KAHVE MOLASI
ISSN: 1303-8923
ABONE FORMU

ABONE OL
ABONELiKTEN AYRIL
HTML TEXT
Arkadaşlarınıza önermek ister misiniz?

 SON BASKI
 Ana Sayfa
 Arşivimiz
 Yazarlarımız
 Manilerimiz
 Forum Alanı
 İletişim Platformu
 Sohbet Odası
 E-Kart Servisi
 Sizden Yorumlar
 Kütüphane
 Kahverengi Sayfalar
 FİNCAN/SİPARİŞ
 Medya
 İletişim
 Reklam
 Gizlilik İlkeleri
 Kim Bu Editör?






Kahveci Soruyor?



KAHVERENGİ SAYFALAR



KAPI KOMŞULARIMIZ

Üç Nokta Anlam Platformu


İstanbul Kültür ve Sanat Vakfı Etkinlikleri
Yazılan, Okunan, Kopyalanan, İletilen, Saklanılan, Adrese Teslim Günlük E-Gazete - Yıl: 3 Sayı: 523

 11 Haziran 2004 - Fincanın İçindekiler

 Editör'den : Bim bam bom!..


Merhabalar,



Bir sonraki sayıda buluşuncaya kadar bulunduğunuz yerden bir adım öne çıkın. Sevgiyle...

Cem Özbatur

8 Yorum var. Yorum Yaz / Oku
Tarkan İkizler

 Hikayeci : Tarkan İkizler


   BULUŞ

Annem yine kitaplarımı saklamış...
Çocukluğumdan beri okumayı çok severim, ne bulsam okurdum. Okul bitince kendimi iyice kitaplara verdim, öyle ki; en yakın arkadaşlarımı bile, ayda yılda bir görür oldum. Evet olayları biraz daha derinlemesine görmek, ayrıntıları kavrayabilmek için okumak şarttı, ama ben ipin ucunu kaçırıp, kendimi iyice eve kapamıştım. Annem bile "Oğlum çıksana dışarı, bütün gün evdesin, seni gördükçe ben bile sıkıldım, kız arkadaşın falan yok mu senin?" demeye başlamıştı...
"Kahveye falan git, git orda oku." , "Niye bir iş bulmuyorsun sen kendine?" diye başlayan şikâyetler, mutlaka "...bütün gün bacağımın arasında durma da, ne yaparsan yap"la biterdi.
Kafam çalışıyordu, hatta kendimi zeki hissettiğim anlar bile olurdu, ama hayallerimi gerçekleştirmek için ne yapacağımı bir türlü bulamıyordum...

Canım sıkıldı dışarı çıktım...

Alışkanlığım olmadığı halde, okuldan arkadaşlarımı görebilmek için 'takıldıkları' kahveye gittim... Bu ortam pek hoşuma gitmese de, arkadaşlarla iki çift laf etmek, evde geçen içe kapanık durgun yaz günlerime, belki bir hareket getirir diye düşünüyordum. Ben hariç hepsinin, öyle ya da böyle bir işi vardı...

Beni ilk görüp merhaba diyen, yine Rüstem olmuştu. Diğerleriyle de iyi geçinirdim, ama beni anlayıp, sıkılmadan dinleyen Rüstem'in ayrı bir yeri vardı. Çoğunlukla yanımızda bir kaç arkadaşımız daha olur, günlük olaylardan, az çok becerebildiğimiz kadarıyla siyasetten, müzikten vs. konuşurduk. Kısacası; kahve köşelerinde sürünmeye aday bir grup gençtik. Herşeyi kabul edebilirdim ama, işte bunu bir türlü içime sindiremiyordum. Benim sonum, bütün gün kahvede oturup, en yakın arkadaşını okey partilerinde sövüşlemeye çalışan adamlar gibi olamazdı. Bir şeyler yapmalıydım, hiç değilse kendim için... Sonunda karar verdim ve iş aramaya başladım, "Rüstem bana bir iş bul...Hem de ne olursa..."

İlk olarak, arabaların elektrik aksamında kullanılan küçük sigortaları imal eden bir atölyede, iş buldum; boru şeklindeki çubuk camları makinede kesip, içlerine, cinslerine göre teller koyuyorduk. Daha ilk gün cam tozlarından mahvoldum. İkinci günü gitmeyeceğimi haber bile vermedim.
Sonra mahallede oturan bir abinin yardımıyla, Edirnekapı-Kadıköy hattındaki otobüslerde biletçilik işi...; şoförle tanışıp iki durak gitmeden otobüsten indim, iniş o iniş... Sonrası?...Sonrası böyle sürüp gitti, plastik terlikler yapan kalıp atölyesindeki presten, kapı kapı gezip batttaniye pazarlamaya, Beyazıd Meydanı'nda kaset satmaktan, lokantada tepsi tepsi pirinç ayıklamaya kadar, hiçbir işte bir haftadan fazla çalışamadım... Ben değildim ama, hiç değilse annem mutluydu, çünkü; artık istesem de evde duramıyordum... Anneme gelen komşular için yapılan keklerle, serin balkonda "Felsefenin temel ilkeleri"ni okumak hayal olmuştu...
Bir şeyler bulmalıydım, son seyrettiğim filmde bahsedilen, ayakkabı bağlarının uçlarındaki plastikleri bularak, zengin olan adam gibi bir şeyler.... Ama ne?
Yine eve kapandım. Fakat bu sefer, annemin çenesinden kurtulmak için, gündüzleri uyuyup, geceleri sabahlıyordum, oldum olası geceleri hep daha iyi düşünmüşümdür. Kitapları bir kenara bıraktım ve çalışmalara başladım. Deli gibi evin içinde bir o yana, bir bu yana gidiyor, "icatların anası ihtiyaçlardır" diyerek, kendimce yöntemlerle, insanların ihtiyaçlarına pratik çözüm yolları bulmaya çalışıyordum...
Bazen ne yaptığımı bilmeden, öylece camdan bakarken donup kalıyor, annemin "Sen yatmadın mı, daha!" uyarılarıyla kendime geliyor, bazen de kendimi, elimde ucuna eski hoparlörden sökülmüş mıknatıs bağlı bir ipi, üçüncü kattan aşağıya balık tutar gibi sarkıtmış vaziyette buluyordum... Bir hafta sonunda zorlu çalışmalarım meyvelerini vermeye başlamış ve ilk 'kendi kendini sulayan saksı'yı insanlığa kazandırmıştım(!). Annem "İnsanlar 'tatile gidersem' diye, niye bunu alsın ki, çiçekleri sulayacak komşuları yok mu onların?" cümlesiyle, uzun çalışmalar sonucu elde ettiğim 'bilimsel gurur'umu bir darbede yıkmıştı. Bu beni yıldırmadı, aksine bir şeyler bulup kendimi kurtarma hırsımı daha da kamçıladı.
Yine uzun çalışmalar sonucunda; otomatik olarak çalışan 'dört parça tuvalet kağıdı kesici'den, uzaktan kumandalı perde otomatiğine, 'hazır jenarötörlü' televizyondan, kapının önüne gelindiğinde 'kendi kendine çalan zil'lere kadar bir çok buluş yaptım. Ama annemin baştan düşünülmüş, sabotajcı kurgularla yüklü, alaylı itirazları, her seferinde bunların hayata geçmesine engel oluyordu... Belki de sorun, buluşlarımı hep evde kullanılan şeyler üzerine yapmamdan kaynaklanıyordu... Sokaklara çıkmalı dolaşmalıydım, evet çözüm sokaktaydı... Çıktım dışarı yürüdüm, yürüdüm... Neye baksam, "Şöyle olsa daha iyi olmaz mı? Böyle olsa ne olur? diye düşünüp duruyorum. Bazen bir otobüs durağı, bazen bir elektrik direği, bazen de bir dükkânın kapalı kepengi... Üzerinde düşündüğüm nesne neyse artık, yaklaşıp önünde duruyor, sağını solunu inceliyorum, gelip geçenler beni böyle görünce, neye baktığıma bakıyor, bir anlam veremeyip benle beraber, bir incelediğim şeye, bir bana bakıyorlar, sonra da "Tüh, tüh, tüh, yazık" diyip gidiyorlar, ama ben aldırmıyorum , mutlaka bulacağım...
Bir kaç haftayı, dışarıda incelemeyle geçiriyorum...Ve o, 'beklediğim an', sokaktan çıkan arabanın farları gözümü alınca geliyor, Buldum! Buldum!...
Evet, "Evreka!" diye sokaklarda bağırarak koşmak nasıl bir duygu, işte şimdi anlıyordum...

