Beynimde büyük harflerle yazılmış bir tek kelime, net bir şekilde okuyabiliyorum, "BİTTİ !"... İçimde sınırsız bir boşluk...
O an çantamdaki telefon inliyor. İstanbul'da son kez. Tatlı yumuşacık sıcacık çocuksu bir kadın sesi.
-İyi misin?
Tabiki değilim. Tıpkı tahmin edebildiğin gibi... Şu anda da sesini duyduğum için daha da berbatım. Ağlamak istiyorum. Oysa sukunetime bürünüp doğal bir ses çıkarmam gerekiyor. Dur bekle biraz...
-İyiyim... İyiyim...
Kim yazmışsa senaryo berbat. Oyuncular da çok acemi. Çok kötü rol yapıyorlar. Doğal değiller bir kere. Hem de hiç doğal değiller...
...
Bavulum salonun ortasına külçe gibi düşüyor...
Çevrem... Mekanım... Evim... Hayır, hiç özlememişim!...
Bavul bana bakıyor ben ona. Açmak istemiyorum. Bir ses tekrar hazırlamam gereken bir bavulu açıp eşyaları dolaplara yerleştirmenin gereksiz ve anlamsız bir eylem olduğunu söylüyor, bir diğer ses de gerçeklere dönüp fazla hayal kurmamamı.
Kendime kahve hazırlıyorum... Koca bir fincan kahve...
Ayşenur Güven Belçika
Yukarı
|
|
Pratisyen Kahveci : Seda Demirel ÖZELİME DOKUNMAYIN, ÇANLARIM ÇALIYOR -II- |
|
Başladığım bir işi yarım bırakmaktan hoşlanmıyorum.
Zaten hoşlanmadığım bir şeyi yaparken başarılı da olamıyorum. Şu anda da bir hoşnutsuzluk içindeyim. Bundan mütevelli bırakın da şu geçen haftaki standart sapma paradigmasını azıcık daha ağız tadıyla yamultayım. Hem huzurlu hem de başarılı olduğum hissine kavuşayım.
J.C.F. Gauss emminin yaratıcılığı ve zekası ile Newton’u dahi zorlayabileceği ya da Liebniz ve Newton arasındaki gizli sapkın ve şaibeli ilişkinin standart sapmasının çalkaladığına dair bir hikaye uydurabilirdim.
Yani içimden de geçti ama yok, cıkss.
Vazgeçtim. Kimseler anlamazsa gıcık kaparım, ısrar etmeyin yazmıycam.
Ben onun yerine istatistik toplumlar kadar bireyler için de geçerlidir diye bir klişe sallayıp durumu kurtarıcam. Reb’bim “devam” yerine shalom desin kafi...
STANDART SAPMA(M) nedir;
Ortalamadan sapmaların karelerinin toplamının, gözlem sayısına bölümünün karekökü.
(pek basit aslında, kahve falı bakmak vallahi daha bir zor)
Geçen yazıma yapılan bir yorumda; insanların kendi istikrarsızlıklarını görmesi ve kabul etmesi pek bir zor! denilmişti. Haklı ve çok yerinde bir yorum. Haklı ve yerinde amma, beni sardı mı bir merak? Bende ki bu merak başıma iş açacak.
Standart sapmamı kim hesaplayacak????
Benim şu standart sapmam bulunsun ve çanıma ot tıkanılsın diye başladım mı kaşınmaya.
Derler ya allah uyuz versin ama kaşıyacak tırnak vermesin hesabı. Kulaklarımda bir de çınlama!
ORTALAMAMI bulmam lazım!
Kendime has olanın, hakiki-has-öz ortalamamın (karışmasın, özel değil, genel) merakı içindeyim. HELP!
Ortalamamı görünen köy şeklinde, kılavuz istemeden, “GöRdüĞüNüz beN” olarak kabul etseniz olmaz mı? Olmadı mı? Nasıl bulacaksınız ortalamamı???
KARGADAN KILAVUZ (DURUŞ)
Kargadan da olsa kılavuzluk yapayım size, azıcık yönlendirmeden bir zaval gelmez, de mi efenim? Hayata dair bir duruş ve çizgi sahibi olmaya ortalama desek olmaz mı sanki?
(Bu paragrafı “Ben söyleyim ben böyleyim hatta bir de diğer türlüyüm” şeklinde yazıcam, gıcık kapanınız olursa, tez elden bir sonraki paragrafa geçsin. Sonra bana onu yazma bunu yazma demesin, uyarmış olayım)
Aylardır yazıyorum, çiziyorum, ona buna bulaşıyorum. İnce ince dokunuyor, kaba saba seviyorum. Af buyrun “vırvır” konuşuyorum. Anladığımı da anlamadığımı da bol kepçe dangalak lokantasının 2 porsiyonluk çiçekli tabaklarında servis yapıyorum.
“Hööö???” filan diyebiliyorum mesela. En çok kendime gülüp, en çok kendimle barışık olmaya çalışıyorum. Ciddi bir öğrenme ve gelişme kaygısı ile yaşıyorum. Botanik laflar edip, bazen sizlere de yuh!! Ya da pess! filan dedirtiyorum. Asiyim, inatçıyım, dikkafalıyım. Protokolden haz etmiyorum, fazla ciddi kalamıyorum.
Bunlar kendimle ilgili gözlemlerim. Beni olduğum ve olmadığım şekilde seven ve sevmeyenler muhakkak vardır. Lakin konu bu değil!
