|
|
|
Yazılan, Okunan, Kopyalanan, İletilen, Saklanılan, Adrese Teslim Günlük E-Gazete - Yıl: 3 Sayı: 521 |
9 Haziran 2004 - Fincanın İçindekiler |
|
Editör'den : Necefli Maşrapa!.. |
Merhabalar,
Bir teknik zorunluluk nedeniyle bugün erken baskı yapmak zorundayım. Bu nedenle gevezelik etmeden huzurlarınızdan ayrılacağım. Yarın normale dönebilmek ümidiyle hepinize güzel, az yağışlı bir gün dilerim.
Bir sonraki sayıda buluşuncaya kadar bulunduğunuz yerden bir adım öne çıkın. Sevgiyle... Cem Özbatur
|
Café Azur : Suna Keleşoğlu |
Bir Pazar Daha...
Kırılacak gibi duran ince bir kadehe dokunamaz ya ellerimiz bazen. İşte bazı yüreklerde incecik ve kat kat katmerli göz yaşları savururlar hayata. Orada başlar müziğin sesi.
Kurak bir dudaktan çalınan son bir öpücük olur anımsadığınız. Gökyüzü berrak değildir artık. Bulutlar, bulutlar ve bulutlar...
Yeni tanıştığı bir yabancıya verebilecek bir gülümsemesi bile kalmamıştır. Ağzında kalan son dişleri ise yemek yemesine bile müsade etmez. Yine de elinde tuttuğu bastonuyla hayata tutunuyordur bir yerinden.
Çok hasta olduğunu bildiğim yaşlı kadını ilk gördüğümde güneş tam tepemizdeydi. Benim enseme değen güneş, onun yüzünde belirginleşen acısına düşen benim gölgemdi.
Bir Pazar gününe denk gelmişti.
Hala zamanım var, son yemeğimi daha yemedim. Hala torunlarım çevremde dans ediyorlar. Çimlenmeye başlamış toprak kokusu burnumda, hala gökyüzüne bakabiliyorum.
Hastalığın acıttığı, iğnelerin delik deşik ettiği bedeni dik durmaya o kadar alışmıştı ki. Yeni tanıdığı genç kadının ülkesini merak etmişti. Gidemeyeceğini bile bile merakla sorular soruyordu. Her yanıtımı meraklı ve ilgili gözlerle dinliyordu. Kim bilir, gün döner, bir mucize olur diye gözleri hep parlaktı.
Hala zaman var, hala ayaktayım, hala saatin tiktak seslerini duyabiliyorum.
Bazen ne kadar çabuk pes ediyoruz oysa. Ne çabuk kartlarımızı bırakıyoruz yaşamın çuha masasına. Elimize baston bile almadan ne çabuk yürümekten vazgeçiyoruz. Ve koşmayı ne çabuk unutuyoruz. Bacaklarımızın terk edişine ne çabuk alışıyoruz.
Uzun uzun konuşmak istemişti benimle. Komşu bahçelerden gelen merhabalara güneş kesen şapkasını salladı merhabalar yerine. Soluğu tükenmişti ama umudu değil.
Bazı cümleleri anlaşılmaz olduğu zaman arkadaşım olan kızı tamamlıyordu nefesini. Bir nefesin diğerine can verişi. Tıpkı doğum gibi. Bu sefer doğan doğuruyordu. Hep ayakta kalmak, hep konuşmak istiyordu.
Suskunluk ölüme denk düşecek, daha son danslarını etmedi bacaklarım. Bastonum bana güç verirken eski bir şarkıyla eteklerimi uçuşturacağım yeniden.
Ne çok yaşanmışlığa eş gözleri. Yitik aşkların, kayıp dostların, eski özlemlerin burukluğuna doğanların, mutlu zamanların kahkahaları eklenmiş. Yüzündeki her çizgiye bir ilk bahar çiçeği, bir son bahar yaprağı iliştirmiş...
Ne çok güneş doğmuş göz bebeklerinde yaz sıcaklarında, ne çok kar yağmış saçlarına kış gecelerinde. Çıplak ayakları yağmurlarla dans ederken bulutlarmış kavalyesi.
Güneşi tutsa ellerim, bir daha ben olarak gelirim bu dünyaya. Bir daha ben.
Kirazlara yetişecek mi ömrüm diye düşünmez. Hastalığının sona gidişinin farkındadır farkında olmasına da bir dahaki yılbaşı ağacı süslerini düşler torunları için.
Bir güneşli Pazar günü tanıdım Onu. Daha çok geç olmadan. Daha kirazlar kızarmadan.
Bir Pazar daha bekle, bir daha geldiğinde kızarmış kirazlardan bırakacağım buruşuk avuç içlerine.
Güneş daha batmadan bir Pazar daha...
SunA.K. Grasse
sunak@kahveciyiz.biz
Yukarı
|
Cemreler Düşerken : Zeycan Irmak |
... ne gelirse meraktan...
Denemek istedim. Sadece denemek. 'Bir bu kalmıştı yapmadığın' dememek için, meraktan. Hep iyi ve güzel olanı merak edip denememeli insan. Kötü tecrübeleri de olmalı hayatta ki, iyilerin değerini bilsin. Öylesine. Yok efendim anlamı olsun, sonra müptelası olayım diye değil. Belki bir kere olacaktı, belki bir kaç. Ama daha fazla değil. Benden başka deneyenlerin, o gencecik bedenlerin bunu neden yaptıklarını bilmek, görmek, deneyimlemek için. O gidilen dünyada ne vardı ki bu kadar çekiyordu onları, bir kez, bir kez daha... sonunda bağımlısı kılacak kadar. Benim için öyle değildi işin rengi; yamaç paraşütü, bangee jamping yapmadım ama merak ediyorum ve onları da denemeye kararlıyım, bunun gibi. Sıradan işte.
Yalnız olmamalıydım birde. Yanımda en güvendiğim, güçlü kuvvetli biri olmalıydı. Sadık, dost, içimden, benden biri... Kim kabul ederdi böyle bir şahitliği? Bir kaç arkadaşıma ağız yoklamak için söylemeye çalıştım ama tuhaf nazarlarla bakıp "manyak mısın sen? Daha normal bi şey istesene herkes gibi?" dediler.
Şansa bakın ki o günlerde yolu gittiği karlar ülkesinden şehrime düşmüştü Düş Çocuğumun, biricik kan-ka'mın, tek can dostumun... O kabul ederdi. Ne olursa olsun karar verdiysem yapacağımı bilir, beni yabancı insanlara emanet edemezdi. Yanımda olmalıydı, çünkü sonuçlarını bilmiyordum.
-Anlaşıldı, ne zaman deneyeceksin?
-Yaşasın! Kabul ettin. Öyleyse hemen şimdi.
-Kızım delirdin mi? Annenlerle buluşmayacak mısın sonra? Bu senin bildiğin gibi bi şey değil.
-Vay! Beyim, demek sizde denediniz?