Arabalar, yolda karşı karşıya gelince, hep birbirlerini "selektör yaparak" uzun farlarını kapasınlar diye uyarmazlar mı? İşte benim buluşum sayesinde, artık buna gerek kalmayacaktı... Bir dakika da herşey bitmiş, planlar projeler hazır, zihnimde çizilmiş gibi duruyor; farların altına "Fotosel"li bir alıcı yerleştiriyorum, hoooop, uzunları yakıp yola çıkıyorum, karşıdan başka bir araç gelince, bu alıcılar hemen devreye giriyor ve bir anahtar görevi görerek, benim farları kısaya çeviriyor, araba gidince yine uzuna geri dönüyor... Şoförler bundan sonra, farları açıp kapayan düğmelerle, kollarla uğraşmayacaklar... Sevinçle eve dönüyorum, annem "Bak, bu olur işte" diyor, aldığım destekle sevincim ikiye katlanıyor. Bu seferki büyük bir buluş... Daha önce, nasıl olur da kimse bunu düşünememiş olur? Heyecandan sabahı zor ediyorum. Bugün kahveye gidip buluşumu Rüstem'e anlatmalıyım, hem niye işe gitmeyip, ortalarda görünmediğimi de bu şekilde izah edebilirim belki. O zaten, benim, kahvelere takılıp kendini ziyan edecek biri olmadığımı düşünen tek insan, öğrenmek en çok onun hakkı...

Doğruca kahvenin yolunu tuttum...

"Vaaaaay.... Nerelerdesin sen ya? İşe de gitmiyormuşsun..."
"Çalışıyordum, kendimi buluşlara, icadlara verdim ki sorma gitsin.
"İnsan bir arar sorar, bir ay oldu ortalarda yoksun."
"Sana haber vermek için iş yerini aradım ama bir türlü bulamadım."
"Yaaaa, doğru doğru, ayrıldım işten. Bugüne kadar salak gibi takılıp kalmışız oralarda..."
"Şimdi ne yapıyorsun ki?..."
"Şimdi ne mi yapıyorum, para basıyorum."
"Para mı basıyorsun?"
"Evet, şimdilik bir tane ama, işleri bir ilerleteyim filo yapıcam, filo..."
"Ya Rüstem, sen ne diyorsun? Ne filosu, ne parası?"
"Dur, dur acele etme, anlatacağım... Usta! yap bize iki şekerli..."
"Sen hiç kahve içmezdin?"
"Para mı vardı içelim, istersen meyve suyu söyleyeyim."

Karşıma geçmiş, bilmiş bilmiş gülüyor, sanki kimsenin akıl edemediği bir şeyi bulupta "Sırrımı söylemem." der gibi keyifle sırıtıyordu. Geçmişimize dayanarak bu sırra beni de ortak etmeye hazırlandığını anlamıştım ki, fırsat vermeden ben atladım.
"E! Anlat hadi şu işi..."
"Gel şöyle kapının önüne çıkalım, çok gizli bir şey bu, kimsenin duymasını istemiyorum, benim için kötü olur yani, bak, bir tek de sana söylüyorum haaa, kıymetini bil... Bir gün işe geç kalınca, taksi tutmak zorunda kaldım, şans bu ya olacağı varmış, bindiğim arabayı trafikte durdurup belgelerini kontrol ettiler. Şoför belgeleri verdi ama, ruhsatı fotokopiydi, polis "Bunun aslı nerede?" diye sordu, şoför de "Satış işlemi için trafikte, muameleciye verdik" dedi. İşte o an kafamda şimşekler çaktı, akşama kadar bu işi düşündüm. Ertesi gün işe gitmedim, evde annemden babamdan, dışarıda eşten dosttan ne varsa topladım, ikinci el külüstür "taksiden çıkma" bir araba aldım...Taksi plakası falan yok tabii, plakaları biliyorsun bir ev parası" Bu sırada bize doğru gelen bir adam, Rüstem'in önünde durdu ve bir zarf uzatıp; "Tam yüzelli abi, say istersen" dedi, Rüstem de "Yok canım ne gerek var, size güvenmesem arabayı vermem değil mi?" diyerek adamı gönderdi. Bu işte dönen parayı kendi gözlerimle görünce merakım iyice kabarmış, bir anda buraya geliş sebebimi, kendi yaptıklarımı unutmuştum.
"Sonra?"
"Sonra, çalışmak için bir taksi buldum, kaç para verirse versin kabul ettim, tabii ilk gün de taksi ruhsatından fotokopi çektirmeyi ihmal etmedim. Hemen, benim külüstüre de çalıştığım taksinin plakasından bastırdım, verdim şoföre. Ruhsatın fotokopisini verirken de sıkı sıkı tembih ettim, "Çevirlerse böyle böyle dersin". Yanyana görülmeyelim diye de, o karşıda ben burada çalıştık. Şimdi benim arabada geceli gündüzlü iki şoför var. Allah'a şükür, böyle giderse bir iki aya kalmaz, bir araba daha alırım. Bak yabancı değiliz, istersen ona da sen çıkarsın. Aklıma gelmişken, senin şu icatlar buluşlar nedir allahaşkına?
Meyve suyunu kafama dikip, derin bir nefes aldım...
"Her zamanki gibi önemsiz bir şey işte, sen benim buluşumu boşver de, ne kadar yevmiye veriyorsun, onu söyle..."

Tarkan İkizler
tarkan@kahveciyiz.biz

Yukarı

Gülseren Bağlar

 Gül Ağacı : Gülseren Bağlar


   TEMMUZZ CHELEBİ

Herhangi bir gün KM Sohbet Odası :
-Gısss sen de gel..!
-Ahan da geliyom...
-Valla mı..?
diye şakayla karışık, Sadri Alışık geyiğinden sohbet birden bire gerçeğe dönüşüverdi. Ve... Fatih‘ in İstanbul‘ u fethettiği yaşta mıyım bilmiyorum ama kendi yaşımda İzmir‘ i 4.5 günde fethetmeye karar verdim.