Yani sizin tek tek şahsınızda çizdiğim duruşum önem arz ediyor bu formülde.
İyi kötü doğru yanlış değil!
Ortalama bir çizgim var elbette ve bu çizgiden sapmalarımın merakı beni sardı!
Yahu ne kadar istikrarlıyım, hah işte, onu hesaplayacağız.
Kargadan kılavuz pek işe yaramaz malum... Yine de bir şekilde ORTALAMAYI hallettik sayılır.
GÖZLEMLERİN ADI-SAPMALARIN TADI VAR
Şimdi bana dair yaptığınız GÖZLEMLERİNİZİN SAYISINI da bir kenarda çetelemeye başlayın. (Elinde hazır çetelenmiş olanlar varsa pek makbule geçer). Kaç yazımı ya da kaç yorumumu okudunuz bir sayıverin yahu. Her gözlem 1 puan, torpil yok!!
Hazırladınız mı?
Şimdi de bu gözlemleriniz içinde, takındığım genel tavıra (örn: karga duruşu) ters kaçan; kaydığım, saptığım ve beklemediğiniz şekilde davrandığım olayların ya da konuların yanına birer de yıldız koyuverin. ORTALAMADAN SAPTIĞIM her defa için 1 puan verin. Gaddar olana küserim, eliniz vicdanınızda olsun.
İşte o gizemli an geldi.
Ma-aile (KM ailesi) STANDART SAPMA SAPTAR değişkenlerini bir bir bulduk.
Bismillah çekin ve yerleştirin formülün üstüne. Eliniz bile titremesin.
Çekinmeyin, koyun formülde yerli yerine.
Vallahi bu sefer kuş çıkmayacak.
MERHUMEYİ NASIL BİLİRDİNİZ?
Hepinizin sonuçları farklı olacaktır elbette. Yine de benim derdime derman olmaya yetecek. Merakımı giderecek, kaşınmamı azaltacak.
Eğer ki elde ettiğiniz rakam +2 S ile –2 S kabul edilebilir limitlerinin dışına kadar taşıyor, çan eğrisinin kubbesi yere doğru iniyor ve hatta basıklaşıp neredeyse düz bir çizgi halini alıyorsa, koşarak benden çok uzaklara doğru kaçın. Sakın özelinizi filan anlatmayı aklınıza getirmeyin, hatta ben sizin peşinizde fikse olmuş dolaşıyorsam bana sıkı bir “BANA NEEEEE” yi yapıştırın. Tutarsız davranıyorum demektir. Çanıma ot tıkayabilirsiniz. Tepe sersemi olmanın alemi yok, azıcık aklımız var, onu da anlamaya değer şeylere harcayalım.
Şöyle sipsivri, şık mı şık, afilli bir çan çizdiysem, telaş etmeyin. Çanımı çalıp kaçmaya sakın yeltenmeyin, elektrik verdim, çarpılırsınız maazallah.
Haaa.. Unutmadan!
Sakın “çanımı çalıp” ya da “çanıma ot tıkayıp” sonra da hiçbir şey olmamış gibi kaçmayın!! Karpuz kesmeden kaçmak yok öyle.
Elde ettiğiniz sapma değerimi yorum kısmında iki kalem yazın ki faydanız da dokunsun.
Ceviz içi olmaya soyun-dum, “bana ne” diyebilecek yürekleri bekliyorum.
Azıcık da Liebniz;
Nihil est in intellectus quod non prius fuerit in sensu.
Excipe: nisi ipse intellectus...
(Daha önce duyulardan gelmeyen hiçbir şey zihinde yoktur, zihnin kendisi dışında)
Recm’e ben de hazırım efendim ;)
Allah istatistik formülleri üzerinden felsefe yapmaya çalışanlara akıl fikir versin, AMİN!
Seda Demirel
Yukarı
|
Kahvecigillerden : Oktan Erdikmen |
Avrupa Birliği
Türkiye Cumhuriyeti kurulduğu günden itibaren bilimi referans alarak çağdaş uygarlık yolunda ilerliyor. Atatürk’ün işaret ettiği ve pek çok kez “muasır medeniyet” olarak nitelendirdiği bu kavramın en büyük temsilcileri o tarihlerde Batı devletleri olduğu için Türkiye Batıya yönelmiş; devrimlerinde, reformlarında hatta kanunlarında Batıyı temel alan bir politika izlemişti. Hatta bu politika, son derece yanlış bir şekilde Batıcılık olarak adlandırıldı ve Atatürk’ün Batıcı olduğu savı ortaya atıldı. Oysa Atatürk, ülkesinden bir kurtuluş mücadelesiyle kovduğu Batılılara sadece Batılı oldukları için ilgi gösterecek birisi değildi. Bu durumu kendisi en iyi şekilde: "Batı vahşetine karşı en büyük silahımız, yine Batı medeniyetidir” diyerek açıklamıştır. Zamanın ileri devletleri, Asya’da ya da Afrika’da olsalardı, Atatürk’ün Batıyı örnek almayacağı da tartışılmazdı. Bu noktada Türkiye’nin en çok satan gazetesinin 19 Mayıs tarihinde attığı manşeti iyi değerlendirmek gerekir: “Gençler, ilk hedefiniz Avrupa Birliği, ileri!..” Mustafa Kemal’in bugün Avrupa Birliği üyesi olan bir ülkenin topraklarımızı işgal etmiş askerlerini denize dökmek için verdiği bu emir, üstünden 82 yıl geçtikten sonra, Hürriyet Gazetesi tarafından bu manşetle değerlendirilmişti. Uzun zamandır gündemimizin ilk sıralarından inmeyen Avrupa Birliği tartışmaları bu şekilde daha da alevlendirildi.