-Evet, bir kere denedim. Hoşuma gitmedi. Ortam oldu, bende hayır demedim. Ama senin kadar hevesli değildim.
-Sen bana bakma, benimki acemilikten. Nerden buluruz peki?
-Belasın sen ya? Ne bileyim nerden buluruz? Daha yeni indim şehre, daha konuşacaklarımız var.
-O zaman da konuşuruz...
pis bir gülmeyle,
-Hiç sanmıyorum ama neyse, görücez.
Bulduk, kolay olmadı. Oyuncak hediye edilmiş çocuk gibi heyecanlıyım. Ama aynı zamanda, suç örgütüne üye olmuş militan kadar soğukkanlı. Sanki neler yapılması gerektiğini biliyormuş gibi ağır bir sessizlikle izliyorum. Soru sormuyorum artık. Huşu içinde, tören havasındayım. Kendimi olaya çoktan kaptırmışım.
Ne kadar zaman geçti bilmiyorum. Zaman kavramı ortadan kalkıyor zaten....
Yolculuk sarsıcıydı... korku, panik, paranoya... odada olmayan ama olduğunu sandığım bir kapıyla başladı herşey... Yattığım yerden sesleniyorum kan-ka'ya;
-Orada, kitaplağın olduğu yerde bir kapı vardı. Sen o kapı gözükmesin diye kitaplığı getirmişsin oraya.
Oturduğu diğer kanepeden cevap veriyor:
-Hayır, saçmalama. Ciddi değilsin. Orada bir kapı yok. Hiç olmadı.
-Ama vardı. Ben bu eve ilk defa gelmiyorum! Sen o kapıyı kapattın, ben girmeyeyim diye..
-Tamam, peki, git bak bakalım yanına, sağdaki büyük kırmızı yaldızlı harflerle yazılı, siyah ciltli kitabı çek, kapı açılacak...
Kitaplıkta spot bir masa lambası var. oda loş... kitaplığın önünde vantilatör. Bedenim yerçekimine yenik düşüyor. Yer-bedenimi-kendine-çekiyor... ama kalkıyorum. Başarıyorum ayağa kalkmayı... Birden sebepsiz kahkahalarla gülmeye başlıyorum. Mantığım böyle bir şeye karşı çıkıyorsa da, kendimi kitaplığın önünde buluyorum. O vakur bir tavırsızlıkla beni izliyor. Kulağa çok uzaktan gelen rus ezgileri. Kadının sesi çok güzel.
-Burada kırmızı harflerle yazılı, siyah ciltli kitap yok!...
-Orada sağda bak, görmüyor musun?
-Yalan söylüyosun yok işte!
-Var, baksan görürsün solda...
-salak, dalga geçiyorsun....
Kitaplığın önünde bir sağa, bir sola gidip geliyorum...çıldırıcam, kitabı arıyorum ama yok!...
-Sağda demiştin.
-Demek ki soldaymış.
Kitaplığı geriye doğru itiyorum. Sanki ittiğimde kitaplık aynı zamanda kapı işlevini görüyor da, açılacakmış gibi.
Sıkıntıyla diğer kanepeye, kalktığım yere oturuyorum. Düş Çocuk ayağa kalkıyor. Odanın içinde volta atıyor, sıkıntılı mı ne, sigara içiyor bir yandan. Aldırış etmiyorum, çünkü o sırada benim yerçekiminle ve ayrıntılarla derdim büyük.
-Güzelim, rahat bırak kendini. Hiçbir şey olmadığını biliyorsun.
"Biliyorum ama şu an bilemiyorum..."
Binanın alt katında bir kapı çarpıyor. Kapı sanki bizim katın giriş kapısı. İrkiliyorum "GÜM!"... istem dışı ayaklarımda ve ellerimde sıçramalar başlıyor. Uyku haline ilk geçerken olur ya... öyle ama değil. İçimden "bu nasıl bir şeymiş ya, ne tuhaf..." diyorum...
-Kapı kapandı duydun mu?
-Hayır. Bizim kapı değil o. Aşağıdan geldi.
-Bizim kapıydı!
Susuyoruz. Ben içimden sürekli konuşuyorum.
-Ne zaman geçecek bunun etkisi?, diye soruyorum. Gelip yanıma oturuyor. Yüzüme bakıyor, herşey öyle flu ki...
-Ne zaman geçmesini istiyorsun?
-Aslında hemen. Ama hemen geçmez. 22,00 ye kadar geçicek. Ben gidicem ya. Gitmem lazım.
-Kendini iyi hissetmiyosan kal istersen...
-YOOOK!, diyorum. Gidicem ben. Annem merak eder sonra.
Birden korkmaya başlıyorum. Hiçbir şey söylemiyorum ama. Bunca yıllık arkadaşımdan korkuyorum. Beraber uyuduğumuz, omzunda acılarımı, sızılarımı dindirdiğim adamdan. Çok korkuyorum. Gözümün önüne sahneler geliyor. Tecavüz sahneleri. Ya bana saldırırsa? Yaz zorla... Tanrım, gidelim buradan...
-Gidelim burdan!
-Nereye gideceksin hayatım, yat uyu biraz, ben seni uyandırırım. İyi değilsin sen.
-İyiyim ben. Uyursam uyanamam şimdi. Gidelim hemen. Bak, görüyo musun nasıl terliyorum?
Terlemiyorum. Ama saç diblerimde korkunç bir alev ve basınç var.
Beyazlamaya başlıyor ortalık. Öyle beyaz ki her yan. Sakinleşiyorum tekrar. "Şeytan ayrıntıda gizlidir!" pis bir gülüş yayılıyor yüzüme.
-Şeytan ayrıntıda gizlidir, diye bir söz var duydun mu?, diyorum.
-Evet, vardı öyle bi şey.
-Herşey ayrıntıda gizli...
Mutfak kapısına doğru yürüyor.
-Hayatım kahve içer misin?
-Hayır, hiçbir şey istemiyorum. İçmem! (Afrodizyak var!) -öyle düşünüyorum. Kafein aklıma nedense gelmiyor-
Birden o'nun bedeni üç boyutlu hale geçiyor. Koyu kırmızı t-şörtü ile öyle ağır çekim ve birbirine geçişli hareket ediyor ki. Üç adam içiçe, dışdışa...
-Gidelim, boğluyorum. Soğuk terler dökülüyor başımdan aşağı....
-Tamam tatlım, hava al biraz. Açılırsın.
Çok konuşurduk biz, şimdi çok az konuşuyoruz. Ben gördüklerimle meşgulüm... neler görmüyorum ki...
Çıkıyoruz. Başım çok dönüyor. Merdivenler aşağı doru çekiliyor. Yerçekimi, ayrıntılar, didaktik iç konuşmaları, felsefe, kendi kendime. Apartman kapısında gelmesini bekliyorum. Tanrım! Ayak sesleri nasıl yankılanıyor! "GÜM! GÜM! GÜM!" 'Yavaş insene' diyorum ama sesim çıkmıyor. İçimden diyormuşum.
