|
|
|
Yazılan, Okunan, Kopyalanan, İletilen, Saklanılan, Adrese Teslim Günlük E-Gazete - Yıl: 3 Sayı: 524 |
14 Haziran 2004 - Fincanın İçindekiler |
|
Editör'den : Dijital Saz Semaisi!.. |
İyi haftalar,
Bir son dakika teknik altyapı problemi nedeniyle matbaayı açtıktan sonraki ilk 3 saati abuk subuk havuz problemlerini çözmekle geçirdim. O nedenle hem vakti geçirdik hem de beyin buruşması yüzünden normal düşünemez olduk. Ehh bu durumda benden size hayır yok. Ayrıca aynı dijital denklem nedeniyle bugünkü sayıyı biraz küçük tutmam gerekti. Aşağıdaki 4 güzel yazı ve bir güzel şiirle idare edeceksiniz. Ayrıca her pazartesi okumaya alıştığınız Yıldız Falı da bu hafta tatilde. Sevgili Nurettin'in nedeni benimki gibi dijital saz semaisi değil. Onunki canlı miniminnacık bir bebek. Evet sevgili Nurettin baba oldu. Ailesine ve minik bebeğe mutlu koca bir ömür diliyorum. Ve tabiki hepimize yeni haftada çöl sıcaklarından korunmak için şemsiye niyaz ediyorum. Kalın sağlıcakla.
Bir sonraki sayıda buluşuncaya kadar bulunduğunuz yerden bir adım öne çıkın. Sevgiyle... Cem Özbatur
|
Deniz Fenerinin Güncesi: Seyfullah Çalışkan |
ZURNADA PEŞREV OLMAZ
Öğlene doğru, ıhlamur gölgesinde üç yaşlı adam konuşuyorlardı. Dertliydiler ve yaşamın kendilerine haksızlık ettiğine inanıyorlardı. Koca bir ömür boşa tüketilmiş, bütün çabaları, kaygıları, emekleri sanki savrulup gitmiş gibi düşünüyorlardı. Yalan dünya dönüp durmuş, ömür su gibi su gibi akıp geçmişti. Ortada oturan amca bastonuna dayanarak;
- Şimdiki gençlerden hayır yok. İyi giyinsinler, yesinler, içsinler, gezsinler. Çalışmak dersen, iş dersen kaçacak delik arıyorlar. Hepsi lapacı, hazır yiyici... Ömrüm boyunca onlar için çalıştım. Bir baltaya sap olsunlar, bir işin ucundan tutsunlar diye didindim. Yalvarmaktan dilimde tüy bitti. Okula kulak asmadılar. Bir mesleğin ucundan yapışmadılar. Boyuna, posuna bakan bir şey sanır. İçleri kof, boş çuval gibi…Büyüdüler, güçlü kuvvetli adam oldular. Sıksalar taşın suyunu çıkaracaklar. İş yok, güç yok... Şimdi keşke okusaydık diyorlar, Kafalarını taşlara vuruyorlar ama nafile. Vapur bir kere kalktı artık. Bir daha o fırsat ele geçer mi?, dedi.
Öbürü aldı sözü;
- Benimkiler çok şükür okudular. İkisini de İstanbul’da işe koydum. Büyük olanı bankada, kız ise belediyede çalışıyor. Oğlan evini aldı. Gözü arabada.
Çok şükür kendilerini kurtardılar. Allah eksikliklerini göstermesin ama bir alo demeye bile üşeniyorlar. Yazdan yaza gelirlerse yüzlerini görürüm.
Geldiklerinde kıçlarını kakıp şöyle adam gibi oturmazlar. Doya doya yüzlerine bakamam. Doya doya sarılıp koklayamam. Oysa sarılıp koklamak isterim… Benimle oturup sohbet etsinler isterim. Ama nerde? Öğleye doğru uyanıp denize giderler. Deniz faslı bitince akşamları da parka, bahçeye...
Tamam akıllı çocuklar, iyi çocuklar yetiştirdim. İkisi de elmas gibi, pırlanta gibi… Ama gel gelelim Allah yine de beni onların eline düşürmesin.
Beni onlara muhtaç etmesin. İki gün bakar, üçüncü gün oflayıp puflamaya başlarlar. Bir tas su vermek zorlarına gider.
Uzun beyaz sakalları olan amca sadece onları dinliyordu. Konuşacak söyleyecek sözü yok gibiydi. Hem dinliyordu, hem de başı önde düşünüyordu.
O’nun zaten iki kızı vardı. Çoktan evlenip çoluk çocuğa karışmışlardı.
Uzaklarda, gurbet ellerde olmasalar belki çok daha iyi olurdu. İkisi de becerikli ve merhametli kızlardı, İsteseler bile babalarına el ayak olamazlardı. El kapısında geçim yapmak, gelin olmak sanki kolay mı?
Bayramlarda eşleriyle, çocuklarıyla gelirlerdi. Geldikleri gün daha yorgunlukları bile çıkmadan evi baştan başa pırıl pırıl yapıp öyle giderlerdi. Kaynanaları, kaynataları da onların yolunu gözlüyorlardı.
Torunlarını, evlatlarını, gelinlerini özlüyorlardı. “Daha çok kalın. Onlara başka zaman gidersiniz.” diyemezdi. Eşi Naciye Hanım onu çok vakitsiz bırakmıştı. O hakkın rahmetine kavuşup gidince iyice yalnız kalmıştı. İyice yalnız ve çaresiz… Arkadaşlarının hiç olmazsa eşleri vardı. Boşuna gençlerden şikayet ediyorlardı. Yaşlı bir adamın zaten eşi varsa başka hiç kimseye muhtaç olmazdı.
Ihlamur ağacının gölgesini, o yorgun ve kederli üç yaşlı adamın sohbetlerini kendi hallerine bırakıp kalktım. İçim daraldı. Belki on beş yıl sonra o ıhlamurun gölgesine bende arkadaşlarımla sohbete gelinim. Bende yakınacak, kederlenecek bir şeyler biriktiririm. En iyisi şöyle gidip pazarı bir uçtan bir uca dolaşayım. Belki biraz meyve alırım.
Pazar yeri insan seli. Sarı kızın kulakları küpeli. Üç yaşlarında şeker mi şeker, ilk yaz gibi cıvıl cıvıl bir şey. Kulaklarına sarı kirazdan küpeler takmış. Kirazlara uzandım elini kulağına kapattı. Bir mavi gözlerine baktım, bir de kirazdan küpelerine. Annesinin elinden sımsıkı tutuyordu.
