KAHVE MOLASI
ISSN: 1303-8923
ABONE FORMU

ABONE OL
ABONELiKTEN AYRIL
HTML TEXT
Arkadaşlarınıza önermek ister misiniz?

 SON BASKI
 Ana Sayfa
 Arşivimiz
 Yazarlarımız
 Manilerimiz
 Forum Alanı
 İletişim Platformu
 Sohbet Odası
 E-Kart Servisi
 Sizden Yorumlar
 Kütüphane
 Kahverengi Sayfalar
 FİNCAN/SİPARİŞ
 Medya
 İletişim
 Reklam
 Gizlilik İlkeleri
 Kim Bu Editör?






Kahveci Soruyor?



KAHVERENGİ SAYFALAR



KAPI KOMŞULARIMIZ

Üç Nokta Anlam Platformu


İstanbul Kültür ve Sanat Vakfı Etkinlikleri
Yazılan, Okunan, Kopyalanan, İletilen, Saklanılan, Adrese Teslim Günlük E-Gazete - Yıl: 3 Sayı: 519

 7 Haziran 2004 - Fincanın İçindekiler

 Editör'den : GELME BUSH!..


İyi haftalar,

68 kuşağından değilim. 6. Filoyu kovalamak için hançeremi yırtmadım. Ama 70'li yılların sonu ile 80'li yılların başını üniversite öğrencisi olarak geçiren her genç gibi ben de gerektiği kadar anarşist oldum. İsyan etme, olup bitene başkaldırma içgüdüsü ile davrandığım günlerde baş düşmanımız belliydi. Sömürü denilince akla ilk gelen ABD olurdu. Yıllar geçti, sömürü anlayışımızda değişiklik olmadı ama yıkılan duvarlar, parçalanan sosyalizm, köprülerin altından çok sular akıttı. Bir görüşe göre, 2. Dünya savaşının ardından Boğazlar'a Kars'a Ardahan'a göz diken Sovyet yönetimine tek başkaldırı şansımız olan NATO'ya zamanında girerek kendimizi garantiye almıştık ama zaman içinde görüldü ki bizden çok onların bize ihtiyacı varmış. NATO'nun ABD'den sonra 2. büyük ordusu olarak yıllarca Avrupa'nın bekçiliğine soyunduk. Ne uğruna? Kocaman bir hiç. Soğuk savaşın ardından Avrupa'nın göbeğinde yaşananları anlamakta hala güçlük çekiyoruz. Kırk yıldır kapısında beklediğimiz AB'nin hazır kuvveti olmaya daha ne kadar devam edeceğiz? Bundan ne gibi bir yarar sağlayacağız bilmiyorum ama sözde stratejik ortağımızın planları konusunda gözümüz açılmaya başladı artık. Ay sonunda İstanbul'da yapılacak olan NATO zirvesini de bu duygularla anlamaya çalışıyorum. Zeka pırıltılarından nasibini almadığı bizzat kendi halkı tarafından tescillenen eli kanlı bir başkanı memleketimde görmek istemiyorum. O nedenle 'GELME BUSH' kampanyasını tüm kalbimle destekliyorum. Bu konuda ki görüşlerinizi özgürce paylaşabileceğiniz bir platform olan KM'de düşüncelerinizi görmekten mutlu olacağım. Hepinize güzel bir hafta diliyorum.

Bir sonraki sayıda buluşuncaya kadar bulunduğunuz yerden bir adım öne çıkın. Sevgiyle...

Cem Özbatur

4 Yorum var. Yorum Yaz / Oku
Seda Demirel

 Pratisyen Kahveci : Seda Demirel


   HATİCE VE BEN

Telefon sesinden nefret ediyorum.
Telefon inatla çalıyor.
Saat 07:15
Uyuyacağım. Bu sabah engel olamayacak!

Kapı çaldı. Hemen sonrasında anahtarın kilitte dönen sesini duyuyorum. Evin dış kapısı açıldı. Kabus odama yaklaşıyor. Odaya girdi işte. Gözlerimi açmıyorum, sıkı sıkı yumuyorum. Tepemde dikilen şey cırtlak sesiyle “bu sabah da koşuya çıkmadın de mi, hala mı uyuyorsun, kalksana yahuu” diye söylenmeye başladı. Sabahın kör vakti gereksiz neşeli sesiyle kahkaha atıyor.
Camlar açıldı, perdeler çekildi, ses mutfağa doğru uzaklaştı.
Az huzur ver diye inliyorum.
Mutfaktan kıkırdıyor.

Elinde iki bardak kahve ile içeri girdiğinde sinirlerim yatışmış durumda.
Bardağı burnuma ve henüz tam açılmayan gözlerimin dibine doğru uzatıp “Al bakalım” diyor. Ben yatakta toparlanıyorum.
Odadan elinde kendi bardağı ile çıkarken “İnternetini açtım. Hadi kalk okuyalım” diyor.
Yataktan dışarıya sürükleniyorum.
Bardağı masaya bırakıp elinde kül tablası, arka cebinden çıkardığı sigarası dudaklarının ucunda, pür telaş salonda çakmak arama turu atmaya başlıyor.

Hatice benim arkadaşım. Benden bir yaş küçük. Konyalı. Evli, kocası Ramazan doğrama işinde çalışıyor. Hatice iki çocuk annesi, ama çocuklarından daha çocuk.
Bazen çocuklarına acıyorum.
Annelerinden hızlı büyüyorlar.

Ben işe gitmek için gerekli hazırlıklarımı tamamlarken o da etrafı kolaçan ediyor. Yamuk bir yastığı düzeltiyor. Mutfakta tezgahın üstünde unuttuğum bir bardağı makinaya koyuyor. Bu arada sürekli konuşuyor.

Hatice hiç susmuyor.

Bebeklerin büyüklerden çok şirin bir farkları vardır, hem emdikleri sütü yutup hem de konuşabilirler.
Epiglottisleri kısadır ve tam olarak kapanmaz. Emen süt çocuklarının seslerini çoğunuz bilirsiniz. Siz yutarken konuşmayı denemeyin, boğulursunuz.
(Peki o zaman Hatice neden boğulmuyor? Bir ara şunu KBB ye götüreyim diye aklımdan geçiriyorum.)

Anlattıklarını çoğunlukla dinleyemiyorum. O da zaten dinlememi beklemiyor. Bazen önemli bir şey anlatacakmış gibi ses tonunu ciddileştiriyor. O zamanlarda bana yeni bulduğu kısmet açan bir falcı, ya da konu komşu ve akrabalar ile arasında geçen bir tartışmadan bahsediyor. Kafamı sallıyorum sadece. Şu malum falcıya “gidelimmmm...” diye tutturmadığı sürece yorum yapmamayı tercih ediyorum. Hatice anlatmaya tam gaz devam ederken ben okuduklarıma dalıp gidiyorum.

