KAHVE MOLASI
ISSN: 1303-8923
ABONE FORMU

ABONE OL
ABONELiKTEN AYRIL
HTML TEXT
Arkadaşlarınıza önermek ister misiniz?

 SON BASKI
 Ana Sayfa
 Arşivimiz
 Yazarlarımız
 Manilerimiz
 Forum Alanı
 İletişim Platformu
 Sohbet Odası
 E-Kart Servisi
 Sizden Yorumlar
 Kütüphane
 Kahverengi Sayfalar
 FİNCAN/SİPARİŞ
 Medya
 İletişim
 Reklam
 Gizlilik İlkeleri
 Kim Bu Editör?






Kahveci Soruyor?



KAHVERENGİ SAYFALAR



KAPI KOMŞULARIMIZ

Üç Nokta Anlam Platformu


İstanbul Kültür ve Sanat Vakfı Etkinlikleri
Yazılan, Okunan, Kopyalanan, İletilen, Saklanılan, Adrese Teslim Günlük E-Gazete - Yıl: 3 Sayı: 522

 10 Haziran 2004 - Fincanın İçindekiler

 Editör'den : Bim bam bom!..


Merhabalar,

Oldu en sonunda oldu bim bam bom, rüyalarım gerçek oldu bim bam bom... Haberi duyduğumda aklıma hemen bu şarkı düştü. Kulakları çınlasın o sarı hanımın (neydi adı unuttum vallahi). Neyse, bir kocaman ayıbı daha yumurta kapıya gelince temizledik. Demokrasi, insan hakları, demokratik haklar,vs. konularda AB hatırına havari kesilen RTE ve ekibine teşekkürler. Evet kararı adalet dağıtıcılar verdi ama bunda çekilen kulakların önemli bir katkısı olduğu aşikar. 10 yıllık hapisliğin ardından Zana ve arkadaşlarının basın toplantısında ettikleri sözler de hoştu. Henüz bitmemiş bir mahkemenin öncesinde kontrollü bir konuşmamıydı yoksa gerçekten 10 yılın verdiği olgunluklamı söylenmişti, bunu zaman gösterecek. Ben AB açısından üzüntülüyüm aslında. AB yeni vekillerini seçmeye hazırlanırken birde biz adamların başına iş açtık. Şimdi kalkıp toplantılar yapacaklar, yeni mazeretler üretecekler. Yırtılan kılıfın yerine yenisini dikecekler. Zor adamların işi zor. Eee hadi bakalım sıra İmralı misafirine geldi. Adamın AİHM de davası da başlamışken ister misiniz AB kalkıp 'Bırak Apoyu kap bileti' desin. Olur mu olmaz mı tartışmayın. Bekleyelim görelim.

Eski öğrencisi AB kapılarını cilalarken, ulu büyük hoca kıytırık raporla yırttığı hapislikten tamamen kurtulabilmek için kesenin ağzını iyice açmış. Sekizyüz küsur milyarlık hazine yardımını iç etmekten mahkum olunca raporlu duruma düşen hocanın vekilleri 'Belirleyin kardeşim bir miktar, ödeyelim bitsin bu iş' buyurmuşlar. Pişkinliğin böylesine şapka çıkarılır. Dayasınlar şuna temerrüt faizli bir cezayı görsün gününü diyecem ama içim elvermiyor. Acıdım birden hocama ya. Hoş bunlarda para kum, temerrütün 20 mislisini istesen bunlara tırnak kesme gibi gelir ya neyse.

Geri dönen, yerine ulaşmayan KM'ler epeyce canımı sıkmaya başladı. Abuk subuk gerekçelerle geri dönen gazeteler yüzünden sizler de haklı olarak sitem ediyorsunuz. Formüller arıyorum ama henüz havuzun kaç saatte boşalacağını bulamadım. Bulduğum an sizleri haberdar edeceğim. Bugün 400'e yakın adresi listeden çıkarmak zorunda kaldım. Bu konuda yeni bir denetleme yapmaya hazırlanıyorum. Bunu ileriki günlerde göreceksiniz. Şimdilik hoşçakalın.

Bir sonraki sayıda buluşuncaya kadar bulunduğunuz yerden bir adım öne çıkın. Sevgiyle...

