|
|
|
Yazılan, Okunan, Kopyalanan, İletilen, Saklanılan, Adrese Teslim Günlük E-Gazete - Yıl: 3 Sayı: 520 |
8 Haziran 2004 - Fincanın İçindekiler |
|
Editör'den : Benden Bu Kadar!.. |
Merhabalar,
Bu kadarına da pes doğrusu. Anladığım kadarıyla kokusu haftasonunda çıkmış ama ben ancak dün gazeteyi açınca haberdar oldum. Semra kızımızın yazdırdığı biyografiyle gündemi darmadağın ettiği son birkaç günde olup biteni takip etmişsinizdir. Kocalarıyla muhabbeti dillere destan, evlere şenlik hani. Biz onun genç kızlığını yakından bildiğimizden pek sürpriz değildi yumurtladıkları. Ama Tercüman'da çıkan haberden alıntıyı okuyunca 'ohaa oldum yani'. Özal kızına kızmış yanındaki korumaya vurun bu kızı demiş. Var mı böyle birşey yahu. Olur mu öyle şey? En şaşalı döneminde Özal kızına söz geçiremeyecekte silahtan medet umacak ve bir tane kızını öldürtmek isteyecek. Bu palavraya alet olanın yıllarca yanında dolaştırdığı koruma Musa olması bir başka ayıp. Hakikaten müsebbibi Musa ise yazıklar olsun. Yahu Özal gibi zeki bir adam kızını öldürtmeye karar verecek ve bunu yanındaki yarmayla paylaşacak öyle mi, buna kargalar gülmekle kalmaz üstüne bir de kısmet bırakırlar. Adamcağızın kemiklerini sızlatmayın bari Zeynep Hanım. Siz estetik yaptırdıkça hayranlarınız babanıza saldırıyor, olmuyor yani.
Neyse bu haber 4. sayfadaydı. Güle oynaya okuya küfrede hatmederken gözüm televizyon programlarına takıldı. Görmek isteyip kaçırdığım bir güzel filmin haberi vardı ve ilginçtir TMSF TRT'si yayınlıyordu. Aylardır ilk defa bir filmi başından sonuna çekirdek ve meyva eşliğinde seyrettim. 'Benden bu kadar' diye tercüme edilen 'As good as it gets'. Jack Nicholson ve Helen Hunt'ın resitali. Titanic'li yılda boşuna Oscar almamışlar. Böyle filmleri gördükçe süper prodüksiyonlu filmleri aşağılayasım geliyor. Basit bir hikaye muhteşem oyunculukla ne hale gelebiliyormuş insan anlıyor. Seyretmeyip popstara takıldıysanız çok şey kaçırdınız. Bir daha ki yayını takip edip mutlaka seyredin. Allah TMSF TRT'sine zeval vermesin.
Eee filmi seyredip matbaayı açınca saatler ilerlemiş oldu doğal olarak. Dolayısıyla film biter Cem gider. Hepinize iyi günler. Unutmadan hep beraber tekrarlayalım 'GELME BUSHHHH'.
Bir sonraki sayıda buluşuncaya kadar bulunduğunuz yerden bir adım öne çıkın. Sevgiyle... Cem Özbatur
|
PASTORAL EFEMER : Zeki Yıldırım |
SON MEKTUP II
Diğor'dan Ağrı'ya doğru giden bir minibüsün içinde de, gönderdiği mektubun yanıtını alamamış bir başka öğretmen yaz tatiline uzanan, uzun bir yolculuğa başlıyordu. Kalbi kırık, kafası karmakarışıktı. "Neden yazmadı ki sanki" diye düşünüyordu. "Acaba, alay mı etmek istemişti; acaba bir intikam mı vardı, yazmamasının ardında". Günlerce düşünmüş, doluya koymuş almamış, boşa koymuş dolmamıştı. Şehre giden insanlarla dolu küçük minübüs volkanik arazide ilerlerken Kubilay öğretmen, biten bir aşkın son nefeslerini alıyor gibi hissediyordu.
Neydi aşk, hani aşkı kumrulardan ödünç almışlardı. Oysa bir zamanlar yağmur yağsa dışarıda alırlardı soluğu. Ellerine düşen yağmur damlalarına bakar, ıslanmış ellerini biricik aşkının hülyalı gözleri hizasına getirir "Hiç yağmur damlarını tutmayı denedin mi? Tutabildiklerin senin, tutamadıkların ise benim sana sevgimdir" derdi. Aşkı onunla tatmıştı, tutkuyu, özleyişi onunla öğrenmişti. Sevgiyi birlikte büyütmüşlerdi, şimdi de ayrılığı, özlemin ne kadar büyük ve dayanılmaz olduğunu öğreniyordu. Oysa son ana kadar ne kadar büyük bir umutla beklemişti. Sonuç diye düşündü, "evet sonuç, bu bir sonuç değil ki" dedi kendi kendine. "Ne bitti ki, o hala beni seviyor". "Belki mektubumu geç aldı, ya da aldı ama yanıtı bana ulaşmada gecikti". Derin bir nefes aldı, koltuğa daha bir rahat yaslandı, gözlerini kapadı. Yaşanan her olayı hatırlayabildiği hatlarıyla düşünmeye başladı.
Sabahın ilk ışıklarıyla Ankara'ya giren otobüste Leyla öğretmen karmakarışık duygular içindeydi. Bundan sonra olacaklara hiç hazır değildi. Hep bu sorun gündeme geldiğinde ertelemiş, zamanı gelince diye boş vermişti. İşte o zaman gelmişti. Kubilay niçin yazmadın sanki, oysa ben yazdım diye düşünüyordu. Her şeye rağmen yazdım, o cevap vermeye bile yanaşmadı. Kalbi kırıktı ve üstelikte ne yapacağını bilemiyordu. Az sonra muavin uykulu bir sesle "Ankara'da inecekler, hazır olun garaja girmeyeceğiz, yandaki benzinlikte ineceksiniz". Leyla "Ama benim eşyalarım var, taşıyamam" dedi ama muavin üstüne basa basa "abla biz garaja girmiyoruz, anlaşmamız yok". O anda yan tarafında oturan bayanın "Hanım kızım ben sana yardım ederim, ben de seninle birlikte ineceğim, oğlum bekliyor olacak" dedi. Leyla şaşırmıştı, birazda utanmıştı. Gün ve gece boyu yolculuk yaptığı bayana sadece bir merhaba demiş ve ondan sonra konuşmamıştı. Şimdi can simidi gibi gelen bu sesin sahibine döndü ve teşekkür etti. 35 yaşlarında bir bayandı, çok güzel bir yüzü vardı ve tatlı tatlı gülümsüyordu. "Üzerime vazife değil ama kızım hiç uyumadın, anlıyorum ki üzgünsün ve hep dalgın dalgın oturdun" "Senin yaşındaki bir gence, bu tür bir üzüntü hiç yakışmıyor" dedi. Leyla bir şey diyemiyordu, sadece bir merhaba dediği bayan onun için neler düşünüyordu, saygısızlık ettiğini düşündü. Sadece "Yok gerçekten, biraz yorgunum" diyebildi. "Nerelisin kızım" "Ailem Afyon Sultandağ ilçesinin bir köyünde oturuyor, Ankara'da aktarma yapacağım". "Bilirim oraları" dedi kadın. "O civarın meyveleri özellikle kirazı gibisi var mı?". Otobüs benzinliğe girdi ve durdu, muavin tekrar bağırdı "Ankara'da inecekler kalmasın!!!".