Sevdiği birisinin yazısı varsa “önce şunu oku bana” diyor. Ben okuyorum, o gözleriyle okuduklarımı takip edip beni düzeltiyor. Yorum yazmaya başladığımda ise tek tek imla ve harf hatalarımı düzeltiyor. Bu haline bayılıyorum. Çok sevimli, her bulduğu hatada biraz daha otoriter bir ses kullanıyor. Ciddileşiyor.

Sonra Hatice’den bir sevinç nidası yükseliyor. “Fatma geldiiii!!!!”
Bir heyecan, bir heyecan... Kırk yıllık arkadaşını görmüş gibi. Bu arada msn de Fatma’nın yeni bir fotoğrafı var. İşte o fotoğrafa da bayılıyor.

Hatice benim arkadaşım. Çok konuşan, çok hareket eden, esmer ipincecik bir kadın. Sıkıldığında kaşlarını yoluyor, hüzünlü hikayelerde hüngür hüngür ağlıyor, herkese acıyor, hayır demeyi hiç bilmiyor, topuklu ayakkabı giyemiyor.

Birkaç defa fıkra anlatma girişimi oldu. Derhal yasakladım. Ama o benim yüz ifademe bayılıyor. İnatla anlatmaya çalışıyor.

Ne zaman evden gittiğini fark etmiyorum.
Eğer içinden gelip beni öperse anlıyorum. Evden çıkarken bir kedi kadar sessiz .
Dün internet bağlantımı kesip, bilgisayarımı kapatırken farkına vardım. Bir not bırakmış bana; “Dolmaları yememişsin kurutuyorsun. Çok günah”. Bende cevap yazdım altına. “Dişim ağrıyor, nasıl yiyeyim. Sen onları eve götür”
İlginç tabi....

Hatice benim kardeşim. Evin bütün şeker, çukulata, kek stoklarını tüketen çekirgem. Becerikli, girişken, iş bitirici.

Bir sabah vakti yatak odasından dışarı çıkan esmer yakışıklı adamı gördüğünde benim yanıma gelip “Sakın bana açıklama yapmaya kalkma, özel hayatın beni ilgilendirmez” diye buyuran gurum benim. Ağlamaklı sesindeki ferahlamayı "Kazık kadar olmuş senin bu yeğenin" diye kıkırdayarak bastırmaya çalışan anaç bir tavuk o.

“Elektrik faturan vardı, para bırakmamışın 8. nolu dairedeki teyzeden borç alıp ödedim” diyen yüzsüz bir melek.

Hatice ikamet ettiğim sitenin temizliğinden sorumlu site bakanı. Bu işinin yanı sıra “Seda’nın karnını tok, sırtını pak, altının temiz ve gazının çıkarılmış olduğundan emin olmak” gibi bir de misyonu var.

Maddi bir ilişkimiz yok.
Her şey, ramazan ayında geceleri salonda beraber kıldığımız namazlar, sürekli benim adıma okuttuğu 4444 dualar kadar, manevi.

Hayatımda olmasından çok memnunum.
Sanırım onun da keyfi yerinde.
Hatice benim pek çok şeyim...

Ne var yani?
Ne mutlu bir Hatice’m var diyene...

Seda Demirel

Yukarı

 Kahvecigillerden : Ömer Arda Çetinkaya


Sabreden derviş...

Sabırsızlık kanımızda var, ruhumuzda. Değiştiremiyoruz istesek de. En yüksek eğitimi almışımızdan hiç almamışımıza kadar telaş ve sabırsızlık içerisindeyiz hep. Nedenini bilemiyorum, henüz çözemedim. Üretken bir toplum da değiliz ki işe yetişip bir an önce kurtaralım memleketi.

Telaştan, sabırsızlıktan bile bahsederken ben küüüt diye girdim konuya alakasız bir yerden, söyleyeceklerimi bir an önce söyleme telaşıyla. Kesinlikle hiçbirimizi herhangi bir şey ya da bir kimse de kovalamıyor ama yapamıyoruz işte, duramıyoruz.

Düşündüm biraz, neden olabilir diye? Kırmızı sarıya döner dönmez öndeki gaza, arkadaki kornaya asılıyor, herhangi bir kuyrukta (fatura ödemesi, banka işlemleri, kantin vs vs) araya kaynaklar, işlemi yapana söylenmeler... Haa tabi bir de işe gidene kadar telaşlıyız, mesai başladığı anda son derece sakinizdir işi biz yapıyorsak, elbet işimiz de başımızdan aşkındır her zaman. Bu da üzerine upuzun yazılabilecek bir konu. Sahi biz nereye yetişiyoruz? Aklıma ilk gelen göçebe bir topluluk olduğumuz. Bunu küçümseme anlamında düşünerek söylemiyorum, acaba buradan mı kaynaklanıyor her şey? Oradan oraya yetişme telaşı at sırtında, gerçi at oldu makine. Duramayız yerimizde değil mi? Hatta Bering'i aşıp başka kıtalara dahi göçettiğimiz söyleniyor, doğru mudur yanlış mıdır bilemiyorum. Kavimler göçü filan da vardı. Fethettiğimiz yerlere göçler ana topraklardan. Değişiklik, aksiyon iyi mi geliyor nedir.

"Kardeş ben bir şey sorup gideceğim hemen"imiz yok mudur. Vardır elbet. Yahu ben de bir şey soracaktım belki. Yok olmaz, bir an önce halletmeliyiz, iki dakikalık iş. Uslu uslu sıra ne işe yarar ki? Zaman kaybı tabii, sen de hiç anlayışlı değilsin yahu.

Bir konu da gezip görmüşlerimizdir konu sabırsızlığımız olunca. "Avrupa'da şekerim, herkes kırmızıda durur gece de gündüz de, sırasına girer. Tıkır tıkır her şey." Kulağa hoş geliyor da abicim, ablacım hareket var mı sen onu söyle? Yok, bir süre sonra düşünsenize ne kadar sıkıcı olur. Gir sıraya bekle, kırmızıda bekle, bankada bekle, öğrenci işlerinde bekle, bilet kuyruğunda bekle, otobüs sırasında bekle, aheste ve ruhsuz bir toplum olur çıkarız allah saklasın.

Tabii biraz kinayeli söylemiş gibi oldum, farkındayım ama gerçekten de bir miktar sıkıcı olurdu. Telaşsız, sabırlı bir toplum. Afyon yutmuş gibi.

Sabırsızlık anlarında karşı tarafa duyulmayan saygı da göze çarpar. Halbuki çok da nazik insanlarız aynı zamanda. Çarşıda, pazarda ablaya yanlış oldu mu alakasız görünsek de olaya, işimiz gücümüz olsa da müdahale ederiz, kimse tutamaz. Özendiğimiz, imrendiğimiz sanayisi gelişmiş toplumlardan farklı olmakla beraber fena sayılmayacak saygımız da vardır birbirimize. Küçük kollanır, büyük sayılır. Her ne kadar çürük yumurta sayısı gün geçtikçe artsa da nüfus artışına oranlayınca çok da fazla sayılmaz. Eh kolay değil, nüfus hızla artarken ormanlar da yanınca çıkıyor ortaya bazı durumlar kaçınılmaz olarak.