Cem Özbatur

20 Yorum var. Yorum Yaz / Oku

 Brezilya'lı Kahveci : Nuri Merzi


NASTASYA FİLİPPOVNA'YI KURTARMAK/ÖZLEMEK

" ... N'apalım yani, eninde sonunda hristiyanlığın (çok mu dindarım) yedi günah dediği (şehvet, tembellik, açgözlülük, kıskançlık, paragözlük, kin ve nihayet kibir) aslında günümüz insanı için bir yaşam rehberi oluşturmuyor mu. Hem de işte tam bu günahlara batarsak, bu dünya yaşanası bir yer olmuyor mu. Sadece, yaşanası değil, yaşaması mümkün bir dünya. Acı olan da bu. Günahların zıtlarının geometrik yeri olan ütopyanın kendince bir görünümünü Thomas More betimlemişti; galiba sadece Erasmus anlamıştı onu da. Azizler ise, kolay zamanlarda, kendi egzersizlerini, iyi kötü yapmışlardı. Günümüze gelince, Rahibe Tereza'yı bir kenara bırakırsak, günümüz dünyası yedi günaha batmadan yaşamaya imkan vermiyor. Kimse, itiraz etmesin, yoksa Dürrenmatt'ın yaptığı gibi onları öyle bir yargılarım ki, bugünkü dünyada bile kimsenin yüzüne bakamaz hale getiririm onları. Niye, bugün, sabah sabah, bu zor sulardan, hem de canyeleksiz denize girdiğimi - oldukça da açılacağımı anladığınıza göre - sormaktasınız herhalde. Günahlara, hem de hemen hepsine daha kumsallarda batmış olanların, anlatacaklarımdan pek bir şey anlayacaklarını sanmıyorum (evet, kibirliyim). Bu yazının, varsa, ancak bana denk olabileceklere hitap edebileceğine inanıyorum. Bu yolculukta, işte o, bana denk olabileceklere, bir oyun oynayacağımı da sanmayın; olsa olsa, onları, benle beraber gelmeğe cesaret edenleri, geri dönmeye mecbur edeceğim; gitsinler, günahlarına kıyıda batmağa devam etsinler (evet, intikam alırım). Bir amacım mı var; böyle sıradan soruları soranları yanıma bile yaklaştırmam; benimle neler kazanıp neler kaybedeceğinizi düşünüyorsanız eğer, durun durduğunuz yerde. Siz sıradan yatırımcılar, şunu daha belki bilmediğiniz için sığ sularda debelenip duruyorsunuz; yapacağınız yatırımı tabii ki hesaplayabilirsiniz, ama kazancınızın ne olacağını öyle kolay kolay bilemezsiniz; basit borsa hesapları burada sökmez. Yatırımınız, siz benle beraber gelirken, bana anlatacaklarınızdır, ben bir şey sormadan, ben bir şey demeden; bilerek, bilmeyerek battığınız günahlarınızı bana anlatacaksınız. Günahınız olmadığını düşünüyorsanız, ufak tefekleri de mecbur kaldığınız için, olsa olsa aslında başkalarına yardım etmek için yaptığınızı düşünüyorsanız olduğunuz yerde kalın. Siz, aslında, Dostoyevski'nin dediği gibi, kumsalda birbirinin üstünden geçmeye çalışan çağanozlardan başka bir şey değilsiniz. Uzatmayayım, ancak, bilin ki, benle gelirseniz, bu size pahallıya mal olabilir; bu ise benim kazancım olacaktır, pes etmem peşine düşer alırım (evet, paragözüm). Kıskancımdır, öyle çok değil, ancak tutku ve hasretle (neyinse) yaşayan birinin olacağı kadar. Evet ama hemen de vazgeçebilirim (nedense); ne zaman, neye göre. Bunları görmek isterseniz benimle gelin. Ben, hadi artık gidin demem (üzülürüm sonra), siz mecbur olacaksınız, çünkü, eğer uygun değilseniz, benle yaşamayı sürdüremeyeceksiniz. İnat olsun diye bir şey yapmam ben, sadece böyleyim ben. Sonunda göreceksiniz ki, ben dürüstüm; asla entrikacı değilim; kusur sizde, söylediklerimi anlamadınız, bir mucize ile karşılaştığınızı farketmediniz. Evet, yine ben, ben açgözlüyümdür, aza da tamah etmem öyle. Benim için ne kıymetliyse, onun hepsini, hatta daha fazlasını, daima, sürekli olarak isterim, yoksa gidin, gidin, çekin arabanızı. Hiç gelmeyin, daha iyi. Çünkü benle yavaş yavaş açılırsınız, sonra, artık dayanamadığınızda, kıyıya gideyim dediğinizde, yalnız başınasınızdır; dönebilirseniz dönün. Kimseye faydanız artık pek olmayacaktır, her şey size yavan gelecektir. Gerçi tahammüllüyümdür, belki tembelliğimdendir bu (hep sevdiğim şeyleri yaptığımdan böyle hissediyor olabilirim); kimsenin de çalışmasına dayanamam, çalıştırmam onları, çalışmalarınızı gidin kendi başınıza yapın; ben şehvet isterim, açık denizin bir yerinde, dalgaların arasında, evet fırtınanın ortasında, şehvet isterim, hırs isterim. Bunu görürsem, yelkenleri indiririm (evet çünkü fırtınayı da ben dindiririm), tekneme alırım (evet teknem de vardı, siz o zaman göremezdiniz); ve beraberce kaybolmuş ülkeye gideriz. İkimiz. Ben kimim. Benden biraz Nietzsche bahsetmişti. Biraz da Dostoyevski (Delikanlı'da; ilerde, insanlar, Tanrı sevgisini ve korkusunu yitirdiklerinde, ama, doğan ve batan güneşi gördüklerinde, duygulandıklarında, ne yapacaklarını bilemedikleri o sevgiyi artık kime yöneltelim diye sorduklarında, birbirimize, hem de şu an, şimdi, yarın olmayabilir çünkü diye cevap verdiklerinde, ama yarın biz olmazsak bu sevgi ne olacak diye sorduklarında, çocuklarımız dediklerinde, ve yaşamayı yine de kabullendiklerinde). Ben aranızdayım, serseri bomba gibi dolaşıyorum. Günümüz bensiz çekilmez. Ben. Ben.... Alışkanlık yaratırım ben - bağımlılık asla, gönlünüz ferah olsun - ama beni bir daha bulana rastlanmamıştır. Son bir sır daha, ben Nastasya Filippovna'yım; Prens Mişkin'i bile yoldan çıkardım, evet Dostoyevski'nin Budala'sında da oynadım; evet, kalktım, gittim, o romanda oynadım, başka hiç bir yerde bir daha oynamadım; evet, sırf Mişkin'i yoldan çıkarmak için; eğer cesaret etseydi, ona ötesini de öğretecektim, korktu. Ben yaşadım, yaşıyorum. Ben, ben, ben. Ben kimim. Ben geleceğiniz olabilirim, her şeyi size verebilirim, tek şartım var, kendinizi unutun ve bana teslim olun. Ben, Ben, Ben, Ben....(evet koç burcundanım). Sadece ben sizden, sizin hamurunuzu kullanarak, bir şeyler yapabilirim. Kimse benden birşeyler yapmayı beceremedi; evet, bunun üzerine o işi de ben üstlendim. Ölmeye değil, yaşamaya varsanız, gelin, ama hep, hep, hep (evet evet koç burcu). Ne biçim iş bu derseniz, derim ki, belki benim de bir bildiğim vardır, gerçi tek öğrendiğim şey de budur hayatta; Mişkin'den. O olsa derdi ki, ya o bildiğim tek şey doğruysa, hepiniz yandınız, ben ve yanımdaki kurtulduk. Ohhh.... Beni sevebilirseniz, başarabilirseniz, sevin, anlamaya çalışırsanız, battınız, Yaaa.... Konuştuklarımın sizinle zaten hiçbir alakası yok, sadece geçmişle söyleşiyorum, geçmişte iyice söyleyemediklerimi, şimdi fazlasıyla söylüyorum, bana dayanan (tahammül eden), sadece dayanan bile fazlasıyla kazanır, dayanamayan kaybeter, batar, batar, batar... Kullanma kılavuzum yoktur, hayır, kaybolmadı, asla varolmadı...Son bir kopya; bana kim olduğumu aslında, siz söyleyeceksiniz. Merhametim asla olmadı. Bütün bunları niye mi yapıyorum, üstüme gelmeyeseniz diye. Yaaaa...Bu metni, çok hızlı düşünmek mecburiyetinde olduğum için (acelem var) ancak üçer dörder cümle atlayarak yazabildim, kusura bakmayın. Araları istediğiniz gibi doldurabilirsiniz (sadece araları). Şimdilik hoşça kalın... hiç yoktan bu da iyidir, ahh ... "

*****

Benzer Her Yazıya Gerekli Türden Bir Yanlış Anlamaları Düzeltme Kılavuzu

" "Sonuna kadar battığım şehvet beni niye öldürmüyor dediğimde, çünkü dedi, şefkatle kapı komşusu oldun artık, şaşırma, tanıştırmadım lakin daha" "

" "Ben tembelliğin ta kendisiyim, niye batmıyorum dediğimde, çünkü dedi, çalışkanlık giysisi var üzerinde, hem doğrusu da budur zaten" "

" "Bu açgözlülük beni binbir parçaya böldü, hala birşeyler istiyorum, bunun sonu nereye varacak dediğimde, kanaatkarlık dedi, yolu buradan geçer, geldiğin yere dönmüş olacaksın böylece" "

" "Kıskançlık bilmedim hiç ne biçim iş bu dediğimde, evet dedi, bu duruma fazilet derler, aslında" "

" "Nasıl bu kadar paragöz oldum dediğimde, tabii dedi, bu kadar gönlübolluğun sonu budur""

" "Ne biçim şey bu kin dediğimde, dur daha dedi, bu hiç bir şey, kin birden ortaya çıkar, evet ansızın, onun adının önceleri hoşgörü olmuş olduğunu yavaş yavaş çıkarırsın" "

" "Bu kibir her şeyi ne kadar kolaylaştırıyor dediğimde, tabii dedi, söylediklerin anlaşılıyor artık, tevazu kriptonu sökmekle uğraşmıyor insanlar artık" "

Not: Kılavuzdaki yanlış anlamalar yazıyla düzeltilemeyecektir.