“Kalabalıkta elimi sakın bırakma. Kaybolursan seni bulamayız.” Demiş belki de korkutmuşlardı. İçimden saçlarını okşamak geldi. Dokunamadım...
Annesinin eline sımsıkı yapışmış oynaya zıplaya geçip gitti. Kalabalığın içine karıştı. Gözden kayboluncaya kadar arkasından baktım. Başka çocuklar kıskanmasın, kimse darılıp gücenmesin ama bu gün pazarın en güzel kızı oydu.
Gülüşlerin en güzeli onun gözlerinde, onun gamzelerinde oynaşıyordu.
Aklım hala ıhlamur gölgesinde dertleşen ihtiyarların konuştuklarındaydı.
Neden gündelik yaşamlar bu kadar kederli ve mutlaka can sıkıcıydı. Daha dün Zurnacı Hasan diye biriyle tanıştım. Adam on tane karabasan gibi öyküyü birbirine ekleyip peynir ekmek yer gibi anlattı. Ne zaman vakit bulup yaşamış? Bunları bir ömrün neresine sığdırmış? İnsanın aklı almıyor.
- Yedi çocuğum var. Geçimim ağır. En büyükleri İstanbul’a gitti. O iyi kötü kendini kurtardı. Altısı daha ufak. Hepsi benim elime bakıyor. Biri ilçede okuyor. İkisi köydeki okulda. Hiç birine yetişemiyorum. Elimde sanatım olmasa açlıktan gebeririz. Ben zurna, bağlama falan çalarım. Bütün vilayette kime sorsan beni tanır. Yaz olunca düğünlere falan çağırırlar.
Müdürler haber gönderince halk oyunu gösterilerine de giderim. Sinop’a gelen bütün başbakanları karşılamaya ben gittim. Yaz olunca iyi kötü karnımız doyar. Ama kış gelince çok zor. Zurna işi olmadığı zamanlar ormanda çalışırım. Kesilen ağaçların dallarını budayıp, tomrukları öküzlerle yol kıyısına çekeriz.
Sağlığım da eskisi gibi değil. Artık orman işin ağır gelmeye başladı. Sık sık hastalanıyorum. Başımdan çok işler geçti. Vaktin olsa da dinlesen.
Anlatmakla bitmez ki. İşlerim de şansım da hiç düzgün gitmedi. Akıllı bir düzen tutturamadım. Almanya’ya bile gittim. Sanatımız demişiz. Bir yol tutturmuşuz. İlla davul, zurna. Davul zurna deyip sakın küçümseme. Parası da iyi. Şimdiki aklım olsa bir fabrikaya girerdim. Hiç olmazsa başım belaya girmezdi.
Hippileri var orda. Sen bilmezsin. Görsen insan sıfatına sokamazsın. Uzun saçlı, sakallı, pis dilenci gibi adamlar işte. Dört beşi işten dönerken gece önümüzü çıktılar. Bağırıp çağırıyorlar ama bir şey anladığım yok.
Birisi benim üzerime çöküp boğazıma sarıldı. Adam beni gebertecek. Biz hepimiz silahlıyız. Makineyi belimden çıkarıp şarjörü üzerine boşalttım.
Kendimi korumak için attım. Kime anlatacaksın? Bize orda kim inanır? Kafam zaten dumanlı. Adamları bırakıp kaçtık. Sonradan duydum adam gebermiş. Polis vızır vızır her yerde beni arıyor. Alman hapishanelerinde ölüp gitmektense kaçtım. Avusturya’ya geçinceye kadar anamdan emdiğim süt burnumdan geldi.
Kısmet değilmiş. Gavurun parası herkesi zengin etti. Bana yaramadı.
Hapisliği göze alıp geri de dönemedim. Bir hiç uğruna elimi kana buladım.
Hippi misin nesin? Git belanı başkasından bul. Geldi bana çattı. Alnımıza böyle yazılmış işte, ne desem yalan.
Her gün karşılaştığınız bu insanların öykülerini dinlerken resmen yoruluyorsunuz. Anlamaya bile yetişemiyorsunuz. Dinlediklerinizin bir kısmını anlamaya çalışırken ötekilerin ucunu kaçırıyorsunuz. Benden başka sesiz, sakin, dertsiz tasasız yaşayan kimse kalmamış diye düşünüyorsunuz.
Öte yandan kendi kendinize “Herkes binlerce serüveni birbirine ekleyip yaşarken ben neredeydim? Suya sabuna dokunmadan bunca seneyi nasıl tüketmişim? ” diye sormak geçiyor. Kendinizi bu insanlara uzak, bu topraklara yabancı hissediyorsunuz.
Seyfullah seyfullah@kahveciyiz.biz
Yukarı
|
|
Kardelen'den Ezgiler : Fatma Toprak Gök SİYAH-BEYAZ İZDÜŞÜM | |
- Selam ! Ne kadar sessiz burası böyle. Bu yılki birler çok sakin görünüyor. Yoksa sen mi bu hale getirdin bunları. Döneme geç başlamakla çok şey kaçırdım sanırım.
- Ailelerinden ayrılmak çok zorladı onları. İlk iki hafta çok kötüydü, yeni yeni alışıyorlar. Ama ben hep böyle sakin duracaklarını zannetmiyorum. Baksana şunların yüzüne nasıl da cin gibi bakıyorlar.
- Eeee. Birleri okula alıştırmak kolay değil elbet. Ama sanki bunlar daha farklı gibi geldi bana.
- Ya olur mu hiç... Az önce çok feci kızdım da o yüzden şimdi hepsi süt dökmüş kedi gibi oldu. Bakma sen bu hallerine.
- E peki hepsi defterlerine bir şeyler yazarken şu arkadaki ufaklık niye arkasına yaslanmış bekliyor. Dün bahsettiğin öğrencin bu mu yoksa?
- Evet işte Ayşe o. Daha bakmadım defterine ama eminim çoktan bitirmiştir. Harika bir çocuk o. Algılaması müthiş, çok da hızlı. Tahtaya ne yazarsam yazayım anında her şeyi kapıyor ve herkesten çok önce bitirip hemen arkasına yaslanıyor. Kendi kendini disiplinize etme yöntemi geliştirmiş. Böyle devam ederse kendini çok iyi yetiştirip mükemmel biri olacak. Senin de gözlemlemeni istiyorum.