Leyla otobüsten inip, bagajlar kısmına giderken, bayan "hanım kız kaç parça eşyan var ?" diye sordu. "iki" dedi Leyla "bir de elimdekiler". "Tamam, sen valizlerini indir bekle" dedi. Az sonra bayanın yanına 15 yaşlarında bir çocuk geldi. "Oğlum, canım oğlum, Orkun'um umarım her şey iyidir" "Merak etme anne her şey çok iyi, senin yokluğunu hissettirmedim, kardeşime de iyi baktım" dedi. "Gel bak seni bir abla ile tanıştırayım, onun eşyalarını garaja taşımaya yardım edeceğiz" "tamam" dedi Orkun. Hamalların arasından bağırış çığırış Afyon otobüslerinin biletlerinin satıldığı gişeye ulaştılar. "Tamam teşekkür ederim" dedi Leyla "Gerisini ben hallederim". Ana oğul "bir şey değil" dediler "Ama biletini alalım, sonra gideriz" dedi kadın. Leyla valizi yere koyup "Afyon'a ne zaman araba var ?" diye sordu. Yazıhanedeki adam "Abla az önce gitti" dedi bir sonraki sefer "12.30 da" dedi. "Peki başka bir firmanın otobüsü var mı, işim biraz acele" "Yok abla, bütün seferler aynı zamanlarda olmaktadır, anlaşma gereği" dedi. "Peki, 12.30 otobüsüne bir bilet". Baştan beri konuşmaları izleyen bayan "Kızım gel seni eve götüreyim 4-5 saat burada ne yapacaksın, evimiz çok uzakta değil, saat 12.00 ye doğru gelirsin" dedi. Leyla karasız kaldı bir an, ama garajın kasvetli yapısını oldum olası sevmezdi. "Özür dilerim dedi bu otobüs Eskişehir üzeri mi, gidiyor" diye sordu. "Evet" dedi adam. "Peki, Eskişehir, Hamidiye için bileti değiştirsem olur mu ?" dedi. Adam canı sıkılmış halde "Peki ama komisyonumu alırım ve 12.00'de 35 nolu peronda ol !" dedi. Sonra bayanın teklifi geldi aklına "Tamam abla, yalnız size rahatsızlık vermek istemem" "Olur mu dedi kadın, sen tanrı misafirisin". "Yalnız niçin Afyon'a gitmekten vazgeçtin" "Düşündüm de" dedi Leyla, mezun olduğum okulumu da ziyaret etmiş olurum, hem diplomamı da alırım". "İsabetli olur" dedi kadın. "Orkun, hadi oğlum hanım kızın eşyalarını emanete verelim, sonrada taksi çağırırsın…"
Kısa bir yolculuktan sonra "Şu bahçeli ev" dedi bayan. İndiler, kadının onca itirazına rağmen taksi ücretini Leyla ödedi. İçeri girdiler, oldukça zevkle döşenmişti. "Anne, anne" diye bağıran 5-6 yaşlarında bir kız çocuğu koşarak yanlarına geldi. Sarılıp öpüştüler "Ablaya hoş geldin yok mu ?" "Hoyş geydin apla, ben Seda". "Geç kızım, şu odaya buyur" dedi kadın…
Kızım sen biraz dinlen ben kahvaltı hazırlayayım" dedi kadın. Leyla "Bende yardım edebilirmiyim ? dediyse de kadın, ısrarla "sen dinlen kızım". Az sonra taze demlenmiş çayın kokusu doldurdu odaları, sonra da çay bardakları ve kaşıkların sesi geliyordu. "Hadi kızım, buyur". Masaya otururken "daha tanışmadık dedi Kadın, ben Mehtap, Zehra Mehtap. Türk filmlerinin değişmez dansöz ismi ikinci ismim, göbek adımda tam bir tezat ama ikisini de seviyorum". "Ben Leyla" dedi "İlk okul öğretmeniyim". Leyla çayları yudumlarlarken bir taraftan da duvarlardaki resimleri inceliyordu. En çok resim denizci üniformalı bir komutana aitti. "Bey efendimi bu resimdekiler" dedi. "Evet" dedi kadın, güzel gözlerinde gölgeler oluştu. "Onu 6 yıl önce Kıbrıs Barış Harekatı'nda kaybettik, ben Sedoşa hamileydim, gitti ve bir daha dönmedi, hani bir gemimiz batmıştı ya ?". Leyla sorduğu sorunun ardından gelen yürek burkan öykü için üzüldü ama asıl kadını üzdüğüne üzüldü. "Üzdüm sizi, affedersiniz, özür dilerim". "Hayır kızım" dedi kadın "bir tanem, aşkımı senin sayende anmış olduk fenamı". Gözlerinde iki damla oluştu bembeyaz yüzünden hızla çenesine doğru indi."O benim yaşam gerçeğim, dilimin tespihi ismi. Günde en az bin defa ismini söylemesem gücendirmiş sayıyorum kendimi. Cenk, Cenk, Cenk… Bir tanem, yiğidim… Tesellim o ki tıpkı ona benzeyen iki can verdi bana. Onlarla yaşama daha bir bağlandık. Üç kişilik sacayağımız ayakta duracak hep, bacamız tütecek. Hep onun hayaliyle yaşayacağız, evet ölenle ölünmüyor kızım ama, o sevdiğim erkeği, ben ve çocuklarım yaşatıyoruz". Evlenmeyi düşünmedin mi hiç diyecek oldu Leyla, sonra bunun ne kadar saçma bir düşünce olduğunu anladı ve sustu.
"Peki senin canını sıkan olay nedir kızım, yoksa bana mı öyle geldi ?" dedi. "Haklısın Mehtap abla" dedi Leyla. Bir solukta öğretmen okulundan başlayarak, son mektuba kadar her şeyi anlattı, gözlerinden yaşlar akıtarak. Kadın Leyla'nın gözlerini silip, "tamam kızım anlat, açılırsın" diyordu. Leyla bütün olayları anlattığında, kısa bir süre sessizlik oldu. "Aman aman" dedi kadın "öğretmen hanımı üzen olaylara bakın". Yüzünde tatlı bir tebessüm oluştu. Elinden tutarak "bak kızım" diyerek söze başladı. "Aşk güzel bir duygudur, onu yüreğinde hakkıyla taşıyabilene ne mutlu. Anlıyorum ki seviyorsun, yine anlıyorum ki kurduğun büyük cümlelerin içi sevgiyle dolu ve onunla evlenmeyi bile düşünüyorsun. Bütün bunlara rağmen sevgini basit olaylara, rastlantılara, olasılıklara bağlıyorsun. Sonuçlar beklediğin şekilde gelişmeyince işi kadere yoruyorsun. Sevgini kurtarmak için çabalamıyorsun, hep karşıdakinden bekliyorsun". "Ama ona mektup yazdım Mehtap abla, üstelik ailemin bu yaz beni başgöz etme niyetlerinden bile bahsettim". Gülümsedi kadın "Peki sevgili öğretmenin mektubun o delikanlıya ulaştığını nereden biliyorsun, hadi ulaştı diyelim, sana yazmadığını nereden biliyorsun, sevgini ve geleceğini posta idaresinin çalışma şekline nasıl bağlayabilirsin". "Haklı olabilirsin Mehtap abla, ben hiç böyle düşünmemiştim, ama şu an artık yapabilecek hiç bir şey yok". "Olabilir kızım" dedi kadın "Eğer seviyorsan, bir yolunu bulabilirsin, ha şunu da söylemeliyim. Gerçekten seninki bu sevgiye son noktayı koymuş olabilir, ya da bir başka birini bulmuş olabilir. Neyse üzme canını, daha çok gençsin ve bir çok şey için yolun başında sayılırsın". Kahvaltı masasına oturalı nerdeyse iki saati buluyordu. Kahvaltı çayından sonra demlenen keyif çayını da bitirmişlerdi. "Masayı ben toplayabilirmiyim ?" "Peki kızım". Masanın toplanması, ardından bulaşıkların yıkaması sırasında da içtenlikli sohbet devam etti. Kadın, köken olarak Hafik'li olduklarını anlattı, teyzesi çok rahatsız olduğu için üç günlüğüne kısa bir ziyaret yaptığını anlattı. Leyla'da doğduğu yerleri, ailesini ve yaşamında önemli anılar bırakan Yunus Emre İlköğretmen Okulunu anlattı. Zaman zaman cümleler Kubilay'a kadar uzandı, o zaman Leyla'nın yanakları daha bir al al oldu, daha bir içten kurdu cümleleri. Mutfağı silip, süpürüp oturma odasına geçerken saat onbire geliyordu. "Ben yavaş yavaş çıkayım" dedi Leyla. "Tamam çıkarsın, daha bir saat var, biraz istirahat et. Her beş dakikada bir otobüs geçiyor buçukta çıkarsın, rahat yetişirsin. Hatta izin verirsen yolculayayım seni, çünkü kanım ısındı sana" dedi kadın.