YAZIYA SON SÖZ

Yazının daha kolayca ve tarafsızca okunması için, yazıya ön değil de son söz koydum. İkisine de gerek yoktu diyeceklere teşekkür ederim. Ha, kendimi tutamadığım için, bir de kılavuz koydum; benzer bir duruma başka yerde rastlasam, önce, ben karşı çıkardım, kusura bakmayın. Bir de şu var: yazıda söylemek istediklerimi en iyi Nastasya Filippovna'nın ağzından verebileceğimi düşündüğüm için mi onu konuşturdum, yoksa sadece Nastasya Filippovna'yı özledim de onu dinlemek istiyordum, burasını da tam çıkaramıyorum. Neyse, madem buralarda bir yerdeyiz, biraz da esası gözetmek gerekecek (Nastasya en çok bu kelimeden nefret ederdi): gerçi, Nastasya, hayatında (Budala romanında) hiç bu tarz, ton ve yönlenme içinde olmamıştı; belki de Dostoyevski onu bir yandan Mişkin (şefkat) öbür yandan Rogojin (şehvet) ile kıstırmıştı (aslında Nastasya şehvete hiç de yabancı değildir, feleğin çemberinden geçmiş genç bir kadındır, ancak onu çarpan, Mişkin'in ona söylediği "...Siz göründüğü gibi biri değilsiniz..." sözüdür; bu söz kendisinde, kendisinin, hep kabul edildiği şeklin ötesinde nasıl olabileceğine dair bir merak oluşturmuş ve Mişkin'e kendince bir şehvet atfetmiştir; öte yandan, Nastastasya, Rogojin'in, o bütün güya maçoluğunun ardındaki dağınıklık ve zavallılıktan dolayı ona da aslında şefkat duymuştur; Nastasya'nın algılamasındaki bu çapraşıklık ona yeni hayat yolları açmıştır; ancak bu yollar çok dikenlidir (onun için); onun dışında herkes hayatını yaşamaktadır (iyi-kötü); bu çapraşıklığı yaşadığı sürece hep edilgendir Nastasya Filippovna; hayatına bu iki kahraman girmeden önce, neredeyse keyfince, sorumsuzca, alaycı (sinik (cynic)) bir şekilde yaşayan Nastasya'nın dünyası sonradan neredeyse kararır, öldürülmeden önce nihayet çıldırır). Benim aklımdan, hep, ikisinin arasında bir kahramanla (aşağılık Ganya'dan bahsetmiyorum) karşılaşsa, acaba Nastasya ne yapardı, geçmiştir, kendini sözlerle nasıl ifade ederdi acaba. Dostoyevski, romanında (onun bu çapraşık döneminde özellikle) onu genellikle, başkalarının ağzından ve/veya davranışları/görüntüleri (analog şekilde) aracılığıyla vermiştir. Burada yapılan, aynı işi - olduğu kadar - sözlerle (dijital şekilde) yapmak ne kadar mümkündür, bunu araştırmaya yöneliktir. Arabalara meraklı okuyuculara daha çok seslenerek söyleyeyim, modifye bir Mişkin veya daha az maço bir Rogojin (ikisi tabii ki farklıdır; her neyse) ile günümüzde karşı karşıya getirilse (ve etkilense (Nastasya durumlardan değil sözlerden çok etkilenir, dünyası şaşar, romandaki bu tür cümlelerin araştırılması başlı başına bir zevk olabilir)), günümüzün entelektüel Nastasya'sı nasıl kendini ifade ederdi (çileden çıkardı; evet, o ya çileden çıkar ya da herşeyi kabullenir), bunları yazmaya çalıştım. Romanda, gerçekten, bir türlü çileden çıkmaz (çıktığında iş işten geçmiştir) çünkü iki aşırı kahraman da onu kendilerince ezerler, ona fırsat vermezler. Burada sorun Nastasya Filippovna'nın çileden çıkması değil tabii, bu karakteri etkileyebilecek bazı parametreler değiştiğinde, kahramanın ne şekilde etkilenebileceğine ve bunun sözlerle ifade edilmesine dairdir. Ne gereği vardı diyenlere, merak derim, meşgale, oyun, acemice bir oyun. Kendimizi tanımaya yönelik bir egzersiz. Ne kadar hikaye anlatırsak kendimizi o kadar tanırız gibime geliyor (bu ne işe yarayacak; yine bir fantezi ama, hedeflerimize neredeyse asla ulaşamayacağımıza göre ve sürekli teğetler çizdiğimize göre, bu yörüngeler (evet, yörünge) ancak başkalarının işine yarayacaktır (başkalarının zihnini tetikleme ve/veya ders çıkarma şeklinde)). Yaşadıklarımız tek bir hayattır çünkü eninde sonunda. Ama zihnimiz bundan daha fazlasını barındırır gibime geliyor (kim bilir). Ha, bir de şu çileden çıkmak vardı yarım kalan (tabii daha çok var ama... herkesin de acelesi var). Zamanında çileden çıkmanın bir sıhhat işareti olduğuna inanıyorum. Eğer Nastasya zamanında çileden çıkabilseydi başına bunlar gelmezdi belki de (bir cinayete kurban gider). Ama şimdi düşünüyorum da, hayır; bence, cinayete kurban gitmese bu kez intihar etmek zorunda kalacaktı. Nastasya Filippovna'ya uygun birini bulmak da çözüm değil. O, sevdiğine, kim olursa olsun, çileden çıkıp bağırıp çağırıp ferahlayacak biri zaten değil. Belki, belki de hayat azdır Nastasya Filippovna'ya; hayata az olmaktan iyidir tabii ki. Herşeyi bilemeyiz ki.

Kaçınılmaz Not

Nastasya Filippovna bir çapraşıklığı yaşarken arada bir gerçek hayata da döner; döndüğünde ise şu ikilemle karşılaşır: bir yandan Rogojin, hem de herkesin ortasında, kendisine yüzbin ruble vererek kendisiyle beraber olmasını önerir; para çoktur ama bu zaten herkesin Nastasya'ya biçtiği roldür; öte yandan, Prens Mişkin, Nastasya'ya geçmişi beraberce unutup evlenmelerini (yani prenses olmasını) önerir. Bu, gerçek dünyanın kabullenemiyeceği bir şeydir. Nastasya ise çizgidışı (her açıdan) olmasına karşın toplumun ona verdiği rolü kabullenir. Yazık. Halbuki, yaşadığı çapraşıklık çerçevesinde, şefkat sembolü ama aynı zamanda kendisine şehvet atfettiği prensle yaşamaya karar verseydi herkesi (kendi dahil) kurtarmış olacaktı. Bulunduğu atıf ne kadar gerçekti, tahkik etmek gerekir. Ha bir de, şu var, az kaldı unutuyordum, Anna Karenina, biliyorsunuz öldü ama Nastasya Filippovna hala yaşıyor, bunu bilmiyor olabilirsiniz. Varsa (vardır) bütün kip ve zaman yanlışları için özür dilerim, siz size uyduğu şekilde okuyun (öyle yapmışsınızdır zaten, doğrusu da bu), sabrınız için teşekkür ederim.

Nuri Merzi

Yukarı

Ayfer Arman

 Kahvecigillerden: Ayfer Arman


   KARAR GÜNÜ

Saat neredeyse 18:00 olmuştu ve Sema ortalarda yoktu. Sinirli adımlarla odanın içerisinde dönüp duruyordu Sevda. Okul boşalalı 2 saat geçmiş olmasına rağmen Sema hala eve gelmemişti. Oysa hergün en geç 16.35 de eve gelmiş olurdu kızı. Dayanamadı daha fazla telefona gitti eli. Acele bir şekilde alışık olduğu tuşlara bastı ardı ardına. Nerede olabilirdi kızı, ya başına bir şey geldi ise? Bunu düşünmek bile nefesini kesti bir an için, telefonu tutan eli kasıldı. Karşı taraftan gelen sesle sıyrıldı düşüncelerinden.

-Buyrun.
-Ahmet merhaba.. Benim Sevda.
Karşısındaki ses duygudan yoksun konuşmasını sürdürdü.
-Ne var Sevda?
-Sema.. Ahmet o hala eve gelmedi.
-Ne demek gelmedi!.
-Gelmedi işte Ahmet. Okul dağılalı neredeyse 2 saat oldu ama Sema ortalarda yok.
-Okula gittin mi?
-Hayır.. Evden ayrılamadım belki gelir diye.
-Peki, aradın mı okulu?
-Aradım ama telefonu açan olmadı çok korkuyorum Ahmet.
-Bekle geliyorum.

Ve kapandı karşısındaki telefonu cevap bile beklemeksizin. Her zaman yaptığı gibi emir vermiş ve kapamıştı telefonu işte. Lanet etti içinden ve Ahmet'le ayrılmaya karar vermekle en dogru işi yapmış olduğunu tekrarladı kendi kendine..
Yarım saat kadar sonra çalan kapı ziliyle umutla kapıyı açtı Sevda. Ahmet kapıda gergin bir yüzle duruyordu.

