|
|
|
Yazılan, Okunan, Kopyalanan, İletilen, Saklanılan, Adrese Teslim Günlük E-Gazete - Yıl: 3 Sayı: 525 |
15 Haziran 2004 - Fincanın İçindekiler |
|
Editör'den : Belafonte işi bitirdi!.. |
Merhabalar,
Geçen hafta salıverilen Zana ve arkadaşlarından sitayişle bahsetmiştim hatırlarsınız. Bir hafta boyunca tüm ziyaretlerinde ve açıklamalarında aynı üslubu sürdürdükleri için bu duygularım hep devam etti. 10 yıllık esaret yaşamla hesaplaşma şansı vermiş, onları daha olgun, çıktıkları kabuğa saygılı hale getirmiş diye düşünüyordum. Ancak akabinde DEHAP Genel Başkanının "Türk hükümetine de koptagele de aynı mesafedeyiz." yumurtlamasının ardından Zana'nın koptageli ateşkese davet etmesi değişimin takiyyeden ibaret olabileceği fikrini uyandırdı bende. Terör örgütü olarak kayıtlara geçen koptagelle hükümetimi aynı kefede değerlendiren bir zihniyetin neleri körükleyebileceğini tahmin etmek zor olmasa gerek. Siniri yatıştıran tek birşey vardı, o da herşeye rağmen ateşkese davet edilen koptagelin bu çağrıya olumlu yanıt verme olasılığı. Oysa biti kanlı koptagel bunun şimdilik programlarında olmadığını söyleyerek kestirip attı. Şimdi Zana ve ekibini önemli bir görev bekliyor. Samimi olup olmadıklarını sınayacak bir fırsat çıktı karşılarına. Umarım bunu iyi kullanırlar.
...
İşte bir tanesi bitti. Haydi yakalım kınaları artık. Arabeskçiden popstar olurmu diye tartışmayı da ihmal etmeyelim sakın. Tarladan sahneye bir büyük yürüyüşün öyküsünü aşağılayarak anlatmayı ihmal etmeyelim. Yok yok, siz böyle yaparsınız demiyorum. Benim lafım başından beri bu yarışmaları vatan haini ilan edenlere. Gelin bugünü itiraf günü ilan edelim. Biz aslında buyuz diyelim göğsümüzü gere gere. Ve bundan sakın ola gocunmayalım. Mesela ben, Sting dinledikten sonra kanalı değiştiriyor ve Serdar Ortaç'a rahatlıkla eşlik edebiliyorum. Paramparça'yı Teoman'dan çok Müslüm Baba'dan dinledim. Bırakın ah uh etmeyi. Bizim coğrafyada doğup büyümüş, dokuz sekizlik ritmle yoğrulmuş, gerdan kırıp parmak şıklatmış bir ırkın çocukları için bundan doğal ne olabilir ki. Ne kadar inkar etsekte bu bizim özümüzde, gönlümüzde. Hep birlikte neşelendiğimiz anlarda birlikte el çırpıp söylediklerimiz hep türkülerimiz değil mi? Öyleyse nedir bu popstar kimdir nedir tartışması. Onlar bizim hamurumuzdan lokmalar. Yağı, unu, suyu, tuzu bu. Bunlar karışınca da ortaya köşedeki fırından aldığımız bir somun ekmek çıkıyor, Alman pastası değil. Hem hepimiz aslında birer acıların çocuğu değil miyiz? Selçuk'un birinciliği ile popstar amacına ulaştı. Yoktan varetme nosyonunu yerine layıkıyla getirdi. Sırada Türkstar'ın Emrah'ı var. Sıra onda, ne dersiniz?
...
Avrupa Şampiyonası başladı ama bana hitap edemedi pek. Açılış maçını 30 dakika seyrettim o kadar. Onu da bizim 8 yaşındaki küçük prensle seyrettik. Yunanistan ev sahibi Portekiz'i 2-1 yendi. İlginçtir maç bitiminde küçük prens Yunanlılara tezahüratta bulunuyor ben ise garip bir sevinç duyuyordum. Sanırım kan çekti. Ama bundan evvel günün haberi Elvan'ın rekoruydu. Boynuz kulağı geçince Süreyya'mız haklı olarak biraz bozulmuş ama kulak asmamak gerek, rekabetin olduğu yerde başarı da olacaktır. Olimpiyatlarda ilk 2 sırayı paylaştıklarını bir düşünsenize, muhteşem olur. Ve bu sefer bu uzak bir hayal de değil.
Bir sonraki sayıda buluşuncaya kadar bulunduğunuz yerden bir adım öne çıkın. Sevgiyle... Cem Özbatur
|
PASTORAL EFEMER : Zeki Yıldırım |
TO BE (a woman) OR NOT TO BE (a woman)
Sevgili Zeynep Oral'ın "Kadın Olmak" isimli eserini, Dr. Nurhan Tekerek' ten tek kişilik oyun halini bütün hücrelerim ayakta seyretmiş; "kadınlar sadece yaşama sevgi, umut, güzellik doğurmuyorlar, aynı zamanda acıları da doğuruyorlar" diye düşünmüştüm.
"Kadınlar çok değerli, estetik, ince, zarif, kırılgan, zor canlılardır ve bu özellikleriyle onları idare etmek, yönetmek te çok zordur" diye kabullenmişimdir hep. Bir düşünün, ince, değerli, kırılgan bir bardağı taşımak mı, yoksa kaba, kalın, biçimsiz bir bardağı taşımak mı zordur ?.