Hızlı koştum, sözlerim seyrek düştü, nereden nereye geldim anlamadım ben de.

Düşünüyorum da yüzyıllardır değişmemişiz, teknoloji değişmiş, yönetim şeklimiz tartışılmaz olumlu yönde değişmiş, ruhumuz değişmemiş. Değişmeyeceğiz de. Ne çocuklarım ne torunlarım görecek sakin sakin yaşamayı. Yasa varsa var, akıl varsa var, uygulamada esneklikler yapıp hallederiz nasılsa, daha seri işler her şey. Düzensizlik, telaş bizimse oturup sürekli sızlanmak neye yarar diyorum kendime. Sızlandıkça daha da çekilmez geliyor hayat. Hazırlıyorum olacaklara kendimi evin kapısından dışarı adımımı attığımda ve düzensizliğe bıraktığımda daha kolay yürüyorum. Hiç denediniz mi dört dörtlük kurallara uymayı trafikte? Ya kaza yaparsınız ya da ilerlemekte güçlük çekersiniz. Kadınlara laf ederiz, şoförlüklerine, doğrusunu yapmaya çalışırlar mantıkları ağır bastığı için, mantıklısı da, teorik olarak doğrusu da budur. Ruh katıp duygularını katan kadına ise iyi şoför valla erkek gibi deriz. (Erkek gibi olmak marifettir memleketimde.) Dağılıp gitmeden son sözlerimi bitireyim de daha sıkmayayım kimsenin canını. Bedenime, uymayan ruhu zorla sokmaktansa bedenimde zaptedemediğim ruhumla telaşlı, nefes nefese ama mutlu yaşıyorum.

Ömer Arda Çetinkaya

Yukarı

 Misafir Kahveci : Yalçın Çınar


Dün Sabah

Mmm... bişey... soğuk ! Hava soğuk,buz buz ! kesiyor...

Camdan asfalt yapmış sabaha kadar,yer soğuk.Işık yere düşer mi? Diye sormak ve cevabı şaplatmak istedim kendime.E düşüyor işte.Hem de kayıp düşsen senin de çanağını kıracağına benzer bir düşüşle ışık da düşüyor ama o paramparça oluyor.Demek ki çok hassas bişey bu ışık.Sert ama ince ki cam kaplı asfaltta böyle parçalanabiliyor ! "Işığın kalbini kırabilir misin ?" ,Işık'ın olsa mümkün olabilirdi tabi kırmak.

Bi yürüsem, aslında bi yürüsem demek için değil, mecburi. Karnım aç, uyandım kahvaltı vakti de geçmiş. Yeterince haklı bir açlık. Of yaa şimdi bu soğuğa çıkılır mı? Kat kat giyinelim.

Elbiseler içinde bir çöp adam ben. Su geçirmeyen kabanımı çok sevdim ama kışı sevmiyorum ki ben. Hani hiç kış olmayacak olsa acaba sever miydim yine de bu kabanımı! Hııh spor pabuçlarımı da giydim. Sokak kapısı... bu kez ben sokağa misafirmişim gibi. Apansızın giriverdim sokağa. Hiç de misafirperver değilmiş hani. Ağzım başka,burnum başka yere döndü sanki soğuktan.Eee ne yiyeceğim şimdi ? Misafiriz ya hani,ummadık ama bulduğum da kar ve buz.Yeme de yanında yat! Almıyim ben, yiyip gelmiştim desen ne fayda yedim valla buzlu soğuğu. Aaa ! yalnız değilmişim. Çöp torbaları şu aç kedi için ne kolay bir engel, engel değil bile. Kedi oldum da bir an,sordum "Bu salaklar niye bunları böyle renkli poşetler içinde koyuyorlar ?" diye. Amaan kedi işte ona cevap mı vereceğim bir de şimdi. Üşüdüm yaa. İşte bakkal, tanışıyoruz onla. Ne garip bir tanışma ama, o bakkal ben müşteri arada formaliteleşmiş birkaç lakırdı. Tanışıyoruz işte o kadar. Ya aslında üşümüyorum, üşümem gerektiğimi bilen hazırlıklı bir beynim var, çok hain. Sanki o üşütüyor beni. Bak bıraktım kendimi bir an soğuğu düşünmüyorum ve o titremekli halim yok şimdi. Sonra yine beynim bastırdı, ü-şü-me-li-sin dedi ve üşüyoruz. Ev sıcak ya, çok da iyi biliyor bakkal işi bitti, koşturuyor adımlarımı. Sanki bir şey almayı unuttum!.. Hep bu his vardır, unutmuşluk kandırmacası,aslında param olmadığından almayı düşünemediğim birçok şeyi alamayışımdan kaynaklanan gizli bir oyun bu. Olsa bak unutuyor muyum, hepsini alırım! Ya git işine be! ben miyim beynim misin nesin. Açım ve kahvaltı etçem, o kadar. Torbayı tuttuğum elimi cebime sokmak zor oluyor, zaten gıcık ediyor torbanın asılması cebimden, üşüsün o elim ne olacak ki!

Yalçın Çınar

Yukarı

 Misafir Kahveci : Fulya Özgen


Öylesine bir hikaye...

Telefon çalıyor, telefon çalıyor... TELEFON ÇALIYOR algılayışı ile birlikte uykumdan ve yatağımdan fırlıyorum. 'Okan'dır' diyorum içimden, 'Okan'dır.' 'Hayır, O değildir.' diyorum bir yandan da, o değilse hayal kırıklığına uğramamak için. Keşke, O olsa....

Arayan aramaktan vazgeçerse diye, hızla ahizeyi yerinden kaldırıyorum. Derin bir nefes alıp ahizeyi kulağıma götürürken, Okan'ın sesine hazırlanıyorum. Büyük çok büyük bir umut ve istek var içimde. 'Lütfen arayan O olsun.'