Tren yolunun üstündeki köprüden karşıya geçiyoruz. Yine merdivenler. Düşmekten korkuyorum. Beni sıkı sıkı tutuyor. Sendelememeye, insanların dikkatini çekememeye çalışıyorum. Ufak bir cafeye otuyoruz. Ağaçlıklı, dışarıda bir masaya. Genç bir adam oturuyor yan masada. Bize bakıyor, anladı. Benim yüzümden, bakışlarımdan anladı. Kuşkuyla bakıyorum kanka'ya "panik yapma! Anlamadı!" diyor sessizce. O nerden biliyor ne düşündüğümü?... Adamın masasında tavla var;
-Tavla oynamak isterseniz alabilirsiniz.
-Hayır, teşekkürler. diyoruz ikimiz birden.
Gözleme, ayran ve meyve suyu söylüyoruz. Portakal suyu içmek istiyorum, yokmuş. Ağzım kekre ve morfin yemiş gibi uyuşuk. Görüntüler kayıyor. Midem bulanmaya başlıyor.
-Midem bulanıyor, çıkalım burdan.
Ayağa kalkıyorum ve caddeye doğru yürüyorum. Çok karanlık, yer kayıyor, yer çekiyor. Sendeliyorum. Su! Çok susadım... kalktığımız yere tekrar geri dönüyoruz. Niye gitmek istediğimi anlamadım, niye geri dönüp oturmak istediğimi de. Korku ve panik başlıyor. Kötü bir kâbus görüyorum, uyanınca hepsi bitecek...
Meyve suyum ve gözleme geliyor. Gözlemeden bir iki parça yiyorum. Meyve suyunun yarısını içiyorum. Tekrar mide bulantısı....
Bu sefer çıkıyoruz. Çok ağır hareket ediyorum. Çok uykum var. Ama uyumamalıyım. Annem beni bekliyor. Çok merak eder. Doktora gitsek. Hareketlerim de üç boyutlu. Kolumu kaldırmam beş saniye, adım atmam üç... hareket makenizması bozuk. Siren sesleri. Köpekler... sokak köpekleri bize bakıyor. Havlamıyorlar. Korkmuyorum ki ben? Ya ısırırlarsa, kuduz olursam? Karnıma iğne yaparlar. Tetanoz mu? Yok canım, nerden çıkardın? O başka bi şeyde yapılıyordu? Ama ne? Çıldırcam, bulamıyorum!
-Doktora gidelim. Ben hiç iyi değilim.
-Hayatım, doktor şu an sana iğne dahi yapmaz. Alkol koması değil ki bu. Kendini neden bu kadar gerdin?
-Bilmiyorum. Çok sıcak. Tuvalet bul bana, kusucam ben.
Buluyoruz tuvalet. Zemin ayağımdan kayıyor. Hamileyim ben. Evet hamileyim. Belki bebek düşer böylece. Kimden hamile olduğumu biliyorum tabiii. En son sevdiğim adamdan. Ama çok uzun oldu. Yooo, belki de çok kısaydı. Herşey geçişken, geçişli, akışkan... tuvalete eğilmiş bunları düşünüyorum. Uçuş... uçuyorum... iğrenç bi şey bu. Bi daha içmiycem.
Sanki saatlerdir orada, çömelmiş, kusuyorum. Aslında kusmuyorum. Kusmak istiyorum sadece. Bi şey yok. Halbuki 5 dakika olmuş. Tuvaletçi çocuk içinden düşünecek "kıza bak, amma uzun kaldı". Yüzümü yıkıyorum lavaboda. Su buz gibi. Berbat gözüküyorum. Bembeyaz olmuş yüzüm. Parayı uzatıyorum çocuğa camın üstüne çok kocaman hareketli rakamlarla yazmışlar "500 milyon" uff, ne çok... o kadar ayak bastı parası mı olur? Ağzımda şu kelimelerin dolandığını ve dolanarak döküldüğünü anımsıyorum;
-Hamileyim de... ondan biraz uzun kaldım.
Niye böyle bir açıklama yapıyorum ki? Ne gerek var? Hay Allah!? İçimden gülüyorum kendime. Tanımadığım ve aslında içerde ne olduğunu sormayan gençten bir çocuğa yalan açıklamalarda bulunuyorum. Ne yaparsam içimden yapıyorum. Ayrıntılar, detaylar, kapılar... saat 21,10 bir saat sonra program bitecek ve ben gördüğüm bu kötü kâbustan uyanacağım. Oysa dakikalar çok uzun. Hiç geçmiyor. Kan-ka kapıda yok! Ben ne yapıcam şimdi? Kan-ka nerde? Çok karanlık. Hah ordaymış kola almış kendine. Bir banka oturuyoruz meydanda.
-Kola iç, iyi gelir.
-Kahvede içmedim ki. İstemiyorum.
-Ama güzelim, kafain var içinde açılırsın biraz.
O afrodizyak değil miydi? Hıı, kafein.
-Saçmalama. Kafein daha beter yapar şimdi beni, diyorum.
-Niye yapsın? Zihnini açar işte. Hem sen kızlar gelecek diyordun, çağıralım istersen.
-Ben öyle bi şey demedim. Kızlar gelemez buraya, deli misin?
Bu çocuk kesin içimden geçenleri okuyor. Korkuyorum. En yakın, en güvendiğim tek adamdan korkuyorum. Paranoya iyice yoğunlaşıyor beynimde.
-Eve gidelim, bir saat uyu, ben seni uyandırırım açılırsın, diyor.
-Yok, doktora gidelim. Bayılıcam ben.
Annem beni böyle görürse çok üzülür. Doktor serum takacak, diazem. Sonra ben hiç uyanmıycam, annem bütün gece merak edecek. Hastanelerde beni arayacaklar. 22,00 ye kadar açılmam lazım. Kız arkadaşımı aramalıyım. Ona söylemeliyim. O beni gelip alsın. Annemlerin yanına gittiğimde o idare eder beni. Hiç gücüm yok. Telefonum çantamda galiba.
Kalkıyoruz banktan. Tekrar aynı tren köprüsünün üstünden geçip eve gidiyoruz. Belki de kan-ka haklı. Uyusam iyi olacak. Allahım nolur artık açılayım. Saati kuruyorum. 21,45. Uyuycam, uyanıcam ve kâbus bitecek. Paranoyalar, halüsinasyonlar geçecek. Kendimi hiç bu kadar anlamsız ve kötü hissetmemiştim. Neden böyle oldum ben? Çevremde olup biten herşeyi farkındayım ama görüntülere engel olamıyorum. Yankılanan sesleri susturamıyorum. Biri deklanşöre basıyor, sıçrıyorum. Tik var mıydı bende? Hiç gücüm yok. Hastaneye gitseydim keşke. Serum takacaklar bana, diazem. Hep diazem verirlerdi. Üç gün kendime gelemezdim. Kusardım. İğrenç bi şey bu. Midem bulanıyor. Lavabo çok uzak, gidemem oraya kadar. Karnım acıyo. Karnım çok acıyo. Kan-ka takır tukur sesler çıkartıyo. Eve gelmişiz. Ne zaman geldik? Yemek yiyo masada, yan gözle bakıyorum, tekrar kapatıyorum gözlerimi. Televizyon açık, sesi çok yüksek. Bir dizi var ekranda, repliklerini içimden ezbere söyleyebiliyorum. Oysa daha önce izlemediğimi biliyorum. Bu oda ne kadar büyük ve aydınlıkmış. Gözüme ışık batıyor, onun için açmıyorum. Saatin alarmı çalıyor. Kapatıyorum. Sabahları yaptığım gibi. Uyku modu. Hamileyim biliyorum. Karnım ondan acıyo. Bebek var içimde. Hayır, istemiyorum o bebeği, düşük yapmalıyım. En kolay yolu bu. Kanama başladı içimde. Karnım acıyo... karnım... alarm sesi... hastanedeyiz, diazem, doktorlar, parlak ışık... uyanmalıyım artık... alarm...