1949’da Türkiye’nin de kurucu üye olduğu Avrupa Konseyi’nin kurulmasıyla başlayan bir süreçte, Sovyet isteklerinin de etkisiyle AB ülkeleriyle Türkiye arasında ekonomik ve siyasi anlamda bir işbirliğine gidildi. 1957 yılında dönemin başbakanı Adnan Menderes, “Kurulması tasarlanan Avrupa Ekonomi Topluluğu’na katılmak için hemen başvuracağız” şeklinde konuşurken, 2. Dünya Savaşı’nın yıkıcı etkisinden bunalmış 6 Avrupa ülkesi –Fransa, Almanya, İtalya, Belçika, Hollanda ve Lüksemburg- 1958 yılında bir araya geldiler ve Avrupa Ekonomi Topluluğu’nu kurdular. Avrupa’da yeni bir yapılanmaya gidilmesi üzerinde uzlaşılmasına rağmen, bu yapılanmanın ne şekilde olacağı konusunda görüş ayrılıkları ortaya çıktı. 1951 yılında imzalanan Paris Antlaşması’yla ekonomik ve siyasal bir birliktelik amacıyla yola çıkan Avrupa devletleri, yapılanmanın uluslarüstü bir boyuta taşınması konusunda anlaştılar. Başlangıçta bu yapılanmayı benimsemeyen İngiltere, EFTA adında bir serbest ticaret örgütü kurulmasına öncülük ettiyse de, destek bulamadığı için çabaları sonuçsuz kaldı ve Avrupa Ekonomi Topluluğu, Avrupa Birliği olma yolunda ilerlemeye devam etti. Türkiye, 1959 yılında AET’ye üye olmak için başvurdu. İlk etapta sevinçle karşılanan bu başvuru değerlendirildi ve Türkiye’nin AET yükümlülüklerini yerine getirmediği gerekçesiyle kabul edilmedi. Ancak Türkiye ile hazırlıklarını tamamlayabilmesi için 12 Eylül 1963 tarihinde Ankara Antlaşması imzalandı. Bu anlaşmanın önsözünde AET’nin Türkiye’nin katılımına destek olmak amacıyla çeşitli yardımlarda bulunacağı belirtildi. 28. maddede de, Türkiye yükümlülüklerini yerinde getirdiği takdirde tarafların üyelik müzakerelerine başlayacağı ifade edildi. Bu süreçte 3 aşamalı ekonomik entegrasyon planı yapıldı. Bu plan, Hazırlık dönemi, Gümrük Birliği ile tamamlanacak olan Geçiş Dönemi ve üyelikle son bulacak olan Son Dönem’den oluşuyordu. Hazırlık Dönemi sonunda 13 Kasım 1970’te imzalanan ve 1973’te yürürlüğe giren Katma Protokol, Avrupa Birliği ile Türkiye ilişkilerini daha sağlam bir zemine oturttu. Avrupa Birliği’nin temelini oluşturan Roma Antlaşması’nı imzalayan devletler, ekonomik entegrasyonun gereklerini yerine getirmek için 12 yıllık bir süre belirlemişlerdi. Türkiye de bu çizgiye uyarak, gümrüklerini sıfırlamak için 12, ancak ek bir taleple bazı ürünler için – ki bu ürünler üretimin % 80’ini oluşturuyordu- fazladan 10 yıllık bir süreç sonrasında, Gümrük Birliği Antlaşması’nı imzalamaya hazır olacağını taahhüt etti. AET, 1971 yılından itibaren Türkiye’ye karşı gümrükleri sıfırladı. Bu arada, tam üyelik için 1976’da başvuran Yunanistan 1979’da müzakereleri tamamladı ve 1981’de tam üye oldu. O yıllarda Yunanistan’la eş zamanlı bir politika izleyen Türkiye’nin 12 Eylül’den sonra Yunanistan’ın NATO’nun askeri kanadına girmesini engelleyecek demokratik gücü de kalmamıştı. Avrupa Birliği 1982 Ocak’ına kadar demokrasiye dönüş için zaman kredisi verdiği Türkiye ile ilişkilerini bu tarihlerdeki Barış Derneği Davası ve siyasi partilerin kapatılıp mallarının kayyuma devredilmesi üzerine gözden geçirdi. Başlangıçta yalnız ekonomik olan sorunlar, özellikle Yunanistan’ın da tam üye olduğu 12 Eylül sonrasında siyasi bir boyut da kazanmaya başladı. Avrupa Birliği Türkiye ilişkileri donduruldu ve Katma Protokol’ün yalnızca ekonomik hükümleri uygulandı. Nedense Türkiye, Yunanistan Avrupa Birliği’ne üyelik başvurusu yaptığında ilginç bir şekilde Yunanistan’ın üyeliğini destekliyoruz açıklamasını yapmış ve davetlere karşın aday olmamıştır. Öte yandan Türkiye, 14 Nisan 1987’de Avrupa Birliği’ne üyelik başvurusunda bulunmuş ve ertelenmiş gümrük indirimlerini 1988’den itibaren hızlandırılmış bir şekilde yürürlüğe koymuştur. Özal Dönemi’nde inmeye devam eden