Birkaç gün sonraki Salı :
Verilen karardan dönenin kepçesi ters dönsün diyerekten valizimi hazırlayıp, pencere kenarı “bayan” yerimi ayırttım. Valizimi bagaja, kendimi yurdumun dikkatli şoförlerine, onları da Allah ‘ a emanet ederek 7 saat 50 dakika süren yolculuğuma başladım. Şansıma bayan yanım boştu. Sabah 05.50 de İzmir‘e (valizim, hayallerim ve ben) sağ ve salimen şeklinde indim. Mehter takımı yoktu ama bozuntuya vermedim. Cep telefonuna sarılıp blue’yi aradım. “Horozlar birekfıstını, kargalar bokunu yapmadan mı geldin len, bekle geliyom” dedi. Bu şehrin yabancısı olduğumu fark ettirmeden, saf salak bakışlarımı saklamaya çalışarak, gözüme kestirdiğim ilk cafeye oturdum. Peron cafe’nin konukperver, civanmert garsonları bana “Oooo...! Sizzzz ha! Buralarda!... Ne içersiniz? Buyrun...” dediler. Çok memnun oldum bu ilgiden. Gözlerim doldu. “Çay” dedim Türk filmlerinde ki esas kız bakışlarıyla. Önüme konan çaydan –çay gurmesi edasıyla- bi fırttttt ! çekmemle, bööğğğ demem bir oldu. Allam... Çay şekerliydi (bilmiyom ya da bana öyle geldi) ve ben 23 yıldır şeker kullanmıyordum. Başkalarının artığı çay olmasın? fikrini aklımdan bile geçirmedim, bunca ilgiye nankörlük olurdu... Neysem... Bu şekerli sürprizi derhal unutup gözlerimi gıpraştıraraktan İzmir‘in deniz kokusunu içime çekip durdum. Sürekli tıkanan burnumun açıldığını, beynime oksijen felan gittiğini hissettim. Eritrositlerim dağda kaldığı için onları buraya yazmama gerek yok. Etrafta elinde elma şekeriyle bekleyen iyi amcalar vardı. Az daha bekleseydim “bana baba diyebilirsin” diyen ilk amcayla gitçektim. Hülyalara dalmakta gecikmemişken birden bire gözlerimi biri kapayıverdi arkadan. Ahha ! dedim. Böyükşeher devlet erkanından gelmeseler bile, sarı gacım, afetisyenim geldi. Ağır çekimle birbirimize sarıldık, koklaştık. Kolonlarda cee... yaparak birbirimizi kovaladıktan sonra “yine bekleriz efenim” diyen garson bizi uğurladı. “Olur, İzmir’in kavakları, yapraklarını döker dökmez buradayım” dedim içimden.

Burdan sonra yediğim, içtiğim benim olsun diyerekten, gezip gördüklerimi anlatacam...

Afetisyenim beni eve Alsancak kordon boyunu boydan boya geçirerek götürdü. Gördüklerim, göreceklerimin teminatı olmuştu şimdiden... Sevindirik halimi saklamaya çalıştım, ne görmemiş hatun demesin diye. (Ankara’da kordon vardı da biz mi görmedik..?) Kuş sütü, kuru üzüm olsa da Erzurum’un yayla balı olmayan bir kahvaltı sofrasına kınayarak, söylene söylene oturdum. (Hani yazmicaktım bunları?) Blue‘nin şirin arkadaşı Hatice de vardı. Onların muhabbetini, Hatice‘nin yüzüne yansıyan güzel yüreğini hemen hissediverdim. Aramızda bir TEDAŞ durumu oluşturdu. (Mıjıksss Hatice!) Blue “vatan, millet, Sakarya, TK ve hastalarım beni bekliyo” deyip işine, ben de yol yorgunluğuyla bi güzel uyku çekmeye yatağa yollandım. Pireler tam gaz mesaisini yaparken, eve gelen digitürkçülerin seslerini sonradan rüya diye anlattım. Güldüler.

Akşam ; “hieyyttt İzmir ben geldim, hadi benimle diyalog kur, tanı beni, bak seveceksin“ in ilk adımını gerçekleştirdik. Alsancak’taki Clup Ali Bey’de 3 yazar, 1 yazarcık ve bir okurcuk olarak thoplaştık. Malum bendeniz hiç konuşmadım, hep sustum. Çünkü ağzımı açınca nedense! TK ve Blue pek bi panic oluyolar. Vallahi nedenini anlamış diilim. Çözen varsa beri gelsin. Çekingen, bükülgen, hanım hanımcıktım. Neş’e-yi muhabbetle geçen 2-3 saatten sonra evimize geldik. Çayyyyyyy diye çığlık atasım gelmişti, derhal mutfağa koşup çayı koyduk. İki İzmir’li, bir Erzurum’lu hatun üçgeninin dayanılmaz sohbetine koyum koyum koyulduk. Sabah saatin körüne kadar gırgır muhabbet gitti gidiyor derken blue hatunu uyuyakaldı. Yasıkkk !

Sabah ne çabuk oldu:
“yalanlara dayanamam Osman agaaaaa” türküsü eşlik ediyordu blue‘nin “birekfıst hazır kalllkkkk !“ diyen sesine. Niye Osman Aga’yla hergün uyandırıldım onu da anlamadım ya! Bir gözüm açık, diğeri yarı açık -akşam o kadar çay içmiş kalmışlığın dayanılmaz ağırlığıyla- ne tıkındığımı bilemeden masada konu mankenliği yaptım. TK ve blue gacıları evden yollar yollamaz kendimi pirelerin kollarında buldum.

Öğleden sonra bir ara Hatice’yle pazara gittik. Ne gördüysem alasım geldi. Sadece enginar ve asma yaprağı aldık. Hatice ‘nin enginar macerasını ES geçiyorum burada. Benim baarsaklarım SOS verince İzmir marşıyla eve geldik. Blue pc başındaydı. Ras hamsisinin kıskançlık krizleriyle arkamdan atıp tutmasını yakaladım! Kel, kör, kirpi taaa oralara kara gölge gibi peşimden gelmeyi başarmıştı. Neyyysee...! Üstünde durmaya değmeyen bir konuyu iki satırda geçelim...

Gelelim ikinci gün İzmir’ine... Ras’ı pc de ekip kendimizi dışarılara attık. Önce Blue’ nin tenis kortundaki düşman çatlatan, şahane gösterisini izledim. Özen Hoca eserinle gurur duy! Anna Kurnikova halt etmiş... Güneşin altında bana topları toplattığını anlatmiycam tabii ki... Sağlıklı yaşam için tenis olayı bittikten sonra Alsancak’ta (İstiklal’e benzettim) çarşı-pazar gezinirken kendimizi kordon da bulduk. Dalgaların haşinliği, banklarda oturmamıza engel olması, elimizdeki bira-çerez poşetiyle yayla çimenine yayılma arzumuzu geliştirdi. Yayılmamazlık edemezdik... Çimenlere elimizdeki poşet ve biralar ile yayıldık. Cuma çimeni sevişgenlerine kaçamak bakışlarla bakmazkene, elinde bir demet gülle “nabiyonuz amerigan güzelleriiiii, bakayım falcaaazınıza” diyen nurtopu gibin falcı bacımıza elimizi kaptırmıştık bile... Adının Menemen’li Aysun olduğunu öğrendiğimiz, orta boylu, kapkara, şişman, 4 çocuklu, kocayı boşlamış, 30 lu yaşlarda ama 50 gibi gösteren sevimli bir kadındı falcı bacı. El mecbur hadi bak dedik. “ Kalbim temiz, eşya taşiycam, devlet kapısından kağıt gelcek, nazar var, üstüme ölü toprağı serpilmiş ve ömrüm kısaymış ama kaliteli yaşaycakmışım “ vs.vs... Derken kulfi bilirmisin oku da açayım nazarını güzelim dedi. Yok bilmiyorum sen oku dememle 2 saniyede 3 kulfi denize döküldü. Her bi şeyim açılmıştı artık, kim tutar beni..? Nazarsız, ölü topraksız biriydim ben. Fekat bu falda bir gariplik vardı. Gaptırdığım sol avuç içimdeki ameliyat izi ömrümü kısaltmıştı. Olmaz dedim, ömrü uzatacaz ya! Sağ eli uzattık, yine kısa çıktı. (Eh... Napalım Aysun’ umu kıracaz öle dediyse öledir). Bluenin elini verdik bu kez. Ona da ahan bu amerigan güzelinden (ben oluyom o güzel) başkasına güvenme, yüreğin temiz, saçların ricoysla ahenkli dans etçek, uzun yaşiycan, kanatlanıp Amerikanyalara gitçen dedi. Gaptırdık bi 5 melyonluk, helal osun. Aysuncukla sarmaş dolaş olup akraba çıkmadan güneşin batışını başka bir yerde yakalamaya karar verip, çimen sevişgenlerini kendi hallerinde bırakarak ordan ayrıldık. (Hamile mi diil mi bilmiyos saat 16:00 istikametindeki bizim sevişgenlerin hareketleri çok boldu). Narlıdere yolunda iki ileri, bir geri, kaybola-buluna “Bizim Gazinoyu” bulduk. Güneş ha battı ha batacak. Bu kızcaas Ankara’lardan geldi ayıp olmasın diye batmamış. Arabayı park edip masaya yerleşene kadar güneş efendi “velkamdınız, bayyy” diyip gitti. Güneşsiz rakı-balık-deniz akşam sefamız oldu. Bir ara Erzurum’a dağlarıma gittim. Dağ... Deniz.. ne alaka? Bilmem... Az bir hüzün sıkıştırıverdik araya nazarlık olsun diye. Erzurum-Ankara-İzmir hattı karıştı birbirine. Ayh.. işte böyle..daha yazarsam bin sayfa dolar. Elim yoruldu.