- Gözlemleyelim bakalım. Ama yarından sonra. Ders de bitmek üzere zaten. Görüşmek üzere.
- Hadi bakalım çocuklar herkes toparlanmaya başlasın.
* * *
- Ayşe! Ne kadar sakarsın yaaa ! Aynı zamanda salaksın. Alt tarafı bir su getireceksin döke döke getiriyorsun.
- Ama baba çok doluydu bardak, ben de ...
- Sus ! Cevap verme bana ! Senden hiç bir şey olmaz. Beceriksizin tekisin.
- Ama ben ...
- Yeter ! Çık git gözümün önünden. Bir daha da bana cevap verme. Bir de büyüyüp adam olacak, hey yavrum heyy.
- .............
* * *
- Ayşe Hanım... Ayşe Hanım...
- Efendim... Pardon dalmışım kusura bakmayın.
- Birazdan toplantı başlayacak. İstediğim raporları hazırladınız mı?
- Şşeyy... Aslında hazır ama yine de bir bakacağım son kez. Bir eksiklik var mı yok mu çıkar ortaya. Emin olamıyorum.
- Kontrollerinizi yapmadınız mı daha ! Ayşe Hanım çok az zamanımız kaldı biliyorsunuz değil mi?
- Evet biliyorum. Aslında kontrol ettim ben. Sadece son kez emin olmak için bakacağım.
- Eksik bir şeyler mi var yoksa. Eğer varsa söyleyin hemen bir çaresine bakalım.
- Yo yo bir eksiklik yok aslında.
- E daha ne o zaman. Haftalık ve aylık raporlarda bir sorun olacağını zannetmiyorum. Yoksa yıllıklar mı yetişmedi ?
- Hayır onlar tamam.
- Dipnotlar mı yetişmedi yoksa.
- Onlar da tamam. Aslında hepsi hazır. Dedim ya kontrolünü de yaptım. Bana göre bir eksiklik yok ama yine de bir şey çıkarsa diye tedirgin oldum.
- Ya hepsini yaptıysanız niye tedirgin oluyorsunuz anlamıyorum. Bakayım şunlara... Tamam işte hepsi mükemmel görünüyor. Değerlere fazla bakamadım ama doğru görünüyor. Zaten ben size güveniyorum. Niye kendinizi boş yere sıkıntıya sokuyorsunuz anlamıyorum bir türlü. Nasıl hem bu kadar başarılı hem de bu kadar tedirgin olabiliyorsunuz, hiç anlayamıyorum.
- ..........
* * * * * * *
- Bu sefer ben öğretmen olacağım sen de öğrenci.
- Tamam Ayşe.
- Hadi o zaman bu tahta olsun. Benim yazdıklarımın aynısı yaz.
..........
- Şuradakini yazamıyorum. Nasıl olacak Ayşe?
- Gel bakalım. Şimdi... Şunu şöyle tutacaksın, Önce küçük bir yuvarlak yapacaksın, sonra da buradan tutup aşağıya doğru yamuk bir çizgi yapacaksın... Bak oluyor işte, ne güzel.
- Çok zor ama. Sen nasıl öğreniyorsun hepsini birden... Keşke ben de senin gibi yapabilseydim.
- Yaparsın. Bak bu çok güzel oldu. Hadi bir kere daha dene.
- Ayşe neden hep öğretmencilik oynuyoruz?
- Şşeeyy... Bilmem ki ...
- Ayşeeee... Ayşeee. Kızım hadi eve gel. Çabuk hadi bak baban gelecek şimdi.
- Ama anne daha yeni çıktım. Bütün arkadaşlarım burada. Biraz daha kalsam...
- Ayşe hadi dedim. Gel dersini çalış ne işin var senin oyunda falan !
- Anne okuldan geldiğimden beri çalışıyorum zaten. Azıcık da arkadaşlarımla birlikte oynasam ne olur sanki.
- Ders çalışacaksın dedim. Dersten başka bir şeyle ilgilenmek yok ona göre. Ne işine yarayacak senin oyun moyun ! Daha yeni başladın birinci sınıfa. Şimdiden böyle yaparsan ileride ne olur bilemem. Hem baban gelip de seni orada görürse ikimizi de öldürür. Hadi kızım üzme beni. Bana laf getirtme.
- Anne öğretmenim başarılı olduğumu söyledi. Hergün kendinize biraz zaman ayırın diyor zaten.
- Ayşe ! Gir dedim içeri. Ders çalışacaksın. Başka hiçbirşeyle de ilgilenmeyeceksin. Yoksa sınıfta kalırsın kızım. Geçen gün de resimli kitaplara bakıyordun zaten. Baban yasakladı, bundan sonra sadece ders ! Baban gelecek şimdi duyarsa gebertir seni. Hadi çabuk kızım ne olur, hadi.
- ...............
* * *
- Ayşe naber? Şşşştt Ayşe !
- A merhaba. İyilik ne olsun, senden?
- İyiyim. Biraz boş vaktim vardı diğer departmanları dolaşayım dedim. Sabahtan beri o kadar yoğundum ki ancak toparlayabildim. Ben de bu boşlukta sana geldim.
- İyi yapmışsın, birer kahve söyleyeyim.
- Ne iyi olur... İşlerin arasında böyle kalkıp ara vermezsem çıldırırım herhalde. Bir de ara verdiğim zamanlar yerimde de durmak istemiyorum. Başka türlü kafam yerine gelmiyor. Tüm gün hesaplarla çorba gibi oluyor zaten. Ben de bölüm bölüm geziyorum. En çok da burası hoşuma gidiyor. Sessiz, sakin, rahat. Hem senin yanında da huzur buluyorum.
- Gel tabi ki ne demek. Her zaman beklerim biliyorsun.
- Ama kızıyorum sana. Bir gün olsun yerinden kalkıp da bizim oraya gelmedin.
- Biliyorsun yoğun çalışıyorum. Çok fazla fırsat bulamıyorum.
- Ya ne var canım. Alt tarafı on dakika ayrılacaksın yerinden. Sabah giriyorsun odana akşam çıkıyorsun. Başka hiçbirşeyle de ilgilendiğin yok. Sadece kendi işinle ilgileniyorsun. Sadece kendi bölümünle... Diğer bölümlerde yapılan değişikliklerden bile haberin olmuyor. İşini güzel yapıyorsun tamam ama başka şeylere zaman ayırman işini engellemez ki. Hiç mi molan olmuyor sanki.
- Oluyor aslında.