11.30 da otobüs durağına geldiler ve beklemeye başladılar. Az sonra otobüs geldi ama içi hınca hınç insanlarla doluydu ve durakta durmadan geçti. "Bir sonradakine biner yine yetişiriz, merak etme" dedi Mehtap hanım ama beş dakika sonra gelen otobüs de doluydu. Kadın biraz huzursuz oldu ama belli etmeden "Yetişiriz Leylacığım" dedi. Nihayet üçüncü otobüste zorlukla yer bulabildiler. Ne var ki şoför kalabalık trafik yüzünden otobüsü yavaş kullanıyordu. İkisi de huzursuzlaşıyorlar sık sık sata bakıyorlardı ama ne çare yapacak bir şey yoktu. Otogar durağına geldiklerinde beş dakika kalmıştı. İkisi de koşarak indiler otobüsten hemen emanet bürosunun yolunu tuttular. Emanetten eşyaları almak kısa sürdü hemen perona doğru koştular. Zamanla yarışıyorlardı. Leyla koşuşturma anında birden önünden küçük bir çocuğun geçmekte olduğunu fak etti, durmaya teşebbüs etse valizler çocuğa çarpabilirdi çocuğun yanından geçmeyi denedi. İşte ne olduysa o anda oldu karşıdan gelmekte olan üçtekerlekli simitçi arabasına çarptı. En son hatırladığı oydu. Gözünü açtığında Mehtap hanımın el ve yüzünü kolonya ile ovduğunu ve etraflarında bağırtılarla yol gösteren bir çok insanın toplanmış olduğunu gördü. "Ne oldu bana abla ?" "Çok şükür kızım her hangi bir problem yok. Simitçi arabasıyla çarpıştın ve tehlikeli bir şekilde yere düştün, sanırım başını çarptın ama Allah şükür iyisin, hadi kızım". "Otobüse mi ?" diyebildi Leyla. "Hayır kızım, sanırım otobüsün gitmiştir. Onu sonra düşünelim önce seni acilen hastaneye götüreyim, bir doktora görünelim. Her şey iyiyse sonrasını o zaman düşünürüm". Leyla "ama abla bir şeyim yok, görüyorsun" dediyse de dinlemedi Mehtap "Bunları sonra konuşalım". Hemen bir taksiye bindiler, en yakın hastaneye gittiler, acil kapısından girip muayene oldular. Herhangi olumsuz bir bulgu yoktu. "Çok şükür" dedi Mehtap hanım. "Çok özür dilerim kızım, benim yüzümden oldu, eğer on dakika önce çıkmana izin verseydim bunların hiç biri olmazdı". "Olur mu abla ben daha dikkatli koşmalıydım". "Hadi önce bir eve gidelim, daha sonrası için yeniden bir karar veririz". "Peki" dedi Leyla, başı şiddetli bir şekilde ağrıyordu ve içinden hiç itiraz etmek gelmedi. Eve ulaştıklarında ikindiyi bulmuştu. Mehtap hanım "Acıktık bir şey hazırlayayım" dediyse de Leyla eğer kendisine izin verirse biraz uzanmak istediğini söyledi. "Tabiki kızım" dedi, salondaki kanepeyi hemen açıp yatak pozisyonuna getirdi.
"Leyla, hadi uyan kızım. Akşam oldu. Hadi uyan bir iki bir şeyler yiyelim sonra istersen yeniden uyursun." "Aman tanrım abla nasıl bu kadar uyudum, bu saatte otobüs bulabilirmiyiz" dedi Leyla. "İstersen bakarız" dedi Mehtap hanım "Ama gerek yok, güzelim. Bu akşam burada kalırsın sabah ilk otobüsle yolcularım seni söz". Leyla tamam anlamında başını sağladı ve gelişen bu sevgi ortamı ve iyilikler, güven, destek için minnettarlığını anlattı uzun uzun.
Kubilay öğretmen Ağrı'ya vardığında ilk iş olarak memleketine gitmek için otogara gidip bilet almak istedi. Ancak Eskişehir'e direkt otobüs seferi yoktu. O nedenle Ankara üzeri Eskişehir'e sonrada Çifteler'e giderim diye düşündü ve öğleden sonrası ilk otobüse biletini aldı. Otobüsün hareket saatine kadar şehri gezdi. Otobüse bindiğinde hedefine ulaşmaya bir adım daha yaklaşmış bir insanın kararlığının gülümsemesi vardı yüzünde. Otobüs daha Ağrı'yı terk etmeden uykuya daldı. Aralarda uyandıysa bile çok tatlı hülyalarını bozmamak için gözlerini açmadı. En son uyandığında, saat altı buçuğa geliyor ve otobüs Ankara'nın kenar mahallelerinin içinde hızla ilerliyordu. İlk otobüse yetişirim diye dündü. Çok güzel rüyalarla dolu bir uyku çekmişti. Tüm vücudunu dinlenmiş ve dinç hissediyordu. Otobüs otogara ulaştığında saat yedi olmuştu. Bagajlarını aldı ve Eskişehir otobüslerinin kalktığı yazıhaneye vardı. "İlk otobüs yedi otuzda" dediler. "Tamam, bana bir bilet" dedi. "Eşyalarım bir müddet burada kalabilir mi, kahvaltı yapacağımda" "Tamam geç kalma" dediler. Otobüsün kalkmasına beş kala yazıhaneye gelip eşyalarını aldı, otobüsün kalkacağı perona gelip muavine eşyaları teslim etti. Muavin "Abi, neden geç kaldın ya, araba kalkmak üzere" diye sitem etti. Muavin haklıydı, Kubilay arka sıralardaki yerini bulup oturuncaya kadar otobüslerin kalması için uyarı gongları çalınmaya başlamıştı. Otobüs Ankara'yı terk ederken az önce aldığı gazeteyi okumaya başladı. Otobüs doluydu, herkes birbiriyle sohbete başlamıştı. Ankara'dan çıkalı iki saat olmuştu ki muavin, az sonra Sivrihisar'da yemek ve ihtiyaç molası verileceğini duyurdu. Kubilay inip biraz hava alırım diye inişe hazırlandı. Otobüs mola verilecek dinlenme tesislerine girerken anlaşılmaz anonslar başladı. Otobüs durduğunda Kubilay yerinden kalktı arka kapıya yöneldi ve dışarı çıktı. Bahçede ilerlerken karşıdaki büfenin önünde gazete satın alan bir bayan dikkatini çekti, ne kadar da çok Leyla'ya benziyor diye düşündü. Ama ne alakası var ki, sadece benzerlik. Ama içine bir kurt düştü içine hatta yüreği çoktan pıt pıt etmeye başlamıştı bile. En iyisi büfeye bir şeyler almak için gideyim, hem de bu bayanı yakından görürüm diye düşündü. Ağır adımlarla ilerlemeye başladı, yüreği daha hızlı atmaya başladı. Büfenin yanına yaklaştığında bayan gazetesini alıp geriye döndüğünde birden yüz yüze geldiler. "Leyla ?!" "Kubilay!!!"