Kuşlar hadi kafeste de Ada nerde :
Sabah uyku hakkımızı dibine kadar kullandıktan sonra zinde uyandım. Blue uyanmasın diye sek sek sekerekten mutfağa gidip anneannemden öğrendiğim “Bitlis yumurtasını” sessizce hazırlamaya çalışırken “ben geldimmm” diye Hatice bitiverdi. İkimiz en pes sesle konuşup, yumurtaları en sessizinden çıtırdatırken blue suçüstü yaptı. Suçlu psikolojisiyle utangaç yumurtalar, ben, Hatice kem küm ederekten oturuverdik kahvaltımıza. Osman aga ve blue duhul etti bize. Arada bi iki göbecik atıp (recim niyetine) tekrar oturuyorduk masaya.

Kahvaltıdan sonra blue baklayı ıslattığı dilini dışarı çıkarıp, gidiyoz! buyurdu. Sırada Kuşadası vardı. Blue denizi her açıdan görmeme pek heves ediyodu. Kırmak olmazdı, bunlar ne kuşu, neden bu adaya göç etmişler acep diye düşüne-kaşına yoldaki manzarayı seyir eyliye gülüşe yolun nasıl geçtiğini anlamadan adası kalmış kuşları kafese kapatılmış deniz kıyısına çıkıverdik. Orayı burayı gezip etrafı kurcalarkene adayı hala göremediydim aslında. Sormaya utandım, iyice cahil bellenmemek için ada ve kuş kısmısını da İzmir’e dönerkene hızlıca unutuverdim.

En zıvanadan çıktığımız yarın :
Sabah Osman aga ile uyanmak istemiyordum ama kaçışım yoktu. Bugün yapacak çok şey var die süslenip- püslenip düştük kemeraltlarına. Kemerin altı var olan 3 kuruşluk aklımı da aldı... Daha ilk mağazada blue bir ayakkabıya aşık oldu. Seni ne ayakkabılar, ne terlikler ister kızım diyerek zor bela avutmaya çalıştıysam da olmadı... İkinci bir emre kadar içinde ve başında A harfi olan her şeyi yasakladım. Mesela: Samat diil, simit diceksin dedim. Her gördüğümüz mağazaya dalıp çıktık. Elimizde torbalar gittikçe çoğalıyordu. Çanta hastalığımız nüksettiği için girdiğimiz bi mağazanın sahibine blue “gözünüzde homormomor var” gibin bi şeler söyledi. (Doğrusu hordeolum muş). Türkçe meali “arpacık” desene be şuna diyip çemkirdim.

Vitrin camında yazılı olan 6-10 taksit lafına da bel bağlayarak, ayak üstü yazılan bir reçete bize, elimizde 4 adet çanta ve 12 aya cilvelenen taksitler olarak geri döndü. “Bir daha bekleriz” nidalarıyla çıktık ordan. Bir ara kaybolduysak da Kızlarağası Han’ da çay-sigara krizi molası verebildik. (Tabii içtik turşu suyunu bilmezmiş gibi kendimin huyunu...) Mekan çok güzeldi. Cıncıklar, boncuklar, gümüş takılar gözümüz döndü. Alasımız gelmiş, tutmayın bizi! Ordan blue harika bir bileklik , ben de küpe , halhal aldım. İyi ki şu kredi kartları ve bilmem kaç ay taksit olayı var. Her şey bedava hiç para vermeden al-çık durumu pek zevkli. Arada elime tutuşturulan kot pantolonu götürme çabalarım olmadı diil. Ben ne biliyim, satıcılar “al abla benden” diyince zorla hediye ediyolar sandım. Daha anlatsam bitmez bu hikaye. 9 saat süren bir maceraydı. Ayaklarımı tepemde gezdiresim geldi. Canım ayaklarım... Eve zor attık kendimizi. Paketler bir tarafa biz bi tarafa düştük. Dilim dışarı çıktı derler ya işte öyle.

Buçuklu son gün :
-Kak, kak, kak! Topla valizini süpris var!! diye dürtüklendim. Yatağımı mı ıslatmıştım? “Ben ne yaptım ya...?” diye deli gibi yataktan fırladım. Bade süzerek, üç buçuk atarak, çapaktan yapış yapış gözlerimi açamadan, akortsuz sesim en borazanından “nereye beeee! daha rüyamı tamamlamadım” dedim. Soru sorma fırla, ne diyorsam onu yap, bak hala oyalanıyo ! Azar işittim bide. Neyse deli kız bu ne yapacağı belli olmaz diyip “LA HAVLE” çekmedim tabii. Hık mık toplandım. 15 dakka içinde evden çıkıp bilmem nereye “Osman agayı yanımıza almadan” gittik. Deniz kenarında bal-kaymaklı kahvaltı yapçakmışız. Yerim ben böle süprisi de deli kızı da... Olayı halledip, patlıcan die bi yere kahve içmeye gittik. Ama “ ben’ i ” duyan gelmiş, yer mer hak getire. Oturamadık. Son kez İzmir turu atarken, Üniversitelerin önünde durduk. Rektörün kulağına kırmızı çaput bağlayıp, dua ettik oğlum kazansın diye.

Buçuklu saatlere yaklaştığımızda otogara geldik. Valize tıkıştırdığım anılarımı bagaja verip yerimi kontrol ettim. Bayan yanım yine bayansızdı olleeyyy !!!

Vedaları hiç sevmem.

Teşekkürler CAN KIZ !
(Bu yazımı yazarken Osman Aga eşlik ediyordu bana)