- Eee niye gelmiyorsun peki. Değişiklik olur, iyi gelir sana da.
- Bilmem. Aslında haklısın. Sanki bir şeyler bağlıyor beni buraya. Ya da... Bilemiyorum .....
* * * * * * *
- Baba bak bugün kendime silgi aldım. Çok güzel kokuyor, rengi de çok güzel.
- Ne yapacaksın silgiyi. Silgin yok muydu senin. Kayıp mı ettin?
- Yok kaybetmedim. Duruyor. Ama bunu da çok sevdim ve aldım. Almasa mıydım?
- Almasaydın tabi kıt beyinli. Evde bir tane var zaten. Ne diye gidip ikincisini alıyorsun. Güzel kokuyormuş ... Ne olacakmış sanki güzel kokuyorsa, sonuçta silgi değil mi?
- .........
- Kime diyorum ben !
- Evet baba ama görünce benn ....
- Sus... Sus senin bu düşüncesiz hareketlerinden bıktım. Koskoca kız oldun artık okula başladın. Hala çocuk gibi davranıyorsun. Hem bana sordun mu sen ! Bir tane çöp bile alsan bana soracaksın. Kendi kendine karar vermek yok öyle. Duydun mu beni. Benden habersiz kendi başına karar vermek yok !
- .........
* * *
Ya bu tokayı mı alsam yoksa şunu mu?
- Ne bileyim Ayşe. İkisi de güzel, hangisini istiyorsan onu al.
- Üff karar veremiyorum bir türlü. Şirkette bunu daha rahat kullanabilirim ama şu da çok güzel. Ya hadi söyle hangisini alayım?
- Ayşe ikisi de yakıştı sana. Sen en çok hangisini beğendin?
- Ayırım yapamıyorum. İkisi de güzel.
- Ya alt tarafı bir toka be! Karar veremediğin konuya bak. Niye soruyorsun ki bana, al işte birini. Ya da ikisini de al... Ne bileyim ben !
- ...........
* * * * * * *
..............
* * *
..............
* * * * * * *
..............
* * *
Fatma Toprak Gök
Yukarı
|
Kahvecigillerden : Dilara Erdem |
YOLLAR, GECELER VE HÜZÜN..
Yollar...
Nedendir bilinmez, küçük yaşlarımdan beridir yolculuk yapmayı hep sevmişimdir. Kendimi bilmeye başladığım zamanlardan hatırladığım ilk -yalnız- yolculuğumun görüntüsünde, otobüs, gece ve yıldızlar vardı. İlk otobüs yolculuğumu Ankara'ya, annemi görmek için, 13 yaşında yapmıştım. Aradan geçen onca yıllar boyunca, tüm yolculuklarımda o yollarla paylaştığım o kadar çok hikayem, sevincim, üzüntüm ve gözyaşım oldu ki bilemezsiniz.. Uzun ya da kısa farketmez, yollar benim hayatımın ve dahi yaşadıklarımın neredeyse an be an takipçisi oldular tüm bu yıllar boyunca.
Geceler...
Nedendir bilinmez, her yolculuğumun şahidi önce gece, yıldızlar; sonra gün, güneş olmuştur. Gece yolculuklarını hep sevdim. Gecelerin kendine has bir tabiatı vardır; anlatılması zor, koyu, kopkoyu, sonsuz, ıssız...Aynı deniz gibi, okyanus gibi. Ama daha bir koyu, daha bir lacivert, belki de daha siyah. Daha ağır.. Hele, eğer kavuşmak için değil de ayrılırken yapılan yolculukların şahidi ise o gece, işte o zaman hem ağır, hem hüzün doludur.
Hüzün...
Benim diğer adım. Sevdiğim ya da sevmediğim, beni tanısın tanımasın tüm insanların beni gördüklerinde akıllarına gelen ilk şeyi söylemeleri istense verecekleri tek cevap: Hüzün. O sebeple mi acaba geceleri seviyorum bu kadar? Gecelerin koyu ve sonsuz varlığı içerisinde, ben o kadar küçük ve gözlerim de bu kadar yaşlı olduğu için mi? Bu yüzden mi yüreğim bu kadar yorgun, ben bu kadar sessizim ve sevdiğim -yanıbaşımdayken- bu kadar uzak bana? Ne demiş Bedri Rahmi?
"Hüzün geldi baş köşeye kuruldu
Yoruldu yüreğim yoruldu."
Yollar ve hüzün dolu geceleri düşündüğüm zaman keyif alırım ben. Benim hüznüm olumsuzluklarla konumlandırmaya yakışmayacak kadar asil ve derin bir anlam içeren; yeniden başlangıçları, o en çok sevilenleri, en mutlu anları hatırlatan yansımalarla doludur benim için. Yolculuklarım; istediğim şeylere ulaşmak için yolları kullandığım, geceyi siyah bir örtü yapıp üzerime, hüznümle yorgun kalbimi dinlendirdiğim, çok düşündüğüm, çok hayal ettiğim, belki de kendimle en çok hesaplaştığım birer anı olarak kalacaklar sonuna dek.
Uzun, kıvrımlı, dağlar tepeler aşılırken zorlanılan, kışın bembeyaz örtülü, yazın yeşil-sarı, yağmurda ıslak, kaygan, bazen ucu bucağı olmayan,"ha bitecek az kaldı " ya da "oh be ne güzel, hiç bitmese keşke" denilen yollar.. Aynen bir kadın gibi; kıvrımlı, bazen zor, bazen beyaz ya da renkli, bazen ıslak, bazen hiç gitmesin istenen, bazen de dayanılmayacak kadar sıkıcı.. Hele bir de kadınsan ve yolllardaysan o zaman herşey bir başka farklı olur: Yollarda kendinle hesaplaşırsın, o beyaz giymişse sen koyu renkler alırsın üzerine, kıvrılıyorsa uçsuz bucaksız, bakmaktan yorulur gözlerin ve kapar, hayal edersin o yolun sana getireceklerini ya da yolun sonunda neleri bırakıp geri döneceğini.
Yollar, geceler, kadın ve hüzün. Her romanın, her şiirin ya da her hikayenin kahramanları olmaya aday dört ayrı kavram, dört ayrı yolculuk ya da dört ayrı sığınak. Tek bildiğim; yollar ne kadar uzarsa uzasın, geceler var oldukça, bu kadın; yani ben, hüzünlü yüzüm, yorgun ya da mutlu kalbimle yolculuklar yapmaya, yaptıkça bir şeylere yaklaşıp, bir şeylerden uzaklaşmaya, yıldızlardan fal tutup, hayaller kurmaya devam edeceğim.