Öğrenciler arasında, en az evrim konuları kadar ilgi çeken bir konudur "hangi eşeyin biyolojik olarak daha değerlidir" sorusunu tartışmak. Aslında cevabı belli bu soruyu lastik gibi uzatan erkek öğrencilerin umutsuz çırpınışları, çok eğlencelidir. Beyin ağırlığından, kan hücre sayısına kadar, sunulan birçok çok informal kanıt, bir kaybedişin transparan göstergeleri olmaktadır. Etik olarak uygun olmasa bile, bu konuda gelinen en son noktayı hepimiz, yeni yeni sorular sorarak duyduk, şaşırdık. Dişil cinsin kendi arasında üreyebileceği ile ilgili son bulgulardı bunlar. Aslında yaşadığımız dünyada bu tür örneklere oldukça sıkça rastlanılmaktadır. Örneğin balık yumurtalarını fiziksel ya da kimyasal işlemlere tabi tutarak, döllenmiş etkisi oluşturarak segmentasyona sokmak, dolayısıyla yavru oluşumuna yol açmak. Doğal olarak ta özellikle eklem bacaklılarda döllenmemiş dişi yumurtalardan yavruların oluşması, yani partenogenez olarak tanımlanan aktiviteyi de gösterebiliriz. Hatta, uzun yıllar Artemia salina olarak bilinen kabuklunun ismi, çok uzun yıllardır bir tek erkek bireyi bulunamamasından olsa gerek (priorite işlemeyip, diğer nomenkulatur yasaları öne geçtiyse) türün ismi son yıllarda Artemia partenogenesis olarak adlandırılmaktadır.
Biyolojik olarak kadınların değerliliği tartışılmaz bir gerçektir. En azından bir erkeğin, bir erkekten hamile kalıp üreyebilme özelliğinde bir yavru vermesine kadar bu değerlilik sürecektir. Tabi ki bu tür bir beklenti ise hayaller üstü bir ütopyadır. Çünkü hormonal olarak olabilirlik taşısa bile anatomik olarak yüzde yüz bir imkansızlıktır.
O halde doğurgan, ince ve değerli bir canlıyı idare edebilmek, onunla yarışmak, yan yana gelmek, tartışmak, müthiş bir doygunluğu gerektirir. Bu nedenle sanırım biz erkekler, bu olağanüstü canlıları anlamakta zorluk çekiyoruz gibi bir erkek serzenişine gerek var mı bilmiyorum ama bilgisayarın cinsiyeti ile ilgili olarak son günlerde çıkan ilginç ve komik yanıtlar buna en yalın yaklaşım olabilir. Şöyle ki; bilgisayarın cinsiyeti "dişidir çünkü; onu yaratan bile onun mantığını asla anlamamaktadır…"
Kadın olmak, ya da erkek olmak seçilebilen bir özellik değildir. Ama zarif, duygulu, yüksek değerlere sahip, sevgi dolu, bilgi dolu, paylaşımcı, kıymetli bir insan olma seçimi kendi ellerimizdedir. Cinsiyet bu değerlerin içerisinde, daha parlak bir yıldız olarak her zaman mutlu bir şekilde parlayacaktır.
Zeki Yıldırım
zekiyildirim@kahveciyiz.biz
Yukarı
|
|
Pratisyen Kahveci : Seda Demirel ÖMER YAĞLI |
|
O kadar zayıflamış ki...
Ufacık kalmış o bedenin her yerinden girip çıkan hortumlara bakıyorum.
Yaklaşıp ince kurumuş el bileğine dokunuyorum.
Yatağının içinde bembeyaz zayıf ama dimdik.
“Nasılsın Ömer amca...?”
Beni görüyor nihayet.
“Ooo.. ne kadar da büyümüşsün sen...”
Zorlu bir nefes alıyor.
“ Koskoca bir alayı baban ve ben ikimiz idare ederdik.
Çok zordu çok. Baban büyük adamdır...”
Yaşlılığın göz rengi mavidir.
Gözleriniz ne renk olursa olsun, yeterince uzun yaşarsanız, gözleriniz gün gelir mavi olur.
Onu her gördüğümde bana “Ooo, ne kadar da büyümüşsün sen!!” diyor.
Her hafta daha çok büyüyorum.
Her hafta daha çok siliniyorum Ömer amcamdan.
İlk arabam alınırken beraberdik hani.
Gümüldür’de beni karşısına alıp çektiği uzun söylevin üzerinden epi topu 4 yıl geçti oysa.
Bitmek bilmez şu Merzifon anılarını-karısının eteğinin altına saklanan şu subay ile beşinci kez evlenen diğer astsubayı-yarı ağlayarak yarı gülümseyerek dinliyoruz.
Erdal ağabeyim daha çok küçükmüş ama o da hatırlıyor.
Ben yokmuşum o zamanlar.
Hani dedem vefat ederken de babaannem vefat ederken de Ömer amcam hep yanımızdaymış ya; ben babaannemin vefat edişini hatırlıyorum, gerçekten...
Bana gülümsüyorlar.
İki yaşındaymışım ama babaannemin karnına konan bıçak gözlerimin önünde.
Bunu her söylediğimde bana gülümsüyorlar.
Halbuki tuvaletin penceresinden gördüğüm kırlangıç yuvalarını da, faytonla eve gelip evi su basmış halde bulduğumuzu da, babamın beni helikoptere bindirmeye çalıştığını da, üst kat komşumuzun kızını da hatırlıyorum.
Bana gülümsüyorlar.
Hani Sadi amcam mide spazmı geçiriyor denilmiş bize, halbuki midesi delinmişmiş. Babam hemen Ömer amcamı aramış, ikisi beraber amcamı kuş gibi hastaneye uçurmuşlar. Ömer amcam oğlunu aramış. Erdal ağabeyim o zamanlar daha genel cerrahi ihtisası yapıyormuş. Amcam ameliyattan kaçmaya çalışmış. Babamı, yani ağabeyini, dinlemiyormuş. Ömer amcam otoritesini koymuş ortaya. Oldu bittiye getirmişler.
Ben vardım o zamanlar, İzmir’deydik.
Dört beş yaşlarında olmalıyım.
Zorluyorum hafızamı.
Hatırlamıyorum.