"Hiç yağmur damlarını tutmayı denedin mi? Tutabildiklerin senin, tutamadıkların ise benim sana sevgimdir" dedi Kubilay. Leyla Kubilay'a yaklaştı "Peki sen ağustos gecelerine gökteki yıldızları saymayı denedin mi ? Sayabildiklerin senin, sayamadıkların benim aşkımdır".
"Canım, bir tanem, güzelim, gökkuşağım".
"Aşkım, sevdiğim, ilkbaharım"…
Zeki Yıldırım
zekiyildirim@kahveciyiz.biz
Yukarı
|
Tanıdık olmasın zaman
Evet, hiç bir şey iyi gitmiyor..
Siz çok şanslısınız en azından gideceğiniz başka bir şehir var..
Bazıları sizin kadar şanslı değil oysa onlar onu yaşatan şehirde yasamak zorundalar... Ne kadar kaçmak isteseler de dünyanın diğer bir ucuna bu mümkün olmuyor.
Aslında, onu yaşatan şehir mi kendi beyinleri mi orası tartışılır!...
Bazen, kendi düşüncelerinden kaçmak ister insan hatta hafıza kaybına uğramak ister. Kısmen unutmak bazı şeyleri. Mümkün olmuyor bütün bunlar ne yazık ki…
Sizin aksinize herkesin bana küs olmasını yeğlerdim oysa. Korkmam dargınlıklardan. Birileri beni küstürüp, kıracağına, kıran taraf olmak en iyisi aslında. En azından o zaman canım daha az yanardı. O zaman, cevap arayan olmaktan ziyade cevapları bilen taraf olurdum belki!... Kim bilir?
Keşke sözü o zaman bu kadar ağır gelmezdi dilime... O zaman bir boşluk içinde gözleri bağlı, el yordamıyla bulmaya çalışmazdım gideceğim yönü...
Kim bilir, belki ben de o zaman umursamazdım , diğer umursamayanlar gibi...
“Bana ne” diyebilirdim bencil tüm yanlarımı kalkan yapıp yüreğime...
Artık güzel bir şeyler duymak isteyip istemediğimi bile bilmiyorum. Aslında biliyorum. Güzel olan hiçbir şeyi görmek, güzel olan hiçbir sözü duymak istemiyorum. Hiçbir sevgi sözcüğünün değmesini istemiyorum duyularıma. Acaba gerçekten doğru mu? sorusu tırmalamasın diye usumu...
Duruşumu değiştirdim nicedir. Şimdilerde korkmuyorum artık insanlardan. Her yanım yara bere içinde kanadıkça kanıyor. Belki de bundan gözü kara cesaretimin şaha kalkışı. Belki artık biliyorum kan kaybından yitip gitmeyeceğimi. Akacak ne kanım var artık, yaralanacak ne sağlam yanım. Ruhum düşürüldü savaş meydanında sabaha karşı bir tenhada. Şimdilerde onurlu bir şehit miyim, onursuz bir esir mi?...Bilmiyorum...
Bir yerler de ateş kes borusu ötmüş olmalıydı ve geri çekmeliydi düşman askerlerini. Karşımda koca bir ordu olduğunu göre göre, bir deliye yakışacak cesaretle attım kendimi ateşe...Yanıp kül mü oldum yoksa sis duvarı ardında kayıp mı?...Bilmiyorum...
Evet aşkı hep küçük gördüm hayatım boyunca. Hep küçümsedim, ittim, kaktım, hor gördüm. Varsa bile yok sayandım...Asıl şimdi birileri bana aşkı önemsediğini söylemesin ya da ne kadar büyük olduğunu. Ben gördüm biliyorum. Aşk, gözle görünmeyen bir mikrop kadar küçük. Şifayı kapana kadarmış yokluğu. Varlığı ise yüksek ateşli bir hastanın göz yanılsaması.
Bunları anlatsam öyle çok dirsek yerim ki! Zafer sarhoşu savunucularından. Öyle çok kızılır, bağırılır ki. Savunucuları dökülür sokağa, aleyhime küfürler savrulur. İnler sokak araları belki. Herkes bir nefer gibi savaşırdı aşk için, ama eminim kimse ölüleri sahiplenmezdi toz bulutu ortadan dağılıp, cesetler gün yüzüne çıktığında. Sonuçları doğuran nedenlerin cevabı, hiçbirinde yok oysa. Sorsanız, açıklayamaz lal olur dilleri... Hiç biri acının dermanını söylemez. O kadar cahildir çoğu... Şimdi hani vardı diye sorsam var diyenlerin çoğu yön bilmez. Hiç biri bir Kutup Yıldızı, bir karınca yuvası etmez kaybolanın gözünde...Bilirim.
Siz yarın bir başka şehre gideceksiniz belki. Ne acı!..Ben ise aynı şehri solumak zorundayım. Siz bir tanıdık sese ihtiyaç duyacakken, ben hiç tanımadık yüzlere hasret kalacağım bu şehirde. Sonu olmayan bir yol bilsem, isimsiz bir kasaba, soluksuz bir hava... Bilsem ki, huzurun ana vatanı kara deliğin merkezi; Yok olmak pahasına bir valize doldurup geçmişi, ardıma bile bakmadan, helallik almadan hakkım olanlardan ve hakkı olanlardan, defolup gideceğim. Ne yazık ki kayıp kenti bulamadım henüz
Siz yine de gittiğiniz şehirlere iyi bakın ve bırakın hiç tanıdık olmasın zaman....
Hoşça kalın.
Nurdan Pamuk
Yukarı
|
Kahvecigillerden : Celal Kılıç |
PARAGRAF
Zamanı dolan bir ömrün ölümü, sonbaharda solan yaprakların dökümü ile eşdeğer olabilir işe mana boyutunda bakarsan. Nasıl emeklerinin vadesi dolunca yaşlanan, tazmin edeceği şeylerle memnuniyetini amortisman adı altında elde eder ve sevinir yani.
Ki yapraklar "geleceğiz" muştusunu da beraberinde söylerler sonbaharda gidiş hazırlığı yaptıklarında. Ama belki dönüşlerinde bir kaçı konacak dalların budanmasına içerlediğinden mi, yoksa imkanın elvermediği, nasipsizliğin ona aman vermediğinden mi, gelemezler bir daha veda ettikleri terminale.
bitişi olan her nesne bitişini kutlamalı giderken, sevinmeli yaşadığı zamandakinden hayli yüksek bir iştiyakla. Bayram etmeli..
Karnesini alan kimi çocuk tatilin geldiğini anlar karnesiyle birlikte ve kimisi de ta ay ya da lar öncesinde saymaya başlar günleri, ve sabah vakti o kutsal pazartesilerine denk gelme ihtimali olan bir günde yürürken kaldırımda, yanındakine seslenir.. "az kaldı" der ve istiklal marşının yalnızca iki mısrasına karşı dik duruşunu sergilemek içinde hazırlık yapar bütün düğmelerini ilikleyerek. Ama öte taraftaki suskun delikanlı bıyıklarının terlememesine aldırmadan, takasa hazırlanır sömestriyle. O uykusuz gecelerinin tezahür etmesi için sevinir belki, ve belki karnesinde yaldızların ve ek-A'ların oluşu da ayrı bir iftihar tablosudur onun için.