gümrükler, bu indirimlerden sürekli kazanç sağlayan bir kesim türetmiştir. İhracata dayalı bedava ithalat sistemi de, devleti zarara uğratırken, hayali ihracatların artmasına neden oldu. 1991’de kurulan SHP-DYP Koalisyonu, 1995 yılında tam zamanlamayla Katma Protokol’de taahhüt edilen sürenin 22. yılında Gümrük Birliği’ne girme kararı aldı. Bu süreçte Türkiye için Rekabet, Ticaret Politikası, Kontrol Sistemleri düzenlemesi gibi tam üyelik sürecini destekleyen bir program hazırlandı ve korkulanın aksine, Gümrük Birliği’ne girildikten sonra gümrük gelirlerimizde bir artış söz konusu oldu. Gümrük Birliği’ne giriş sürecinde Türkiye’nin başlıca çekinceleri, ithalatın patlamasıyla oluşabilecek döviz krizi ve yine ithal malların girişiyle azalabilecek üretimin getireceği işsizlik olarak sıralanıyordu. Bunun yanı sıra Gümrük Birliği’nin, ekonomik anlamda yabancı sermaye ve siyasi anlamda dış ilişkilerimizde iyileşme getirmesi bekleniyordu. Ancak anlaşma sonunda istihdam daralması ve döviz krizi gerçekleşmezken, yabancı sermaye girişi ve dış ilişkilerimizin iyileşmesi de sağlanamadı. Öte yandan Avrupa Birliği, Gümrük Birliği ile Türkiye’ye karşı üstlendiği bazı yükümlülükleri de yerine getirmedi. Örneğin 4-5 yıllık bir dönem içinde 2,5 milyar Euro’ya varan mali yardım sözünü tutmamasının yanı sıra, kurumsal alanda entegrasyonu kolaylaştırmak için gereken bazı tedbirleri almakta da tereddüt etmiştir. Bu yükümlülüklerin yerine getirilmemesinin başlıca nedenleri, Yunanistan’ın ve Avrupa Parlamentosu’nun muhalefetidir.
Bugün en çok tartışılan konulardan biri de Avrupa Birliği’nin Türkiye ile olan ilişkilerinde samimi olup olmadığıdır. Özellikle Türkiye’de bazı çevreler, Avrupa Birliği’nin Türkiye’yi hiçbir zaman almayacağı, ancak müzakereler sürecinde siyasi konularda taviz koparabilmek için de gerçek yüzünü hiçbir zaman göstermeyeceği iddiasındalar. Gerçekten de Avrupa Birliği 1975’te 12 üyede kalmayı öngörüyordu. Bu 12 ülkenin yakınındaki ülkelerle bir ikinci kuşak, daha uzaktaki ülkelerle de değişen koşullarla bir üçüncü kuşak ekonomik anlaşma imzalanması planlanıyordu. Ancak Berlin Duvarı’nın yıkılması ve Doğu Avrupa’nın yüzünü Avrupa Birliği’ne dönmesiyle, bu sistemin uygulanamayacağı anlaşıldı ve 1993 Kopenhag Zirvesi’nde “gerekli yükümlülükleri yerine getiren her Avrupa ülkesi Avrupa Birliği’ne üye olabilir” anlayışı benimsendi.
Osmanlı İmparatorluğu sınırlarının önemli bir bölümü bugün Avrupa Birliği toprakları arasında yer alıyor. Yani Türk toplumu, zaten yüzyıllarca Avrupa’da çok dilli, çok dinli ve çok kültürlü bir formda yaşamını sürdürdü. Ancak burada Avrupa’da olmakla Avrupalı olmanın arasındaki farkın altının ciddi şekilde çizilmesi gerekiyor. Avrupa Birliği’nin ekonomik boyutu ağır bassa da aynı zamanda bir sosyal ve siyasal birliğin varolduğu tartışılmaz. Peki Avrupa Birliği içinde bunca sorun ve bunca tartışma varken, sözgelimi Amerika’nın Irak işgalinde ciddi bir kutuplaşmaya giden bir AB, Türkiye gibi güçlü ve köklü bir imparatorluk geleneğinden gelen bir devi, nasıl sindirebilecek? İşte burada üzerinde durulması gereken nokta, Avrupa Birliği’nin gelecekte dünya siyasetinde oynamayı düşündüğü roldür. Eğer Avrupa Birliği, Amerika’nın yanı sıra bir ikinci bir emperyalist güç olup mevcut sömürü düzeninden daha fazla pay kapmaya çalışacaksa, Türkiye ile arasında ciddi siyasal sorunların çıkması muhtemeldir. Çünkü Türk devlet geleneğinde emperyalizme ve sömürüye hiçbir zaman yer verilmemiştir. Türkiye, tarihten gelen sorumluluğu nedeniyle mazlum milletlerin yanında saf tutmak zorundadır. Eğer ki Avrupa Birliği, Amerika’nın karşısında bir insan hakları, sosyal adalet ve hukuk devleti savunucusu olarak durabilecekse, muhtemel sorunlar en aza indirgenebilecektir.