Açılıyorum yavaş yavaş. Kan-ka yanıma geliyor, alnıma elini koyuyor.
-Korkuttun beni. Biraz iyi misin canım?, diyor.
-Hayır, çok ateşim var ve terliyorum baksana...
-Ah bebeğim, ateşin yok, terlemiyosun da, vücut ısın çok normal. Sadece bu akşam fazla panik yaptın. Ve ben çok korktum, böyle bir şeye izin verdiğim için kendime çok kızdım. Ama biliyorum hiç bilmediğin bir yerde, ya da tek başına olsaydın daha kötü olurdun.
-Evet, haklısın galiba. Gitmeyecek olsam böyle olmazdım gibi geliyor. Gideceğim ve annem beni böyle görecek, anlayacak diye....
Telefon çalıyor. Yabancı bir numara. Kim ki bu? Kahretsin! Israrla çalıyor, sadece numaraya bakıyorum. Sonunda tedirgin bir sesle;
-Alo!
-Kızım!... Nerdesin yavrum, merak ettik seni?
-Annecim, iyiyim ben, yarım saate kadar geliyorum yanınıza merak etme...
-Tamam annem, hadi geç kalma.
Kan-kaya bakıyorum, korkuyla...
-Korkma, çok iyiydin, anlamadı. Hem iyisin sen, bi şeyin yok ki. Bütün gece iyi olduğunu söyledim ama bilincin söylediklerimi duymanı engelledi.
Gülümsüyorum.
-İyiyim canım. Korkuttum seni. Denemek zorundaydım, neler olduğunu bilmek zorundaydım. Yarın daha detaylı konuşuruz. Hadi çıkalım, ben bir taksiye bineyim. İyice açılırım yolda.
-Ben bırakırım seni.
-Yok canım, giderim ben. Merak etme. Kendim gidersem, yanımda olmadığın için daha çabuk toparlarım hem.
-Bak bir şey olursa ara beni tamam mı? Gittiğin gibi de ara.
-Tamam, ararım ama bir şey olmaz artık.
Saat 22,00... taksiye biniyorum. Evet, uyandım. Kâbus gerçekten programladığım saatte bitti. Anneme hiç kıyamam ben, bilse kızının neleri heves ettiğini inme iner kadıncağıza...
Vee... annemi gördüğüm anda, gözlerimde sadece hafif bir yorgunluk vardı, sımsıkı sarılıp boynundan öptüm... ağzımda tat yoktu, uyuşuktu ve çok az sersemlik hissi... kalabalıktık, kimse anlamadı...
Zeycan Irmak
Yukarı
|
Misafir Kahveci : Kıvanç Gülhan |
BİR KENAR YAŞAMI, ÇOĞUNDAN HABERSİZ.
Bulanık akan derelerin sığlığında, yaban otları ile sazlar uğultulu bir ses çıkarırlar rüzgarda. Araları envai çeşit böcek doludur. Yılan, çıyan kol gezer. Her kabuğun her yaprağın altında, bir pislik yaşam süregelir. Her biri diğerini yok ederek yaşama gayretinde ve yaşamlar diğerlerinin dişlerindedir.
Hiç ilgimizi çekmez oysa, bilmeyiz bile. Düşünmek için yormayız kendimizi.
Bu kadar börtü böcek nasıl yaşayıp giderler burnumuzun dibinde , ne kadar sesiz çığlıklar atarlar ki parçalanan yaşamlarından, haberimiz bile olmaz.
Biz bu kadar yakın olduğumuz düzenden, belki ayrı alemler olduğumuzdan habersizliğimizi affettirebilirken, kentin küçük parçalarının aleminden haberdar mıyız acaba?..
Bir zamanların en gözde mahallelerinin yıpranmış ve eskimiş kenarlığında, dönen dolaplar ve kaybedilen yaşamlardan geriye, neler kaldığının farkında mıyız?
İki üç haneden birinde gece saat onbir gibi, sesiz sedasız küçük erkek kardeşinin nezaretinde en yakın taksi durağına götürülen ondokuz yaşındaki genç kız mutat işine gidiyor, giyimi kuşamı ile muhafazakarlık sınırlarını taşan ve babası olan mahalle eşrafından falanca amca yatsı namazı akabinde uykuya geçiyor.
Evin büyük delikanlısı ki o daha onyedisinde, dirseğinden parmak ucu ile aynı boyda sallamasını, kullandığı siyah renkli, camları koyu filmlenmiş Şahin arabasının şoför kapısının iç kısmındaki uzun cebe özenle yerleştiriyor, beklemelerde hazırda bulundurduğu pamuklu bez ile silip temizleyip parlatıp tekrar aynı göze uzatıyor ve ağzından hiç düşürmediği Marlboro'sunun ucunu kızartıyor sonra.
Aile içinde her şeyin bilinip de bilinmiyor gibi davranılmasının verdiği huzur ortamı, sadece para konularında dillenen gerçekler.
On yedi yaşındaki sallamalı bıçkın delikanlının, kumara, itliğe, kamyon şoförü komşularının ele avuca sığmaz karısının balık etine dair özel yaşamı, sıkça nezarethanelere misafirliği ve eve gelmediği gecelerde anasının babasının uykulanmayan gözlerinde merak.
Kızından yana kaygısızdır oysa aile. Yeri bellidir. Tanımaları imkansız insanlarla da olsa sabaha kadar, dönecektir kuşluk vakti.. Yada her şeyi bilen meraklı komşulara annesi, "bacım gilde kaldı" deyecektir geç kaldığı günlerde. Kız da anlatmaz maruz kaldıklarını. Aç denemelerin muhatabı olmasının önemi yoktur aslında. Ancak söz sahibidir evde, ekmek getiren o olduğu için. Delikanlı ise karışmama ve sus payının karşılığını harçlık olarak anasından almaktadır. Gocunacak bir şey yoktur dolayısıyla.
Vicdan bir mesnede dayandırılmak istendiğinde, işin bittiği yatakta sigara dinleniminde, bir daha görmeyeceği hovardaya anlatılır geleceğe dair her şey.Sebepler, çaresizlikler,umutlar, üç yada beş yıl sonralar.