Yani buralardan çıkarılacak öyle çok teferruatik bilgiler bir miktar gereksiz bilgi olarak insanı zahmete sokar.
Alınması gereken en net ifade;
1-Bitişlerde herkes sevinir nihayetinde. Belki herşeyin özünde olan disiplinin bitişle beraber rehavet arefesi sevindirir biten şeylerin sorumlularını.
2-Dönüşü urbasında saklayarak gidenler dönemeyebilirler.
Yani nasıl anlatsam diye bu kadar kelimeyi ortaya saçmam iyi mi oldu yoksa konuyu mu unutturdu, orası muamma şimdilik.
Ama bildiğim bir kaç şeyi de yazmaya gitmedi elim işte.
Sana olan saygımı dahi sır diye kementlemeliyim belki de...
Ne zaman SEN aklıma düşsen,
Düşer bir elma yamaçlarıma,
En kırmızı ısırık izleri bırakır sensin,
Gevrek zayi ilanlarına.
Ne zaman sen aklımdan düşsen,
Kırılır yüzün gözün, sakat kalırsın.
Müteferrik eczaneler satışa çıkarılmışken.
...
Defterin çok ağır...
Düremiyorum...
Celal Kılıç
Yukarı
|
Misafir Kahveci : Fulya Özgen |
Öylesine bir hikaye...-2-
Hayatında biri yada birileri var mı bilmiyorum. Birileri olabilir ama birisi yok. Olsaydı, eğer özel birisi olsaydı burada benimle olmazdı. Peki ben O'nun için, hiç özel olmuş muydum? Özellik onun yaratıp yaşattığı ilişkide miydi? Ben; kendisini kandırıp 'biz' adı altında varolmaya gönüllü olmasaydı ne olurdu? 'Ben' kendisini bende tutsaydı şimdi olur muydu yada geçmiş?
Sorgulamalar arasında direksiyonu kavrayan ellerini görüyorum. Yola bakışına bakıyorum. Eski ve yeni Atilla arasında değişmeyen tek şey o benci duruşundaki hava. O asla bencil bir insan olmadı ama ilişki içinde daima kendisinden yana olmayı başardı. Ben O'nu tüm sevgim ve ilgimle sarıp sarmalarken O bundan asla etkilenmedi. Ve 'ben', o gittikten sonra kendisine en çok bu yüzden acıdı. Evet, 'ben' kendisine acıyarak çok acılar çektirdi. Ama şimdi....
Ay tam karşımızda ve biz Ay Yolculuğuna çıkmayalı tam beş yıl geçmiş. Ay'ı takip etmek. Onun olduğu istikamette, yol nereye götürürse oraya kadar gitmek bizim Ay Yolculuğumuzdu. Yine aynı yolculuktayız. Başka hissedişler ve başka bilişlerle....belki de başka kişilikler ve başka rollerde.
Sahil yolunda ilerliyoruz. Sağ tarafımızda deniz var. Adalar geceye takılmış pırlantalar gibi parlıyor denizin yakamozları arasında.
Duruyoruz. Arabadan inip, kayalara doğru yürüyor. Ben de onu takip ediyorum. Hava ılık. Gökyüzüne bakıyorum. Sonra denize, sonra tekrar gökyüzüne.
Herkesin, deniz kenarında yaptığı şeyi yapıyorum. Bunu bu anda keşfetmek rahatlatıyor. Yalnız değilim. Üstelik, eski bir sevgiliyle bu kara diliminde, benden önce birilerinin mutlaka zaman geçirdiği düşüncesi daha da rahatlatıyor. Gülmek geliyor içimden. Gülümsemek aslında ve gülümsüyorum içimden. Eski sevgililer burada ne yaptı ve yaşadıysa üç aşağı beş yukarı aynısını yaşayacağımı bilmek komik geliyor. Sahiden de farklı ne olabilir ki. Aya yolculuk mu? Birileri mutlaka bunu yaşamıştır. Biz, benler olarak yeni hayat deneyimleri üretmemiştik ki. Evet işte bu anda her kesin yaptığını yapmak ve yaşamak zamanı karbon kağıdıyla sonraki zamana geçirmek oluyor. Otomatik durumlar konusunda uzmanlaşmış medeniyetin sadık fertlerinden birisi olarak sırasıyla denize, Atilla'ya ve gökyüzüne bakmaya devam ediyorum.
Ay kocaman parlıyor. Atilla elimden tutuyor. Düz bir kayanın üzerine çıkıyoruz. Artık geçmiş zamanları ve şablon yaşayışları yitirmiş olarak, şimdide buradayım. Elimi tutan adam, adı Atilla olan ve çok eski bir tanıdık. Ama derin ifadeler taşıyan gözleri bana yönelmişken çok da yabancı olmadığım bir adam Atilla.
Yeninin, eskiden tek farkı karşımda duran bu adama artık aşık olmadığım gerçeği. Aşk olmayınca ona yüklediğim anlam da kendiliğinden zamanın bir yerlerine çekip gitmiş. Bilmeye korkuyorum ama Atilla artık benim için her kes kadar tanıdık ve her kes kadar yakın. Zaman bizi kaplayıp tüketmemişti ama bu tükenmemişlik sadece eskinin anlarını şimdinin anlarına taşıyor o kadar. Ellerimizi birleştiren, buraya gelmemizi sağlayan veya onun gecenin bir yarısı beni aramasına neden olan bu bitmeyişti. Zaman ne kadar transfer edilebilir ki? zaman transferi geçmişte ışık altında oynanmış bir oyunun şimdideki yansıması gibi. Kendimi bu gölge oyunu içinde duyguları arar buluyorum. Ama duygular ışıkta oynanan oyunun, katılımcıları. Yansımaları sadece bilişte. Duygu transferini; duygunun nasıl bir hissediş olduğunu bilerek gerçekleştirebiliyorsun. Bu yeni bir sahne aslında. Duyguları neden arıyorum ki.
Bir insanın bizde ki anlamını, bizim onunlayken kendimizde taşıdığımız anlamı, bizce yaşam anlamı olan birlikteliğimizin üstün anlamını yitirmişiz. İlişkiler ister yarım yaşansın, ister yaşanırken tükensin, zaman değiştiğinde bizdeki anlamını yitiriyor. 'Ben'lere geçiş yapıldığında her türlü anlamını yitiriyor. Bunu idrak etmem için, geçmiş bir ilişkinin bu ana yansıması gerekiyormuş. Geçmişin yansıması şimdinin ışığa tutulmuş gölgesi. Bu yeni bir sahne aslında. Yok olmuş tüm anlamları boş veriyorum. Bu yeni bir sahne olsa da, onunla ilişkimizi(!) oynamayı tercih ediyorum. O benim için hala eskinin adamı. Bende O'nun için öyleyim. Şimdide birbirimizi tanımak için, ilişki sahneleri yaratmadık. Belki de ilk kez biz olmadan benlerde varoluyoruz. Zamanın çok gerisinde ki 'biz' gibi görünüyor olsak da, şimdinin 'ben'leriyiz.
" 'Özür dile Ay'dan' diyen sesinde, suçlama maskesi takınmış, muzip tınılar var.