Babam Ömer amcamın tam karşısına oturuyor.
İkisini dinliyoruz.
İkisini seyrediyoruz.
Annem araya girip bazı şeyleri düzeltmeye çalışıyor.
İçimden “Anne, ne olur sus” demek geliyor.
Ortaklaşılan anılarda saplanıp kalınmış, bitmeyen görüntüler hep aynı.
Anılar hep aynı noktalarda parlak ve canlı.
Uzun uzun aynı şeyleri konuşuyorlar.
“Sana babamı getireyim mi Ömer amca?”
“Getir. Bir sigara versenize.”
Unutturuyoruz.
Kronik bronşit ağır seyrediyor.
Babamı çok sık yanına getirmeye korkuyorum.
Nefessiz kalıyor Ömer amca.
O kadar zayıflamış ki...
Erdal ağabeyim dayanamıyor. Odadan dışarıya çıkıp ağlıyor zaman zaman.
Ben ağlamak istemiyorum.
Haksızlık gibi ağlamak.
Saygısızlık gibi.
(İnanmak istememem mi bilmiyorum...)
Ömer amca gözlerime bakıyor mavi gözleriyle.
(Gözleri hep mavi miydi? Galiba hep maviydi.)
Babamın da gözleri maviye çalıyor artık.
Babam Ömer amcamı da beni de hiç unutmasın istiyorum.
Seda Demirel
Yukarı
|
Kahvecigillerden : Ömer Arda Çetinkaya |
Kafesin içinde...
Kafesin içinde, bir deri bir kemik aslanı gördüm rüyamda. Koşmak istemez miydi hayvanların hem en beleşçisi hem de en "kral"ı olarak ona ait topraklarda? Kapana kısılmış yiyecek bir şeyler versinler diye bekliyordu.
İçinde her an saldırmaya hazır yedek kuvveti vardı hala ama pek de umutlu görünmüyordu. Bezmişti, bezdirilmişti, boyun eğmişti. İçine sindiremese de yapabileceği çok fazla şeyi yoktu. Demir parmaklıklar aşılabilecek gibi değildi. Ona koşması, yakalaması, parçalaması öğretilmişti. Hesapta uyuşturulmak ve demir parmaklıklar yoktu.
Hiçbir şey anlamıyordu. Onu buraya tıkan şeylerin ne olduğunu bile bilmiyordu. Umursamıyordu da pek fazla. Sonuçta mahkum, umutsuz, çaresizdi. Kırıp geçmeyi denemişti sert çubukları, defalarca. Kendine olan güvenine karşın başaramamıştı. Umutsuzluk tümüyle sarmıştı ki, bu atalarından miras değildi ona; burada öğrenmişti. Üstesinden gelememişti mahkumiyetin. Kabullenemiyordu. Arada hırıltılar akıyordu boğazından, süzülüyordu ağzından.
Kafesin içinde bir kaç volta dışında, hareketsiz yaşıyordu. Buna karşın çok yorgundu. Mutsuzdu. Ait olmadığı yerde, kendini hissedemiyordu. Aslandı, biliyordu ama aslan gibi hissetmiyordu. Vahşi bir kedi gibi yaşamıyordu. Aptal aptal karşısına geçip onu izleyenler vardı. Hiçbir şey hissettirmiyorlardı, hiçbir şey ifade etmiyorlardı. Yemeği geciktiği zamanlarda çubukları aşıp yakınlaşmak istediği oluyordu onlarla, o kadar.
Uyuyordu eski zamanlardaki gibi, hem de çok. Bu kez farklıydı uykusu. Yine çok huzurlu bir uyku değildi. Oysa koruması gerekenler yoktu. Belki de bu yüzden huzursuzdu. Alışık olmadığı tarzda bir uykuydu bu. Ona muhtaç olanlar ne yapıyorlardı acaba? Kendisinden daha güçlüsünü mü bulmuşlardı? Hayır, olamazdı bu şekilde. O, en güçlü olmayı savaşarak elde etmişti. Kalleşçe kaybetmeyi içine sindiremiyordu. Bir zamanlar her şeyini, ölümü göze alarak elde etmişti. Kokusunu, duruşunu sevdiği dişi için, sayelerinde beleş yaşayabileceği sürü için mücadele etmişti ölesiye. Şimdiyse beleş yemeğin asıl istediği şey olmadığını anlıyordu. Pek çok amacının olduğunu fark etmişti kapanda geçirdiği günlerde. Özgürlüğü, gücü, istediği dişiyi elde etmeyi, sürüye hakim olabilmeyi, aptal aptal koşmayı, istediği gölgede uyumayı, liderliği... Yaptığı, yapmadığı her şey ona aitti kafesten önce. Ama ya şimdi?
Ürperdi benim de içim. Uykudaydım ama uyandığını sanır ya insan kendini, öyle bir şeydi işte hissettiğim. Koşacak, kaçacak bir yer bulamıyordum aslan için. Kafesten çıksa yeter miydi ona? Hayır, hiç zannetmiyorum. Koşacaktı, eminim, hem de deliler gibi. Nereye? Neredeydi ona ait olanlar? Sahip olduklarına binlerce kilometre uzakta olduğunu bile bilmiyordu. Kokusu kalmış mıydı ki bulsun? Kalmışsa da bulana kadar unuturdu zaten.
Yattığım yerde boğazıma bastırdı sanki aslan. Hırlıyordu, dişleri parlıyordu karanlıkta. Sıcak, kötü kokulu nefesi yüzümü yalayıp geçiyordu. Kurtuluşunun benim elimde olduğunu anlatıyordu bakışları. Acımasız, kızgın bakışlar. Ölümün pençeleri miydi hissettiğim? Halbuki ne yapabilirdim vahşi kedi için? Ne yapabilirdim?