- Efendim,
" Canım, diyen bir ses. Ama Okan'ın sesi değil. Ses tanıdığım ve bir zamanlar taptığım bir ses. İçimi alevlerin sarışını duyumsarken;
" Atilla!.. diyorum. Alevleri ve şaşkınlığı dışlamakta zorlanarak.
" İnsanlar neden var yeryüzünde ? diyor, içten gülümseyişini yüklediği sesiyle.
Onunla konuşmak ılık bir şeyle sarmaş dolaş olmak gibi. Çoktandır yaşamadığım bir huzur var şimdi göğsümün tam altında. O'nunla birlikte giden ılık huzur şimdi burada, ahizede, salonda, içimde,her yerde...... Eskide kalan bir aşkın sesiyle duygu detayları geri geliyor. Şu anda onunla savaşmak, felsefi oyunlar oynamak istemiyorum.
- Boşluklar dolsun diye, diyorum gülerek.
" Ay bize küskünmüş, öyle dedi biraz önce. Neden küstürdün ayı?
Aynı Okan. İstemeden soruyorum kendime; 'Hiç mi değişmedi ? Gerçekten aynı mı?' Hınzır, muzur ve bilerek ve bildiğimi bilerek, her yaşananın, her olanın kendi görüşünce suç kimliğine bürünmüş sorumluluğunu benim üstüme yıkar.
Verebileceğim cevap, bu tür suç teşkil eden masum cilvelere verilebilecek tek cevap.
- Ben mi küstürmüşüm Ay'ı ?

Gülüyor. Gülüşü iyice kazınsın diye hafızama sadece dinliyorum.
" O'nun gönlünü almak lazım şimdi, hazırlan geliyorum. Diyor.
Ağzımdan kelimelere dönüşmekte olan harf dizimleri çıkarken telefonu kapatıyor.

Elimdeki ahizeyi yerine koyarken, ne tür bir zaman tüneline girdiğimi anlamaya çalışmaya, başlıyorum. Ahizeyi yerine koydum ve anlamaya çalışıyorum 'Nereye geliyor, kim geliyor ve en önemlisi nereden, hangi zamandan geliyor.' Umurumda da değil zaten. Sadece her şeyi anlamaya çalışmak üzere programladığım bir beynim var. Sorulardan, sorgulardan kurtulamıyorum. İstemiyorum da. Eski zamanların anlamlı aşkı, o aşkın neşesi ve tadı şimdinin tüm meraklarını yeniyor. O'nun hayalini bulup çıkartıyorum bir yerlerden. Gözleri, hayalin en belirgin bölümü. Sıcacık, içten ve kendisini veren bakışlarla anlam kazanmış gözleri görüyorum.

Giyinmek için odama gidiyorum. Okan'ın varlığı bu odanın her yerinde. O'na aldırmak istemiyorum. Atilla'yı beklerken onu hatırlamak ve düşünmek canımı sıkıyor. Ama bir yanım, arayanın O olmasını tercih ediyor.Oysa tercihleri önemsemeyen gerçekler var hayatta. Arayan O değil işte.

Hızlı hızlı giyinip balkona çıkıyorum. Henüz kimse yok. Olmasına da imkan yok zaten. Geçmişin şimdiye yerleşmesi beş dakikalık bir zaman biriminin içinde oldu. Ama benim zaman kavramımı yitirmeme yol açan bir beklediğim var. Beklediğim Atilla mı? yoksa O'nunla yaşanılan aşk mı? onu bilemiyorum. Beklemek konusunda kendimi bir türlü eğitemediğim de bir gerçek. Kendi sabırsızlığıma anlam katmak için değerler belirlememe gerek yok. Oyunlara tutsak kılınmış insan aklımla kendime senaryolar yazıyorum.

Ama yinede söz konusu bir geçmiş zaman insanı ve geçmiş yaşam aşkı var bana doğru gelmekte olan. şimdideki beklemeyi zorlaştıran heyecan ve eskinin içinden fırlayıp gelen beklentiler.

Geçmişin beklentileri değil onlar. Her zaman benimle olan ama zamanda bir yerlerde, özel bir şeylere ve birilerine yönlendirdiğim ve onlara ait kıldığım beklentilerim onlar. Beklentilerim şimdi geçmişin anlarla süslü hatıraları ile birlikte burada. Telefonda onun sesini duyduğum anda tüm beklenti anılarım ve yaşayış hatıralarım burada varolmaya başladı.

Hatıralar. Zaman yolcuları için , önemli birikimler onlar. Yaşayışlarımızı bu yolculuklar için mi donduruyoruz zamanın anlarında ? 'Bir gün lazım olur' diye ne çok şey biriktiriyoruz. Ve bu birikimleri en çokta mantık adında bir dosya da saklıyoruz. Bendeki mantık dosyası 'suçluluk duymalısın' diyor ve bir sayfa açıyor. Dosyadaki sayfa aldatma şartlarını gösteriyor. Ben Okan'ı aldatıyor muyum? O yok ki. Ya gelirse. Birisinin dediği gibi, onu dikiz aynasının en kör noktasında tutmalı mıyım ? Yada bir başkasının dediği gibi; sonrayı, sonra mı düşünmeliyim ?

Bir korna sesi geliyor. Şimdiyi, Okan için sonraya erteliyorum. Şimdi; geçmiş zamanların anlamlarını yaşamak için çok uygun. Aşağıya bakıyorum. Evet O. Elimi kaldırıyorum, görüyor. O da elini kaldırıyor. Dışarı çıkmak için, balkondan ayrılıyorum. Telefonda sesini duyduğum anda ki heyecan ve sevinç geri geliyor.

Ayakkabılarımı giyerken, yüzümün alev alev yandığını hissediyorum. Şimdi 'Ne olacak?' merakı ile birlikte, birazda panik bulaşıyor heyecan ve sevince. Çıkıyorum evden. Merdivenleri inerken ses çıkartmamaya çalışıyorum. Saat çok geç ve kimse rahatsız olmamalı. Böyle bir anda bile aklıma gelen detaylara şaşırıyorum. Hep böyle detaylarla yaşamak çok sıkıntı veriyor.

Apartmanın cam kapısına geliyorum ve O'nu görüyorum. Aramızda duran cam kapıyı açarken gülümsüyorum, O da bana gülümsüyor. Birbirimize sarılırken de gülümsüyoruz. Sımsıkı sarılıyor. Gözlerime bakıyor, gözlerine bakıyorum. Başka bir şey yaparsam felaket olacakmış gibi geliyor.

_Merhaba, diyorum. Zaman da asılı kalmışlığın ağırlığını yok etmek için.
Anladı, gülümsemeye devam ediyor. Elimi tutarak 'Gel' diyor.
Panik tedirginlikle yer değiştirdi. Eskiden olsaydık, o zamanlarda olsaydık.....
O zamanlarda ben aşkın savaşlarla, oyunlarla kazanıldığını bilmiyordum. 'Her ilişkide iktidar savaşı vardır' diyen kuzenime içten içe güldüğüm zamanlardı, o zamanlar.

Zamanın entrikaları daha kapıdan gözükmemişti. Zamanın entrikalı anları yapboz kareleri olmuş birbirini tamamlarken yeni çoğalıyorduk biz. Geniş bir an kocaman olamayan az bir zamanda kapladı ve yarım bıraktı bizi. Şimdi yarım kalan bir şeyler ellerimizi böylesine rahat buluşturuyor. Ve sabahın en taze saatlerinde buluşup, Ay'a yolculuğa çıkıyoruz. Zaman kaplayıp tüketseydi bizi bir daha haber alır mıydık birbirimizden. Arada sırada görüşür müydük. Zamanın gerisinde yaratılmış bu anı yaşar mıydık. Biz her zaman biz kalabilir miydik. Biz bizmiydik. Yoksa bölünüp, tekrar benlere mi çoğaldık....