Yarın, yine yol göründü bana. Bu sefer yolculuk İstanbul'a. Yine gece..Bu defa ıslak ve yeşil, fazla uzun olmayan yollara düşeceğim. Bir şeyler bırakmayacağım geride, sadece hüznümü alacağım yanıma, hepsi o kadar!
Dilara Erdem
Yukarı
|
KONTRA MİZANA : Tamer Soysal |
MARKALI DÜNYA
"IBM, teknolojisinin yerküreye hakim olduğunu iddia ediyor; doğru da, ancak uluslararası varlığı genellikle, makinelerimizi çalıştıran bilgisayar çipleri ve güç kaynaklarını üreten ucuz Üçüncü Dünya iş gücü biçiminde ortaya çıkıyor. Örneğin Manila'nın kenar mahallelerinde IBM için CD-ROM sürücüleri monte eden on yedi yaşında bir kızla karşılaştım. Ona, onun kadar genç birinin bu derece ileri teknoloji işini yapabilmesinden çok etkilendiğimi söyledim. " Biz bilgisayar yapıyoruz" , dedi bana, " ama bilgisayar kullanmayı bilmiyoruz." Onlara göre Üçüncü Dünya her zaman birincinin rahatı için var olmuştur. "
Naomi KLEIN ( No Logo adlı kitabından)
"Şahsen ben manzaraya tutkunumdur ve reklam panolarıyla güzelleşenini hiç görmedim. Her beklentisinin gerçekleştiği yerde insan, bir reklam panosu diktiğinde en iğrenç haldedir. Madison Avenue'dan emekli olduğumda, tüm dünyayı sessiz motosikletleriyle gezip, ay ışığında poster yırtan gizli bir direniş çetesi kuracağım. Vatandaş olarak duyarlı bu davranışlarımız yüzünden yakalandığımızda kaç jüri bizi suçlu bulur?!"
David OGİLVY, Ogilvy&Mather Reklam Ajansı Kurucusu ( Bir Reklamcının İtirafları, 1963)
"Bunu söylemek çok kötü, ama genellikle en heyecan verici kıyafetler en fakir insanlardan geliyor."
Tasarımcı Christian LACROIX , Vogue'dan, Nisan 1994
Dünya sınırları içinde 'mutlak' kavramı yok. Herhangi bir sorunu tamamen çözmek imkanı da yok. Toplumsal problemler, matematik gibi kesinlikler içermiyor. 1769 yılında James Watt'ın buhar makinesini yapması ile sanayide inanılmaz gelişmeler dönemi başladı. Büyük fabrikalar yapıldı. Orta çağın serfleri, yeni çağın fabrika işçileri oldular. Feodalite rejiminin derebeyleri, baronları, yeni çağın kapitalistleri oldu. Fransız Devrimini yapan orta sınıf olan burjuva sınıfı sanayi devrimiyle birlikte kapitalist sınıfı oluşturarak burjuvanın bugünkü anlamıyla ortaya çıkmasını sağladılar. Toplumlarda sınıflar her zaman vardı. Ancak sanayi devrimi ile birlikte tepkiler yeni bir ideoloji ortaya çıkardı. Karl Marks'ın "Das Kapital"i tepkilerin anayasası oldu. Sermaye hareketleri, gizemli örgütleri de yanına alınca ideolojiler birer içi boş 'patolojik izm'ler ihracına" indirgeniverdi. Batı, 17.yy ile aydınlanma çağını yaşamış ve orta çağın sefaletinden sıyrılmıştı belki ama kapitalistleşerek gerçekleşen bu dönüşümün son tahlilde başka bir sefaleti getirdiği görüldü. Herşeyin metalaştığı, herşeyin pazarlama amaçlarına yenik düştüğü bir yeni dünya vardı artık. Yeni kapitalist dünyanın bayrağı 'markalar' idi. Markalar, hukuken bir kişinin 'mal ve hizmetlerini' diğerinden ayırt etmek için kullanılan sözcük ve işaretler bütünüdür. Ancak sosyolojik olarak bakıldığı zaman markalı dünyanın, ruhumuzu, bedenimizi, duygularımızı ve herşeyi kendine esir alan bir toplum oluşturduğunu görüyoruz.
Strateji kelimesi işletmeler için her zaman hayati öneme sahip bir kelime. İşletmeler ayakta kalmak için her zaman stratejiler geliştirmek zorundalar. Kriz dönemi stratejileri, rekabet stratejiler, ayakta kalma stratejileri. Hepsi işletmeler için. Nihai amaç ise alabildiğine kar. Daha çok kazanmak. Peki bu stratejiler planlanırken, bunların ne kadar etik olduğu hiç düşünülüyor mu? Stratejilerin uygulanmasının toplumda yaratacağı dönüşüm ne gibi olumsuzlara yol açacak? Kazançlar meşru olacak mı?