Elimi elinden yavaşça çekiyorum. Biraz uzağa gidip O'na bakıyorum. Ay'a bakıyorum tekrar. Neden şu anda yada şu anıda kapsayan geniş bir anda benimle olmak istediğini söylemek yerine, olmayan bir suçu üstüme atarak bir şeyler elde etmeye çalışıyor ki? Ben biliyorum geçmişin bittiğini ama O neden benimle geçmişi yaşamayı tercih ettiğini söyleyemiyor? Geçmişte mutlu olduğu için, bana ve ilişkiye yüklediği anlamı unutmadığı için burada olmayı tercih ettiğini söylemiyor ki. Söyleyemez. Geçmiş yada şimdi fark etmez. kendisini tüm zamanlar içinde ele vermemeyi en güvenli yol olarak görüyor. İlişki korkağı her kes gibi. Biz neden kendimiz dışındaki her şeyle ve bizde olmayanlarla ortalarda olmayı güvenlik olarak algılıyoruz ki? En önemlisi neden her şeyimiz olduğunu düşündüğümüz, her şeyimiz olduğuna karar verdiğimiz, karşımızdaki insandan saklanıyoruz? Biz, neden 'biz' olamıyoruz? 'Ben'ler çok korkuyor olmalı. Ben artık korkmuyorum.
" O bana küskün değildir. Belki sen küstürmüşsündür Ay'ı, sen özür dile. Diyorum. Sesimdeki sakinlik içimdeki sakinlikle aynı. Karmaşada huzur var.
Başını sallıyor, gözleri gözlerimde. Hüzün mü var bakışlarında? Olduğu yere diz çöküyor. Ellerini Ay'a uzatıyor. Her hareketini dikkatle izlerken geçmişin şimdide aynı duygularla olabilmesini istiyorum. Sızı düşüyor içime. Keşke, keşke olabilse... çünkü o zamanların duygularını anımsıyorum ama anımsamak yaşamakla aynı değil. Bir daha hiç kimseyle yaşanmamış duyguları anımsamak Atillaa'yla yeniden yaşanılırlık istiyor. Yaşayışlar duygu, duygular yaşayışlar yaratıyordu. Duygular olsun diye yaşayışlar icat ediyorduk. Yada tam tersini yaratıyorduk. İçimizden geldiği gibi...
Geçmiş bir zamandaki görüntümüz geliyor aklıma. Başka bir gece, başka bir kaya ve biz henüz başkalarıyken karşılıklı diz çöküp, birbirimize sarılı dururken, Ay ışığı üstümüze düşüp bizi kutsarken...ilk kez öpüşen biz geliyor aklıma.
O, orada tek başına kutsanırken, ben onu izliyor ve geçmişi anımsıyorum. İçimde bir acıma var. Şimdiye mi? Geçmişe mi? O'na mı? Bana mı?
Ağlamak istemeli miyim? Ağlamalı mıyım? Eskiye ve eski yada yeni bize acımalı mıyım?
Nasıl böylesine ışıkta varolup kaybolan,matlaşan duygular yaratabilmişim kendime. Oyunun kurallarını bozdum ve şimdi canım yanıyor.
Bizde bitmeyen neydi yada tükenen neydi. Oysa yarımdık biz. Yarım kalmış kocaman duygularımız vardı bizim. Duygular zaman gibi ağır ağır yoğunlaşırken, birde özlem eklendi anlara ve yitik bir şimdiyi yarattı.
'Ben' ne yapmıştı? 'Biz' olmak için ödünler vermişti. O ne yapmıştı. Saltanatlar içinde bir sevginin tüm konforunu yaşamış ve bundan da sıkılmıştı.. Sıkılıyorlardı. Belkide insanın kadın yada erkek yüzü önemli olmaktan, önemsenmekten sıkılıyordu. Ben sıkılırmıydım. Ama ben biz adı altında saltanat kurucuydu. Onun sefaleti sevgiyi ve ilişkiyi canlı tutuyordu belki. Atilla kendisini bu ilişki içinde işe yarar görmüşmüydü. Ben her zaman bizin ve kendisinin tüm hüzünlerini, mutluluklarını insanın hayat desteği tüm yaşayışlarını bolca tüketmişti. Atilla'ya sadece sevildiği için minnet duyması, aşka ilişki içinde durarak sahip çıkması, ve basit bir iki ilişki gerekliliğini yerine getirerek, eğer istiyorsa bana aşık olması düşmüştü. İlişkinin ilişki gibi kalabilmesi için ona fazla iş bırakmamıştım. BELKİ de!....
Kaçanın kovalandığı, kötü davranışlar sergileyenin kazandığı, aldatanın affedildiği, hediyeler almayana hep alınmayanın hediyeler verdiği, zor olanın değerli olduğu, gibi doğa altı, insan üstü ilişki şablonlarına inanan bir insan topluluğunun fertleri olarak, ilişki dengesinin alt tarafında olmayı seviyor olabiliriz BELKİ de...
Sevilmek, önemsenmek, özen gösterilmek canımızı mı sıkıyor bizim. Emek verdiğimiz zaman (her şey de olduğu gibi) ilişki bizim mi oluyor. Sahip çıkmaktan, çoğaltmaktan anladığımız bumu.
Nasıl böylesine ışıkta varolup kaybolan,matlaşan duygular yaratabilmişim kendime. Oyunun kurallarını bozdum ve şimdi canım yanıyor.
Duyguları anımsarken, hissetmeyi unutmamalıydım. Nasıl becerdim ilişki formatlarından sıyrılmayı? O, aradığında ve Onu beklerken varolan heyecan, yüreğimdeki kıpırtılar, bildik bir sevgiliyle yan yana olmanın huzuru nerede? Onları bulmak istiyorum. Şu anda onlara ihtiyacım var. Burada ve onunlayken, hatırladığım duyguların aşkını geçmişten getirmeliyim. Çünkü çok güzeldi, çünkü çok emek vermiştim ve asıl çünkü ben onu kazanmak için çok benler öldürmüştüm. Kendim için istiyorum eskinin aşk duygularını. Ama farkındalıkla aşk oyunu oynanmıyormuş.
Okan'ı buluyorum yalnızca. Onu düşünmek istemiyorum. Farkına varmak istemiyorum. Aşkın ilişki yaşayışını kendimden uzaklaştırmak istemiyorum. Farkında olsam da geçmişime yabancılaşmak, geçmişte tutkunu olduğum bu adamın yanımdaki varlığından vazgeçmek istemiyorum. Belki de Okan'ı aldatıyor olmak gibi bir suçluluk tüm bunları düşündürtüyor. Atilla'yla yarım kalmış bir zamanımız var ve onu tamamlamalıyız. Kararlı bir gülümseme yayılırken yüreğime ve yüzüme yanına gidiyorum. Geldiğimi fark edip elini uzatıyor. Geçmiş zamanların yarım kalmış bölümünden bir çağrı bu. Elini tutuyorum. Aşkın zamanda yolculuğundan beş yıl önceyi seçiyorum kendime. Duyguları anımsıyorum. Duygular gerçekmişçesine canlanırken bedenimde, karşısında diz çöküyorum. Öpüşmek geliyor aklıma. Sevgilinin dudaklarında varolmak. Varolduğun o yerde kalp atışlarının ritminde vals yapmak. Okan'la unutmuştum Aşık Ruhların vals yaptığını. Yada Oyuncu Ruhların....