Arabaya biniyoruz. Bana bakıyor. ' Hazır mısın?' diyor, başımı sallıyorum. Gidiyoruz, suskunuz. O zamanlarda değiliz ve suskunluk bani rahatsız etmiyor. O zamanlarda öğrendim suskunluktan korkmamayı. Her suskun kalışımızda nedensiz bir tedirginlik yaşardım. (Kontrolsüzlük korkusu. Yada suskunluktan fırlayacakmış sandığımız kendimizin yakalanma korkusu.) Bozmak için suskunluğu sorular sorar, bir şeyler anlatırdım. O böyle anların birisinde ' Sessizliğinde dili var, suskunluğumuzdan korkma' demişti. Ve utanarak susmuştum, bir daha suskunluğu bozmak için uğraşmamak üzere.

Yine O, yine ben, yine suskunluk. Sigara yakıyor. Sigarayı bana vereceğini biliyorum. Bana uzatıyor yaktığı sigarayı, sigara paketini ve çakmağı. Bir sigara yakıp O'na vermemi bekliyor. Hep böyle yapardık o zamanlar. O zamanlarda olmadığımızı biliyoruz. Ve en kötüsü biz o zamanların insanları değiliz artık. Bunu hissetmek ve bilmek çok zor olmuyor. Her şey ortada salınıp yabancılaştığımızı söylüyor. Biz benlere tekrar çoğalmış. İçimdeki ben sorguluyor bizi ve buluyor hiç bulunmasını istemediğim şeyi. Biz eski kendimiz değiliz. Benlerden türeyip biz yaptığımız kendimiz değiliz artık.

O da bunun farkında. Farkında olmalı. Geçmişin adamı gibi görünsede.... Şimdiyi, o zamanlarda ki hissedişle yaşayamadan, eylemsel olarak yaşamak, yaşıyor görünmek yada yaşamaya niyetli görünmek ..... O zamanların kadını gibi davranmaya devam etmek için sigara yakıp ona uzatacağım. Eskinin kadını olmamak büyük ayıp, büyük ihanet sanki. Bu gece ne çok ihanet damgalı suçlulukla yaşıyorum.

Sigarayı yakıyorum ve O'na uzatırken ne olacağını biliyorum. Bildiğim oluyor. Sigarayı alan eli, sigarayı veren elimi kavrayıp geçiyor. Şimdinin kadını olarak mutlu oluyorum. Eskinin tanıdıklığı içinde, şimdi de neyi yaşayacağımı bilmek, güven ve huzur yaratıyor içimde.

Okan yanımdayken olmayan bir şey bu. Okan şimdinin adamı. Benlerimizi, biz versiyonunda bireyselleştirmeye çabaladığımız, şimdi ilişkisinin adamı.

Eskinin ilişki adamıyla tüm bu çabaları çoktan verip tükettim bile. Anlaşılamama kaygısı yok.
Anlamak için çabalamak yok. Kaybetme korkusu yok. ( Bu korkunun ortalıkta olmama sebebi birazda kaybedilmiş bir adam olması belki.)Ve zihin yorgunluğu yok.
Huzurun keyifli olduğunu keşfediyorum. Arkama yaslanıp yola bakıyorum. Konuşmuyoruz. Gitmekte olduğumuz yere gidene kadarda konuşmayacağımızı biliyorum.

" Ne düşünüyorsun?
Atilla soru soruyor. Ne düşündüğümü merak ediyor. İçimde sıkıntı baş gösterirken, huzurum benimle dalga geçiyor.
" Niye sordun? Derken sesimde 'bunu yapmamalıydın, sen yapmazdın' saklı.
" Kaç yıl oldu görüşmeyeli? derken, bana dönüyor.
Ona bakıyorum. Yüzü duygulardan yoksun. Hiçbir anlam taşımayan gözler taşıyor yüzünde. 'Kaç yıl oldu' sorusu tanıdık bir oyunun belirtisi. Kaç yıl olduğunu bilmeyi kendisine yediremiyor. Neden? Saklanma ihtiyacımı duyuyor. Kendisini ele vermekten, ilişkimize değer vermekten, değer verdiğini anlamamdan neden bu kadar çok korkuyor. Aha, aslında bana değer verdiğinin anlaşılmasından korkuyor. O değişmemiş. En azından biz kavramındaki, kendisi konumundan vazgeçmemiş. Onun konumu sıcak-soğukluk. O kendisi için ilerici, özgürlükçü. Ben ise günlere, aylara, yıllara önem verip hatırlayan ve hatırlatan bağnaz, ilişkiyi canlı ve bir arada tutmakla mükellef kadın konumundayım. O ilişkinin kaçış ve korkaklık bölümünü, ben ise aşka hizmet için kalan ve katlanan rollerini üstlendim.

İçimde isyan ve birleştirmeler var. Okan ve Atilla. İkisi de aynı. İkisi de sorumluluktan kaçıyor. İkisi de yaşanmakta olanın yükünü benim üstlenmemin keyfini çıkartıyorlar. Ve ben bir ilişki yaşarken, kendi payıma düşenle baş etmeye çalışırken, diğerinin yerinede ilişkiyi sırtlanmaktan çok yorgun olduğumu fark ediyorum. Yorgunum. Çok yorgun.

Uzun aralıklarla telefonlaşarak ve birkaç kez buluşarak beş yıldır görüşmediğimizi söylemeyeceğim. Onun asıl sorusu bizin kaç yıl önce bittiği.
" Uzun zaman oldu. Hatırlamıyorum .
" Dört, beş yıl olmuş olmalı, bende hatırlamıyorum.
Derken, şaşkınlık var yüzünde. Bana bakıyor. Eski beni bulmaya çalışıyor sanki. Önemsemeyen bir ben olamaz bu yeryüzünde. O'nu şaşırtan da bu. Haksız da değil aslında. Biliyorum beş yıl olduğunu.