Gülseren Bağlar

Yukarı

 Kahveci : Oğuzkan Bölükbaşı


SEVGİ KONUŞMALARI

- Beni seviyor musun ?
- Hayır şu anda gazete okuyorum.
- Ne beni sevmiyor musun ?
- Ben öyle bir şey demedim.
- Hayır dedin
- Bak yine konuşma öğretiyorum diye kızacaksın
- Ne konuşması ?
- Sen şimdiki zaman kullanarak “beni seviyor musun” dedin
- Eeeeee ne olmuş ?
- Şimdiki zaman demek o anda yapılan işle ilgili zamandır ben gazete okurken seni nasıl seveyim
- Biliyordum zaten aynı anda iki iş yapamayacağını
- Ne ilgisi var şimdi bunun gerzeklikle ?
- Sana gerzek mi dedim ?
- İma ettin, iki işi birarada yapamaz falan gibi laf ederek
- Bunun gerzeklikle ne ilgisi var, fakat hoşuma gitti sen iki işi birarada yapamazsın
- Sen de doğru cümle kur
- Beni gazete okumadığın, ya da gazeteni bitirdiğin zaman sevme ihtimalin var mı ?
- Sevmekten kastın ne ?
- Sen adamı çatlatırsın
- Çatlamak isteyene ben birşey yapamam, sevmekten kastın ne onu söyle, bir çok sevme şekli var
- Ne gibi ?
- Aşkla sevmek, sevgiyle sevmek, şehvetle sevmek vs.vs.vs.
- Gazeteni bitirdikten sonra beni aşkla sevme ihtimalin var mı ?
- Nasıl aşkla ?
- Onun da mı çeşitleri var ?
- Tabii, sevgili aşkı, ilahi aşk, karşılıksız aşk vs. vs. vs.
- Gazeteni okumayı bitirdiğinde beni sevgili aşkı ile sevme ihtimalin var mı, Allah Allah ben salak mıyım yahu basit bir soru nereye geldi cehenneme kadar yolun var, cevap verme istemiyorum.
- Peki nasıl istersen, bana bir su verir misin ?
- Nasıl su istiyorsun ?
- Bayaaa
- Biz de bayaa su yok
- Canım saçmalama
- Ne saçmalaması, önce bir bardak mı, bir şişe mi, bir maşrapa mı su istiyorsun onu söyle
- Bana bir bardak su verir misin ?
- Nasıl bardak ?
- Ne demek nasıl bardak ?
- Olur mu canım, kristal bardak var, adi cam bardak var, bira bardağı var
- Bana bir adi cam bardak su verir misin, mahsus yapıyorsun di mi ?
- Niye mahsus yapayım
- Deminkinin intikamı bu galiba
- Demin ne oldu ?
- Beni seviyor musun diye sormuştun ya
- Ne zaman ?
- Demin
- Demin ne demek, kaç zaman önce anlamına geliyor ?
- ...................
- Niye sustun ?
- Düşünüyorum
- Ne düşünüyorsun?
- Evliliğimiz niye bu hale geldi ?
- Ne hali ?
- Yalın hali değil tabii
- Niye gelmiş ?
- Senin espri yeteneğinin olmaması nedeniyle
- Sen de var mı ?
- Herkes çok esprili olduğumu söylüyor, geçen gün Selma...
- Selma kim, o şıllık yardımcın mı ?
- O şıllık değil
- Şıllık değil de ne sana göz süzüp gerdan kıvırıyor benim önümde
- Kadın güzel giyinip havalı görünüyor diye kıskanıyorsun
- Ben kötü mü giyiniyorum ?
- Öyle demedim
- Ne dedin ya ?
- Off be yeter
- Off be yeter di mi?
- Yeter tabii ne istiyorsun gecenin bu vakti ?
- Bunca yıllık evliyiz bana birkez sevdiğini söylemedin.
- Söylemek şart mı ?
- Ne yani sessiz film oynar gibi hareketlerini mi takip edeceğim, söylemesen nasıl anlaşılır
- Ben senin kocanım tabii ki seni seveceğim
- Nasıl yani mecbursun diye mi ?
- .......................
- Yine sustun, hep susarsın zaten, bir de cump yatak, ne konuşursun, ne bir fikir söylersin
- ........................
- Bir başkası varsa hayatında söyle zorluk çıkarmam
- ............
- Naci ?
- .......................
- Naci, Naci diyorum
- Babam uyumuş anne bağırma.

Oğuzkan Bölükbaşı

Yukarı

Tuba Çiçek

 Rengarenk: Tuba Çiçek


   İÇİNİZDEKİ VELEDİ SALIN ARTIK SOKAĞA

Tamam! Biliyorum. Sizin içinizde de bir çocuk var değil mi? Büyümemiş yanınız. İç çocuk... İç çamaşırı gibi... Gizemli ve görünmemesi gereken bir şey...

Peki ama nasıl olmuş? Doğuştan mı? Yani, iç ve dış gebelik aynı anda olmuş da, biri büyümüş diğeri cenin olarak mı kalmış?

'Evet. İçimde hiç büyümeyen, kırılgan ve masum bir çocuk var.'
Nedir bu cümlenin meali?
'Böyle bencil, üçkağıtçı, dalkavuk, asabi vs. olduğuma bakma. Aslında içimde masum bir ben daha var da kimseye göstermiyorum. Kırılıp, incinmesinden korkuyorum.'

Peki ama bunun bana ya da topluma ne faydası var?

* * *

Bundan on yıl önce, ben de 'içimdeki çocuk' edebiyatı yapardım. Lakin benim çocuk öyle pek de içerlerde kapalı kalacak kadar uysal değildi. Pek cenin olarak kalmamıştı yani.

Zapdedilmez, zıpçıktı, ne zaman ne düşüneceği, kime aşık olacağı, niye ağlayacağı, hangi ortamda kahkaha atacağı pek belli olmayan, baş belası bir çocuk...

Ben de, tıpkı sizin gibi onu içimde korumaktan yanaydım. Onu öyle önemsiyordum ki, sokağa salıverince kirlenmesinden korkuyordum.

Sonra dedim ki: 'Madem bu çocuk masumiyeti temsil ediyor, iyi niyetli ve hümanist.. Üstelik aşkı da benden iyi biliyor.. Eeee neden o zaman içimde saklıyorum da insanlığın kullanımına sunmuyorum?'

Saldım sokağa benimkini...

Önceleri biraz bocaladı. Durmadan dayak yedi arka mahallenin çocuklarından. Düştü, orasını burasını yaraladı. Sonra, komşu çocuklarına özenip kırmızı pabuçlar, dantelalı elbiseler felan istedi. Anladım ki, bizimki aşkı keşfetti. Yoksa ne işi olur kılıkla kıyafetle?

Sonra ne mi oldu? Ben onu içimde koruyacağım, ona annelik yapacağım diye kendimi kasmaktan kurtuldum. O da benim bedenimdeki esaretinden kurtuldu. İki taraflı bir özgürlük anlaşması...

Şimdi birlikte keşfediyoruz yaşamı. O bana enerji veriyor. Yuvamızın aşk, safiyet, dostluk, düş alemi gibi duygularından sorumlu 'yürek bakanı!' Ben de ekonomiden ve dünyadan sorumlu 'beden bakanı!'

Faydalı bir işbölümü, ne dersiniz? 'Eh idare eder mi?' Ne diyorsunuz siz? Biz var ya biz.. yani ben ve veledim, muhteşem bir ikiliyiz beeee!

Evet, reklamları izlediniz sevgili okurlar. Ve şimdi de haberler:

- İçerlerimizden aldığımız bir 'son dakika' haberi için, şu anda 'Yürek'te bulunan muhabirimize bağlanıyoruz. Sevgili 'Can' içerimizdeki son durumu anlatır mısın bize.

- Sevgili 'Beden' henüz yetkililerden resmi bir açıklama gelmedi. Ancak, buradan gözlemlediğim kadarıyla 'Yürek kenti' düşmek üzere. Kentte bir iç savaş başladı. Güvenlik güçleriyle sevgi yandaşları arasında bir arbede yaşanıyor. Meydanlar savaş alanına döndü, göz yaşartıcı bombalar gözümüzü yaşartıyor ve durmadan ağlıyoruz. Güvenlik yandaşları sevgiye, dostluğa, aşka güvenlik önlemleri alıp; parayı, gücü, duygusuzluğu primlere boğuyor. Risksiz, aşksız ve tutkusuz bir yaşam vaat ediyorlar seçmenlerine.

- Peki 'Can', anlıyorum. Az önce dedin ki, resmi ağızlardan bir açıklama gelmedi. Nerede bu resmi makamlar, neden gizleniyorlar ve gözlemlerin neler? 'Can' sesimi duyabiliyor musun?

- Sevgili 'Beden', resmi makamlardan bu açıklamayı daha çok bekleriz. Onlar, her zamanki gibi güvenlikleri sağlanmadan meydanlara gelmeyecekler. Malikanelerde gizleniyorlar, duygularından ve sevgiden.