-Geldi mi?
-Hayır!.
-Gelirken okula uğradım kimseler yoktu.
Son umudunu da yitiren Sevda olduğu yerde bir an sendeledi.O düşmemek için kapıya tutunurken, Ahmet umursamaz bir halde içeriye geçip salona yöneldi.
Sevda kapıyı kapatıp salona geldiğinde, Ahmet sert bir ifade ile ona bakarak konuşmaya başladı.
-Polisi aradın mı?
-Hayır.
-Ne sorumsuz insansın!. Ne yaptın bunca saat?
-Ahmet tartışmak istemiyorum anlıyormusun? Arkadaşlarıyla oyalanmıştır dedim önce ama okulu arayıp biraz bekledikten sonra seni aradım hepsi bu.
-Sen evde kal. Ben karakola gidiyorum, bu arada gelirse ararsın beni.
Ve geldiği gibi çıkıp gitti evden. Sevda'yı öylece düşünceleri ile başbaşa bırakarak.

Bir kaç saat sonra tüm emniyet birimleri üzerinde forması ile kaybolan bu 11 yaşındaki kız çocuğunu aramaya başlamışlardı bile. Her geçen dakika Sevda'nın endişe ve korkusunu artırıyordu. Hava kararmış sokaklar boşalmaya başlamıştı ama Sema'dan hala bir haber yoktu. Evin içini bir anda dolduran polisler kaçırılma ihtimaline karşı telefonlara dinleme cihazları yerleştirmiş, bir ipucu bulma umudu ile Sema'nın odasını alt üst etmişlerdi. Ancak ne bir şey bulunabilmiş ne telefon çalmıştı saatlerdir.

Sevda boş gözlerle oturduğu koltuktan çevreyi izliyordu. Ahmet idareyi eline almış dahası iğneleyici sözlerle bu kayboluştan Sevda'yı sorumlu tutmuştu.
Yanına yaklaşan genç bir polis saygıyla konuştu.
-İsterseniz dinlenin biraz, çok kötü görünüyorsunuz.
Yavaşça kaldırdı Sevda başını cavapladı onu.
-Hayır teşekkür ederim. Oturmak istiyorum.
-Siz bilirsiniz. Genç polis odanın diğer yanına doğru yürürken, Sevda düşüncelerine geri döndü. "Bu gün 4 Haziran ve kızım kayıp". Bu tarih bir anda beyninde yankılandı ve Sevda bir uykudan uyanırcasına ayağa fırlayıp yüksek sesle haykırdı.
-Aman Allahım!..

Odada ani bir sessizlik oldu. Sonra herkes meraklı bakışlarla Sevda'yı süzmeye başladı. Ahmet odanın diğer yanında gelerek sordu.

-Ne oldu, bir şey mi hatırladın?
-Bu gün ayın kaçı Ahmet?
-Sanırım 4 Haziran ne oldu?
-Yani dün ayın kaçı idi?
-Bilmece gibi konuşma Sevda!. Dünde 3 Haziran dı ne var?
-Hala anlıyamadın değil mi Ahmet?
-Neyi?
-Dün Sema nın doğum günü idi ve biz unuttuk.
Bir anda acıyla kasıldı Ahmet'in yüzü.. Sonra mırıldanır gibi konuştu.
-Birbirimizle didişmekle öylesine meşguldük ki unuttuk değilmi yaş gününü?
Sevda ve Ahmet 3 ay önce ayrılık kararı alıp evlerini ayırmışlardı. İkiside yeni hayatlarına uyum sağlamaya çalışırken biricik kızlarının yaş gününü unutmuşlardı işte. Karı koca yaşlı komiserin sesiyle kendilerine geldiler.
-Ne yapardınız kızınızın doğum günlerinde?
Sevda yanıtladı onu.
-Dışarıda yemek yer sonrada lunaparka giderdik her sene.
-Bu bir ipucu olabilir işte!.
Şaşkınlıkla sordu Ahmet.
-İpucu mu?.. Nasıl yani?
-Lunapark yakın mı buraya?
-Evet.
Komiser arkasına dönüp seslendi.
-Salih bir araba hazırlayın hemen. Lunaparka gidiyoruz.
Az sonra Ahmet ve Sevda'nında içerisinde bulunduğu araba parka varmıştı.
Sevda ve Ahmet arabadan indikleri an gördüler Sema'yı. Dönme dolabın tam karşısındaki bankta öğlece oturmuş dönme dolabı izliyordu. Yanına gidip ses çıkartmaktan korkarcasına oturdular iki yanına. Sema bir kaç saniye öylece durdu sonra Sevda ya döndü.
-Siz mi geldiniz anne?
-Evet canım.. Çok merak ettik seni.
-Özür dilerim.
-Önemi yok canım, iyimisin?
-Evet.
Sonra babasına döndü Sema.
-Nasıl her sene ilk olarak dönme dolaba binerdik hatırladın mı baba?
-Evet.
-Annem nasılda en tepede asılı kaldığımızda gülerdi hatırlıyormusun?
-Hatırlıyorum kızım.
Sema gözlerini babasının gözlerine dikip konuşmaya devam etti.
-Biliyormusun annem artık gülmüyor baba!.
Ne cevap vereceğini bilemedi Ahmet, sustu sadece. Sonra bakışlarını annesine çevirdi Sema.
-Babam her yukarda asılı kaldığımızda ne derdi hatırlıyormusun anne?
-..........
-Korkmayın kızlar, ben yanınızdayım derdi hatırladın mı?
-Evet yavrum.
-Ama artık yanımızda değil ve korkuyoruz değil mi anne?
Sevda ne cevap vereceğini bilemeden çaresizlikle Ahmet'e baktı. Ahmet'in gözlerinde gördüğü keder bir an şok etti onu. İlk kez bu derece çaresiz görüyordu kocasını. Sanki kuşandığı zırh parçalanmış ve ortaya şefkat ve sevgi bekleyen bir çocuk çıkmıştı. Sema konuşmaya devam etti, babasına dönerek.
-Bundan sonra hep korkacakmıyız baba?
Ahmet bir an Sevda'nın gözlerine baktı ve kızına dönüp cevapladı onu.
-Hayır canım... Hep yanınızdayım artık.
Sema kuşku dolu bakışlarını bu kez annesine çevirdi. Sevda anladı bu bakışlardaki soruyu; sımsıkı sarılıp yavrusuna alçak bir sesle fısıldadı kulağına duymak istediklerini.
-Hadi tatlım, kalk evimize gidelim. Baban da bizimle bundan sonra ve sana söz kahkahalar atacağım yarın bu dönme dolap en üste asılı kaldığında.

Ayfer Arman

Yukarı

 Kahvecigillerden : Oktan Erdikmen


Yüz Bin Yıllık Miras

Arkeoloji 20. yüzyıldan bu yana bir bilim dalı olarak incelenmeye başlandı. Dünyanın varolduğu andan itibaren Ortaçağ’a kadar geçen süre, arkeoloji biliminin ilgi alanı içerisine giriyor. Arkeolog ise hayatını, tarihin derinliklerinde belki binlerce yıl önce yazılmış bir aşk mektubunu okumaya, belki de bir boşanma davasının kayıtlarını çözmeye adıyor. Üstelik bunu hiçbir maddi karşılık beklemeden yapıyor. Devletten aldığı 200 milyon lira harcırahla canını dişine katarak Orta Asya’da Eski Türkleri araştıran bir arkeolog; bulduğu bir tabletle, çözdüğü bir şifreyle, katrilyonlarla ölçülemeyecek bir mutluluğa erişiyor kuşkusuz.

Arkeoloji bilimi, insanın kendisini anlamasına yardımcı olmak açısından oldukça ilgi çekicidir. Asıl önemli olan, tarihin hangi döneminde olursa olsun, hayatı şekillendiren ve tarihi yapan canlının aynı insan olmasıdır. Açıkçası, belki binlerce yıl arayla, ama sonuçta aynı hayatlar yaşanıyor. Savaş, aşk, ihanet.. İnsanı insan yapan ne kadar duygu ve olay varsa, bin yıllar öncesinden tarih sahnesinde yerini almış aslında. Örneğin evlilik kayıtlarına bin yıllar öncesinde de rastlanıyor. Nikah cüzdanları yerine kil tabletler kullanılsa da.. Evlilik sırasında edinilen mallar kayıtlara geçirilmezse eşleri öldüğünde kadınlar mirastan pay alamıyorlar. Üstelik bu tabletler resmi kayıt işlemlerinin tek yoluymuş. Bir ilginç nokta da, imza atmayı bilmeyenlerin tabletlere bugünkü parmak basmaya benzer bir şekilde tırnak basmaları. Asurlularda ise çocuklarına öğüt veren ebeveyn tabletlerine rastlamak mümkün. Bugün olduğu gibi, aileler çocuklarına yüksek öğrenim görmeyi tavsiye ediyorlarmış! Arkeolojik kalıntılar arasında aynı hayatı bir başka zamanda yaşamak mümkün. İlk rüşvetin belgesinden, yapılan ilk yazılı antlaşmaya kadar, tarihin bütün ayrıntıları bu şekilde ortaya çıkarılıyor.