Devamı var

Fulya Özgen

Yukarı

 KONTRA MİZANA : Tamer Soysal


TRONA SAVAŞLARI -1-

Son günlerde Dünya ile aynı anda sinemalarda gösterime giren ve büyük ilgi gören Troy ( Truva ) adlı filmde Akhalar ile Truvalılar arasındaki savaş Homeros'un İlyada destanına dayanarak anlatılmaktadır. Yaşadığı konusunda şüpheler bulunan biri tarafından yazıldığı bilinen ancak tek kişinin yazmadığı bir eser olan İlyada destanına dayanılarak ortaya konulan Truva savaşı sonucu Truvalıların da Türk olduğu dahil pek çok tartışma konusu ortaya atıldı. Benim üzerinde duracağım konu da "Truva savaşları" kadar önemli bir başka savaş "Trona savaşları"

Propaganda, bir öğreti düşünce veya inancı başkalarına tanıtma, benimsetme veya yayma amacıyla söz veya yazı gibi yollarla gerçekleştirilen çalışmalar olarak tanımlanıyor Türk Dil Kurumu sözlüğünde.. Bundan 20 yıl önce, propagandanın hiç masrafsız ve eleman istihdam etmeden Dünyanın her yanından kitlelere ulaşabileceği söylense kimse inanmazdı. Ancak bugün ağların ağı internet sayesinde çok ciddi fikirler içeren makalelerden hiçbir ciddi yanı olmayan kurgusal hikayelere kadar her türlü düşünce milyonlarca kişinin posta kutusuna ulaşabiliyor ve eğer kısaysa bu milyonlarca kişi tarafından da okunuyor. Spam e-mailler yani bizim istemimiz dışında reklam, tanıtım gibi amaçlarla mail kutumuza mail gelmesi için spamcılara e-mail adresleri gerekiyor. Bu adresleri temin etmenin en kolay yollarından birisi de ilgi çekecek ve sürekli dolaşacak yazılar yazmak ve internette dolaşıma sunmak. Bu yolla aynı yazının sürekli dolaşarak yeniden kendine gelmesi ve böylece maillerin forward edilmesi sonucu pek çok mail adresine ulaşabilmek imkanına kavuşmuş oluyorlar. Bu tür çok fazla dolaşan maillerden bir kısmı Türkiye'nin maden zengini olduğu savını ortaya atan mailler idi. Çok dolaşan ve bir kişiye birden fazla gelen bu mailler arasında Türkiye'nin bor, toryum ve neptunyum madeni zengini olduğu ve Türkiye'nin borçları ve GSMH rakamları gibi çeşitli rakamlarla karşılaştırılan rezerv değerleri sonucu ortaya ilginç sonuçlar çıkıyordu. Türkiye bu madenleri bir an önce satarak tüm borçlarını temizleyebilirdi. Ancak manavdan domates alıyor gibi kilo hesabı yapılan bu hesaplamalar ne kadar gerçekçi idi? Neptunyumdan başlayalım. Üzülerek söylemek gerekir ki Türkiye'de 127 bin ton bulunduğu söylenen Neptunyum elementinin Türkiye'de bulunduğuna dair herhangi bir veri yok. Üstelik neptunyum radyoaktif ışınlanması sonucu ortaya çıkıyor ve doğada saf halde bulunamıyor. Bu element uranyum ile birlikte ileri teknoloji sonucu üretilebiliyor. Toryum ve bor ise Türkiye'de gerçekten bol miktarda bulunuyor. Toryum e-maillerdeki gibi 800 bin ton değil ama Eskişehir civarında 380 bin ton rezervimiz var. Ancak toryumun da nükleer enerji santrallerinde kullanılabilmesi için uranyuma dönüştürülmesi gerekir. Türkiye'de ise barit ve florit halde bulunan toryum cevherini zenginleştirecek ve uranyuma dönüştürecek teknoloji yoktur. Bor ise hem çok önemli bir maden hem de bundan Türkiye'de bol miktarda var. Bursa, Balıkesir ve Kütahya civarında toplam 800 milyon ton bor rezervi var. Bu miktar Dünya toplam bor rezervinin % 63'ünü oluşturuyor. Ancak Dünya'nın yıllık bor talebi 1.5 milyon tondur ve bor işlenmeden ve endüstriyel hale getirilmeden Türkiye'nin 1.2 milyar dolarlık bor pazarından yüksek paylar alması olanaksızdır. 150 yılı aşkın süredir Türkiye madenleri ile ilgilenen uluslar arası şirketler bir türlü yüksek teknolojileri üreten sanayileri ülkemizde kurmamışlar devletse her zamanki ilgisizliği ile insan ve makine ihtiyacını karşılayarak bu yüksek teknolojileri oluşturma gayretine girmemiştir. Yoksa e-maillerde geçtiği gibi ham madeni satarak kalkınmış ülke konumuna yükselmek boş laftan öte değildir. Öncelikle devletlerin bu madenlerin kullanım alanlarını tespit edip buna uygun teknolojiye sahip olması gerekir. Ham maden satılarak zengin olunsaydı herhalde Sudan, Nijer ve Zambiya gibi maden zengini ülkeler zengin olurdu. Maden işletilmesi demek, hammaddeleri satmak değil, hammaddeyi kullanım alanlarında kullanılacak hale getirecek ileri teknolojiye sahip olmak demektir. Cevheri cam fabrikasında, kimya endüstrisinde, tekstil sektöründe, enerji alanında veya seramik fabrikasında kullanılır hale dönüştürmektir. Böylece katma değer yaratmaktır. Ayrıca burada bir diğer önemli nokta daha var ki çok hassas bir nokta ve uzun vadede asıl niteliği ortaya çıkacak. Bu madenleri bulmak, çıkartmak ve işlemek için gerekli olan yüksek teknolojiye sahip olmayan Türkiye, yabancı şirketler aracılığıyla bunu yapmaya kalkarsa ki böyle oluyor; riske ve yan zararlara Türkiye katlanmış olacak, karlılık ise bu şirketlere akmış olacak. Sadece istihdam yaratılması ve alınacak düşük paylara aldanarak böyle bir yol seçilmesi, Türkiye'nin stratejik yönden çok önemli bu madenlerden elde edebileceği kar ve faydaları sağlamasını engellerken, yerli üreticiler karşısında yabancı şirketlere de rekabet üstünlüğü yaratacaktır. Üstelik Haziran 2003'de çıkarılan yabancı yatırımlar kanunu ve Haziran 2001'de çıkarılan Milletlerarası Tahkim Kanunu ile yabancılara yatırımlarda kolaylıklar sağlanmış ve uyuşmazlıkların çözümü için de kendi seçecekleri uluslar arası hakemler eliyle çözülmesi yolu getirilmiştir. Yine 2644 sayılı Tapu Kanunun 35. maddesinde Temmuz 2003'de yapılan değişiklikle alan sınırlaması olmaksızın yabancı uyruklu kişi ve şirketlere Türkiye'de taşınmaz elde etmek olanağı getirilmiştir. Dolayısıyla Türkiye'nin kolaya kaçarak çok uluslu şirketlerden medet umması ileride telafisi güç zararlar doğurabilir. Buna ilişkin en büyük tecrübeyi Türkiye bor madeni konusunda İngiliz şirketi ile yaşadı. İngiliz şirketi Rio Tinto, bor madeni konusunda yıllarca Türkiye'de "Türk Boraks" adıyla araştırmalar yapımış ve 1950'den beri süregelen faaliyetleri sonucu ısrarla Türkiye'de bor madeni bulunmadığını belirtmiştir. Ancak kendisine 10 adet bor alanı açmıştır.