Hiç biri olmaz oysa. Bu devran böyle döner, toplumun büyük kısmının habersizliğinde. Kendi aleminde.
Uğruna evden kaçtığı, ilk aşkı ve ilk satıcısından olma oğlu ise, sesiz sedasız çalışan kadının bir yerde umududur. Okul yolunda ayırt edilmez diğerlerinden.
Kıvanç Gülhan
Yukarı
|
Misafir Kahveci : Fulya Özgen |
Öylesine bir hikaye...-3-
Beyaz mermerlerde bitik bir ben ve acı, ama güzel bir aşk öyküsü var şimdi. Bulantı var içimde. Tüm zaman girdaplarından oluşmuş bir bulantı. Yüreğim bulanıyor. Hazmedilmemiş, ben olan tüm aşkları kusmak istiyorum. Aşka kurban verilmiş tüm benler yatıyor beyaz mermerlerde.
Ay bana küskün, Ay beni kutsamıyor.
Atilla'yı itip şimdiye geliyorum. O şaşkın.
- Ne oldu? Diyor.
- Ay yolculuğu yok. Eve gitmek istiyorum. Lütfen beni eve götür, derken gözlerine bakıyorum. Biliyorum o hiç bu bakışları görmemişti. Çünkü bizdeki ben değilim artık. Kendimdeki benim.
- Peki çıkıyor ağzından, sıradan ama anlamlar arayan birisinin sesiyle.
Arabaya yürüyoruz. Bende panik adımları zannettiğim sabırsız bir yürüyüş var. O sadece bana uyum sağlıyor, sanıyorum. Yılların özlemleri, keşkeleri, unutulmaz anları ve varlığına sığınıp sığınıp ilişki umudunu sabitlediğim hatıralar, her adımımda yollara seriliyor. İz bırakmış bir aşktan, izler basarak yollara çıkıp gidiyorum. Atilla hemen yanımda yürüyor. Dönüp O'na bakıyorum. O'da dönüp bana bakıyor.
'Seni seviyorum' demek geliyor içimden ama onu sevmiyorum. Sadece bir anımsayış. O kadar.
Oyun kurgusu bir anımsayış, hepsi bu... Eve gidene kadar geçecek süreç geliyor aklıma. Ve bilmek zor gelmiyor neler konuşulacağını. Bu konuşmalarda sıradan. Böyle bir durumda herhangi bir ilişkide sarf edilecek cümle dizimleri. Eğer ben kendimi yaşam oyununa kaptırırsam.
Nedir yaşam oyunu? Ben bu yaşam oyununda neredeyim. Ne kadar biliyorum ben olanın ne olduğunu. Yaşam oyununa itiraz edersem yada oynamaktan vazgeçersem nasıl bir ben ortalarda olacak. Bilmediğim bir şeyi nasıl yaşayacağım. Kendime yine bildik bir durum kalıbı sunuyorum. 'Sakin ol.' Sakin olmak tehlike içeren durumlar için geçerli bir kalıp olabilir. Yada yaşam sahnelerinden herhangi birisinde kişinin hayrına bir gereklilik kalıbı olabilir. Ama şu an sakin olarak elde edeceğim, kendime hayrı dokunacak statüsel veya çıkarımsal bir durum değil. Ama şu an, tehlikeli bir durum da değil. Tehlike olsa olsa iki insanın kişilik ve kimlik savaşında kaybederek, diğeri karşısında hiç olma, varlık gösterememe durumuna geçmesinde olabilir. Hiç olmayı istemiyor muyum? Hayır savaşmak istemiyorum. Atilla'nın zihninden geçenleri saklamak isterken ortaya koyacağı tüm yaşamsal kalıpları dışlamak istiyorum. O'nun söyleyeceği ve yapabileceği her şeyi biliyorum. Çünkü onunla yaşadım ve onu tanıyorum. Ve, çünkü o beni kişiliğine ve kimliğine tehdit olarak algılıyor. Karşısındaki herkes O'nun kimliğine bir tehdit. Biliyorum. Bende O'nun gibi yaşıyorum. O'nun gibi algılıyorum.
Ben de sürekli savaşıyorum. Şu anda yapmakta olduğum savaş ise kendimle, geçmişle, şimdiyle ve Atilla'yla bir savaş. Hatta hayatla savaşıyorum, yaşamı alt etmeye çalışarak.
Kazanmak ve kaybetmek gibi bir sonuç var ortada. Yaşam oyunu kazanmalar ve kaybetmeler üzerine kurgulu hayatlar platformu olabilir mi? Belki....
Oysa savaş içimde bir yerlerde, yürekte hasarlar vererek ele geçirme mücadelesiyle geçiyor. Kendim dışında kim var ki savaş meydanında. Var saydıklarım beni var edenler.
İçimde daha tuhaf bir soru dolaşmaya başlıyor. Ve korkuyorum bu sorunun cevabından yada cevaplarından. Ben, ben miyim ?Ben sandığım her kes olabilir. Komşu teyze, sınıf arkadaşı, öğretmen, anne baba. Hatta genlerimde yeniden dirilmiş atalarım.
İlişkide olduğum _ olmadığım herkes ve her şeyle kendisinde karışıp, farklılıklar, bilişler ve algılayış özellikleri geliştirerek ortaya çıkmış 'Ben' olabilirim. Savaş meydanında sadece ben varım. Hiç kimse yok başka kimse yok.
Savaşmakta olduklarım, benim gibi aynı ama farklı kaynaklardan, oluşumlar içinde varoluşlar sergilemekte olan diğer benler. Kiminle savaşıyorum ki.
Şu anda geçmişin ilişkisinin ve insanının savaşını veriyorum. Ve kendime 'sakin ol' telkinini vererek taktik belirliyorum.
Atilla her zaman kendisiydi. Daha doğrusu kendisini ortaya koyarak varoluyordu. Ben O'nun varoluşundan rahatsız oluyor ve O'nu ele geçirmek için uğraş veriyordum. Ve bunun için kendimle savaşıyordum. Güç gösterileri kendime, kendimi kanıtlamamdı. Ne cehalet. Ama şimdi sakin olmadan suskun kalmayı tercih edeceğim. Sakin olması gerekenin kim olduğuna dair hiçbir bilgim yok.
- Neler geçiyor yine kafandan.
O'na bakıp gülümsüyorum.
- Herhangi bir senaryo var mı aklında, kafamdan neler geçtiğine dair. Diyorum.
- Bilmem, vardır belki.
Sesinde tehlikeli bir tonlama var. O'na savaş ilan ettiğimi sanıyor. Çünkü durum böyle olması gerektiğini çağrıştırıyor. Durumların usta algılayıcısı ve davranışçılarıyız biz.
- Seninle her hangi bir sorunum yok.
- Peki ne oldu, sanıyorum benimde anlamam gereken bir durum var ortada. Sonuç olarak olay beni de kapsıyor.
Evet, haklı. Olay O'nu da kapsıyor.