- Canlı yayınımız kesildi. Can! Beni duyuyor musun? Can! .... Can! ....

Ne o sıkıldınız mı haberlerden? Peki o zaman biraz 'müzük' verelim alttan; coşturalım alemi.

İşte, içimden kaçan veledin en favori parçası; 'Özgür Kızımız'dan dinliyoruz. (Evet.. Evet; milletin yerde gökte arayıp da bulamadığı Tarkan'ı dağ başında bulan ballı aşüfteden bahsediyorum.)

Onun aşkı bana extra large
Bana extra large
Giydim ama benim boyum kaç
Benim kilom kaç
Daha benim yaşım kaç...


Benimki bu şarkıyı seviyor. Eh mecbur ben de dinliyorum. Ancak öznesini değiştirerek..

Benim aşkım ona extra large
Ona extra large
Giydi ama onun daha yaşı kaç...


Eğer illa ki aşk olacaksa senaryoda; benimki large olsun baba! Hem de XL olsun...

Malum beni bozar 'onun aşkı bana XL' mantığı... Eh tabi bir de 'çıtırlardan hoşlanıyorum' deyip deyip, kendimizle çelişmeyelim di mi ama?

Cümle aleme çelişkisi az günler dilerim..!

Tuba ÇİÇEK
tuba@kahveciyiz.biz

Yukarı

 Ümitsiz kalmayın : Ümit Yoket


YAŞAMIN İÇİNDEN DENEMELER-2

KarAli, yaklaşık 100 yıldan beri canı sıkılıp, kendinle baş başa kalmak istediğinde, uçup geldiği çam ağacının en yüksek ve gizli dallarından birine kondu. İki bacağı üstünde yürüyen ama bir türlü uçmasını beceremeyen yaratıkların yaşadıkları ortama, daha azalan sürelerle dayanabilir hale gelmişti, giderek... Yüzyıllardan beri bu yaratıklar ondan çekindikleri için korkuluk dedikleri komik şeyler yapıyorlardı. Şimdilerde ise o ve tüm dostları, bu yaratığın kendisini görünce gerçekten korkup kaçmaya başlamışlardı. Bu yaratıklar 80 yıl ve 60 yıl önceki büyük savaşlarda birbirlerini telef etmişlerdi. O zaman çok gençti ve anlayamamıştı. Şimdilerde de birbirlerini ve kendilerini öldürmelerini, kendi sonlarını göz göre göre hazırlamalarını anlayamıyordu. Üstelik kitlesel olarak ölecekler arasında en sevdiğimiz varlık dedikleri yavruları ön sıralarda idiler. Bu nasıl türsel bir sevgi ve doğa anlayışı idi. Alt dallardan birinde yaşdaşı ve yakın dostu, KarMete'yi gördü...

- GakSelam, sende mi bunaldın?.. diye söze başlayıp bu düşündüklerini anlattı..
- GakAleykümSelam, onlar sadece kendi sonlarını hazırlasalar, bana ne deyip geçerim. Benim asıl kafamı bozan şey bizlerinde varlığını tehdit eder hale gelmeleri... Eskiden kayalıklar da veya büyük binaların çatılarında ne rahat ve mutlu yaşardık...Hava tertemizdi.. Ortalıkta bizim gaklarımızdan başka bir şey duyulmazdı adeta...80 yıl önce eşim GakAyşe ilk doğumunda yumurtadan 11 yavru çıkarabilmişti... Şimdi bu sayı 5-6 yı geçmiyor. Onların yarısından çoğuda birkaç haftada havasızlıktan ve gıdasızlıktan telef olup gidiyor. Artık yaptığı yemeği evinin penceresini açık bırakarak ortaya koyan yok ki... Yuvalarında yemek bile yapmıyorlar. GakDonald'lar dan geçilmiyor ortalık.. Üstelik çöplükleri de hormonlu atıklardan ya da plastik yığınından başka bir şey içermiyor. Kanatsız doğan Gakbebeleri bir düşünsene...
- Bizim kellemiz başına ödül koymuşlardı, hatırlıyor musun?...
- Nasıl hatırlamam!...Neyse o günleri çabuk atlattık. Artık ekili alanları bile kalmadı nerede ise... O güzelim meralar, ormanlar kayboldu gitti. Ev dedikleri yuvalarını ise ya üst üste, ya da dip dibe yapıyorlar. Kendilerine bile nefes alma alanı bırakmadılar.
- Ya o yürüme kanalları, güya yürümek için yaptılar ama, ardından simsiyah dumanlar bırakarak giden garip aletlere tıkış pıkış binip, güya zamandan kazanıyorlar. Sonra da kendi rezilliklerinin resimlerini gösteren camın karşısına geçip saatlerce kıpırdamadan oturuyorlar...

GakAli'nin aklına, büyük babası GakMecit'in anlattıkları geldi bir anda....180 yaşında idi o doğduğunda ve tüyleri artık bozarmıştı.18. yüzyılın sonlarından bahsetmişti, ona dedesi... O zamanlar bu iki ayaklı yaratıklar birbirlerini sevebilmek, özgürce yaşayabilmek ve anlaşabilmek için büyük gruplar halinde isyan etmişlerdi. Zalim çeribaşlarına karşı....
-Daha 4-5 nesil öncesi böyle düşünüyorlarmış öyle mi?..
-Evet, babam anlatmıştı, dedesinden aktararak..Bu tür isyanları hep olurmuş. Ama yeni önderleri idareyi ele aldıklarında eski tas eski hamam. Bu arada bizden daha üstün gördükleri akılları ile ürettiklerini, hemen kısa süre sonra birbirlerine üstünlük sağlamak ya da yok etmek için kullanınca, işler iyice karışmaya başlamış.
- Düşünsene bir kere, senin yaşadığın yeri ele geçirmek için, ben, üç beş GakKardeşi yanıma toplayıp, saldırıyor ve kaçıp tekrar gelirsin diye de, önce kanatlarını koparıp, parlak siyah tüylerini kızıla boyuyorum. Ve işin tuhafı bundan büyük tatmin duyarak... Adeta tüm koloniyi ortadan kaldırırsam her şey benim olur, daha güçlü ve mutlu olurum diye ortalığı kırıp geçiriyorum..
- Neyse, bunları daha fazla konuşup, GakFreud'luk hale gelmeyelim. Geçenlerde sana söyledim; GakFromm bizlerden "GakOlmak" için yaşayanlar , onlardan ise "Gak SahipOlmak" için yaşayanlar diye bahsetmiş. Ben bu yeni kavramı bir türü anlayamadım. Yani ben doyacağım kadar ceviz bulup, taşı üstüne atıp kırarak yemişim, diğer cevizleri de sen bulup yemeyesin diye sadece benim bildiğim bir yere saklamışım. Sen , çoluğun çocuğun ile açlıktan kıvranırken, ben karga aklımı seveyim diye gaküfürmeye başlamışım.