Avrupa’yla 1071’den bu yana hep savaşlar üzerinde yükselen bir ilişkimiz var. Bu nedenle, aileden olmamamızın uyum sağlama sürecine olumsuz etki yapacağı konusunda görüşler ileri sürülüyor. Ancak unutulmaması gereken bir nokta da, Türkiye ile Avrupa Birliği’nin uygarlık ailesi şemsiyesi altında bir araya gelebilecek olmasıdır.
Türk hükümeti, Lüksemburg Zirvesi’nden bir gün sonra yaptığı açıklamada, AB’nin Türkiye’ye yönelik yanlı ve ayrımcı tutumunu kınamış, sonrasında da, AB ile siyasi diyalogun, ilişkilerimizin gelişmesine engel oldukları iddia edilen, Kıbrıs Sorunu, Türk Yunan ilişkileri ve insan hakları dahil olmak üzere Türkiye’nin iç meselelerini bundan böyle kapsamayacağını belirtmişti. Öte yandan 12 Mart 1998’de toplanacak olan Londra Konferansı’na Türkiye’nin katılmayacağı ve mevcut durumdan çıkış yolunun AB’nin göstereceği siyasi iradeye bağlı olduğu ifade edilmişti. Böylelikle gerginleşen Türkiye Avrupa Birliği ilişkileri, 17 Ağustos Depremi’nin getirdiği yardımlaşma ile oldukça olumlu bir havaya bürünmüştür. Sonrasında Türkiye, Aralık 1999 Helsinki Zirvesi’nde oy birliği ile aday ülke olarak kabul ve ilan edilmiştir. Diğer taraftan Türkiye, aday olduğu halde Kopenhag Kriterleri’ni yerine getirmediği gerekçesiyle müzakerelere başlayamayan tek ülkedir. Kopenhag Kriterleri, demokrasi, hukukun üstünlüğü, insan hakları, azınlıklara saygı gibi evrensel değerlerin uygulanmasını ve istikrarlı bir siyasi yapıya sahip olunmasını içeren siyasi kriterler; işleyen bir pazar ekonomisi ve AB içinde rekabet edebilecek bir ekonomik güç olması anlamına gelen ekonomik kriterler ile Avrupa Birliği mevzuatını üstlenebilme ve uygulayabilme kapasitesine sahip olmayı ifade eden topluluk muktesadının kabulü olmak üzere 3 temel kriterden oluşmaktadır. Görüldüğü gibi Kopenhag Kriterleri Avrupa Birliği’ne girmek için değil, uygar dünyanın standartlarına ulaşabilmek için yerine getirilmesi gereken uygulamalardan oluşmaktadır. Avrupa Birliği’ne giriş sürecinde Türkiye’ye düşen, eğitimde, sağlıkta, idarede reformlar yapmak, sosyal bir hukuk devleti olma özelliğini sağlam temeller üzerine oturtmak ve gelir dağılımını düzenleyerek tüm vatandaşlarını insanca yaşam koşullarına ulaştırmaktan ibarettir. Türkiye ancak bunları yaptığı takdirde Avrupa Birliği’ne girebilir, binlerce sayfalık anlaşmalara imza atmakla değil.
Avrupa Birliği’nin temel özelliklerinden biri de, malların, sermayenin, hizmetlerin ve insanların serbest dolaşımıdır. Bugün Türkiye için düşünülen, dolaşım hakkının, ekonomik yardımın ve karar alma sürecine katılmanın sınırlandırılması hiçbir şekilde tartışılamaz. Türkiye Avrupa Birliği’ne bir figüran olarak değil, 70 milyonluk nüfusuyla en büyük karar organlarından biri olarak girmeyi tartışmalıdır. Öte yandan, Türkiye ile Avrupa Birliği arasındaki ilişki, toplamı sıfır olan bir oyun değildir. Avrupa Birliği dünya siyasetinde gerçekten söz sahibi olmak istiyorsa, Türkiye’ye kapılarını açmak zorundadır. Avrupa Birliği’ndeki çalışan nüfus, 2010 yılında %30 olacaktır. Dışardan işgücü transferinin Avrupa sosyal yapısındaki açtığı gedikler göz önünde bulundurulursa Avrupa’nın Türkiye’de bulunan çok, çalışkan ve nitelikli işgücüne ihtiyacı olduğu tartışılmaz. Avrupa Birliği üyesi olmanın, Türkiye’ye getireceği ekonomik katkılar da ortadadır. En önemli sorun, egemenlik devri konusunda yaşanmaktadır. Uluslarüstü bir yapılanma olan Avrupa Birliği’ne egemenliğin kaçta kaçı devredilecektir? Bu durum, bağımsız yaşamak için milyonlarca şehit veren Türk ulusu tarafından nasıl benimsenecektir? Türkiye’nin nüfusu itibariyle Avrupa Birliği karar alma sürecinde alacağı rol, bu tartışmaları bir ölçüde azaltmaktadır. Öte yandan, milliyetçiliğin doğduğu topraklarda kurulu ülkeler bu konuyu pek gündeme getirmezken, karşılıklı bağımlılık ilkesinin ön plana çıktığı yeni dünyada bu noktada takılıp kalınması en azından şimdilik bir yarar getirmeyecektir.