Ömer Arda Çetinkaya
Yukarı
|
|
Arthur'un Atelyesi : Ahmet Öztürk Otobanda "Friends will be friends" |
|
"Friends will be friends!" Bir dönem dilimden düşmeyen bir şarkıydı. "Queen" ve muhteşem vokalleri Freddy Mercury eşliğinde duygularımız çığrından çıkıyordu. Şarkının sözleri gibi de devam eden bir hayatı seçtim. Şu an gene müzik çalıyor. Ne mi çalıyor? Güldürmeyin beni elbette "Queen" ve şarkıları "Friends will be friends". Artık bu şarkılarla geçmiyor günlerim ama hayatım hala "Friends will be friends".
Pencerenin kenarından ayrılabilir miyim? Elbette hayır. Evlerin ötesinde akan koskocaman bir cadde var. Şehir mühendisleri buna otoban diyorlar. Yıllarca lise ve üniversite yollarını arşınladığım iletkenler değil mi bu? Arabalar saniyelik bir arz-ı endamdan sonra başka bir yere iletiyorlar kendilerini. Güçlü bir akış ya da baştan ayağa yalan. Burada bir noktaya saplanmış bir halde kendimi gerçeklik addediyorum. O da ne? Otobana doğru ara bir yoldan rampa aşağı bir otobüs salınıyor. İster istemez yavaşladı. Akışkana girebilmek adına yavaşlamak zorunda. Yoksa kabul edilmeyeceğini biliyor. İşin gereğini biliyor ve daldı. Bir saniye arz-ı endam ve geçidini tamamladı. Değişiyor her saniye ve yalancı gerçeklik buradayım hala. Otobanda arkadaşlarımla çok akıp gittik okula. Geçici olan okuldu farkındaydık. Tekrar daldık walkmanlerle iletkene, kulaklarımızda aynı müzik: "Queen" ve "Friends will be friends". Aşkların dedikodusu dostluğun sıkı otomobillerinde ayinlere dönüşüyordu. Aslında iki durak arasında ya da iki gerçeklik arasında bir boyut, bir gerçeklik. İki durak/gerçeklik arasındaki ayrım belki de.
Hem bilgisayarın ekranı hem de sanki bir damarı andıran otoban gözlerimin takibindeler. Ekrana bakınca yazıya düşüyorum fakat otobana bakınca içinde nefes aldığım, bitmesini beklediğim ve arkadaşlarımla dinlediğim şarkı aklıma düşüyor. Alçalıp yükselen sesler, şarkıyı ezbere çığıran yeni yetmeler ve kahkahaları. Griye takılıyorum habire. Gri... O canlı akışkan, cansız bir rengi kalıbına kondurmuş. Geçenlerde burcumun özelliklerine bakıyordum; bilirsiniz uğurlu sayınız, taşınız, gününüz falan yazar. Bir de renginiz vardır. Benimkisi griymiş. Çaprazlamaya bakın tam bir komedya perdesi.
Hayret ediyorum, daha öncesi burada ne vardı diye. Koca koca grayderler, kepçeler, kamyonlar, yeri delici aletler buraya gelip muamma bir inşa yapmadan önce ne vardı? Yaşayan vakanüvislerin aktardığına göre, alabildiğine yeşil, alabildiğine mavi gökyüzü ve gülümseyen bulutlar. Tam da tahmin ettiğim gibi ama ilginç olan onların kendisi canlı, oysa gri akışkan canlıları barındırıyor ve iletken oluyor.
Gariptir bu yazı boyunca üç-dört kere telefonla konuştum. Arkadaşlarımı aradım. Planlar yaptık, birbirimize takıldık. Otobana düştükçe gözüm, dostlarımla akışkanda canlı olmanın sahnelerini görüyorum. Aşık Veysel'in mısralarını hatırlıyorum birden "Dost dost diye nicesine sarıldım Benim sâdık yârim kara topraktır Beyhude dolandım boşa yoruldum Benim sâdık yârim kara topraktır." . Çok şükür dostlarıma sarılabildim. Artık, devir, dolanma devri değil, bir noktadan diğerine varma devri. Sen ne güzel dolandın Aşık Veysel ve nü güzel resmettin şiirlerinde, türkülerinde bu dolandığın hayatı. Dedim ya devir dolanma değil, ulaşma devri. Ve yazacaklar artık resmen akışkanın rengine bulandı. Gri...
Eklem yerlerimde garip bir ağrı sıkıştırıyor beni. Huysuzlanmaya başladım iyice. Yazıyı bitirmek istiyorum bu ağrı yüzünden. Lakin hazmedemiyorum; ben bitireceğim, otobansa durmayacak gibi gözüküyor buradan. Akşam ezanı başladı. Vallahi müezzine helal olsun hissetti sanki ve kapanışı yap hadi akşam oldu diyor. Gri otoban ve saniyelik arz-ı endamlar hepinize güzel akşam sefaları diliyorum.
Ahmet Öztürk
Yukarı
|
OANGAİ’NİN SIRRI
Bir zamanlar, ıssız, sessiz bir orman varmış. Orman ıssız ve sessizmiş ,çünkü orada olanları kimse göremezmiş. Bu bölgenin insanları Gaida kabilesine menupmuş. Onları onların istemediği kimse göremezmiş. Onun için de herkes sadece otların bürüdüğü bir ağacın bile olmadığı ,ekin ekilse bile verimsiz çorak araziyi görürmüş. Bir ara, bari ev yapalım demişler ama inşaat bile yapamamışlar. Nedense işçiler işlerine gelmemiş, firma anlaşmayı bozmuş. Sonuçta ne olduysa olmuş ve hiçbir işe yaramayan bu arazi sadece çocukların oyun bahçesi olabilmiş.