"Strateji" kelimesi ilk olarak Çinli Sun Tzu'nun "Savaş Sanatı" adlı eserinde kullanılmış. Sun Tzu'nun bu eseri M.Ö. 400'lerde kaleme aldığı sanılıyor. Sun Tzu, savaş sanatını "yanıltma, aldatma sanatı" olarak tanımlar. Sun Tzu stratejiyi düşmanı alt etmek için öngörülen üç yoldan en önemlisi olarak ilk sıraya koyar. Strateji, "düşman ordusunu silah kullanmaksızın zorda bırakmak için en iyi yol" olarak tanımlanmaktadır. İkinci sırayı "diplomatik yoldan kazanılan zafer" oluşturur. "Askeri yoldan elde edilen zafer" ise üçüncü sırayı oluşturur. Daha sonra, Çin Savaş tekniğinin temelini çince "Ji" kelimeinin oluşturduğu "strateji" kelimesi oluşturmuş ve yıllar süren gelenekselleşmede "36 Strateji Kataloğu" oluşturulmuştur. Çin'de bu 36 stratejiyi her ortaokul öğrencisinin ezberlemesi zorunlu tutulmuştur. Bu stratejiler arasında "güzel kadın stratejisi", "kendini sakatlama stratejisi", "nifak sokma stratejisi", "Akasyaya söylenmek fakat dut ağacını göstermek stratejisi", "Balık yakalamak için suyu bulandırmak" "konuğun rolünü ev sahibinin rolüne dönüştürmek" gibi "ahlakilik" kavramının hiç tartılmadığı stratejiler var. Orta Asya tarihini incelediğiniz vakit sürekli bir Türk-Çin çekişmesi ve savaşı görürsünüz. Çin'in bu mücadelede işte en çok kullandığı metodlar bunlar olmuştur. Onlar için ahlakilik yoktur, savaşı bir şekilde kazanmak vardır ki mümkünse savaş meydanına çıkmadan kazanmak. Belki de Sun Tzu ve Çin, 2000 yıl sonra 1513'de "Prens" adlı eserini yazan Niccolo Machiavelli için ilham kaynağı oluyordu. Bu kitap, Machiavelli öldükten 4 yıl sonra 1532'de basılıyor fakat hiçbir ilgi görmüyordu. Belki de sanayi devriminin gerçekleşmesiyle herkes birer Makyavel olmuştu. Kendi isminin "Makyavelist" şeklinde "amaçlarına ulaşmak için her yolu mübah sayan görüş" anlamında kullanılması da belki bu tarihlerden sonra oluştu. J.Bentham (1748-1832) bu paralelde bu düşünceleri felsefeleştirmiş ve "hedonizt (hazcı)" görüşü benimseyerek "Faydacı Okul"u kurmuştur. Ona göre "haz iyidir ve hazdan başka hiçbirşey iyi değildir." Daha sonra William James (1842-1910) somut duruma göre hareket etme ve "rölatiflik" temeline dayalı "pragmatizm" i benimsemiştir.
İnsanlık, bu kaynaklardan beslenerek bugünün dünyasına geldi. Bugünün kapitalist ötesi toplumunda herşey meta artık. Birey önce "modernizm" ile baskı altında sıkıştı, sonra da "küreselleşme" ile.. Ondan beklenen sadece uymaktı. 1 Şirketler, yeni dünyanın baş aktörleri oldular.
Çok uluslu şirketlerin son 20 yıllık servetlerinin ve kültürel etkilerinin gelişimi incelendiğinde, 1980'li yılların ortalarında işletme biliminin geliştirdiği basit ve zararsız görünen en önemli strateji "yeni markalar üretmek"tir. Önceleri, üretim idi esas olan, artık üretimden daha önemli olan "imajlar"dır. Şirketler için önemli olan ürettikleri nesneler değil, imaj ve bunların pazarlanmasıdır. Mal ve hizmetleri birbirinden ayıran ise markalardı. Artık "rekabetçi markalama" çağı vardı. Reklamın rolü ise zamanla dönüştü, ürün haberleri veya özellikleri vermekten çok "imaj inşa etme" amacına dönüştü. Artık devir markalar devriydi. Nikelar, Adidaslar, Calvin Kleinler, Levi'slar ve Coca Cola'lar. Artık, görünen ürün, sadece gerçek üretimin yani markanın yerini dolduruyordu. 1970 doğumlu Kanadalı Naomi Klein'in 2000 yılında yazdığı ve "bestseller" olan kitabı "No Logo" (Markaya Hayır)" kitabı küreselleşme karşıtlarının en önemli kaynaklarından oldu. Klein, geniş hacimli eserinde markaların, gündelik yaşamımızdaki hakimiyetini "No Space, No Choice, No Jobs-Boşluk Yok, Seçme Yok, İş Yok" olarak nitelendiriyor ve bugünün dünyasını "yetişkinler için bir Barbie dünyası" olarak tanımlıyor. Artık, şirketler için önemli olan gelecekte meyve verecek ürünler "mal" olarak sunulanlar değil, kavram olarak sunulanlar olacaktı.2 Kavram, imajı oluşturacaktı, bir yaşam tarzı modeli benimsetilecekti. Markalı dünya, sponsorlu dünyayı ortaya çıkardı. Sponsorluk, hizmetlerin yürümesi için vazgeçilmez bir araç oluverdi. Devletlerin yerini şirketler alıyordu artık. Halkın ihtiyaçların gidermenin yolu ihaleler açmaktan ve "yap-işlet-devret" gibi adı bilinen kendi bilinmeyen yöntemlerden geçer olmuştu. Devlet küçültülmeli, herşey özelleştirilmeliydi. Şirketler için müdahalesiz bir yönetim şekli gerekliydi. Daha fazla kar etmeleri gerekiyordu. Ancak, şirketler kar ederken de "ar-ge" çalışmalarının sonuçları korunmalıydı. Bunun için 1994'de "Fikri Mülkiyet Haklarının Ticaretle Bağlantılı Boyutları"na ilişkin TRIPs anlaşması imzalandı. 1995 yılında Dünya Ticaret Örgütü kuruldu. Böylece şirketlerin karlarını maksimize edecek koruma mekanizması sağlanmış oldu. Dünya'da günlük kaç insanın öldüğü, kaç çocuğun ilaç bulamamaktan muzdarip olduğu onlar için önemli değildi. Onlar için patentlerini korumak, ilaçlarını patentsiz kullandırmamak ve markalarının gücünü devam ettirmek önemliydi. 1998 BM İnsani Kalkınma Raporuna göre, küresel reklam harcamalarındaki büyüme, "dünya ekonomisindeki büyümeden" 1/3 daha fazladır. Bunun anlamı, sanallığın aslını ikame etmesidir. Nike'in "just do it" sloganı markalı dünyanın insana biçtiği rolü tanımlamaktadır adeta. İnsanlığın, tarihinden gelen değerleri basitleştirmek ve anlamsızlaştırarak basit kavramlara dönüştürmek çok kolaydı. Örneğin Hindistanın özgürlüğünü sağlayan insan Ghandi veya Che Guavera bir reklam kampanyasının araçları yapılarak bir anda markalı dünyanın maskotları haline döndürülebilmektedir. Sponsorlu dünya, eğitimi de sponsorladı. ABD'de bugün pek çok okul sponsorluk anlaşmaları ile markaların açık alanı haline gelmiştir. Finansmanı devlet değil çok uluslu şirketler sağlamaktadır. Pek çok firma, karlarını maksimize etmek için, girdi fiyatlarının düşüklüğünü stratejik olarak benimseyerek 3. Dünya Ülkelerinde fabrikalarını kurmuşlardır. Buralarda günlük 10$'a haftada 60-70 saat çalıştırdıkları düşük işgücü ile maliyetlerini düşük tutmakta ve düşük maliyetli ürünleri markanın gücünden faydalanarak, yüksek fiyatlarla pazarlamaktadırlar. Nike, Adidas, Ralph Lauren, Wal-Mart ve pek çok firma bu yöntemle yüksek karlar elde etmekte ancak bu işyerlerinde çalışan işçilerin çalışma şartlarını düzeltmek için ya da buralarda okul, hastane gibi yerler yaptırmak için hiçbir çaba harcamamaktadırlar. Şubat 1999'da yayınlanan bir rapor, pek çok Çin fabrikasında Disney kıyafetleri diken işçilerin saatte 13.5 sent kazandığını ve fazla mesai yapmaya zorlandığını göstermektedir. Ekrandaki sevimli çizgi film kahramanlarının görünmeyen arka yüzünde aç, sefil ve sömürülen işçiler yer almaktadır.