- Ay yolculuğu çok eskide kaldı. Biz eski biz değiliz artık. Aradan bunca geçen zamana aldırmadan bıraktığımız yerden devam edemeyiz.
Biraz öfkeli araya giriyor.
- Bunu bende biliyorum. Bıraktığımız yerin, zamanının yada kişilerinin bir önemi yok. Ama sorun şu ki sen daima anlamına göre yaşayışlar istiyorsun.
Cevap vermek istemiyorum. Aya yolculuk gibi yaşayış üstü bir kurgu, O'nun icadıydı. Anlam aramak benim suçum oldu. Anlam aramak bir suç muydu gerçekten? Bir şeyleri benim kılabilmek için anlam üretmek suç muydu. Anlamınca şeyler yaşayarak o anlamlara uygun tatlar katmak ruhuna, suç muydu?
- Yıllar öncede anlamadın bunu.
- Ne anlamam gerekiyordu? Sarfettiğim cümlede, istemeden de olsa kendimi savunmaya hazır bir tonlama oluştu. İşte şimdi sakin olmak yada olmamak arasında bir seçim yapmam lazım. Canım tartışmak istemiyor. Neyle yada kimle karşı karşıya olduğumu biliyorum. O bir başka ben olan. yaşamak istediklerine, anlam katmadan anlam katmaya çalışan birisi. İşte şimdi gerçekten gülmek geliyor içimden ve gülüyorum. O şaşkın bana bakıyor. O'nunla arabaya bindiğimden beri, içinden geçtiğim tüm zamanların ve ben olan bizlerin farkında değil. Ben sadece gülüyorum. O, sadece şaşkın ve arada bir bana bakarak, ne olmakta olduğuna anlam vermeye çalışıyor. Gülmek, 'Sakin Olmak' zorunda olduğum tüm anlardan ve savaşarak kendimi kabul ettirmeye çalıştığım tüm anlardan daha karlı bir yaşayışmış. Gülmek benim için, kurgusu ve kurgudaki suskunluğu olmayan bir ben isyanı yada ben tanıtımı artık . bilmiyorum. Bu keyifli duruma anlam aramamaya kararlıyım.
- Neden gülüyorsun sen? Diyen Atilla ya bakarak gülmeye devam ediyorum. O'da gülmeye başladı. O'da gülüyor.
- Sen her zaman manyaktın, derken kahaha atıyor.
Gülmeler arasında eve yaklaşıyoruz. Şimdi artık tüm zamanlardan tüm mekanlardan daha güzel görünüyor gözüme. Atilla arabayı durduruyor. Biliyorum ve bildiğimizi biliyorum bu son veda. Eskiye yada birbirimize. İçimde hafif bir burukluk ve mutluluk var. Burukluk eskinin duygu anımsayışından. Mutluluk ise yıllar boyunca tadı damağımda bir aşkın aslında sadece bendeki anımsama kurgusundan kaynaklı olduğunu bilerek yeniye gelmiş olmamdan. O'na bakarken yepyeni bir insanın gözleriyle bakıyorum. Eskinin görselliğinden sıyrılmış bakışlarla O'nu yıllar önce tanıştığımız anda ki gibi yeniden görüyorum. Elimi uzatıp 'Merhaba' demek geliyor içimden ve yapıyorum. Gülümserken O'na 'Merhaba' diyorum. O, hiçbir şey söyleyemeden inip kapıyı kapatıyorum. Apartmana doğru yürürken, arkama dönüp el sallıyorum. O'da el sallıyor. Apartmandan içeri girip merdivenleri çıkıyorum. Hem de ses çıkarabildiğim kadar çok ses çıkararak tırmanıyorum merdivenleri. İçimde, tarifi mümkün olamayacak kadar büyük olan bir rahatlama var. Ses çıkartmak güzelmiş.
Bitti
Fulya Özgen
Yukarı
|
KONTRA MİZANA : Tamer Soysal |
TRONA SAVAŞLARI -3-
Yabancı şirketlerle yapılan bütün görüşmelere rağmen bir türlü olumlu adımların atılamaması nedeni ile Etibank yeni bir modeli devreye sokmuştur. Eti Holding'in de proje içinde yer alacağı teknik-mali bakımdan yeterli yerli firmalarla doğrudan görüşme yapılarak, öncelikle projenin fizibilite çalışmalarının yapılmasını sağlayacak bir çerçeve anlaşması hazırlanması kararı verilmiş ve yerli firmalarla temasa geçilmiştir. Ancak daha ihale açılmadan, Turgay Ciner'e ait Park Holding ile Kamuran Çörtük'e ait Bayındır Holding trona işletmeleri için teklifte bulunmuşlardır. 28.12.1997 tarihinde Park Holding ile Bayındır Holding bir protokol imzalamışlar ve ortak hareket etme kararı almışlardır. 08.01.1998 tarihinde Devlet Bakanı Rüştü Kazım Yücelen'e başvurarak, trona madenini işletmek istediklerini belirtmişler, Anaplı Bakan da Etibank Genel Müdürüne talimat vererek gereğinin yapılmasını istemiştir. Bu konu ile ilgili Meclis Araştırma Komisyonu bir rapor düzenlemiştir. Raporda " trona madenini soda külüne dönüştürme projesinin belirlenen bir konsorsiyumu verilmesinde, Eti Holding Yönetim Kurulu bu konuda herhangi bir karar almamışken sözkonusu konsorsiyum tarafından Bakan'dan işletme imtiyazı talebinde bulunulmuştur. Bu yazı üzerine dönemin Devlet Bakanı R. Kazım Yücelen tarafından konsorsiyumun ilgili yazısının altına "Trona Türkiye'mizin en önemli meselelerinden birisidir. Bu manada üretime geçiş için süre, teknik kapasite, kurum menfaati gibi konuları öne alarak değerlendirilmesi ve neticenin bildirilmesin rica" ifadesi eklenerek ilgili Kurumu gönderilmiştir. Bu talimatla başlayan ihale sürecinde, söz konusu konsorsiyum proje ile ilgili çalışmalarını belli bir noktaya getirdikten sonra, iki firmadan daha teklif alınmıştır. Fakat bu iki firmadan bu boyutta bir proje için ise çok yetersiz bir sürede (25 gün) teklif vermeleri istenmiştir. Bundan sonra ihaleye katılmak isteyen firmalara izin verilmemiştir." denmektedir.