Gaida kabilesinin insanları, tek katlı ahşap evlerde yaşarlarmış. Hepsinin kendine ait küçük bahçeleri varmış . Hepsinin evi birbirinden farklıymış. Herkes kendi hayal gücünü , isteklerini dikkate alarak yaparmış evini. Evler ahşapmış ama bu kanun değilmiş. Sadece yaşlı ağaçlar kesilirmiş ve kabile üyeleri ağaçların kokusunu çok sevdikleri için başka türlü yapmaya içleri elvermezmiş. Tabii içlerinde bir iki tane değişik evde varmış. Bunlardan biri yunus balığı şeklindeymiş. Aslında bu evin sahibi Tia Mia hiç deniz görmemiş. Hiç balık da görmemiş. Gaida kabilesi tarım ve hayvancılıkla uğraşırmış. Göçebe bir ırk değillermiş. Yerleşik düzende yaşarlarmış. Ve uzun senelerdir hep aynı yerde yaşarlarmış. Yani denizden on binlerce kilometre uzaklıkta. Pek seyahat etmedikleri için kabilelerinde denizi gören ve dönüp onlarla yaşayan sadece bir iki tane cesur macera tutkunu varmış. Onlar söylemişler Tia Mia’ya ne güzel bir yunus balığı diye. Tia Mia şaşırmış bunu duyunca, onun ne yunusu ne de balığı bildiği varmış. O sadece mavi şirin burunlu anlamına gelen Nianga demiş eserine. Tia Mia, Nianga’yı nasıl oluşturduğunu hiç hatırlamıyormuş. O tamamen Nianga’yı hiç görmeden yaptığını zannediyormuş. Ama onun bile unuttuğu, üzerinden çok zaman geçen olaylar varmış ki bunu sadece köyün bilgesi Oangai biliyormuş. Ve hatırlıyormuş. Sadece eğer bir gün hatırlamak isterse olanları anlatacağına yüce ruhlar önünde , ulu tanrıları edpaidaya yemin etmiş.
Oangai, o mayıs sabahını, daha o sabahmış gibi anımsıyormuş. Herşey bir mayıs sabahı çok çok erken saatlerde başlamış. Küçük bir çocuk gelmiş Gaida kabilesinin bulunduğu alana. Ve bağırmış avazı çıktığı kadar :
- Hey burası muhteşem bir park ,rengarenk giyisili cüceler nefis çiçekler var, hele şu kurabiye kokusu , hadi hepiniz buraya koşun.
Gerçekten de, bir dolu çocuk gelmiş bu harika çağrının ardından . Hepside minicik üç dört yaşlarındaymış. Ogün, sadece ot biten o büyük tarlaya piknik yapmaya gelen anaokulu öğrencileriymiş. İnsanların buraya ilk gelişleri değilmiş. Bugüne kadar pek çok okul , aile gelmiş orada piknik yapmaya. Ve bugüne kadar onları görebilen bir insanoğlu bile çıkmamış. Onlarda film seyreder gibi insanları seyreder , eğlenirlermiş. İlk kez onları gören bu çocuk olmuş.
Gelen bir dolu çocuk arasından, bir tanesi bile ne cüceleri ne o güzel çiçekleri görmüş. Ne de pişen güzel kurabiyenin kokusunu alabilmiş. Hepsi bir güzel dalga geçmiş onunla. Bir de şarkı uydurmuşlar kendi kafalarından;
- Bir varmış bir yokmuş bir zamanlar görünmezi gören İoka varmış , ismi garipmiş kendi garipmiş. Önce melekler var demiş, melekler ağlamış ,gülmüş o yetmemiş boynuzlu at görmüş o da yetmemiş İoka cüceleriiiiiiiiiiii görmüşşşşşşşşşşşş ah İoka vah İoka annen ne üzgün İoka.
Bu şarkı böyle sürüp gidermiş. Çocuklar her gün yeni bir şeyler ekler çıkarırlarmış . İoka hiç kızmazmış onlara. Gülermiş , hayal gördüm galiba der geçermiş. Biliyormuş artık, onlar, onları göremiyorlar. Çünkü bebekliğinden beri, bu böyleymiş. Ve İoka’nın annesi bile göremezmiş, onun gördüklerini. İoka bir tek onlar için üzülürmüş. Çünkü o çok güzel bir dünyada yaşarmış. Renkler daha parlak ve güzelmiş onun gözünde. Melekler gerçekmiş, onu korur , sever , üzüldüğü, sevindiği anlarda hep yanında olurlarmış. Canı sıkıldığı anlarda onunla dans eder, oynarlarmış. Onun için İoka’nın pek canı sıkılmazmış. Genelde mutlu mutlu dolaşırmış. Kıskançlık , adilik, yalancılık bilmezmiş. Annesi bile, şaşarmış kızının bu davranışlarına, hiç normal bir insan gibi değilmiş İoka, sanki melekler aleminden gelmiş gibiymiş.
Annesi, İoka’daki bu farklılığı, doğumundan birkaç gün önce gördüğü rüyaya yorarmış. İoka doğmadan birkaç gün önce annesi çok güzel bir rüya görmüş. Rüyasında minicik insanların dünyasındaymış. Evlerde, insanlarda küçücükmüş. Ama her şey öyle güzel öyle parlakmış ki, hiç korkmamış anne, hatta içini bir mutluluk bir huzur kaplamış. Anne etrafı seyrederken , küçücük bir evden uzun beyaz sakallı bir cüce çıkmış;
- Güzel anne ,tatlı anne bir kızın olacak, bir gonca kadar taze, peri kızları kadar güzel sesli, melekler kadar mutlu. Eğer, onun ismini İoka koyarsan bu kaderi yaşayacak, demiş. Ve güzel kızı hakkında başka bir tek söz bile söylemeden, cüceler ülkesini de beraberinde götürerek çıkmış gitmiş rüyasından. Yine de sabaha kadar mışıl mışıl uyumuş anne. Sabah öyle mutlu uyanmış ki , kocası şaşırmış annenin bu mutluluğuna, bu güzelliğine , bir kez daha aşık olmuş beş yıllık karısına. Anne anlatmış, gece gördüğü rüyayı ve beraber karar vermişler, olacak çocuklarına İoka adını koymayı.