Lafa öyle dalmışlardı ki, bir süredir yanlarında tüneyen GakOya'yı farkettiler birden...O da uzaklara dalıp gitmiş, hem dinliyor, hem de ağzında sıkı sıkı tuttuğu peynirle, derin derin düşünüyordu;
- Piknikçilerden kaptım dedi, sessizliğin farkına varınca.. Daha doğrusu yaktıkları ateş büyüyünce her şeyi ortada bırakıp kaçtılar. Peynir yemenin bile tadı kalmadı artık biliyor musunuz, tilki mi kaldı ortalıkta?.... Tilkiden daha tilki geçinen insanlar, değil bizim sesimizi duymak, o gürültü ve hengame içinde kendi seslerini bile duymuyorlar. Bizim için uğursuz ve anti-leylek diyorlarmış.
- Anti-leylek mi?... Anlamadık...
- Leylek güya bebeklerini getiriyormuş da, biz de öldükten sonra ruhlarını onların varsaydığı öbür dünyaya götürüyormuşuz.
- Valla, götüren var mı bilmiyorum, ama ben kendi günahımı bile onlara taşıtmam. Mutlaka GakKDV ekleyip, taşıdıkları süre için ücret isterler.
- Yaaa, GakAli, bunlar dişilerini, kaldıkları eve kapatıp, hiç uçurtmazlarmış, biliyor musun?.. Sonra da eve gelince gagalayıp dururlarmış..
- Nasıl yani?...
- Söylediklerine göre çok sevdikleri içinmiş...Zarar görmemeleri içinmiş...
- Kimden zarar görecekler ki?..
- Diğer erillerden.. Dişiler de gahlaya goflaya, uçmayı bile unutmuş bir şekilde, eziyet etmek için hasta numarası yapıp duruyorlarmış. Hatta bazıları öyle becerikli oluyorlarmış ki, erkeleri de uçmaktan alıkoyabilmeye başlamışlar..
- Niye numara yapmış olsunlar ki, uçamayan insan zaten hasta değil midir?... Ya da eninde sonunda hastalanmaz mı? Şimdi ben uçamazsam yaşıyormuş sayılabilir miyim?..

Üçü birden uzaklara dalıp gitti, ileride simsiyah dumanlar çıkaran bir sürü büyük boru vardı.. Muhtemelen aynı şeyi, düşünüyorlardı..

İyi ki kendilerine, türdeşlerine veya sevdiklerine böyle davranmak için daha büyük kafa ve daha büyük beyinleri yoktu!... Küçücük beyinleri ile, doğanın kucağına doğdukları andan beri GAKBİREY ve GAKOLMAK adına yaşamak gibi bir özelliğe sahiptiler çok şükür ki... Hem de bu yaratıklara göre çok çok daha uzun süre yaşamalarına rağmen ve hiç dejenere olmadan. Bu uzun süre de sadece ve sadece kendileri ve sevdikleri için var olmayı biliyor ve sadece bu nedenle yaşıyorlardı. Belki de bu yaratıklar kendileri ile beraber onların da sonunu getirinceye kadar bu hiç değişmeden böyle sürüp gidecekti.... Mutlu bir hüzünle üçü de kendi yaşamlarına doğru uçup gittiler... GAKLAYA GAKLAYA!....

Ümit Yoket

Yukarı

 Budha Bar : Levent Bedir


BOŞ TENEKE

Serüvenime yemeklik zeytinyağı üreten bir firmanın fabrikalarında zeytinyağlarının muhafazasına yarayacak bir teneke kutu olarak imal edilmekle başladım.

Yolculuğum önce büyük bir depoda, sonrada bir marketin yağ reyonlarında noktalandı. Birileri gelip beni oradan alıp limandaki bir geminin deposuna taşıdılar. Yeni yerim geminin ambarıydı. Beyaz şapkalı bir adam birçok kez gelip sağımda solumda bulunan arkadaşları, bir zaman sonrada beni alarak daha sıcak ve daha sevimli olan mutfağa götürdü.

İlk dokunuşu şiir gibiydi.
Onun beni açarken pür dikkat kesilmesi ve bana yumuşacık dokunması, bedenimde tatlı bir heyecanın başlamasına neden oluyordu, -fabrikada kapağımın kapatılışını hatırlıyorum da-

Günlerce yağ dolumu için sıra beklediğim halde burada iki günde içimdeki yağı boşalttı ve ilk halime döndükten sonra beni sımsıcak kavrayarak güverteye çıkarttı. Kapak kısmımdan içeriye ağır bir metal parçası koyarak kapağımı tekrar kapatırken hala dikkatli ve özenliydi. Parmaklarının bana son kez dokunduğunu hissettiğimde güvertenin kenarından usulca denize doğru bırakıyordu beni…

Soğuk sularla ilk buluşmam bu olmuştu.
Geminin arkasından tıpkı gemi gibi yüzüyordum ta ki içimdeki ağırlığı hissedinceye kadar. Yavaş yavaş derinliklere doğru batmaya başlamıştım ki iki yunus balığı bana doğru yaklaştı. Gözlerinin içi gülüyordu. Sanki beni tanıyorlardı.(!)
Biri beni havaya doğru fırlattı, diğeri ise bir kuyruk attı. Bir süre benimle öylece oynadılar…

Dibe doğru yol aldıkça gün ışıkları azalıyor, küçük balık sürüleri yerlerini büyük ve ürkütücü balık türlerine bırakıyorlardı. İçimdeki garip huzurun nedeni ise nereden geldiğini anlayamadığım ama derinliklerime doğru seslenen ve hiçte yabancısı olmadığım bir melodi idi.
-Derin denizlerin, hüzünlü balıklarının şarkıları olmalıydı bu-

Bedenim gerilmeye ve ses çıkarmaya başladığında, acılarım dayanılmaz oldu.
"Keşke kapağımı kapatmasaydı sevgili aşçı"
Ting... tannnng, tooooong, bu sesler delirtiyor, bazı yerlerim içeri doğru çöküyordu. Dört kenarımı kıvıran fabrikadaki makine bile bu kadar acıtmamıştı canımı... Sağlam yapılmıştım ama binlerce derinliklerde bir serüvene çıkacağımı ustalarım hesaplamamış olmalılardı.

Yanıma yaklaştığında birkaç yeme denemesinden sonra yalnızca dişlerini törpüleyebileceğini anlayan bir köpek balığına acı acı tebessüm ettim. Galiba parlayışım onu bana doğru çekmişti…

Bir okyanusun karanlık dibinde yapayalnız kalma düşüncesi, kullanılıp atılmam, atıl durumda kör karanlıklara gömülüyor olmam beni çok etkilemesine rağmen tüm sorularımı anlayamadığım bir şekilde yanıtlayan şu melodi... Kulağıma akraba olan, nota bilmediğim halde eşlik edebildiğim, korkularımı silip süpüren şu melodi…
Nameleriyle ürkütüyor ama huzur aşılıyordu. Sanki okyanusun altında dev bir orkestra vardı ve ben ona doğru çok yaklaşmıştım.

Işık oyun oynamaktan vazgeçip, her şey gölge rengine dönmek üzereyken minik parıltılar halinde onları fark ettim. Denizin ahenkli hareketleriyle omuz omuza birbirleri ile dans eden, hepsi birbirinden farklı ama sonu benim gibi olan boş tenekeleri..,

"Sonsuz bir melodramın içinde hep birlikte"

Bu artık benim de melodimdi.

Levent Bedir

Yukarı

Kemal Türkmen

 Kahvecigillerden : Kemal Türkmen


   Buradan ötesi var mı ?

Akdeniz’in en batısında , Atlantik okyanusuna açıldığı boğazda yer alan Herkül sütunlarında Latince şöyle yazar.

‘Buradan ötesi yok’.

Doğanın kendini beğenmiş yaratığı insanın, vardığı her seviyeyi ulaşılabilecek en son nokta olarak görmek istemesini betimleyen belki de en güzel tümce .
Ama şartlar oluştuğunda, ‘ötelerin’ yaşam var oldukça hep olacağını Kolomb çok bekletmeden gösterdi.

Kitleler kendini oluşturan bireylerin arasından çıkan yöneticilerinin çizdiği ortak sınırlar içerisinde tembelce yaşamayı sever.
Çünkü başkaları onun yerine düşünmektedir ve yapılanlar sonuçta yanlış bile olsa birlikte yapıldığı için onlara doğru gibi gelir.
Kişiler yalnız olduklarını bilirler ama duydukları ayak sesleri onlara yalnızlık içinde görece bir emniyet hissi sağlamaktadır.
Tıpkı cephede düşmana doğru bando eşliğinde ve uygun adamlarla yürümek gibi.