(http://www.tbmm.gov.tr/komisyon/yolsuzluk_arastirma/kaynaklar/Kisim_4.pdf)
Henüz ortada açılmış bir ihale olmaksızın iki firmanın aralarında yaptığı protokolle Devlet Bakanlığına başvurmaları, ardından teklif sayısını üçe tamamlamak adına Demir Export ve STFA-Süzer Holding firmalarından teklif istendiği, teklif verme süresinin 25 gün olarak belirlendiği, bu firmaların uzatım taleplerinin kabul edilmediği ve Türkiye'de maden alanında faaliyet gösteren önemli firmalardan Dedeman Holding ile Bilfer Holding'in bu ihalenin oldu bittiye getirilmesi sebebiyle ihaleye iştirak edemedikleri de yine komisyon raporlarında belirtilmektedir. Ayrıca Turgay Ciner'in iş arkadaşı Erhan Aygün, Çayırhan Termik Santrali ihalesinde TEAŞ Genel Müdürü Muzaffer Selvi'ye 100 bin dolar, Genel Müdür Yardımcısı Ünal Peker'e de 30 bin dolar rüşvet vermekten Ankara 4. Ağır Ceza Mahkemesince verilen karar ile mahkum oldu. Erhan Aygün'ün TBMM Yolsuzlukları Araştırma Komisyonu raporuna göre Beypazarı Trona Madeni İhalesinde de benzeri işlere karıştığı belirtildi.
Bu şekilde yapılan ihale sonucunda Park-Bayındır Ortaklığı Trona işletilmesi konusundaki teklifi yeterli bulunmuş ve 30.06.1998 tarihinde Çerçeve Anlaşması imzalanmıştır. Çerçeve anlaşmasına göre Beypazarı Trona yataklarından yılda 2 milyon ton trona cevheri üreterek 1 milyon ton soda külü veya eşdeğeri satılabilir ürün üretmek amacıyla 23 Eylül 1998 tarihinde Eti Holding A.Ş. Genel Müdürlüğü, Park Holding A.Ş., Bayındır Holding A.Ş:, Bayındır İnşaat Turizm A.Ş: ile Park Enerji Ekipmanları Ltd. Şti. arasında bir 'Ortaklık Anlaşması' imzalanmış ve bunu takiben 21.10.1998 tarihinde "Eti Soda Üretim, Pazarlama, Nakliyat ve Sanayii ve Ticaret A.Ş." kurulmuştur. Bu anlaşmaya göre yeni kurulan Eti Soda A.Ş. de Bayındır ve Park Holding'in payı % 72, Vakıfbank'ın payı % 2 ve % 26'sıda altın hisse olarak Eti Holding'de kalmıştır. İlk aşama olarak 21 ayda tamamlanması öngörülen bir "fizibilite çalışmaları iş programı" planlanmışsa da bu plan sözkonusu konsorsiyum tarafından planlanan sürede tamamlanamamış ve 12 aylık bir ek süre verilmiştir.
29 Kasım 2000 tarihinde yatırımcı ortaklardan olan Kamuran Çörtük'ün şirketi Bayındır grubu Eti Soda A.Ş.'deki hisselerini Vakıfbank'a devir ederek ortaklıktan ayrılmıştır. 24.12.2001 tarihinde ise Vakıfbank şirket hisselerini Park Holding'e devredince, Eti A.Ş.'deki Park Holding hisseleri % 72'ye çıkmıştır. Meclis Yolsuzlukları Araştırma Komisyonu raporunda satış sonrası ile ilgili olarak da bu satışta Bayındır Holding paylarını Vakıfbank'a 14 milyon dolara peşin olarak satarken, Vakıfbank bu hisseleri Park Holding'e taksitle sattığı ve devletin bu süreçte zararının oluştuğu belirtilmiştir.
Trona maden yataklarını 30 yıllığına kiralayan Park Holding 350 milyon dolarlık bir yatırım yapıyor. Amaç tronayı işleyerek tonunu 800 dolara ihraç etmek ve yıllık 1.2 milyon soda külü üretme kapasitesine çıkmak. Bu amaçlarla 1998 yılından beri süregelen çalışmalar sonunda fizibilite çalışmaları tamamlanarak, soda külünün dışarı çıkarılması sağlandı. Beypazarında bu üretimi yapacak fabrikanın temeli de Enerji ve Tabi Kaynaklar Bakanı Hilmi Güler tarafından 30 Mayıs 2004 tarihinde atıldı. Böylece 1979'dan beri süregelen trona maceramız yerli bir şirket eliyle üretim sağlanarak mutlu sona ulaşmış olacak. Ancak bölgedeki zengin trona yataklarının tek başına Park Holding'in yatırımları ile değerlendirilmesi mümkün değil. Özellikle Kazan köyündeki yabancı şirketlerin ilgisi devam etmekte..
Trona savaşları, Truva savaşlarından daha büyük önem arzediyor. Trona pek çok alanda kullanılan bir maden. Örneğin 1 ton cam üretimi için 200 kilo soda külüne ihtiyaç var. Avrupa'nın hiçbir ülkesinde trona yok. Toplam 650 milyon ton olduğu düşünülen Türkiye trona yatakları hem Türkiye hem Avrupa için çok önemli olacaktır. Endüstriyel ürünlerin üretiminde hayati önem taşıyan trona madeninin şu anki tek hakim ülkesi ABD. Avrupa ülkeleri ise ABD'ye bağımlı olmamak için yüksek fiyatlarla sentetik yollardan soda külü üretiyor. Türkiye'de yine Mersin'de Şişecam'a bağlı fabrikada soda külünü sentetik yollardan üretiyor. Tüm dünyada yaklaşık 34 milyonluk tüketime sahip trona pazarında Türkiye'de üretime geçerek pazarda hayli önemli bir yer işgal edebilir. Ayrıca kendi iç pazar ihtiyacına karşılayabilir. Bu yönüyle Kazan ve Beypazarı bir hayli önem arzediyor. Maden Tetkik Arama Genel Müdürlüğü'de web sitesinde Ankara maden haritasında Beypazarındaki trona yataklarını göstermiş ancak her nedense yabancı şirketlerin yoğun ilgisine rağmen Kazan ilçesindeki trona yataklarını göstermemiştir.
( Bakınız. http://www.mta.gov.tr/mta_web/maden/ankara.asp )
Türkiye trona üretimi ile önemli girdilerinden olan deterjan ve cam üretimini ucuza getirebilecek ve Dünya pazarlarında deterjan ve cam üreticisi Türk firmaları daha avantajlı hale gelebileceklerdir.