Birkaç gün sonra doğmuş İoka , nur topu gibi bir çocukmuş. Ebeler de , doktorlar da hayran kalmışlar güzelliğine bebeğin. Hani ayrı bir güzelliği varmış bu bebeğin, ışıltılı bir şey. İnsanı saran ama bir türlü adlandırılamayan. Öyle el yüz düzgünlüğü, güzelliği değilmiş, büyülü bir şeymiş. İşte böyle dünyaya gelmiş İoka . Ve annesi, bu rüyayı, o, on sekizine gelinceye kadar, ona anlatmamaya karar vermiş, kocasıyla beraber.
Çünkü bazen bilmemek daha iyi olur, böylece bir şeyin olmasını beklemez diye düşünmüşler. Normal bir şekilde büyütmüşler, tüm kalpleriyle severek, bu güzel kızı . İoka melekleri anlatmış onlara, ışıltılı dünyasını, kendisinin görüp de, onların göremediği, o güzellikleri. Hepsini sevgiyle dinlermiş anne, mutlanırmış kızının bu büyülü dünyada yaşamasından, bir gün bile aklına gelmemiş kızının bunları uydurduğu. O da biliyormuş kalbinin derinliklerinde o cücenin doğruyu söylediğini, kızının çok farklı bir yaşamı olacağını.
İşte, İoka için de, her şey o mayıs sabahı başlamış. Sadece o görmüş Gaida kabilesini . O anda, bir de Oangai görmüş İoka’yı. Bir an göz göze gelmişler, ama gördüklerinin şaşkınlığı içinde, İoka, Oangai’yi fark etmemiş bile. Ama Oangai hemen anlamış, onun İoka olduğunu. Tanrılara bir kez daha teşekkür etmiş, dilekleri gerçek olabildiği için. İçini sımsıcak duygular kaplamış ve olacakların mutluluğu içinde evine dönmüş. Kurabiyelerine devam etmiş. O sırada Tia Mia gelmiş oraya. Biraz canı sıkılıyormuş. Oynayacak yeni bir oyun arıyormuş. Ama nedense, ona, o gün herşey aynı görünüyormuş. O sırada İoka’yı görmüş. Oh demiş, şimdi belki biraz eğlenebilirim. Hiç değilse onların oyunlarını seyredebilirim. Oturmuş her zamanki yerine , seyretmeye başlamış. Bütün çocuklar mutlu mutlu oynarken, bir tek İoka onun karşısına oturmuş, aynı onu görür gibi dikkatle ona bakıyormuş. Bugüne kadar hiçbir insan ona onu görür gibi bakmadığı için Tia Mia da şaşırmış olanlara. Biraz eğlenmek için seslenmiş ;
- Hey güzel kız oynayalım mı? Demiş.
- Tamam diye cevap vermiş İoka. Merhaba demiş benim adım İoka. Ne güzel evleriniz var, bu güzel koku nereden geliyor?
Çok şaşırmış Tia Mia bir an anlamamış, herhalde kendi kendine konuşuyor, beni göremez ki demiş. Elini uzatmış şaşkınlıkla, hemen tutmuş uzatılan eli İoka. Öyle tatlı bir sıcaklık oluşmuş ki aralarında, uzun süre bırakamamışlar tuttukları eli. Sanki o güne kadar eksik bir şey varmış hayatlarında. Sanki ilk kez olması gerektiği gibi olmuş her şey. Şimdi tamamlanmış oyunun tüm parçaları. Sanki uzun süredir hasretmişler birbirlerine. Bir süre öyle kaldıktan sonra, birbirlerinin gözlerine bakmışlar ve o an içlerini kaplayan o yoğun duygularla ikisi de ağlamaya başlamış ne olduğunu anlamadan.
Orada yaşananları bilemeyen anaokulu öğretmeni, İoka’ya bir şey olduğunu zannetmiş ve zaten bitmekte olan pikniği daha da erken bitirip, herkesi arabaya bindirmiş apar topar. Uzun zaman çektiği onca acıdan sonra, mutluluğu yakalayabilen bir insanın mutluluğuyla ağlıyormuş İoka . Tabii olanları anlamayan ve dört yaşındaki bir çocuktan bunları beklemeyen öğretmen sadece şaşırmış ve bir an önce okula dönülmesine karar vermiş. İoka zorluk çıkarmamış okula dönerken, gözlerinden hala yaşlar akarken biliyormuş bunun bir başlangıç olduğunu.