Tabiatta genellikle bor ve lityum tuzlarıyla birlikte bulunan bir maden daha var ki bu maden yönünden de Türkiye çok zengin ancak yine bu madeni işleyecek yüksek teknolojiye sahip değil. Bu maden TRONA.. Bor madeni konusunda kötü bir sicile sahip İngiliz Rio Tinto şirketi, Riotur adıyla şimdi de Trona madenine el atmış durumda. Rio Tinto şirketinde en büyük hisse sahibi bilhassa Avrupa'da Derin Dünya Devletinin finansörlerinden yahudi ailesi Rochild ailesidir. ( Riotur şirketi ile ilgili ayrıntılı bilgi için bakınız. (http://www.mudafaai-hukuk.com.tr/arsiv/mart02_16.html) Şirket Beypazarı ve Kazan köyü civarında faaliyetlerini sürdürüyor ve ısrarla bu bölgelerde toprak satın almaya çalışıyor.

Devamı var

Tamer Soysal
tsoysal@kahveciyiz.biz

Yukarı

 YILDIZINIZ KIPIR KIPIR, YA SİZ?


  Ailenizin Yıldız Falcısı : Nurettin Özdemir


KOÇ   (21 Mart-20 Nisan)
Sevgili koçlar duygularınızı ifade etmekte yine bu aralar zorluk çekiyorsunuz. Mümkün mertebe diyalogları ihmal etmeyin, sevgililerinizle konuşun aranızdaki mesafeler uçurumlara dönüşmeden önce.. İş yerlerinizde şimdi yöneticileriniz ile görüşmenin tam sırası. İsteyin, dikkate alınacaksınız, ayrıca ufak dertleriniz varsa kendiliklerinden çözümlenecekler.. Sinirleriniz yine ayaklarda koçlar, sakinleşseniz ne iyi olacak.


BOĞA   (21 Nisan-20 Mayıs)
Bekarlık sultanlıktır diye diye bu yaşlara kadar geldiniz, şimdi artık ciddi gönül hikayelerinin zamanı boğalar !.. Kalbinize ateş gibi düşecek güzel bir insan çok ama çok yakınlarınızda.. Kısacası bu hafta tüm boğalara yıldızlardan gönüllere nur yağacak..Yapılması gereken ne varsa ivedelikle ele alın ve bitirin çünkü temmuz ayında şanslar bu kadar yoğun olmayacaklar. Risk almaktan çekinmenin sırası hiç değil, benden söylemesi..


İKİZLER   (21 Mayıs-21 Haziran)
Mutluluk dolusunuz ikizler maşallah. Çevreniz yine kıpır kıpır, yeni yeni çehreler tanımaktasınız. Aşkları doyasıya yaşıyorsunuz ama sakın ailevi problemlere kendinizi kaptırmayın.. Profesyonel uğraşlarda bitmez tükenmez enerjilerinizin etkisiyle sanki dünyaları fethedecekmiş gibi bir haliniz var !.. İmzalayacağınız sözleşmelerde olsun, ortak çalışmalarda olsun özellikle her detayın yasal olmasına dikkat edin..


YENGEÇ   (22 Haziran-22 Temmuz)
Bravo yengeçler, sevgileri bu defa kendinizi kısır döngülere kaptırmadan layıkı ile yaşayacaksınız.. Bazı yengeçler evlilikleri bile düşünmekte olacaklar, ciddi ciddi !.. Mehter marşlarını andıran hareketler artık yerlerini hayli pozitif ve hatta daha seri oluşumlara bırakacaklar. Bu demek oluyor ki hazirandan itibaren kısmetleriniz açık ve öylesine muhteşem gelecekler ki değmeyin gitsin… Uzun vadeli düşünün herşeyi..


ASLAN   (23 Temmuz-22 Ağustos)
Bu hafta mekanlarınızda hareket çok sevgili aslanlar. Sevenleriniz yolculuklarda ve sizleride beraberlerinde götürmek niyetindeler. Orta ve uzun vadede gerçekleşme olasılığı yüksek bu değişimlere direnç göstermeyin.. Zaten kader gereken neyse onu sizlere dayattıracak er veya geç. En iyisi kararları siz alın aslanlar. Ufak tansiyonlar olabilecek, belkide bıkkınlık emareleri baş gösterebilecekler. İletişimler de bu hafta hatlar karışık…


BAŞAK   (23 Ağustos-22 Eylül)
Herşey yolunda aslında başaklar.. Ama yine de yeni mekanlara taşınmak ve evlilikleri projelendirdiğiniz sevgililerinizle kılıçları çekmiş durumdasınız... Sebep genellikle dünür veya kaynanalardan kaynaklanmakta sizlerde ateşe körükle koşmaktasınız.. Yaz mevsiminizin dertsiz olması şimdiden yapacaklarınıza bağlı. Alçakgönüllü olun, alttan alın biraz da canım ne olacak ki.. Temmuz ayında siz kazanacaksınız..


TERAZİ   (23 Eylül-22 Ekim)
Venüz gezegeni sevdaları yüklemiş ve siz terazilere alın da mest olun diyor sanki !.. Ya siz teraziler halet- i ruhiyeleriniz ne haldeler acaba ?.. Sıcak ile soğuk arası, yani ılık. Kendinizle bile barışık değilseniz sevgililerinize ne vermeyi düşünüyordunuz… Haydi hafta sonunu beklemeden bir yerlere kaçın., ikiniz elbette !.. Mesleki uğraşlar da sene içinde gösterdiğiniz performansların ceremesini eylülden itibaren göreceksiniz.


AKREP   (23 Ekim-22 Kasım)
Öylesine yaşam dolusunuz ki bu hafta sevgili akrepler çevrenizi hipnotize edeceksiniz nerdeyse !.. Yıldızların bu muhteşem korteji altında cengaverce alacağınız kararlardan kazançlı çıkacaksınız.. Projeler ve atılımlar da cüretkar olun vee sıkı durun her tuttuğunuz altın olacak akrepler.. Yazın bunu bir kenara.. Göreceksiniz bu geçirmekte olduğunuz devrenin unutulmaz nimetlerini…


YAY   (23 Kasım-20 Aralık)
Evet sevgili yaylar kontrol altında tutmak istediğiniz bir çok şey ellerinizden kaymakta bu aralar.. Olabilir. Ve olsun da !.. Ama siz halen bıkkıntılardasınız, nefret bile edenleriniz var şu sıralar söz dinlemeyen sevgililerden.. Sizlere istemediğiniz bir takım şeyleri dayatan eşlerinizi bu hafta bir kaşık suda boğabilseniz var ya !… Harcamalara özellikle dikkat edin. Verilen sözlere de bel bağlamayın çoğu boş vaad bunların..