Kuşkusuz Türkiye, kültürel miras açıdan dünyanın en şanslı ülkesi konumunda. Tüm dünya, zorlayıcı iklim koşullarından kaçarken, bin yıllar boyunca en bereketli topraklara sahip olan Anadolu coğrafyası uygarlıkların buluşma noktası oluyordu. Üstelik zaman zaman zorlaşan doğa koşullarının gücü insanı Anadolu’dan koparmaya yetmemişti. Anadolu insanı Mısırlılılar gibi topraklarını terk etmektense, atalarının şehirlerinin üstüne kurdukları yeni şehirleri yurt edinmişler ve üst üste onlarca metreyi bulan höyükler oluşturmuşlardı. Dolayısıyla bu tür bir zenginliğe dünyanın bir başka yerinde ulaşmak mümkün değildi. Zaten dünyanın hiçbir yerinde, bu şekilde bir insan mekan ilişkisi görülmemişti. Akha orduları Troya sınırlarına yaklaştıklarında, karşılarında yalnızca Troyalılar değil, bütün Anadolu halkları duruyordu. Böylesine bir bağlılık söz konusuydu.

Ne yazık ki, günümüzde arkeolojik çalışmalara hemen hiç önem verilmiyor. Taliban denilen bir adam, tüm dünyanın gözü önünde, yine tüm dünyanın ortak olduğu bir mirası yok ederken kimsenin sesi çıkmamışken; müzelerden çalınan, sergilenmeyi beklerken olumsuz koşullar nedeniyle bozulan, kırılan eserlere her geçen gün yenileri ekleniyordu. Irak işgalinde petrol bölgeleri hemen güvenceye alınırken, tarihin icat edildiği coğrafyanın müzelerinin, kütüphanelerinin başında bir tek asker bile bulunmuyordu.

Bu süreçte en önemli görev, kuşkusuz Türkiye’ye düşmektedir. Emperyalistlerin çıkarcı tarih ve sanat anlayışına karşın Türkiye, arkeolojik çalışmalarda öncü rol oynayarak üzerinde kurulu olduğu topraklara olan vefa borcunu bir ölçüde ödemelidir. Bu topraklar, sonsuza kadar Türk yurdu olarak kalacağı için, bu toprakların bilinmeyenlerini gün ışığına çıkarmak da, sonsuza kadar Türkiye’nin görevi olarak kalacaktır. Unutulmamalıdır ki, kültürel ve tarihsel çalışmalardan yoksunluk, üzerinde durulması gereken en önemli sorunlardan birisidir. Diğer sorunları çözmek için daha sonra da zaman olacaktır. Ancak kültürel mirasa daha sonra sahip çıkmak söz konusu olamaz. Bu şekildeki bir anlayış tarihin kara listesine yazılmaya ve gelecek nesiller tarafından nefretle anılmaya mahkum olacaktır.

Oktan Erdikmen

Yukarı

 Tahayyül Ötesi : Müge Akyol


   Görmek için bakmak yetmiyor...

Buram buram çaresizlik kokan,

aşağıları kendine mesken edinmiş fikrin kayıtsızlığına, prim vermeyecek kadar da duyarlı gözlerin,

keskin bakışlarındaki kavrayış,

çözüme kavuşmuş soru’nun dinginliğini aksettiriyor,

bunca kişilerin, bakıp da göremediği,

görüp de anlayamadığı,

seyr-i alemin büyülü aynasında...

Müge Akyol

Yukarı

 Kahvecigillerden : Fehmi Can Sağlam


Bensiz ve mutlu kal (Bölüm - II)

-Ne garip,dedi. Sabit bir noktaya bakıp düşünebiliyorsun...
Gözlerine baktım sadece...
-Seni bu kadar düşündüren şey nedir?, diye sordu.
O an sırlarımın kapısının anahtarını ona vermeyi o kadar istedim ki. Ama korkularımı ona nasıl anlatabilirdim. Gözlerinin içine baktım. Ve bu sefer de gözlerinde kaybolmaktan korktum. Şarabımdan bir yudum aldım. Dudaklarım aralandı. Ama söyleyecek söz bulamadım. Bu kadar çok yazan biri nasıl olur da konuşamazdı, inanın ben de bilmiyorum...
Sustum öylece. Dakikalarca konuşmadım. Anılar gezindi bir süre gözlerimin önünde. Sonra bir sahne belirdi aniden. Puslu ve acıklı...
-Gözlerime bak ve bensiz daha mutlu olacağını söyle, dedim.
Ve söyledi... Yerde yatan cesedimi izledim bir süre. Cenazeme katılan kalabalığın arasına karıştım sonra.
Tabutumu taşıdım hatta. Biraz da gözyaşı döktüm ardımdan. Ve anılarımı o derin mezara gömüp, mutluluklar diledim.
O ise durmadı... Cesedimi yakıp, küllerimi savurmak istercesine,
-Başka biri var, benden duymanı istedim, dedi.
Umutlarımla baş başa kaldım bir zaman. Sonra gözyaşlarımı saklamaya çalışarak,
-Boynunu çok öptürme, dedim, morarmasın...
O an asi bir gözyaşı süzüldü yanaklarımdan dudaklarıma ve kalakaldı öylece...
-Bensiz ve mutlu kal, dedim. Bensiz ve mutlu kal, ayparçası...

...

-Yazmak güzel mi?,diye sordu.
Anılarımın tozlarını aldıktan sonra rafa kaldırdım yine. Boşluğa baktım bir süre...
-Yazmak güzel mi,dedim. Yaşamak güzelse, yazmak da güzeldir...
-Güzel olduğunu mu anlatmak istedin?,dedi.
-Ne anlamak istiyorsan onu anlatmak istedim,dedim. Nereden bilecekti bir ölümü yazmak için bin kere öldüğümü...
-Neden bilmece gibi konuşuyorsun?
-İçinde bulunduğun yanılsamayı fark etmeni istiyorum. Sana bir soru. Sen güzel misin?
Beklemediği bir soruydu. Utandı,yanakları kızardı...
-Bilmiyorum,sence?,dedi.
-İşte yakaladın. Bence ya da sence... Görme olayı görünenle değil, görenle ilgilidir. Ve bence sen çok güzelsin, gerçek olamayacak kadar güzel...
Başını öne eğdi önce. Sonra gözlerini kaldırdı ve gözlerimi yakaladı.
-Benim için de bir şeyler yazar mısın?,dedi.
-Şimdi mi?
-Eğer yazabilirsen...

Yazabilir miydim? Yanı başımda duran bu kız benim için ne ifade ediyordu ki? Sorular dolaştı bir süre düşüncelerimin girdabında, beni de aldı içine, bırakmadı dakikalarca. Yine bir sahne belirdi sislerin ardından...
-Ben yokken ne yapacaksın?
-Bilmiyorum alışmaya çalışacağım herhalde...
-Çok da alışma ama...
-Tamam.
-Benim için bir şeyler yazar mısın?
-Bir düşünelim bakalım...