Ertesi gün pazarmış ve tatilmiş. İoka sabah erkenden annesinden izin almış. Hemen Tia Mia’nın yanına koşmuş. Uzak değilmiş zaten. Az ilerisindeymiş evlerinin. Tia Mia’da erkenden kalkmış. İoka’nın geleceğini biliyormuş. En güzel kıyafetini giymiş, saçını başını düzeltmiş. İoka’nın onu beğenmesini istiyormuş. İlk görüşte aşkmış onun için. İoka’da öyle düşünüyor, bir an önce Tia Mia’ya ulaşmak için sabırsızlanıyormuş. Aynı yerde buluşmuşlar, bütün gün birlikte eğlenmişler. Akşam olunca İoka evine dönmüş. Bu uzun süre böyle devam etmiş. Birbirlerini çok seviyorlar, hiç ayrılmak istemiyorlarmış. Sanki zaten onlar bir bütünmüş de, sonradan bir şeyler olmuş, ayrılmışlar. Ayrılınca, tekrar buluşacaklarını bilseler bile içlerini öyle bir hüzün kaplıyormuş ki, sanki yüzyıl boyunca birbirlerini göremeyeceklermiş gibi geliyormuş. Acayip bir hüzünmüş bu, doldurulamayacak bir boşluğun geleceğini haber verir gibi, ama sonsuz , simsiyah bir boşluk. Bu hiçbir zaman başlarına gelmemiş ama onlar her ayrılıkta bu korkuyu yaşamışlar. Böylece iki yıl geçmiş. İki yıl boyunca her gün görüşmüşler. Ve bir gün bile tartışmamışlar. Sonunda yine bir mayıs sabahında, Oangai karşılamış onları , evine davet etmiş. Gelin çocuklar demiş; size bir öykü anlatacağım;
- Çok çok eski zamanlarda, bundan yüzyıl önce, kötü bir büyücü vardı. İsmi kötülükler kralıydı. Gaida kabilesini hiç sevmezdi. Çünkü Gaida kabilesi mutluydu. O ise kötülüğü ve mutsuzluğu severdi. Dünyanın üzerinden iyiliği silmeye yemin etmişti. Çokta başarılıydı. Her yerde savaşlar çıkmış, insanlar birbirini öldürmek için icatlar yapmış, hatta bunu iş edinenler bile olmuştu. Kötülük neredeyse tüm dünyayı ele geçirmeyi başarmıştı. Bütün dünya dumanlar altındaydı. Her yer kan kokuyordu. Mutlu insan, gülen insan kalmamıştı. Bir tek Gaida kabilesi kalmıştı, bu olayların dışında. O da Oangai’nin büyük çabaları sayesinde. Çünkü Gaida kabilesi, ne kadar iyi kalpli, mutlu da olsa, sırf çevrelerindeki onca mutsuzluktan mutsuz olacaktı. Onların da mutsuz olmasıyla yeryüzünde mutluluk tamamen yok olacaktı. Ve Kötülükler Kralı kazanacaktı. Kötülükler Kralı, Oangai’nin gücünü tüketmek için elinden gelen tüm kötülükleri denedi. Ama Oangai , Gaida kabilesinin üstüne bir kalkan örttü ve bu kalkan onların dünyayı, dünyadaki kötülükleri görmesini engelledi. Kötülükleri görmeyen halk, mutlu yaşamaya devam etti. Bu Kötülükler Kralı’nı çok kızdırıyordu. Sırf o kalkan yüzünden dünyadan mutluluğu silemiyordu. Azimle savaştı, sonunda Oangai’nin tüm güçlerini tüketemese de, kalkanı kaldırmayı başardı. Sihirli kalkan kalkınca, Gaida kabilesi, dış dünyada olup biteni görünce, bütün mutluluklarını kaybettiler bir anda. Ama dünyanın onların üzüntüsüne değil, tam tersi kahkahasına ihtiyacı vardı. Oangai onlara, dünyayı kurtarabilmek için mutlu olmaları gerektiğini anlattı anlatmasına. Gaida kabilesi de ellerinden geleni yaptılar, dış dünyayı görmemek için. Ama üzülmemek mümkün değildi , gülmek imkansızdı. Kötülükler Kralı , Gaida kabilesinin yüzme bilemediğini bildiği için, sihirli kalkanı okyanusa attı. Oangai , tüm halkını çağırdı, sihirli kalkanı okyanustan alıp tekrar eski yerine koymalıyız dedi. Eğer kalkanı tekrar gerebilirsek, biz gülüp mutlu olabiliriz. Eğer biz mutlu olursak, dünya bu kötülük ve vahşetten kurtulur. Dedi ve bir gönüllü istedi , okyanusa gidip, kalkanı getirmek için.
Hemen Tia Mia ve İoka gönüllü oldu . Oangai beraber gitmelerini istemedi. Bari biriniz kalın dedi. Ama onlar birbirlerini öyle çok seviyorlardı ki, ayrılmak istemiyorlardı. Ölmekse eğer, beraber ölmekti istedikleri. Oangai’ye başka bir seçenek bırakmadılar. Beraber yola çıktılar. Oangai onlara nasıl gideceklerini anlattı ve tarif etti okyanusun nasıl bir yer olduğunu. Orada yunus balığı bekleyecek sizi. İsmi Nianga. Ona seslenin, o sizi okyanusun dibine indirecek. Ve oradan kalkanı almanıza yardım edecek, dedi. Korkmayın, mutlu olmaya çalışın. Mutlu şeyler , güzel şeyler düşünürseniz , kötülükler kralı yanınıza gelemez dedi. Hemen yola çıktılar. Oangai’nin anlattığı gibi gittiler. Okyanusun kenarına geldiklerinde, Nianga’ya seslendiler. Hemen geliverdi Nianga ve onları sırtına aldı. Onları okyanusun dibine indirdi. Oradan kalkanı kolayca aldılar. Her şey umduklarından daha kolay oldu. Çünkü onlar ellerini hiç bırakmıyorlardı. Hep sevgiyle tutuyorlardı birbirlerinin ellerini. Ve kötülükler kralı yaklaşamıyordu bu sevginin yanına. Yakıyordu bu sevgi ateşi onu. Eğer bilselerdi ellerindeki gücü , daha orada yenebilirlerdi kötülükler kralını. Ama bilmiyorlardı. Kalkanı aldılar, Nianga’ya teşekkür ettiler ve evlerine döndüler. Tekrar kalkanı kurdular. En güzel kahkahalarını savurdular rüzgara. El ele tutuştular sevgiyle. An be an kötülük azaldı dünyadan.
Azalmış kötülükler kralının gücü, ama son anda dünyadan silinirken, son anda elinden gelen tüm gayretle lanetlemiş bu güzel çifti;
-Yüzyıl boyunca, ruhları hissederek her anını ayrı kalacaklar birbirlerinden. Ve tam yüzyıl sonra, bir rastlantı sonucu bulacaklar birbirlerini. Tam dört yaşında, eğer tanırlarsa, severlerse tekrar birbirlerini o zaman kaldıkları yerden devam edebilecekler aşklarına.