Markalı dünya her yerde artık. Televizyonda reklamsız bir program izlemek mümkün değil, maçın önemli bir anında veya filmin en önemli anında bir de bakıyorsunuz bir 'tüp reklam'ı giriveriyor. Eskiden şerit reklamlar yoktu. Şimdi "utanmaz bir tavırla artık ekranın yarısını kaplayan reklamlar" var.3 Reklamlar, Avrupa ve ABD'de tuvaletlere kadar girmiş durumda. Türkiye'de son 1 yıldır, bu yönde çabalar harcanıyor ve insanı "tuvalette de rahat bırakmamanın!" yolları aranıyor. İngiltere ve Almanya'da yeni bir reklam kampanyası var. Gençlerin alnına reklam bantları yapıştırılıyor ve gençler gündelik hayatında böyle dolaşarak para kazanıyorlar. İnsanlar sadece "reklam taşıyıcısı" konumuna indirgeniveriyorlar. Bu reklam ne reklamı, ne işe yarar, nasıl üretiliyor? Sorgulanmasına gerek duyulmayan şeyler bunlar. Son olarak Türkiye'de bir grup üniversite öğrencisinin önderliğinde "reklamgiy.com" internet sitesi aracılığıyla, üniversite öğrencilerine, görünür yerlerinde marka logoları bulunan giysiler giydirerek firma reklamlarını yapan bir alternatif reklam kampanyası sürdürülüyor. Bu yolla üniversite öğrencileri de harçlıklarını çıkarabilecek. Seçilecek öğrencilerin dikkat çeken imaj veya tanınmışlığa sahip olması tercih nedeni. Ayrıca giysiler en az 2 saat giyilerek okulun en hareketli yerlerinde gezilecek. Aslında bugünün dünyasında "markası görünen" giysiler giymek zaten popüler. Dolayısıyla firmaların bunun için boşa para ödemelerine gerek yok. Artık reklam her yerde, yaşantımızın her alanında, markaların dayandıkları nokta "simgelerin insan zihninde yarattığı etki ve imaj". Peki yaşantımızın her alanını kaplayan bu simgeler dönemi içerisinde, neleri ıskalıyoruz, neleri kaçırıyoruz ve neleri algılamaya dahi çalışmadan geçiveriyoruz. Özün, içeriğin ve anlamın değerini yitirdiği bir süreçte, şekil ve kavramlar hayatımızın dominant unsurları oluyorlar. Şu "farkındalık" gerçekten çok önemli. Farkındalığımızı yitirmemek dileğiyle...
1 Bakınız. "İntibak mı, İntibah mı", Tamer Soysal, http://www.kmarsiv.com/sayilar/20040319.asp#tamersoysal
2 Bakınız. ""Kavramlaştırmadan, Anlamlandırmaya", Tamer Soysal, http://www.kmarsiv.com/sayilar/20040227.asp#tamersoysal
3 Bu konu ayrı bir yazı konusu. Ancak bilhassa "Kurtlar Vadisi" dizisindeki reklamların film süresinden fazla olması ile ilgili güncel tartışma nedeniyle bu konudaki yasa maddesine ilişkin bilgi vermekte fayda var. 13.04.1994 tarih ve 3984 sayılı Radyo ve Televizyonların Kuruluş veYayınları Hakkında Kanun da reklamlarla ilgili düzenlemenin yer aldığı 4. bölümün 19.maddesi "Reklamlar günlük yayın süresinin % 15'ini geçemeyecektir. Ancak, ürünlerin alımının, satımının, kiralanmasının veya hizmetlerin topluma doğrudan sunulmasını sağlamak üzere bu oran spot reklamların % 15'ini aşmaması kaydıyla % 20'ye çıkarılabilir. Bir saatlik yayın içerisinde spot reklamlara ayrılan süre % 20'yi aşamaz. Ürünlerin alımını, satımını, kiralamasını veya hizmetleri halka doğrudan sunan türdeki reklamların yayını günde bir saati geçemez." ifadesi yer almaktadır. "Reklamların yerleştirilmesi" başlığını taşıyan 21. madde de ise "Reklamlar program arasına yerleştirilir. Programın bütünlüğü, değeri ve hak sahiplerinin hakları zedelenmeyecek biçimde bir program içine de yerleştirilebilir.
Birbirinden bağımsız bölümleri olan programlarda veya spor programları ile benzer yapıda aralar içeren olay ve gösteri programlarında, sadece bölüm veya devre aralarına yerleştirilebilir. Reklamlar arasında en az yirmi dakika süre bulunmalıdır.
Konulu filmlerin veya televizyon filmlerinin (diziler, eğlence programları ve belgeseller hariç) süreleri kırkbeş dakikadan fazla olması halinde, her kırkbeş dakikalık süre sonunda bir kez olmak üzere reklam için kesinti yapılabilir. Film kırkbeş dakikadan fazla ise kırkbeş dakikadan sonraki zamanda her yirmi dakika aralıkla reklam yerleştirilebilir.
Hiçbir dini tören yayınına reklam alınamaz. Haber bültenleri, güncel programlar, çocuk programları otuz dakikadan kısa oldukları takdirde reklamla kesilemezler.
Her türlü yayında gizli reklam yapılması yasaktır. " demektedir. Dolayısıyla, gerek Kurtlar Vadisinde gerekse başka programlarda reklamlara ilgili süre koşullarına uyulmadığı söylenebilir. Bu konuda RTÜK'ün 3984 sayılı yasanın 33. maddesi gereğince eylemi tekrar eden televizyon kuruluşlarına 25 milyar ile 250 milyar arasıda para cezası ve eylemi ihlal eden programın 1 ile 12 kez arasında durdurulması cezası vermesi mümkündür.