Türkiye Cumhuriyeti’nin misyonu, laik, demokratik ve sosyal bir hukuk devleti olarak çağdaş uygarlık düzeyine ulaşmaktır. Kim ne derse desin, bugün çağdaş uygarlık Avrupa’da olduğu için Türkiye’nin vizyonunun Avrupa’ya dönük olması gerekmektedir. Ancak bu süreçte, Avrupa Birliği ile özellikle hassas konularda çok sıkı müzakerelere girilmelidir. Unutulmaması gereken en önemli nokta, Türkiye’nin amacının Avrupa Birliği’ne girmek değil, Avrupa Birliği standartlarına ulaşmak olduğudur. Öte yandan Asya’daki yeni yapılanmalar da göz ardı edilmemelidir. Ne olursa olsun, dürüst ve inançlı bir mücadele tarihine sahip olan Türkiye Cumhuriyeti, kuruluş felsefesinde var olan “yurtta barış, dünyada barış” ilkesiyle uluslararası dengeleri gözeterek dünya siyasetindeki etkin ve saygın yerini yeniden kazanacaktır.
Oktan Erdikmen
Yukarı
|
Misafir Kahveci : Yelda Erdoğan |
Hesaplaşma
Tutunacak bir dost, yaslanacak bir tek tuğlam olmadığından belki de.. belki de insan oğlunu yavaş yavaş tanımaya başladığımdan yıkılmaktan korktum. Düştüğümde kimsenin kaldırmayacağını bilerek, bir enkaz olmaktansa aylarca hareket etmeden durdum köşemde..
Soluk aldığımı belirtecek kadar gülümseyip tüm yalnızlığımı buz bile pompalamayı beceremeyen kalbime hapsederek..
Aylarca ağladım ama kimse yıkılmak üzere olduğumu düşünmesin diye sakladım göz yaşlarımı. acınır olmak daha kötü ya yok olmaktan, sallantıdayken kendime güldürmektense; sahte gülüşlerle,esas gülen olmamayı tercih ettim.
Karar alıp da yeni hatalar yapacağıma, kendimi tanır gibi olduğumdan, almış olduklarıma saygılı gibi davrandım. Belki doğru belki yanlış ama yaşama geri döner gibi yapınca da anladım aslında sözümün eri olduğumu.. kendime verdiğim sözlerin ardında durduğum gibi..adım attım ve hatalıyım.
Dedim ki artık zor gelir bu yürek tek başına bu küçük vücuda. Elbet onun gibi bir insan daha var.. olmasa da senin kalbini ona benziyormuş gibi aldatabilecek biri var.. aldanmak yaptığım en iyi işse neden boş konuşmuş olayım.. olmalı.. biliyorum..
Sonra bir tutam güler yüz, biraz komik yalancıklar, biraz güzel bakış; hasreti olduğum gerçek.. yine en dolandırıcısını, en işe yaramaktan uzak olanını.. en beni bana yeniden düşürecek olanını bul be aslanım kim tutar seni.. Allah Allah nidalarıyla yola çıktım.. ve yine.. kalbim ağrıyor ama; sesim boğazıma ilmik ilmik dizildi..
Yollar üzerime üzerime geliyor. İhanet bulaştı bu sefer uzak gerçeğime. Geri de dönemez oldum. Duvarlar çevreledi yaylaları da kendimi bile bulamaz oldum bu sefer.. kendimden geçer olmuşum ki bu sefer daha çok kanmışım aslında bildiğim gerçeklere.. bilmezden gelmişim ama ne çare görmeye çalışsam da.. her yer zifiri karanlık..
Elimi uzattığımda dokunduğum bir insan değil de soğuk bir duvar belki de.. gecelerce yastığımın altında sakladığım ateşten bulut ülkesinden bir hatıra fotoğrafımdan bile soğuk bir duvar işte.. ve daha tehlikeli ki gözümün görür olması yalan olduğunu inkar etmeme yetmiş.. ateşin ortasında kalmışım ama beni, kanatlarıyla yükselen sert bakışlarıyla, göğe yükseltecek olan ateşin donduran evladı yok.. belki de o yüzden o fotoğrafa benzettiğim her şeye aşık oldum.. hafızam güzel güzel bilim kurgular üretmeye başladı.. öyle ki her şeyin sonunda sadece bu yalan şehirden kaçışım var..
Ve tek dileğim.. bu kadar çok, mutlu rolü yapmak zorunda kalmamak.. öyle ki yapayalnız olup istediğim an hıçkıra hıçkıra ağlayabilmek.. aslında bunu şimdi de yaparım ama dedim ya; düşüp düşmemek arasında gidip gelsem de ve tercihim düşmek olsa da bunu belli etmemek benim zorunluluğum..
İhanetle sis çöktürdüğüm uzak dünyamın sonu dünyanın düz olduğunu kanıtlıyor.. öyle ki yanlış hamleyi çoktan yaptım.. piyonların dizleri titriyor ama vezirime ihanet etmişim ki şah-mattan önce ateşe düşmek üzereyim..
Sevgiden uzak yalan gözlerin uzağına, tepeye ama en tepeye çıkaracak bir kötü istiyorum sadece.. bakışlarından kimse yanına yaklaşamasın… ama sadece ben.. sadece ben o buz bakışları eriten bir ateş olduğunu bileyim.. buz mavisinin altında kıpkızıl alevden bir kalp..
Bir yanlış hamleye daha hakkım kalmadı..düz dünyam sallanıyor, köşeye çekilirken düşmek üzereyim.. ne yeni yalanlar.. ne başka ihanet.. geri dönebileceğim ya da üzerinden daksille devam edebileceğim yuvarlak meşinim kalmadı elimde..