Düşündüm bir zaman... Etrafımızda duran çam ağaçlarını seyrettim. Sonra boşluğa bakıp,
-Seni ağacın yaprağı, yaprağın yağmuru, yağmurun bulutu, bulutun gökyüzünü sevdiğinden daha çok seviyorum, dedim.
Boynuma sarılıverdi. Çok güzel olmamıştı biliyorum, o da biliyordu. Ama ona yazmıştım, ona özel... BU da onu dünyanın en güzel cümlesi yapıyordu.
Eğildi, yanağımdan öptü. Bir sıcaklık kaldı o günden yanağımda hatıra.
-Bu ne içindi?, dedim.
Gülümsedi sadece, ben de cevap beklemiyordum doğrusu. Yeşil gözleri o kadar çok şey anlatıyordu ki... Bütün sözlerden daha sıcak, bütün yıldızlardan daha parlaktılar...
Gitmeyecek gibiydi. Odama huzur yaymaya başlamıştı. Yağmuru düşündüm...
Elele yürüyorduk. O kadar yağıyordu ki sırılsıklam olmuştuk. Ama hiç de umurumuzda değildi...
-Sonunda seni bulmuşum,diyordu. Daha ne isterim ki?
İnanmıştım. Tüm sözleri gibi buna da inanmıştım...
Gözlerim doluverdi bir anda. Sonra elini hissettim elimin üzerinde...
-Ne oldu?,dedi.
-Hiç,dedim.
-Bu kadar çok düşünürsen hiçbir zaman mutlu olamazsın...

Anlayamazdı.. Düşünebilmek bana tanrının bir lütfuydu. Yazabilmek için buna katlanmak zorundaydım. Her güzel şeyin bir bedeli vardı bu dünyada. Belki de en iyisi bir odaya kapanıp yıllarca dışarı çıkmamaktı. O an o odada zamanı durdurmayı ne kadar istedim, tahmin edemezsiniz...

Sisler belirdi aniden yine gözlerimin önünde. Saçlarını okşadım dakikalarca.Sonra:
-Saçlarını hiç unutmayacağım,dedim. Bensiz ve mutlu kal ayparçası...
Ya da benimle mutlu değilsen, bensiz ve mutlu kal ayparçası,demiştim. Hangisini söylemiştim bilemiyorum. Belki de hiç birini... Hayalle gerçeği karıştırır olmuştum artık. Zaten gerçek dediğimiz neydi ki? Rakının o eflatun kokusuyla hayaller bir anda gerçek olmuyorlar mıydı...
-Buz ister misin?
-Böyle iyi,dedim... Her şeyi olduğu gibi severim ben. Çorbama limon bile sıkmamıştım bu güne kadar. Saflık ne güzel şeydi...
-Beni unuttun sanırım.
-Bunu da nereden çıkardın?
-Yarım saattir ağzından tek kelime çıkmadı da...

Ve işte başlamıştık... Bu kez beklediğimden de erken olmuştu doğrusu. Ne olurdu sanki ben düşünsem o dinlese, o düşünse ben dinleseydim...
Şefkat istedim o an, o buğulu sıcaklığını hissetmek istedim. Yağmur altında ıslanmış yorgun bir kedi gibi uzanıverdim kucağına. Sonra büyülü dokunuşlarıyla parmaklarını hissettim saçlarımda. Bir anda yumuşak bir his kapladı benliğimi. Sağ elim yanağını okşuyordu, oraya nasıl uzandığını fark etmemiştim bile. Ve artık biliyordum, gitmeyecekti... En azından bu gece...

Fehmi Can Sağlam

Yukarı

David Ojalvo

 Söylenebilecek ne varsa : David Ojalvo


   BAŞLARKEN...

Kahve Molası'nın Değerli Okuyucuları,

Hepinize bu ilk yazımla "merhaba" demek istiyorum. Bu yazıda kendimi tanıtmak, tanışmak ve Kahve Molası'na dair düşüncelerimi paylaşmak istiyorum.

1984 İstanbul doğumluyum. İstanbul Cerrhapaşa Tıp Fakültesi II.sınıf öğrencisiyim. Galatasaray Rotaract Kulübü Derneği üyesiyim. Liseden bu yana kitap okumayı, yazı yazmayı seven bir insanım. Bilgisayar, müzik, kitap ve spor başlıca hobilerim arasındadır. Sanatçı Kayahan, sanatçı Ekrem Kahraman ve Psikiyatr Prof.Dr.Kerem Doksat takdir ettiğim ve örnek aldığım insanlardır. Gelecekteki amacım tıpta uzmanlık sınavında psikiyatri bölümünü kazanıp, toplumuma iyi bir hizmet verebilmektir.

Kahve Molası sitesininin varlığını Cerrahpaşa'dan değerli hocamız Prof.Dr.Kerem Doksat'ın bana iletmiş olduğu bir e-postadan tesadüfen öğrendim. Siteyi dolaşıp incelediğimde tek kelimeyle "mest" oldum. Günümüzde televizyon, internet gibi iletişim araçları insanları okuma, yazma ve bilmekten uzaklaştırırken, böyle bir sitenin varlığını ve geniş bir katılımcı kitlesine hitap ettiğini bilmek sevindirici. Bu noktada sitenin editörü sn Cem Özbatur'u tebrik etmek istiyorum.

Kahve Molası'nı yaklaşık iki haftadır takip ediyorum. Bu, siteye gönderdiğim ilk yazı. Zamanla bir şeyler yazıp ürettikce sizlerle paylaşmayı hedefliyorum. Bu ilk yazımda da kendimi tanıtmayı uygun gördüm. Günlük hayatta iki bireyin karşılıklı olarak yaptığı dialoglarda birbirlerini daha iyi gözlemlemekte ve tanımaktadır. Halbuki internette bireyin salt düşünceleri ve yazıları önplana çıkmaktadır. Doğru bir niyet ve kullanılan doğru ifadelerle insanların kendilerini en iyi şekilde tanıtabileceklerine inanıyorum. İnternette iletişim, eğer gerçek hayattaki iletişimi üç boyutlu kabul edersek, iki boyutlu kalmaktadır. İnternette belki bir yazı aracılığı ile birinin fiziksel özellikleri ya da karakteri hakkında bir yargıya varamıyorsunuz, fakat kimi zaman bu sayede ön yargılarımızın da önüne geçebiliyoruz. Sonuçta her şey insanın içinde taşıdığı niyet ve de amaca bağlıdır... İyi niyet ve doğru bir amaçla bu siteden çok şey öğreneceğime inanıyorum.

Hepimizin gelen her yazıyı okuması ya da beğenmesi beklenemez. İnsan her gün yatağından aynı şekilde kalkmıyor ve gün boyunca çevremizle olan etkileşimimiz sonucunda ruhumuz ve düşüncelerimiz ister-istemez etkileniyor. Öte yandan her yazılan yazı bir emektir ve bir yazar da genelde yazılarının okunmasını bekler. Ben de tüm bu çerçeve içinde yazıları düzenli bir şekilde takip etmeye çalışacağım. Elbette benim de yazdığım yazıların herkesce okunmasını ve beğenilmesini beklemiyorum; ama yazdıklarımla size birşeyler katabilirsem, heyecan verebilirsem ne mutlu bana...

Geçtiğimiz günlerde sokakta yürürken, bir gazete bayinin önünden geçerken düşündüm de hergün dünyada birçok gazete, dergi, kitap, yayımlar çıkmaktadır. İnternete milyonlarca sayfa var. Tarihin getirdiği birikimle milyarca sayfa ve yazıyı bugüne taşıyoruz. Bu, gerçekten heyecan verici. En basitinden okunması gereken birçok klasik-güncel roman, dergiler, ders kitapları var... Bir yanda da bizler 21.yüzyılın bireyleri olarak varsak, biz de bu dünya medeniyetine yeni bir şeyler eklemeli ve bu birikime katkıda bulunmalıyız.

Satırlarımı bitirirken Kahve Molası'nın çok güzel bir paylaşım alanı olduğuna inanıyorum. Bu sayfa aracılığıyla türkçemize, edebiyatımıza katkıda bulunmak, okuyuculara bir şeyler verebilmek ve dünyamızı daha güzel bir yere getirmek dileği ile.