Tamer Soysal tsoysal@kahveciyiz.biz
Yukarı
|
Fotoğraf: Hülya Kaçar - Spil Dağı
<#><#><#><#><#><#><#>
Kahve Molası, siz sevgili kahvecilerden gelen yazılarla hayat bulmaktadır. Her kahveci aynı zamanda bir yazar adayıdır. Yolladığınız her özgün yazı olanaklar ölçüsünde değerlendirilecektir. Gecikme nedeniyle umutsuzluğa kapılmaya gerek yoktur:-)) Kahve Molası bugün 4.133 kahveciye doğru yola çıkmıştır.
Yukarı
|
DESTUR NAMAHREM VAR
Öyle bir omuzlayıp kapıyı,
Girdi ki içeri..
Zor toparlandı hatunlar,
Son anda kapadılar peçeyi.
“Aman dedim bu ne hal ?”
“İnsan bir destur der”
- Destur hanımlar namahrem var!
Kapının eşiğinde
Şöyle filinta gibi biri.
Kılığına bakılırsa
Anlaşılan hatırı sayılır bir külhanbeyi..
Omuzun bir yanına da
Asmış ceketi..
Beline sardığı kuşağında
Bir hançer
Hançerin kabzasında da bir eli..
Öbür elinde tesbih var.
Girdiğinden beri,
Aydın-Ankara arası,
Bir gidip
Bir geliyor geri..
Yakışıklı olduğu ortada..
Bir de şekil yapıyor
Bir kaşının üstüne
Düşmüş fesi.
Öyle bir duruyor ki,
Sanki dalgalı bir denizde,
Salınan bir balıkçı gemisi..
Yarıya kadar açmış
Gömleğinin düğmelerini
Sanki;
“Bağrı yanık derler bana” der gibi..
Bağrının yandığı ortada.
Yoksa böyle
Destursuz girer miydi
Hiç İçeri..
Salına, salına yürüdü,
Tek kaşı yukarda
Süzdü bütün güzelleri.
Göz göze geldik..
Ahh! bir de gülümsedi.
O anda ,
Terk ediverdi
Köşeleri işlemeli mendilim
Ellerimi..
Külhanbeyi falan ama..
Kibarlığı da var belli.
Gözlerimden ayırmadan gözlerini,
O içimi yakan gülümsemesi ile,
Aldı, yerden alınmaya,
Dünden razı mendilimi..
Önce bir kokladı.
Sonra
Çapkın bir öpücükle,
Koydu cebine.
Kösesinden de gözüktü
Adımın baş harfi nakış işlemesi.
Bitirim bir hareketle,
Topladı etrafına
Saz heyetini.
Önünde bir sek rakı
Bana mısın demedi..
Bir dikişte bitirip
Yere vurdu, kırdı kadehi.
Her hareketinden sonra,
Buldu gözlerimi gözleri.
İçim yandı...
Yanaklarım yeni açmış gül gibi.
Siper ettim hemen yüzüme peçemi.
Bir , iki
Üç derken,
Kadehler peş peşe buldu taş zemini.
“Aman paşam bu ne hız”
Dememe kalmadan,
Ayağa kalktı
Bizim havalı İstanbul fedaisi.
İçime alevler hücum etti.
Herhalde buydu sevda dedikleri.
Yavaşça yanıma geldi,
Hafif yalpalayarak...
Çapkınca gülümsedi.
Gözleri gözlerime sabit
Usul usul
Peçemi indirdi.
Kapattım gözlerimi.
Dedim her günaha
Değer bu beylerbeyi.
Gözlerim kapalı,
Ölesi bir heyecanla
Beklerken,
Bir ses geldi.
Açtım birden gözlerimi.
Bir de ne göreyim !..
Bizim paşa
Boylu boyunca yere devrilmemiş mi?
Peş peşe yuvarlayınca
Kadehleri,
Sere serpe yerde buldu kendini.
Ağır efendi!
Tüh dedim içimden..
“boyun posun devrilsin senin herif”
“Rezil ettin boylu, poslu, koskoca külhan beyini !...”
Nurdan Pamuk
Yukarı
|
Tamirciye bakın yaaa!..
Yukarı
|
İşe Yarar Kısayollar - Şef Garson : Akın Ceylan Yamağı : Ayşe Nur Gedik |
jazz, jazz, jazz
http://www.raycharles.com
Konu jazz olunca ilk aklıma gelen "Ray Charles" oldu. Dünya 10 Haziran 2004'de kaybetti "Müzik anlatmayı bildiğim tek yol..." diyen Ray Charles'ı. '80'lerin sonunda Efes Antik Tiyatro'da dinleme fırsatı bulmuştum; (anlatılması gerçekten zor, belki hayal etmeyi deneyebiliriz birlikte) gün batımı, Antik Tiyatronun insanı etkileyen atmosferi ve Ray Charles...
http://www.hadigari.com.tr/index.html
Cesur ve inatçı bir işletme "Hadigari", herhalde Bodrum'a gelip de uğramayan olmamıştır! Gerçi "Hadigari Jazz" 13 Haziran'da son buldu ama gene de Bodrum'a yolunuzu düşürürken bir bakın belki sürpriz bir organizasyona imza atarlar.
http://www.allaboutjazz.com/speak.htm
Yeraltı dünyasının dili olur da jazz'ın olmaz mı? Eğlenceli ancak İngilizce!
Festivallerden müzisyenlere hatta son çıkan albümlere (inanın 9 Haziran'da çıkan albümler yer alıyor!) uzanan geniş bir bilgiye ulaşabilirsiniz.
http://www.babylon-ist.com/b2003/tr/babylon/bnkis
Down Beat tarafında 2. kez dünyanın en iyi caz klüpleri arasında gösterilen Babylon'u unutmak haksızlık olur diye düşündüm ve doya doya gezdim sitelerini. 19 Haziran'da Aşkın Arsunan var programlarında, İstanbul'lular kaçırmaz umarım!
Ayşe Nur
Yukarı |
Damak tadınıza uygun kahveler |
WorldTime 6.0.0.937 [2364KB] Win9x/2k/XP FREE
http://customer.pawprint360.com/wt600937.exe
Harika bir zaman programı. Zamanla ilgili aklınıza gelecek herşeye cevap bulabileceğiniz bir yazılım. Dünya saatleri, hatırlatma, alarm, kronometre ve daha neler neler. Zamanı iyi kullanmak isteyenlere tavsiye edilir.
Yukarı
|
|
|