Tabii bir şartı daha varmış kötülükler kralının; biri insanların dünyasında, biri Gaida kabilesinde doğacakmış. Ve insanların dünyasında doğan İoka olacakmış. İşte böyleymiş onların üzerindeki bu lanet. Ve buymuş dünyadaki mutluluğun bedeli.
İşte, böyle oldu demiş, Oangai. O anda anladılar hissettikleri bunca aşkı, o yoğun duyguları , her ayrılıkta duydukları o acıyı.
Tutuverdiler tekrar birbirlerinin ellerini, bir daha sonsuza dek hiç bırakmamacasına. Her gün doğuşuyla daha çok severek birbirlerini. Oangai bir daha üzülmemeleri için , hem Tia Mia’nın hem de İoka’nın hafızalarını silmiş. Birbirlerine olan sevgileri dışında hiç bir şey hatırlamadan, yeniden başlamışlar hayata.
O günden sonra, annesi İoka’yı bir kez rüyasında görmüş. Kızı anlatmış ona rüyasında olanları. Ve eğer isterse sadece onun görebileceğini , Gaida kabilesinin yaşadığı yeri.
Hülya And
Yukarı
|
Fotoğraf: Ferhat Unsu - Eymer Yaylası / Adana
<#><#><#><#><#><#><#>
Kahve Molası, siz sevgili kahvecilerden gelen yazılarla hayat bulmaktadır. Her kahveci aynı zamanda bir yazar adayıdır. Yolladığınız her özgün yazı olanaklar ölçüsünde değerlendirilecektir. Gecikme nedeniyle umutsuzluğa kapılmaya gerek yoktur:-)) Kahve Molası bugün 4.133 kahveciye doğru yola çıkmıştır.
Yukarı
|
ARTIK KONUŞSAK
bir klakson rahatsızlığı var sokakta
pencerede bir temmuz çırılçıplak
avcumuzdan kayıp giderken küçük bir şey
saatlerce susmak neye yarar göğe karşı
kafka'nın gizli mektuplarını okumak
eleştirmek ilahi komedya'yı
bahçede güzü tartışırken iki ağaç
neye yarar uyanmak sabaha karşı
artık konuşsak.
adını koymasak da aşktı
masada aynı boşluğa bakmak.
sureleri sevebilir ama kendini sevebilir mi
bilmediği bir dille ibadet eden halk?
iyi ki sözlerinde bir aşık veysel sağduyusu
bir karacoğlan içtenliği bakışlarında
yoksa bir gün durup dururken çatlardı bu bardak
ister ölümü çağrıştıran resimler yapmış olsun goya
ister bir tabutu didikler gibi çalsın menuhin
çatıda şafağı bölüşürken bir kaç kuş
neye yarar uyanmak sabaha karşı
artık konuşsak.
adını koymasak da aşktı
aynı yoldu adımlarımızı unutmak.
biz ki çok tanık olduk tornacıların ellerine
ortada hiç bir şey yokken ölüp gidenlere
hani gülsek suçlu bulunacaktık çocuklar tarafından
ağlasak büyükler abarttığımızı düşüneceklerdi
bir kış vardı ki unutmak mümkün mü karı
nasıl boşanmışlardı kızaklarından köpekler
nasıl bitirmiştik soluk soluğa anna karenina'yı
yazı nasıl beklemiştik camları buğulandırarak
uykumuzu kurcalarken hain bir düş
neye yarar uyanmak sabaha karşı
artık konuşsak.
adını koymasak da aşktı
aynı suya umutsuzca dokunmak.
Salih Bolat
Yukarı
|
İşe Yarar Kısayollar - Şef Garson : Akın Ceylan Yamağı : Ayşe Nur Gedik |
jazz, jazz, jazz
http://www.raycharles.com
Konu jazz olunca ilk aklıma gelen "Ray Charles" oldu. Dünya 10 Haziran 2004'de kaybetti "Müzik anlatmayı bildiğim tek yol..." diyen Ray Charles'ı. '80'lerin sonunda Efes Antik Tiyatro'da dinleme fırsatı bulmuştum; (anlatılması gerçekten zor, belki hayal etmeyi deneyebiliriz birlikte) gün batımı, Antik Tiyatronun insanı etkileyen atmosferi ve Ray Charles...
http://www.hadigari.com.tr/index.html
Cesur ve inatçı bir işletme "Hadigari", herhalde Bodrum'a gelip de uğramayan olmamıştır! Gerçi "Hadigari Jazz" 13 Haziran'da son buldu ama gene de Bodrum'a yolunuzu düşürürken bir bakın belki sürpriz bir organizasyona imza atarlar.
http://www.allaboutjazz.com/speak.htm
Yeraltı dünyasının dili olur da jazz'ın olmaz mı? Eğlenceli ancak İngilizce!
Festivallerden müzisyenlere hatta son çıkan albümlere (inanın 9 Haziran'da çıkan albümler yer alıyor!) uzanan geniş bir bilgiye ulaşabilirsiniz.
http://www.babylon-ist.com/b2003/tr/babylon/bnkis
Down Beat tarafında 2. kez dünyanın en iyi caz klüpleri arasında gösterilen Babylon'u unutmak haksızlık olur diye düşündüm ve doya doya gezdim sitelerini. 19 Haziran'da Aşkın Arsunan var programlarında, İstanbul'lular kaçırmaz umarım!
Ayşe Nur
Yukarı |
Damak tadınıza uygun kahveler |
Fass v0.8 [101K] Win98/2k/XP FREE
http://www.zen7800.zen.co.uk/files/fass.exe
Online Forumlara mesaj yollarken daha güzel görünümlü mesajlar oluşturmak ister misiniz? Öyleyse bu küçücük program tam size göre. Metni yazıyor, gerekli düzenlemeleri yapıyor ve kopyalayıp mesajınıza yapıştırıyorsunuz. Tabi her forumda kullanılır diye birşey yok ama müdavimleri ne demek istediğimi anlayacaklardır.
Yukarı
|
|
|