Toplumu ötelere götüren, onun yerine düşünen, bilinmezlerle kendini tehlikeye atan ve çoğunluk uyamayanlardır.
Özgür düşünceyle farklılığını oluşturmuş bireyler olmadan toplum bir adım öte gidemez.
Çünkü toplum düşünemez ve yaratamaz.
Böylesi farklı bireylerin özgürlüğünü toplumun yarattığı ortak inançlar kısıtlar.
Ben bizlerin, ortak söylemlerden çok ayrıksı, tekil düşünce tarzlarını yeğlemesi gerektiğine inanıyorum. Ama bunun için, diyalektik sav, karşı sav ve birleşim (sentez) olmak üzere üç devinimli bir oluşma yasası yerine, çokluk ve çokluğun hakim olduğu ayrışıkların oluşturduğu bir oluş, bir düzen kurabilmeliyiz.
Birlikte yaşayabilmek için bir ortak noktada buluşmak şart olabilir mi ?
Hegel’e göre iki farklı düşünceden biri diğerini olumsuzlaştırmaktadır.
Ama Nietzche “Bir düşünce bir başka düşünceyle ilişkiye giriştiği zaman onu olumsuz olarak yadsımamalıdır, tersine onunla olan farkını ortaya koymalı ve bu farklılığından bir haz duymalıdır” der.
Bir sentez gereklimidir acaba ?
Farklı olmanın bilincinin zevki , farklılığın büyük bir hazla hissedilmesi sağlanamaz mı?
Diyalektiğin olumsuzluğuna karşı olumluluk; diyalektiğin karşıtlıklarına karşı fark;diyalektiğin aşırı iş ruhuna karşı hazlı bir yaşantı; diyalektiğin ağırlığına karşı hafiflik, sorumluluk fikrine karşı bir sorumsuzluk olamaz mı acaba?
Hazzın ve olumluluğun nesnesi olan farklılık Nietzche ve Heiddeger’in geliştirmiş olduğu bir kavramdır.

Ve diyalektiğin çok öteleridir.

Sanki Herkül sütunlarındaki ‘Buradan ötesi yok’ sözüne yanıt gibi.

Kemal Türkmen

Yukarı

 Milenyumun Mandalı : Sait Haşmetoğlu


Milenyumun Mandalı

Editör'den Önemli Not:Sevgili Sait Haşmetoğlu'nun e-romanı görsel öğelerle süslendiğinden, aşağıdaki adresten tek tıklamayla zevkle okuyabilirsiniz. Üşenmeyin... Tıklayın... Ayrıca bugünden itibaren duygu ve görüşlerinizi yorum olarak yazabilirsiniz.
http://www.kmarsiv.com/xfiles/mandal_1.asp

Devamı yok. BİTTİ

hasmetoglu@kahveciyiz.biz

Bu romanı arkadaşına önermek ister misin?

Rating: 8,578,578,578,578,578,578,578,578,57
              445 Kahveci oy vermiş.
58261 Yorum var. Yorum Yaz / Oku

Yukarı

 Dost Meclisi


Kahve Molası, siz sevgili kahvecilerden gelen yazılarla hayat bulmaktadır.
Her kahveci aynı zamanda bir yazar adayıdır.
Yolladığınız her özgün yazı olanaklar ölçüsünde değerlendirilecektir.
Gecikme nedeniyle umutsuzluğa kapılmaya gerek yoktur:-))
Kahve Molası bugün 4.133 kahveciye doğru yola çıkmıştır.

Yukarı

 Tadımlık Şiirler


kavgada ölmenin sebepleri

kavgaya döndüm
yüzümün derin çizgilerine
yoksulluğumun var gücünü döktüm
bir türkünün ırgatı olmayı dilerdim daha çok
günümü sahiplenmeyi hem de gecenin ta en başında
ben gidersem kimse kalmasın diye
erce soyundum ermek için
kavgaya döndüm
bütün safsatalarını kavlatan en gerçek yüzümle hayatın

mahalle bekçilerine taşıttığım uyku özlemini
gözlerinden çekip alsın diye
haylayıp birden
kavgaya döndüm

vah bana!
neyin, ve hangi elle tutulmaz sebebin
bilmeliydim bu kavga
niçin bir bayramı müjdeler
habire yumruklar uçuşurken kanım
acılarını çeker yorgan gibi üstüne
yok yok ben kavgama dönmeliyim!
suyun sölün kavgası var yaşamak için varolmak için daha çok
ben kavgada ölmeliyim
ya da muhallebi yerken kırılmalı dişim

M. Nihat Ağacıkoğlu

Yukarı

 Biraz Gülümseyin




Allahtan emniyet şeridinde durmuş!..

Yukarı

 Kıraathane Panosu









Yukarı

 İşe Yarar Kısayollar - Şef Garson : Akın Ceylan
Yamağı : Ayşe Nur Gedik


Babalar günü yaklaşıyor. Online alışveriş yapabileceğimiz siteleri dolaşırken şık bir tanesine rastladım. Belki siz de dolaşmak istersiniz. http://www.buybye.com a uğramadan geçmeyin. Hamil-i kart yakinimdir:-))

Hayatımızın mutluluklarını nasıl büyük bir memnuniyetle kabul ediyorsak hastalıklarını da kabul etmeliyiz. http://www.psikofarma.net/HASTA/konverboz.html kısayolundan ulaşabileceğiniz web sayfasında Konversiyon bozukluğuyla ilgili bilgilere ulaşacaksınız ...Konversiyon bozukluğu, altta yatan organik bir neden bulunmaksızın ortaya çıkan, bayılma, felç olma ve duyu kaybı gibi nörolojik belirtilerdir. Hastalar sorunlarının ruhsal olduğunun farkında değildir ve istemli olarak bu belirtileri kontrol edemezler, yani belirtiler bilinçli olarak ortaya çıkmaz... Ne olur ne olmaz.

Son dönemde başlayan deprem söylentilerini sizler de duydunuz sanırım. Boğaziçi Üniversitesi, Kandilli Rasathanesi ve Deprem Araştırma Enstitüsü tarafından hazırlanan http://www.koeri.boun.edu.tr/scripts/sondepremler.asp kısayolundaki web sayfasında anlık deprem takiplerini yapabilirsiniz. Depremsiz günler dilerim.

Siz bu yazıyı okuduğunuzda saat kaç bilemem ama ben yazarken saat 18:00 ve acıkmış durumdayım. Şöyle sıcacık bir peynirli gözleme ve buz gibi bir bardak ayran olsa da yesek diyorum. Ama nafile bulabildiğim sadece http://www.lezzet.com.tr/mutfak_okulu/00149/ kısayolundaki gözleme tarifi oluyor. Ben gözleme niyetine bisküvi ve yanında ayran niyetine bir bardak çay tüketirken sizler de tarifle idare edin bakayım.

Akın

Yukarı

 Damak tadınıza uygun kahveler


WorldTime 6.0.0.937 [2364KB] Win9x/2k/XP FREE
http://customer.pawprint360.com/wt600937.exe
Harika bir zaman programı. Zamanla ilgili aklınıza gelecek herşeye cevap bulabileceğiniz bir yazılım. Dünya saatleri, hatırlatma, alarm, kronometre ve daha neler neler. Zamanı iyi kullanmak isteyenlere tavsiye edilir.

Yukarı

http://kmarsiv.com/sayilar/20040611.asp
ISSN: 1303-8923
11 Haziran 2004 - ©2002/04-kmarsiv.com
istanbullife.com
Kahve Molası MS Internet Explorer 4.0+ ve 800x600 Res. için optimize edilmiştir.
Uygulama : Cem Özbatur - Her hakkı saklıdır. Yayın İlkeleri