Sevgi ve saygılarımla,

David Ojalvo
www.davidojalvo.com

Yukarı

 Café d'Istanbul par Mustafa Serdar Korucu


Merhaba,

Bugün sizlerle ilk olarak soprano sesli bir erkeğin Ugo Farell'in "Preces Meae" albümünü, ardından 20. yüzyıla akıttığı kanlarla damgasını vurmuş olan şeytan fikirli diktatör Adolf Hitler'e farklı bir yorum getiren "Genç Hitler"i ve son olarak Tunç Devri'nin hakimi olan büyük bir imparatorluk kuran Hititler'i anlatan "Hititler (Bilinmeyen Bir Dünya İmparatorluğu)" kitabını paylaşacağım.

Keyifle dinlemenizi, izlemenizi ve okumanızı dilerim.

PRECES MEAE / UGO FARELL :

Muhteşem bir soprano sesine sahip olan Ugo Farell, "Preces Meae" ile bütün dünyayı kendine hayran bırakmaya devam ediyor. Ülkemizde her ne kadar opera ve klasik müziğe karşı ilgi az da olsa böylesi güçlü bir sese Türk halkı da kayıtsız kalamadı ve büyük ilgi gösterdi. Ender rastlanan soprano sesine sahip bir erkek olan Ugo Farell, farklılığı ve ses tonunun büyüleyiciliği ile müzik sevenleri cezbediyor.

Eskiden böylesi bir soprano sesine sahip olmak için opera şarkıcılarının çok büyük fedakarlıklar yapmaları gerekirdi. Erkek şarkıcılar sesleri kalınlaşmasın diye gelişme çağına geldiklerinde hadım edilirdi. Ancak bu sayede güçlü bir soprano sesine sahip olurlardı ve bu 16. yüzyıl geleneğine kastrasyon denilirdi. Ancak Farell'in sesi ise kastrasyonun ürünü değil doğuştan, Tanrı vergisi bir ses. Bilinen tek erkek soprano. Bu sanatçının yayınlanmış albümü ise "Preces Meae" bütün dünyada fırtına gibi esmeye devam ediyor.

Farell'in Latince "Benim Dualarım" anlamını taşıyan "Preces Meae"de, biri İngilizce 13 şarkı bulunuyor. Sanatçı albümündeki tek İngilizce şarkıda bir Queen klasiği olan "Who Wants to Leave Forever?"i yorumluyor. Çıkış parçası olan "Preces Meae", "Ave Verum", "Recorde" ve "Miserere" ise albümün öne çıkan diğer parçaları. Albümde ayrıca "Preces Meae'nin Jason Nevin'in elinden çıkmış bir remiksi de yer buluyor.

Operaya ve klasik müziğe ister yatkın olsun kulağınız ister olmasın büyük bir keyifle dinleyeceğiniz eşsiz bir albüm "Preces Meae".

GENÇ HİTLER (MAX) :

İnsanoğlu hiçbir döneminde görmediği kadar kan, gözyaşı ve kaosa şahit olmuştur 20. yüzyılda. Bütün dünyayı doğrudan ya da dolaylı etkileyen iki savaş yaşamış, binlerce kişi göç etmiş, kimliğini değiştirmek zorunda kalmış ve bu kargaşada ölmüştür. İşte bu iki savaşın ara dönemine, I. Dünya Savaşı sonrası büyük yara almış Münih'e gidiyoruz "Genç Hitler" ile.

I. Dünya Savaşı'nda ağır bir yenilgi alan Almanya, darmadağın olmuş, sanat-politika-inanç üçgeni içindeki çizgiler görünmez hale gelmiştir. Almanya'da yaşayan kimse geleceğin kendilerine neler getireceğine dair net bir fikre sahip değildir. Herkes yeni dünya düzenine alışmaya (bazılarıysa değiştirmeye) ve geleceğini görmeye çalışmaktadır. Her karmaşık ortamda olduğu gibi Almanya'da da uç fikirler ortaya çıkmakta ve taraftar toplamaya başlamaktadır.

Hayat savaştan dönen bütün askerler için çok değişmiştir. Ancak onlardan biri vardır ki onun bütün hayalleri savaş ile birlikte kaybolmuştur: Max Rothman. Savaştan önce umut veren bir sanatçı olan Max, sağ kolunu kaybetmesiyle resim yapma yeteneğini de kaybetmiştir. Ancak geleceğin esrarı herkes gibi bu genç adamı da çekmektedir.

Max sanata olan açlığını başka bir yolla, bir sanat galerisi açarak gidermeye karar verir. Bu genç idealist adamın açtığı galeri büyük beğeni kazanır. Ancak her şey yolunda gitmemektedir. Savaş sonrası Max'in bu mücadelesinde yanında olan ailesi, sanata meraklı, cazibeli bir metres yüzünden dağılmıştır.

Max, bütün bu karmaşanın içinde kendisi gibi gelecek hakkında planları olan bir adamla tanışır. O, sanata ilgisi olan, ressam olmayı isteyen, ailesi, dostu bulunmayan deneyimli bir askerdir. İşte bu adam zamanla keskin zekasıyla politikaya atılacak olan ve hızla yükselip şeytani fikirleriyle bütün Avrupa'yı baştan aşağı kana bulayacak, dünya tarihinin en vahşi dönemini başlatacak olan Adolf Hitler'den başkası değildir.

Senaryo yazarlığını yaptığı "The Color Purple" ile Oscar'a aday gösterilen Menno Meyjes'in ilk yönetmenlik çalışması olan "Max"in prodüktörlüğünü ise "Sunshine", "The Sweet Hereafter", "Existenz" gibi filmlerden hatırlayacağımız Andras Hamori üstleniyor.

Filmin ilgi çeken bir özelliği ise "Max" rolünde John Cusack'ın karşımıza çıkması.
"Being John Malkovich", "The Grifters", "Eight Men Out", "Say Anything", "The Sure Thing"daki başarılı performanslarından hatrımızda önemli bir yer edinen ve özellikle "High Fidelity' ile bu başarısını kanıtlayarak Altın Küre ödüllerinde En İyi Aktör dalında aday olan Cusack aynı zamanda filmin ortak yapımcılarından da biri.

Adolf Hitler'în farklı yönlerini cesaretle bize anlatan "Genç Hitler", tarihe meraklı sinema izleyicisi için kaçırılmaz bir film.

HİTİTLER (BİLİNMEYEN BİR DÜNYA İMPARATORLUĞU) :

Pek çoğumuzun yalnızca ortaokul ve lise yıllarında sadece birkaç paragraf içinde okuduğu ve son olarak Tolga Örnek'in "Hititler" belgeseli ile tekrar aklımıza gelen Hititler, Anadolu'nun bize sunmuş olduğu büyük bir tarihi mirastır aslında. 1800'lerin sonuna doğru sadece İncil'de adı geçen ve izine rastlanmayan bir halk olan Hititler'in Alman arkeologlar tarafından incelenmeleri sonucunda yalnızca bilinmeyen bir uygarlık değil aynı zamanda tarih zincirinin kayıp büyük bir halkasını olduğu da ortaya çıktı. Çünkü Hititler varoldukları süre içerisinde büyük güce sahip oldular ve Eski Dünya'nın kaderine hükmettiler. Mısırlılar ile savaştılar ancak yenişemeyince Kadeş Antlaşması'nı imzaladılar. Sonrasında bu iki ülke arasında bir dostluk oluştu ve Hititler tarihin karanlık sayfalarında kayboluncaya kadar bunu sürdürmeyi başardılar.

Zamanın ötesinde olan hoşgörüleri onları benzerlerinin arasından sıyırdı. Pek çok dile ve dine saygı gösterip onu Anadolu'nun hoşgörüsüyle kendilerine katmayı başardılar. Bilinen en eski Hint-Avrupa diline sahip olan Hititler, aynı zamanda ilk anayasayı da yarattılar. Oldukça modern bir hukuk devleti kurmuş olan halkın en büyük talihsizliği ise Mısırlılar gibi taş binalar değil kerpiçten yapılar kurmalarıydı. Bu onların arkalarında tabletler dışında özellikle mimari açıdan çok az şey bırakarak tarih sahnesinden çekilmelerine neden oldu.