Köşemde durup kötümü mü beklemeliyim.. yoksa sadece.. adım hakkım bile yokken..yalana teslim olup her gece yine herkesten gizli..
Göz yaşlarım fora!!!!!
Yelda Erdoğan
Yukarı
|
|
YILDIZINIZ KIPIR KIPIR, YA SİZ?
Ailenizin Yıldız Falcısı : Nurettin Özdemir |
|
KOÇ (21 Mart-20 Nisan) Geçen haftadan yadigar bitmez tükenmez çekiştirmeler önümüzdeki günlerde yerlerini biraz daha sakin ortamlara terkedecekler.. Kafanızı kurcalayan meseleleri ikinci planda bırakın sevgili koçlar. Bırakın meşgaleler azıcık beklesinler, ne olacak ki.. Hafta sonunda streslerden uzak anlara ve sevdiklerinize nihayet kavuşacaksınız…
BOĞA (21 Nisan-20 Mayıs) Sevgi dolu ışınlarınızı güneş gibi cömertçe dağıtacağınız günlere erişmektesiniz sevgili boğalar.Ticari bir anlaşma veya ortaklık çok yakında arzu ettiğiniz neticeleri getirecek.. İtibar göreceğiniz bu dönemde şansınızın sizlere gülümsediğini hissedeceksiniz.. Hayatınızdan öylesine memnun olacaksınız ki boğalar.. Maşallah diyelim yeter vallahi..
İKİZLER (21 Mayıs-21 Haziran) Bazı ikizler daldan dala konarak yaşamın tadını hoyratça çıkarmaya bakmaktalar ama ya diğerleri ?.. Onlar da kendileriyle kedinin fareyle oynaması gibi dalga geçildiğinin farkındalar. Tutulmayan vaadler, verilen sözlerin buharlaşmaları derken zihinler öylesine karışmış ki.. Hani şu vazgeçilemeyen beklentiler olmasa var ya siz deli dolu ikizler çoktan sepetleyeceksiniz şu dost(!) geçinenleri..
YENGEÇ (22 Haziran-22 Temmuz) Bu hafta yıldızlar sizlerden her zamankinden daha çok disiplinli olmanızı isteyecekler. Olsun canım zaten siz de bu günler de bayağı istekli ve enerji dolusunuz.. Zor durumlardan kendinizi kurtarabilmeniz ancak bu kalitenizin sayesinde mümkün olabilecek.. Bazı yengeçler ise hülyalara dalmışlar ama gerçekler onları uyandırmakta gecikmeyecekler.. Kısacası disiplinli ve azim dolu olmanız gereken bir hafta sizleri beklemekte..
ASLAN (23 Temmuz-22 Ağustos) Hiç olmadık detaylara kafayı takıyor ama asıl mutlu olmanız gereken şeyleri ise heba ediyorsunuz !.. Var mı böyle bir şey ya sevgili aslanlar.. Geleceğe dönük olun, projeleriniz öylesine başarı dolu ki. Çok yakında istediğiniz sonuçlara ulaşacaksınız, bunu bir köşeye yazın.. Ağustos ayının ikinci yarısında doğan aslanlar kelimenin tam anlamı ile aslan gibi sevenleriniz var, yani kıymetlerini bilin !…
BAŞAK (23 Ağustos-22 Eylül) Belli bir zamandan beri noktalamak istediğiniz bir ilişki sizlere gereğinden fazla stres yüklemiş sevgili başaklar.. Eğer kendinizi bularak yaşamınız da hızla ilerlemek istiyorsanız bu hafta artık kararınızı almalısınız.. Aslına bakarsanız şanslı bir dönemde bulunmaktasınız, özellikle mesleki uğraşlarınız da..
TERAZİ (23 Eylül-22 Ekim) Yıldızlar doğru yolda bulunduğunuzu sizlere fısıldamaktalar sevgili teraziler.. Bilhassa ekip çalışmalarında ve yeni atılımlarda.. Ara sıra kendinizi prangalara vurulmuş gibi hissediyorsanız sakın paniklemeyin, bir düşünün bakalım verilmek istenen mesaj ne olabilir diye… Sabırlı olun, hareketli ve coşkulu günler yaklaşmaktalar..
AKREP (23 Ekim-22 Kasım) Kasım ayı başında doğan akreplerin kısmetleri açılmakta.. Haftanız gayet olumlu hatta şans dolu bile diyebiliriz sevgili akrepler. Savaşlar gezegeni Mars bu sefer sizinle beraber. Atılımlarınız da aşırılara kaçmadan bazı riskleri alabilirsiniz. Projeleriniz de yapıcı olun ve özellikle mükemmelci akrepler emin olun bu hafta sizin !..
YAY (23 Kasım-20 Aralık) Sevgili yaylar bu hafta burcunuzda geçmişe doğru dönüş gözükmekte ve bunu kesinlikle yaşayacaksınız. Ailevi veya aşklarla ilgili bu problemi artık kesinlikle çözmenin zamanı geldi yaylar.. Kararları alın ve geriye dönüşleri bir daha yaşamamak için geleceği düşünün. Tam kopamadığınız ilişkileri geçmişte bırakın artık..