Bilim adamları kömür ve petrol gibi fosil enerji kaynaklarının 60 yıl içinde tamamen tükeneceğini bildiriyorlar. Gelişmekte olan ülkelerin endüstride fosil yakıt kullanmaları sonucu, bu enerji kaynağına olan talep 40 yıl içinde en yüksek düzeye çıkacak. Fosil yakıtların miktarca sınırlı olması nedeniyle dünya ekonomisi, enerji arzında darboğazlara girecek ve ekonomik kriz ve küresel politik krizler baş gösterecek. Dolayısıyla böylesi bir ortamda alternatif enerji kaynaklarının önemi daha da artacak.. Türkiye dalga ve rüzgar enerjisi de başta olmak üzere uranyum, hidrojen ve bordan da enerji üretimi için mutlaka yeni yatırımlar yapmak zorunda. Eğer geleceğin Dünyasında yer almak istiyorsa, Türkiye buna mecbur. Onun için bir an önce önce üniversitelerimizde yüksek teknolojilerin ülkemize getirtilmesinde etkin rol üstlenecek personelin yetiştirilmesi amacıyla ilgili bölümlerde inceleme ve yenilemeler yapılmalıdır. Gerekli olması halinde ayrı ve bağımsız bölümler kurulmalıdır. Esasen üniversitelerimizde sadece bu alanlarda değil; gelecek bilim (füturoloji), Sembol bilimi (symbolizm) ve Bitki Genetiği alanlarında da bağımsız bölümler bir an önce kurulmalıdır. Böylece geleceğe dair yön gösterici ve konum belirleyici önemli bölümlerin kurulması ve bu alanlarda yetişmiş insan gücü temini sağlanabilir. Ancak bütün bunlar için, yarısını faize ödediğimiz yıllık bütçemizin, sağlıklı bir yapıya kavuşturulması şarttır. Yarısını faize ödediğimiz bir bütçe ile bütün bunları yapmamız olanaksızdır. Mesele de buradadır. Dünya Bankası ve Uluslar arası Para Fonu sürekli müdahaleler ile böylesi bir çarktan kurtulmamıza izin vermeyecektir. Bu yönde olumlu adımlar atılması halinde ise belli güçlerin elindeki medya gücü hemen devreye sokulacaktır. Böylesi kısır bir döngü yıllardır devam etmektedir. Ne olursa olsun asla bırakmamız gereken temel kelime "tam bağımsızlık" olmalıdır. İçte ise sıkı sıkıya bir bağlılık ve tek vücut olmak şarttır.
Başrolünde 41 yaşındaki William Bradley Pitt'in son derece etkileyici bir rol ve oyunculuk yeteneği ile oynadığı Troy ( Truva ) filminde de, Akhalar ile Truvalılar arasındaki savaşın nedeni olarak Truva kralı Piriamos'un oğlu Paris'in Grek kralı Meneleos'un karısı Helene'e aşık olması ve Helene ile birlikte kaçması gösterilse de asıl sebep Batı'nın Doğu'nun zenginliklerine sahip olma isteğidir. Nitekim bu uğurda hem Yunan şehir devletleri hem de Doğu devletleri birleşerek savaşa girmiştir. O tarihlerde Karadeniz'in doğu kısmında ticaret gelişmiş idi. Ticaret yollarına hakim olmak için boğazların kontrolünü ele geçirebilmek için Truva engel idi. Savaş, bunun savaşı idi. Ancak efsaneler ve Grek mitleri savaşı destanlaştırmıştır. İşte Batı'nın Doğu karşısındaki bitmek bilmeyen bu hırs ve isteği aradan geçen 3200 küsur yıla rağmen henüz bitmemiştir. İşte "Trona Savaşları" da böyle bir savaştır.
Bitti
Tamer Soysal tsoysal@kahveciyiz.biz
Yukarı
|
Portakal değil, Güneş'le Venüs'ün dünkü dansı!
<#><#><#><#><#><#><#>
Kahve Molası, siz sevgili kahvecilerden gelen yazılarla hayat bulmaktadır. Her kahveci aynı zamanda bir yazar adayıdır. Yolladığınız her özgün yazı olanaklar ölçüsünde değerlendirilecektir. Gecikme nedeniyle umutsuzluğa kapılmaya gerek yoktur:-)) Kahve Molası bugün 4.497 kahveciye doğru yola çıkmıştır.
Yukarı
|
Seni Seviyorum Seni
Eski bir İran halısıyım
sevildikçe yıpranmışlığım
Denizler kıbleleri buluyor gene
Seni seviyorum
Nerdesin yüreği tipideki yaprak
Üşüntünü ver hadi
Bak omuzlarım yerlerde
Karıncalar sırtladı beni
Yalnız durma ağlarsın
Seviyorum seni
Şehrimi kar kapladı gene
Gel bak dağların zirvesinden
Buralar da bembeyaz
Biçare yürüme, ben biçareyim çünkü
Haydi sor dünyayı bana
Gene kanlanayım, gene canlanayım
Ve mahcup diriliğimle dinle beni
Seni seviyorum
Ahmet Öztürk
Yukarı
|
İşte böle taş kesersin?!..
Yukarı
|
İşe Yarar Kısayollar - Şef Garson : Akın Ceylan Yamağı : Ayşe Nur Gedik |
TÜBİTAK - BİLTEN tarafından teknoloji transferi ile gerçekleşen ve ilk Türk gözetleme uydusu özelliğini taşıyan BİLSAT 27 Eylül’de fırlatılmış; ama benim yeni haberim oldu. Türkiyenin teknoloji merkezi olarak bilinen TÜBİTAK'ın daha başka nelerde öncülük yaptığını bilmek isterseniz http://www.tubitak.gov.tr/default_ie.htm kısayolunu kullanabilirsiniz.
Hayatımızın mutluluklarını nasıl büyük bir memnuniyetle kabul ediyorsak hastalıklarını da kabul etmeliyiz. http://www.psikofarma.net/HASTA/konverboz.html kısayolundan ulaşabileceğiniz web sayfasında Konversiyon bozukluğuyla ilgili bilgilere ulaşacaksınız ...Konversiyon bozukluğu, altta yatan organik bir neden bulunmaksızın ortaya çıkan, bayılma, felç olma ve duyu kaybı gibi nörolojik belirtilerdir. Hastalar sorunlarının ruhsal olduğunun farkında değildir ve istemli olarak bu belirtileri kontrol edemezler, yani belirtiler bilinçli olarak ortaya çıkmaz... Ne olur ne olmaz.
Son dönemde başlayan deprem söylentilerini sizler de duydunuz sanırım. Boğaziçi Üniversitesi, Kandilli Rasathanesi ve Deprem Araştırma Enstitüsü tarafından hazırlanan http://www.koeri.boun.edu.tr/scripts/sondepremler.asp kısayolundaki web sayfasında anlık deprem takiplerini yapabilirsiniz. Depremsiz günler dilerim.
Siz bu yazıyı okuduğunuzda saat kaç bilemem ama ben yazarken saat 18:00 ve acıkmış durumdayım. Şöyle sıcacık bir peynirli gözleme ve buz gibi bir bardak ayran olsa da yesek diyorum. Ama nafile bulabildiğim sadece http://www.lezzet.com.tr/mutfak_okulu/00149/ kısayolundaki gözleme tarifi oluyor. Ben gözleme niyetine bisküvi ve yanında ayran niyetine bir bardak çay tüketirken sizler de tarifle idare edin bakayım.
Akın
Yukarı |
Damak tadınıza uygun kahveler |
WinTricks v3.0d [651K] Win9x/2k/XP FREE
http://www.wintips-inc.com/wintricks.htm
Windows 95 ten 2003'e kadar tüm windows versiyonları için hazırlanmış ayrıntılı bir ipucu arama ve bulma programı. Registry, masaüstü ve internet gibi pekçok konuda bilgiye hızlı bir şekilde ulaşmanız mümkün. Pencereleri açıkta kalan herkese tavsiye olunur.
Yukarı
|
|
|