Eğer siz de bu hayranlık uyandıran görkemli Tunç Çağı imparatorluğunu daha yakından tanımak istiyorsanız "Hititler (Bilinmeyen Bir Dünya İmparatorluğu)" kitabını kaçırmayın.

http://www.kmarsiv.com/cafe.asp

serdar@kahveciyiz.biz

Yukarı

 Milenyumun Mandalı : Sait Haşmetoğlu


Milenyumun Mandalı

Editör'den Önemli Not:Sevgili Sait Haşmetoğlu'nun e-romanı görsel öğelerle süslendiğinden, aşağıdaki adresten tek tıklamayla zevkle okuyabilirsiniz. Üşenmeyin... Tıklayın... Ayrıca bugünden itibaren duygu ve görüşlerinizi yorum olarak yazabilirsiniz.
http://www.kmarsiv.com/xfiles/mandal_1.asp

Devamı yok. BİTTİ

hasmetoglu@kahveciyiz.biz

Bu romanı arkadaşına önermek ister misin?

Rating: 8,588,588,588,588,588,588,588,588,58
              444 Kahveci oy vermiş.
58261 Yorum var. Yorum Yaz / Oku

Yukarı

 Dost Meclisi


HATA NEREDE?

Düşün ki karanlık bir gecede gökyüzündeki Cennet tarlarlarını görmüşüz. Bir düş kurup peşine düşmüşüz...Mutluluğumuz pamuk ipliklerine bağlı birer kuklayken çocukluğumuzu unutup utanmadan büyüdük... Bir gün ipler kopunca yüreğiimiz çamura düştü... Kirlendik üşüdük neydi bütün bunların sebebi ? Kim kandırmıştı bizi? Her acı biraz daha gerceğe yaklaştırırken bizi yine de o Cennetin hayali avuttu bizi.. Bir gün günahsız bir masum çocuk çıkageldi...Herşey yalan.. Hanginiz size acı çektiren biri ile Cennette kardeş olabilirsiniz ki? Kaybettiklerinizi kim size verebilir?... Yüreğinizdeki çamurun izini nasıl silebilirsiniz?.. Haklıydı.. Bir suskunluk hakim oldu havaya yosun tutmuş saçlarımız yüzümüzü kapatıyordu aldanmışlığımızın utancıyla... Hani o karanfil kokan eller nerdeler gecenden korktuğumuz zaman anne şevkati ile bizi okşayan eller... Ama bazıları daha da şansız olabilir o elleri hiç tutmamış da olabilir.Git...

Birbirimizi aldattık, birbirimizi öldürdük...Para mevki derken hırs bürüdü bizden sonra gelenleri de kullanıp onları da çamura buladık...Kendimizle birliklte herşeyi heryeri mahvettik...Yalnız kalma korkusuyla aşkı da bitirdik...Parayla aldık sevdaları kendi çocuklarımızı bile kandırdık. Onları da kendimize benzettik utanmadan ...Ve kendimizle hesaplaştıgımız zaman ne yapalım gerçek bu dedik ama hiç değiştirmeyi düşünmedik...

Ya aşkımız?onun da son kullanma tarihi geçmiş başkasıyla çekip gitmişti..Çocukların kendin gibi yetiştiği için sana acımlarını bekleyemezsin tabi...Bir tek tutunacağın Cennet kalmıstı o çocukluk hayallerindeki ama ne gariptir ki ona topraığn altına girip öyle yükselebilirsin..Yalnızlık yalnızlık....Kimdeydi hata yaratanda mı yoksa bu yaşamda az da olsa birşeyleri değiştirmeyi çabalamayanda mı? Düşün ki gözyaşındaki Cennette boğulmuşsun

Düşünki Hata Nerede ?
Düşünki Niye?

Emin Acar

<#><#><#><#><#><#><#>

Kahve Molası, siz sevgili kahvecilerden gelen yazılarla hayat bulmaktadır.
Her kahveci aynı zamanda bir yazar adayıdır.
Yolladığınız her özgün yazı olanaklar ölçüsünde değerlendirilecektir.
Gecikme nedeniyle umutsuzluğa kapılmaya gerek yoktur:-))
Kahve Molası bugün 4.133 kahveciye doğru yola çıkmıştır.

Yukarı

 Tadımlık Şiirler


SENİ SEVİYORUM

Seni seviyorum
Sev dediler bana
Ben seni seviyorum

Kon dediler bana
Dişine dokunana
Seni seviyorum

Seni seviyorum
Bilesin bu ağrı
Şakaklarıma tuzak

Seni seviyorum
Dün gece geldiler
Yollarıma ipek halı serdiler

İsmail Kortançelik

Yukarı

 Biraz Gülümseyin




Sağlam kazık herhalde!..

Yukarı

 Kıraathane Panosu









Yukarı

 İşe Yarar Kısayollar - Şef Garson : Akın Ceylan
Yamağı : Ayşe Nur Gedik


TÜBİTAK - BİLTEN tarafından teknoloji transferi ile gerçekleşen ve ilk Türk gözetleme uydusu özelliğini taşıyan BİLSAT 27 Eylül’de fırlatılmış; ama benim yeni haberim oldu. Türkiyenin teknoloji merkezi olarak bilinen TÜBİTAK'ın daha başka nelerde öncülük yaptığını bilmek isterseniz http://www.tubitak.gov.tr/default_ie.htm kısayolunu kullanabilirsiniz.

Hayatımızın mutluluklarını nasıl büyük bir memnuniyetle kabul ediyorsak hastalıklarını da kabul etmeliyiz. http://www.psikofarma.net/HASTA/konverboz.html kısayolundan ulaşabileceğiniz web sayfasında Konversiyon bozukluğuyla ilgili bilgilere ulaşacaksınız ...Konversiyon bozukluğu, altta yatan organik bir neden bulunmaksızın ortaya çıkan, bayılma, felç olma ve duyu kaybı gibi nörolojik belirtilerdir. Hastalar sorunlarının ruhsal olduğunun farkında değildir ve istemli olarak bu belirtileri kontrol edemezler, yani belirtiler bilinçli olarak ortaya çıkmaz... Ne olur ne olmaz.

Son dönemde başlayan deprem söylentilerini sizler de duydunuz sanırım. Boğaziçi Üniversitesi, Kandilli Rasathanesi ve Deprem Araştırma Enstitüsü tarafından hazırlanan http://www.koeri.boun.edu.tr/scripts/sondepremler.asp kısayolundaki web sayfasında anlık deprem takiplerini yapabilirsiniz. Depremsiz günler dilerim.

Siz bu yazıyı okuduğunuzda saat kaç bilemem ama ben yazarken saat 18:00 ve acıkmış durumdayım. Şöyle sıcacık bir peynirli gözleme ve buz gibi bir bardak ayran olsa da yesek diyorum. Ama nafile bulabildiğim sadece http://www.lezzet.com.tr/mutfak_okulu/00149/ kısayolundaki gözleme tarifi oluyor. Ben gözleme niyetine bisküvi ve yanında ayran niyetine bir bardak çay tüketirken sizler de tarifle idare edin bakayım.

Akın

Yukarı

 Damak tadınıza uygun kahveler


Pix2Fone 1.0 [47KB] Win9x/2k/XP FREE
http://pix2fone.com/download.php
Rengarenk ekranlı cep telefonları aldı başını gdiyor. Nasıl resim yüklerim diye kara kara düşünmeye paydos. Alıyorsunuz bu programı çalıştırıyorsunuz. Ondan sonra telefonun modeline göre yapmanız gerekenleri o size söylüyor. Valla henüz öyle bir telefonum olmadığı için deneyemedim ama deneyenler iyi olduğunu söylüyor. Sonucu bana da bildirin olur mu?

Yukarı

http://kmarsiv.com/sayilar/20040610.asp
ISSN: 1303-8923
10 Haziran 2004 - ©2002/04-kmarsiv.com
istanbullife.com
Kahve Molası MS Internet Explorer 4.0+ ve 800x600 Res. için optimize edilmiştir.
Uygulama : Cem Özbatur - Her hakkı saklıdır. Yayın İlkeleri