OĞLAK (21 Aralık-19 Ocak) En sonunda şans sizlerden yana sevgili oğlaklar. Uzun zamandır başaramadığınız ne iş varsa dökün ortaya sebepleri aramaya çalışın. Acaba her işinizde, atılımlarınız da, ilişkilerinizde tüm kararları sizmi aldınız yoksa sizin yerinize alanlar size yetiyorlar mı ?.. Sorunun cevabında dertlerinizin anahtarı bulunmakta.. Sabırlı olun..
KOVA (20 Ocak-18 Şubat) Sevgili kovalar bu haftanın mevsimlik günlerinde hava hakikaten soğuk geliyor bazen. İlişkiler de bu vesileyle nane molla olabilirler ama sizler de biraz alttan alsanız olmaz değilmi..Mesleki uğraşlarınız da her türlü gelişmelere hazırlıklı olun.. Yeni bir kontra imzalama teklifi söz konusu olabilir.Siz yine en iyisi kendinizi geride tutun azıcık ve perşembe gününe dikkat edin..
BALIK (19 Şubat-20 Mart) Eğer bu hafta yeniden angajmanlarınızı gözden geçirip o kemikleşmiş konforunuzu terkedebilirseniz inanın çok şeyler kazanmış olacaksınız..Ama aksine monoton yaşamlarda patinaj yaparak hayatı yaşıyorum demek istiyorsanız o başka.. Kişisel bir başarıya çok yaklaştınız. Sonuna kadar götürebılırsenız atılımlarınızı orta ve uzun vade de kendinizle kıvanç duyacaksınız..Herşey sizin elinizde bu sefer. Hodri meydan deyin yaşamlara..
Nurettin Özdemir
nozdemir@kahveciyiz.biz
Yukarı
|
Fotoğraf: Recep Pehlivanlar
<#><#><#><#><#><#><#>
Kahve Molası, siz sevgili kahvecilerden gelen yazılarla hayat bulmaktadır. Her kahveci aynı zamanda bir yazar adayıdır. Yolladığınız her özgün yazı olanaklar ölçüsünde değerlendirilecektir. Gecikme nedeniyle umutsuzluğa kapılmaya gerek yoktur:-)) Kahve Molası bugün 4.451 kahveciye doğru yola çıkmıştır.
Yukarı
|
Leyl Masalları
Leyla masalları sürülü yalnızlıklara dokunan
zamanları yutkunan
çarmıhlara asılı kalmak pahasını
sevdasını taştan çıkarmayı
tercih etti
la havle!
hışımlı bakışlarını dikti coğrafyasının üstüne
Yar üstüne yar (sevmek ne uçurum)
başkaldırıydı kalp atışları
yorgunun yok-ol-uşu biraz
Şarjöründe kaç kelime varsa aşka dair inandığı
tüm savlarıyla birlikte cepheye sürdü
kalan sağları da
M.Nihat AĞACIKOĞLU
Yukarı
|
Düğün sahibine sürpriz!...
Yukarı
|
FOTOGRAF SERGİSİ
"VAHŞİ YAŞAM" SÜHA DERBENT
8 MAYIS - 4 HAZİRAN 2004
FOTOTREK NIKON FOTOGRAF MERKEZİ, 8 Mayıs - 4 Haziran tarihleri arasında, hayvan davranışları üzerine fotograf çalışmalarıyla tanınan Süha DERBENT'in "VAHŞİ YAŞAM" isimli sergisine yer veriyor.
Ayrıntılı Bilgi: http://www.suhaderbent.com
FOTOTREK NIKON FOTOGRAF MERKEZİ
Meşrutiyet Caddesi Ravanda İşhanı No : 85 Kat : 1 - 2 D. 1 - 3 Beyoğlu, İSTANBUL
Tel : (212) 251 90 14 - 251 83 74
www.fototrek.com
Yukarı
|
İşe Yarar Kısayollar - Şef Garson : Akın Ceylan Yamağı : Ayşe Nur Gedik |
güller dökelim heryere
http://www.evyemegi.com/Receller/gulreceli.htm
Mutfakta tabii ki hem emek hem de sevgi gerek, bir de rengarenk gül yapraklarını düşünsenize. Bir de o gülleri kendimiz toplayıp reçelini kendimiz yapabilsek, ne hoş olur.
http://www.loglar.com/song.php?id=1319
Gül deyince Tarkan severleri unutmamak lazım, "Gül döktüm yollarına" sözleri, içinizden söyleyin ayaklarda hafif tempo ile gününüze renk katın.
http://www.denizce.com/sevgi_ilim.asp
Gül bahçesinde bahçıvan ilim ve karısı sevgi ile ufak bir gezinti yapın derim, bu yazıya denizcilerin sitesinde rastladığım için de daha bir hoşlandım.
http://www.siir.gen.tr/siir/ahmed_arif/isimsiz2.htm
Gülden bahsederken hep sevgi ve sevgili geliyor akla (dikeninden midir bilinmez), şimdi de Ahmed Arif'in lise yıllarında yazdığı şiir... "dikişsiz beyazlığında tüllerin" adına okunmaya değer.
Ayşe Nur
Yukarı |
Damak tadınıza uygun kahveler |
Highway Pursuit [3.32M] Win9x/2k/XP FREE
http://www.adamdawes.com/windows/win_hpursuit.html
James Bond olup düşmanlarla savaşmaya ne dersiniz? Hele birde altınızda muhteşem yetenekli bir arabanız varsa... Küçük ama güzel bir oyun. Can sıkıntısına birebir.
Yukarı
|
|
|