Okan anlayabilmiş miydi hangi duygularla dudaklarımızın ve ağızlarımızın birleştiğini?Bir sevgiye dokunuşun narin kelebek kanatlarıyla uçuşunu, bir sevgiyi sunuşun, yapraklarla rüzgarın sevişmesi gibi özgür oluşunu, sevgiyi öpüşün, bir başka sevgiye akışını, bir sevginin gözlerine bakışın, aynadaki sevginin bakışı olduğunu, özlemin hazzını, yokluğun çaresizliğini biliyor muydu?
Belki. Ama belki de O yalnızca bedensel sunuşları biliyordu. Karşısında diz çöktüğüm bu adam ise ruhsal sunuşları biliyor.
Derinliğinde kaybolduğum bu adam şimdi anlamını bildiğim bakışlarla gözlerime bakıyor. Çok öncenin bildik, tanıdık ruhunun kıpırtılarını görüyorum bakışlarında. Ruhu bakışlarından dışarı çıkıp sarıp sarmalıyor sanki ruhumu. Ve O'na bakarken şimdinin gözleriyle, sarılıp sarmalanmış olan ruhumun kaçıp gitmek istediğini duyumsuyorum.
Önceleri çok sevdiğim bu adamı eskinin korkak, sinmiş gecelerinde ve gündüzlerinde anlık olan aşkın, anlık yaşandığı bir yerde bırakmalı mıyım? O zamanki ben bu aşkı ve bu adamı bu zamanda sever miydi? Beni aşkın acı kollarında büyüten bu adamı, ruhuma kalkanlar takıp savaşlar kazanmamın önemini öğreten bu adamı şimdi de kabul etmeli miyim? Tüm yaşanılanların ruhumdaki kayıtlarını silip, Atilla'nın yeniden bende, taze bir aşkta filiz vermesi için kalbimle O'nu yeniden sarabilecek kadar cesur ve masum muyum? Buna izin verir miyim?
Ya da; ruhumu ruhuyla dolduran, derinliğinde kaybolduğum, kaybolup yok olduğum bu adama, bizim biz olmadığımızı, benim ve O'nun değiştiğini anlatmalı mıyım?
Bu kadar çok sorunun nedeni karar verememek olsa da karar verememek; vazgeçmeye istekli olduğunu,aslında yitirmeyi istememektendir. Ben bu adamı tekrar yitirmeyi istiyor muyum?İstediğim Atilla mı yoksa onun yaşattığı, ruhuyla yaratıp yaşattığı aşk mı?
Artık karar vermek veya istek belirtmek için çok geç. Dudakları, dudaklarıma dokundu. Yaşam yine kararsızlığımdan istifade edip, kendi kararlarını hayata geçiriyor.
Bu andan sonra bana düşen, 'Hayat' adı verilmiş olan filmimin, zaman platosunda, yaşam tarafından yazılmış olan senaryosunda ki rolümü üstlenmek. Ama ben geçmiş ve şimdi arasında rolümü unuttum.
Dudaklarımda dolaşan yabancısı olmadığım bu ağız, ona eşlik etmem için beni zorluyor. Bilemez, kendimi dudaklarımdan ona aktarmak için, beni ne kadar zorladığımı bilemez. Geçmiş zamanların benini çağırıyorum, oyuncu ruhumu çağırıyorum... hiç kimse gelmiyor ve hiçbir şey değişmiyor. Artık kendimim. Artık rollere bürünmek yok. Dudaklarım ay ışığı altında birisiyle öpüşüyor. Öpüştüğüm her neyse, her kimse, ben orada tek başımayım. Beyaz mermerlere dönüşürken kayalar, bir şeylerin kurban edildiğinin farkındayım. Ben beni kurban ederken, masum entrikaları adıyorum aşka. Aşk, artık aşk değilken, anımsanan duyguların varlığına tüm zamanlarımı kapatıyorum. Duygusal zaafların ve tadı damaktaki tüm yaşayışların şekil değiştirmiş tutkularını bu anda yok sayıyorum.
Devamı var
Fulya Özgen
Yukarı
|
KONTRA MİZANA : Tamer Soysal |
TRONA SAVAŞLARI -2-
Trona madeni, tabiatta doğal olarak bulunan soda minerallerinden en yaygını.. Çok kolay eriyen bu maden bu nedenden dolayı kolay bulunamıyor ve genellikle tesadüfen bulunabiliyor. Trona madeninin en önemli kullanım alanı cam endüstrisi. Cam endüstrisi soda külü olarak da bilinen trona üretiminin yarısını tüketiyor. Cam endüstrisinden sonra tronanın en önemli kullanım alanı kimya endüstrisi. Ayrıca deterjan sanaayiinde, selülöz ve kağıt sanayinde, galvaniz kaplamada, kurşun rafinasyonunda, fotoğrafçılıkta, döküm kumlarında ve tekstil sanayinde de trona madeni kullanılıyor. Tronanın Dünya pazarındaki toplam tüketimi 34 milyon ton ve 5 milyar dolarlık bir değer ifade ediyor.
Dünya'da trona minerallerinin bilinen en geniş yatakları ise ABD'de bulunuyor. Güneybatı Wyoming'de Green River havzasında bulunan trona madeni Dünya rezervinin % 95'ini oluşturuyor. Wyoming trona havzasından yılda yaklaşık olarak 15 milyon ton trona üretilmektedir. Ayrıca Kenya'da Magadi gölünde ve Çin ile Moğolistan'da trona rezervleri bulunmaktadır. Çin ve Moğolistan'daki rezervlerin toplamı 220 milyon tondur. Avrupa'da ise henüz bir trona yatağı tespit edilememiştir.
Türkiye'de ise Ankara'ya 115 km uzaklıkta bulunan Beypazarında ve 40 km uzaklıkta bulunan Kazan köyünde trona rezervleri bulunmaktadır. Beypazarındaki rezerv miktarı 196 milyon tondur. Trona kolay eridiği için ancak başka madenlerin aranması sırasında tesadüfen bulunabiliyor. Örneğin ABD'deki trona madeni 1938 yılında petrol ve gaz aramaları sonucu bulundu. Bizdeki trona yatakları ise 1979 yılında Maden Tetkik ve Arama Genel Müdürlüğünce yapılan kömür aramaları sonucu tesadüfen bulunmuştur. Türkiye'de ayrıca Van gölü civarında da zengin soda rezervi mevcuttur ve bu bölgedede önemli trona yatakları olması ihtimali yüksek olarak değerlendirilmektedir.
Tronanın bulunmaması halinde soda külü sentetik olarak üretilmektedir. Dünya soda külü üretiminin yaklaşık % 30'u ABD tarafından doğal yollarla üretilmektedir. Trona madeninden doğal yollarla yapılan bu üretim sentetik yolla yapılan üretimden çok daha ucuz. Sentetik üretim solvay prosesi denilen yolla üretilir ve tuz ve kireçtaşı kullanılır. Bu şekilde doğal olmayan yollardan üretilen soda külünde ton maliyeti 200 dolar. Oysa trona kullanılarak yapılan doğal yoldan soda külü üretiminin ton maliyeti 60 dolardır. Trona olmayan Avrupa, ABD'ne bağımlı olmamak için soda külü üretimini sentetik yollardan yapıyor. ABD toplam 11 milyar tonluk üretiminin 7 milyar tonunu iç pazarda tüketiyor. Geri kalan 4 milyar tonu ise dışarı satıyor. 4 milyar tonun 1 milyar tonunu Latin Amerika ülkelerine, 500 milyon tonunu Japonya'ya, 1.5 milyon tonunu Uzakdoğu ülkelerine yapıyor. ABD Avrupa pazarına ise ancak 200 milyon ton soda külü satabiliyor. İşte bu büyük pazardan böylesi bir ortamda Türkiye'nin üretime girmesiyle çok önemli bir pay kazanacağı muhakkak. Tonunu 200 dolardan üreten Avrupa, ABD yerine Türkiye'den alacağı trona ile ton maliyetini çok daha aşağılara çekebilir. Bu ise Türkiye'nin 5 milyar dolarlık pazarda önemli paylar alması anlamına gelecek. Soda külü üretimini sentetik yoldan yapan Avrupa'da bu konuda en önemli şirket Solvay isimli Belçika şirketi. Türkiye'de faaliyet gösteren İngiliz Riotur şirketi ise bu büyük pazardan pay almak ve Avrupa pazarına hakim olmak amacıyla Türkiye'de 20 milyon dolarlık harcama yaptı. 60 yılı aşkın süredir Türkiye'de bulunan şirket daha önce de 1960'larda Türk Borax şirketi adıyla bor madeni alanında faaliyet gösteriyordu. Yıllarca Türkiye'de bor yataklarının zengin olmadığını iddia eden ve üretimi engelleyen, Türk şirketlerini batırmaya çalışan bu şirket, Türkiye'de bor üretimini engelleyerek tekellerin kırılmasını önlemiştir. Şimdi de bu şirket trona pazarına el atmış durumda. Trona madeni için ruhsat çıkarttıran şirket bilhassa Kazan'da köylülerden arazi satın almaya çalışıyor.