OĞLAK   (21 Aralık-19 Ocak)
Çocuklarınız ile olan problemleriniz yüzünden eşlerinizi yemeyin çiğ çiğ sevgili oğlaklar.. Çevrenizden doğabilecek kritikleri önemsemeyin. Her yiğidin bir yoğurt kaşıklaması vardır. Çatlak seslere kulak vermeden ortaklaşa atılımlara hız verin.. Yolunuzdan vazgeçmeyin. Olayları çabuk analize etme kabiliyetlerinizi bu hafta limitsiz kullanın çünkü karşınızda kurtlar var…


KOVA   (20 Ocak-18 Şubat)
Ufak tefek anlaşmazlıklar yerlerini biraz daha sakin ortamlara bırakmaktalar.. Örneğin geç saatlere kadar süren karşılıklı konuşmalar yeniden söz konusu olduğunda sakın kendinizi gerilere çekmeyin kovalar.. Bu hafta sürüncemede kalmış konuları halletme çabaları yoğun olacağından kızgınlıklara ve yanlış anlaşılmalara özellikle dikkat edin. Emekleriniz heba olmasın en azından.


BALIK   (19 Şubat-20 Mart)
Aşkların en güzeli, duyguların en temizi sizlerde sevgili balıklar bu hafta.. Üstelik kalp atışlarının zirvelerde olacağı bu hafta unutulmaz anları yaşamaya hazırlanın balıklar.. Ah bir de aileleriniz az daha sakin olsalar hiçbir bulut kalmayacak ufukta !.. Profesyonel uğraşlarda yöneticileriniz ile olası sürtüşmelere önem vermeyin, meselenin asıl can alıcı noktası sizlerin kazançlı çıkacağınızdır, er veya geç.. Yolunuz çizilmiş, hayırlısı olur inşallah..


Nurettin Özdemir
nozdemir@kahveciyiz.biz

Yukarı

 Milenyumun Mandalı : Sait Haşmetoğlu


Milenyumun Mandalı

Editör'den Önemli Not:Sevgili Sait Haşmetoğlu'nun e-romanı görsel öğelerle süslendiğinden, aşağıdaki adresten tek tıklamayla zevkle okuyabilirsiniz. Üşenmeyin... Tıklayın... Ayrıca bugünden itibaren duygu ve görüşlerinizi yorum olarak yazabilirsiniz.
http://www.kmarsiv.com/xfiles/mandal_1.asp

Devamı yok. BİTTİ

hasmetoglu@kahveciyiz.biz

Bu romanı arkadaşına önermek ister misin?

Rating: 8,588,588,588,588,588,588,588,588,58
              444 Kahveci oy vermiş.
58261 Yorum var. Yorum Yaz / Oku

Yukarı

 Dost Meclisi



Fotoğraf: Süha Derbent (www.suhaderbent.com)

<#><#><#><#><#><#><#>

Kahve Molası, siz sevgili kahvecilerden gelen yazılarla hayat bulmaktadır.
Her kahveci aynı zamanda bir yazar adayıdır.
Yolladığınız her özgün yazı olanaklar ölçüsünde değerlendirilecektir.
Gecikme nedeniyle umutsuzluğa kapılmaya gerek yoktur:-))
Kahve Molası bugün 4.497 kahveciye doğru yola çıkmıştır.

Yukarı

 Tadımlık Şiirler


İZMİR'DEN GAZEL

Şarkılar, şarkılar
Boğaz mehtap ve ut
Şarkılar, şarkıların eskileri
Rakının gravatlısı, Hayat Mecmuası,
İstanbul hülyası...

Televizyonsuz mutlu çocukluğum:
İzmir radyosu..
Neşeli fettan bir ses,
Bir bardak billur su
İçindeki büyü
Üstündeki buğu:
Gönül Yazar...

İlk aşkım bir sır,
Ama ağaçlarda yazar.

Şarkılar, en eski şarkılar
Üçüncü Selim, Yusuf Nalkesen
Ve ben....
İstan...
İstan...
İstan...
Bul, bulabilirsen...

Gönül İstanbul'da
Gönlüm İstanbul'da
Gül, gülebilirsen...

Armağan KONYALI

Yukarı

 Biraz Gülümseyin




Harika!..

Yukarı

 Kıraathane Panosu






Yukarı

 İşe Yarar Kısayollar - Şef Garson : Akın Ceylan
Yamağı : Ayşe Nur Gedik


kaybolanlar, kaybedilenler, kısacası kayıplar
http://www.lost-in-translation.com/
"Lost in Translation" Bir Konuşabilse ismi ile vizyonda. Ana sayfadaki "everyone wants to be found"un (nasıl laf etmişler, can evinden vuruyor adamı) altından tanıtım sayfasına girin Bill Murray'i seyrederken güzel müzikle hayallere dalın derim...

www.kilovermek.com
Kaybedildiğinde sevinilenlerden - kilo! Beden Kitle Indeksinizi hesaplayın, obezite sınırlarını zorlamayın lütfen. Nedense bayanlar daha hassas kilo konusunda (hele yaza girerken) beyler de bir zahmet önce siteye sonra aynaya baksınlar - anlaştık mı edi?

www.meditativedance.com/sezgiselakil.htm
Sağ beynimizi mi kaybettik?Sezgilerimizi yeterince beslemiyor ve dolayısıyla salt mantık insanı olup çağımızın hastalığı yorgunluğa teslim mi oluyoruz? Bedeninize kulak vermek için 1 kaç dakika ayırmak isterseniz iyi bir başlangıç olabilir. Geçekte sormamız gereken soru "neden" olmasın.

http://www.616818.com/UploadFile/2004-1/2004117185898526.swf
Eğlenceli dinlence, hem de gülümsüyorlar. Sahip olduklarınızı düşünün derim bu arada, kaybetmeden önce...
Ayşe Nur

Yukarı

 Damak tadınıza uygun kahveler


WinTricks v3.0d [651K] Win9x/2k/XP FREE
http://www.wintips-inc.com/wintricks.htm
Windows 95 ten 2003'e kadar tüm windows versiyonları için hazırlanmış ayrıntılı bir ipucu arama ve bulma programı. Registry, masaüstü ve internet gibi pekçok konuda bilgiye hızlı bir şekilde ulaşmanız mümkün. Pencereleri açıkta kalan herkese tavsiye olunur.

Yukarı

http://kmarsiv.com/sayilar/20040607.asp
ISSN: 1303-8923
7 Haziran 2004 - ©2002/04-kmarsiv.com
istanbullife.com
Kahve Molası MS Internet Explorer 4.0+ ve 800x600 Res. için optimize edilmiştir.
Uygulama : Cem Özbatur - Her hakkı saklıdır. Yayın İlkeleri