Türkiye'de şu anda tronayı sentetik yollardan kaya tuzundan üretmektedir. Mersin bölgesindeki kaya tuzu rezervleri kullanılarak Mersin Soda Sanayi A.Ş.'de üretilen sentetik trona üretimi ile Türkiye hem kendi kaynaklarını kullanmayarak pazarda pay kapma şansını yitirmekte hem de tonunu 60 dolara üretebilecekken tonunu 120 dolara mal etmektedir. Dünya soda külü üretiminin de % 70'i sentetik yoldan üretilmektedir.
29 bin nüfusu olan Kazan'da 47 bin hektarlık alanda 36 köy ve 7 mahalle var. Trona madeni çıkarılabilecek alan ise 28 bin dönüm. Bu alan ise köylülerin mülkiyetinde. Bu alandaki bir metrekarelik kısımdan 10 bin dolar kazanmak mümkün iken şirketlerin köylülere verdiği rakam dönüm başına 3 milyar civarında. Köylüler bu rakamı az bulunca şirketler rakam dönüm başına 6.5 milyara çıkartmış. Ancak, bölgeye daha arama ve ön işletme ruhsatı için 20 milyon dolar harcama yapan Riotur şirketinin daha büyük hedeflerin peşinde olduğunu anlamak çok güç değil.
Trona'nın Türkiye'deki macerası 1979'da başlamış ancak bugüne kadar kayda değer iki önemli gelişme olmuştur. Bunlardan ilki, 1997 yılında dönemin başbakanı Necmettin Erbakan'ın 10 Kasım 1996'da Beypazarında temelini attığı "Trona Doğal Soda Tesisleri"nin başlatılması olmuştur. Erbakan uzakdoğuya yaptığı gezide Malezyalı ve Singapurlu firmalarla Türkiye'deki trona yataklarının işletilmesi hususunda ön anlaşma yapmış ve daha sonra da bu tesislerin temelini atmıştır. Ancak daha sonraki süreçte bu tesislere gereken ilgi gösterilmemiş ve kısa sürede üretime geçirilmesi planlanan tesis bugün aradan 7 yılı aşkın süre geçmesine rağmen üretime geçememiştir.
Ülkemizde trona madeni 1979 yılında tespit edilmesine rağmen tüm çabalara rağmen yabancı şirketler gerekli teknolojinin transferi konusunda Türkiye'ye yatırım yapmamış, ısrarla trona olmadığını söylemişlerdir. 1994 yılına kadar 2840 kanun kapsamında devletin işletebileceği madenler arasında olan trona, bu tarihte Dünya Bankasının alt kuruluşlarından birisi olan Uluslar arası Finans Kuruluşu ( International Finance Corporation-IFC)'nin çabaları sonucu trona devletçe işletilecek madenler kapsamından çıkarıldı. IFC ise bu süreçte sürekli her projenin içinde yer almış ve uzun zaman Etibank'a trona üretimi konusunda danışmanlık yapmıştır. Sözde kreditör olan bu kuruluş danışmanlık hizmeti karşılığında 1 milyon dolar almış ancak trona üretiminde herhangi bir aşama kaydedilememiştir.
Devamı var
Tamer Soysal tsoysal@kahveciyiz.biz
Yukarı
|
<#><#><#><#><#><#><#>
Kahve Molası, siz sevgili kahvecilerden gelen yazılarla hayat bulmaktadır. Her kahveci aynı zamanda bir yazar adayıdır. Yolladığınız her özgün yazı olanaklar ölçüsünde değerlendirilecektir. Gecikme nedeniyle umutsuzluğa kapılmaya gerek yoktur:-)) Kahve Molası bugün 4.497 kahveciye doğru yola çıkmıştır.
Yukarı
|
KAR KRALİÇESİ
Parmak uçlarımda nefesin dondu kaldı
Acı bu kadar soğuk,
Buz bu kadar yakıcı mıydı?
Sen bilir misin,
Sıcak en az buz kadar dondurucu
Soğuk en az alev kadar yakıcı.
Soğuk ölüm sıcak bir uyku
Sıcak ölüm ise acı dolu.
Tek farkları bu...
Seda Demirel
Yukarı
|
Sponsoru var galiba?!..
Yukarı
|
İşe Yarar Kısayollar - Şef Garson : Akın Ceylan Yamağı : Ayşe Nur Gedik |
kaybolanlar, kaybedilenler, kısacası kayıplar
http://www.lost-in-translation.com/
"Lost in Translation" Bir Konuşabilse ismi ile vizyonda. Ana sayfadaki "everyone wants to be found"un (nasıl laf etmişler, can evinden vuruyor adamı) altından tanıtım sayfasına girin Bill Murray'i seyrederken güzel müzikle hayallere dalın derim...
www.kilovermek.com
Kaybedildiğinde sevinilenlerden - kilo! Beden Kitle Indeksinizi hesaplayın, obezite sınırlarını zorlamayın lütfen. Nedense bayanlar daha hassas kilo konusunda (hele yaza girerken) beyler de bir zahmet önce siteye sonra aynaya baksınlar - anlaştık mı edi?
www.meditativedance.com/sezgiselakil.htm
Sağ beynimizi mi kaybettik?Sezgilerimizi yeterince beslemiyor ve dolayısıyla salt mantık insanı olup çağımızın hastalığı yorgunluğa teslim mi oluyoruz? Bedeninize kulak vermek için 1 kaç dakika ayırmak isterseniz iyi bir başlangıç olabilir. Geçekte sormamız gereken soru "neden" olmasın.
http://www.616818.com/UploadFile/2004-1/2004117185898526.swf
Eğlenceli dinlence, hem de gülümsüyorlar. Sahip olduklarınızı düşünün derim bu arada, kaybetmeden önce... Ayşe Nur
Yukarı |
Damak tadınıza uygun kahveler |
WinTricks v3.0d [651K] Win9x/2k/XP FREE
http://www.wintips-inc.com/wintricks.htm
Windows 95 ten 2003'e kadar tüm windows versiyonları için hazırlanmış ayrıntılı bir ipucu arama ve bulma programı. Registry, masaüstü ve internet gibi pekçok konuda bilgiye hızlı bir şekilde ulaşmanız mümkün. Pencereleri açıkta kalan herkese tavsiye olunur.
Yukarı
|
|
|