KAHVE MOLASI
ISSN: 1303-8923
ABONE FORMU

ABONE OL
ABONELiKTEN AYRIL
HTML TEXT
Arkadaşlarınıza önermek ister misiniz?

 SON BASKI
 Ana Sayfa
 Arşivimiz
 Yazarlarımız
 Manilerimiz
 Forum Alanı
 İletişim Platformu
 Sohbet Odası
 E-Kart Servisi
 Sizden Yorumlar
 Kütüphane
 Kahverengi Sayfalar
 FİNCAN/SİPARİŞ
 Medya
 İletişim
 Reklam
 Gizlilik İlkeleri
 Kim Bu Editör?






Kahveci Soruyor?



KAHVERENGİ SAYFALAR



KAPI KOMŞULARIMIZ

Üç Nokta Anlam Platformu


İstanbul Kültür ve Sanat Vakfı Etkinlikleri
Yazılan, Okunan, Kopyalanan, İletilen, Saklanılan, Adrese Teslim Günlük E-Gazete - Yıl: 3 Sayı: 531

 23 Haziran 2004 - Fincanın İçindekiler

 Editör'den : Traşım geldi, krizdeyim!..


Merhaba,

NATO Zırvası gündeme düştü düşeli bende bir telaş sormayın. Geçen gün 'Sokağa Çıkma Yasağı' fikrimi sizlerle paylaşmıştım. Sanmayın onu işkembeden uydurdum. Ben aynen o psikolojideyim. Birileri o gün geldiğinde elimi ayağımı bağlayacak, beni kuru ekmeğe muhtaç edecek sanki. Sanki hayatım zırva vadisinde geçermiş gibi o günlerde orada olmam gerekecekte olamayacağım hissiyle yanıp tutuşuyorum. Boşa değil ama. Benim 28 yıllık berberim Taksim'de konuşlanmış durumda. Ayda bir kendisini ziyaret etmezsem polise eşkalimi bildiriyor Hüseyin abim. Şu günlerde kendisiyle açık görüş yapmam gerek. Bunu hem papaza dönmüş saçlarımdan hem de Hüseyin sendromunu yakından hissetmemden anlıyorum. Gariptir benim iç saatim, acayip çalışır. Saati kurar, çalmasından 5 saniye önce uyanır alarmı sustururum. Berber zamanı gelince huzur bulamam saç baş yolarım. Tamam uzatmayalım. İşte bu nedenledir ki ben bir tuhafım bu aralar. İşim var, saçı düşünecek halim yok ama ya Zırva sırasında krizim tutarsa diye şimdiden krizdeyim. O yüzden bu hafta bu işi mutlaka halletmeliyim. Bugün olmazsa yarın mutlaka. Hay Allah tepenizden baksın emi, insanları ne hale getirdiniz yahu. Hepsi 3 tane adamdan aferin almak için. Büyükşehir tam 25 trilyon para harcamış makyaja. Tam bize göre değil mi? Ne zaman birileri teftişe gelir biz başlarız temizliğe. Teftiş yoksa b.k içinde otururuz sesimiz çıkmaz. AB uğruna yapılanlar da aynı hesap değil mi? Hep birşeylere yetişmek için. Nerede kalıcı devlet politikaları? Nerede Türk halkının ihtiyaçları? Gerçekleşen reformların hepsi ittirip kaktırmayla. Bir tanesi bile bir devlet politikasının sonucu değil. O nedenle de inandırıcı değil. Samimi hiç değil.

Bütün gazetelerde Unakıtan'ın ek gelir kararı dolayısıyla tüm devler erkanının maaş bordroları dolaşıyor. Oldum olası bu tepe yöneticilerinin maaşlarıyla ilgili spekülasyonlara karşı çıkmışımdır. Cumhurbaşkanı, başbakan, bakanlar, vekillerin ne aldıklarıyla değil ne yaptıklarıyla ilgilenmeliyiz derim hep. Benim devletimi temsil edenler bu paraların fazlasını hakederler yeter ki onlardan beklenenleri, yani görevlerini yapsınlar. Bir banka genel müdürü yılda 1-2 milyon dolar kazanırken, Cumhuriyetimin sembolü Cumhurbaşkanımın eline geçen 80-90 bin doların lafı mı olur Allahaşkına? Haksız bir kazanç varsa bunu hukuka havale etmeli ama bu adamların maaşlarıyla bu kadar da ilgilenmemeliyiz diyorum özet olarak. Ayrıca yaş ve maaş meselesi malum!..

Seyrettiğim kadarıyla Portekiz'de biz de olmalıydık diyor ve hayıflanıyorum. Şenol Hoca'nın kulakları çın çın çınlıyordur sanırım. İnşallah Dünya Kupası elemelerinde aynı yanlışa düşmeyiz. Hepinize hafif serin bir gün dilerim. Hoşçakalın.

Bir sonraki sayıda buluşuncaya kadar bulunduğunuz yerden bir adım öne çıkın. Sevgiyle...

Cem Özbatur

2 Yorum var. Yorum Yaz / Oku

 Deniz Fenerinin Güncesi: Seyfullah Çalışkan


AYLAK PAZAR YAZISI

Hemen hemen bütün kentlerde pazar günleri piyasa yapmaya çıkılan semtler vardır. Öğleye doğru hareket başlar. Öğleden sonraysa iyice kalabalıklaşır. Baloncular, çiçekçiler, mevsime göre pamuk helvacılar veya elma şekeri satanlar kalabalığın içinde turlar. Mısırcılar, kestaneciler ve kumpircilerin genellikle sokak üzerindeki yerleri bellidir. Kaldırımlarda tezgah açan takı ve süs eşyası, hediyelik eşya, kaset ve kitap satanlar da insan selinden kütük kapmaya çalışırlar. Kalabalığın, gürültünün insanı çeken bir yanı vardır. Herkes kentlerden, insan selinden yakınır. İnsanı boğan, bunaltan etkisinden söz eder. Huzur, dinginlik ve sakinlik isteyenler bile çoğunlukla bu kalabalık sokaklara rağbet eder. Ankara’da Kızalay, Bahçeli, İzmir’de Kemeraltı, Konak ve Karşıyaka, İstanbul’da Beyoğlu ve Ortaköy’e gitmeyen yok gibidir. Pazar gününü, Pazar tembelliğinin hepsini evde ziyan etmeye gönlü razı olmayanlar çoluk çocuğu alıp ailece böyle semtlere dolaşmaya gider.

Tam böyle bir Pazar günü ben de kalabalığın çağrısına uyup turlamaya çıktım. Kaldırımları dişbudaklarla gölgelenmiş uzun sokaktaki kalabalığa karıştım. Hiçbir yere gitmeyi amaçlamadan, hiçbir yere varmayı hesaplamadan yürümenin kendine özgü bir tadı vardı. İkinci tura başladığımda kalabalığın içinde akmak düşüncesi benim için yorucu olmaya başladı. Kaldırımın kenarına oturup bir sigara yaktım. Bu sokağa daha önce de gelmiştim. Akşama kadar bu kalabalık hiç azalmayacaktı. Çünkü görünmez bir el bu sokağın iki ucunu düğümlemişti. İnsanlar evlerine dönmek için aradıkları çıkışı bir sanki bir türlü bulamıyordu. Buraya her gelişimde kalabalığın kaygısız ve aylak devinimi bana bu hissi yaşatır.

Kaset ve Cd satıcılarının sokağa taşan yaygaracı müzikleri ile Hi Pop’çı gençlerin dansları Pazar rehaveti içinde dolaşan insanların, yani sokağın asıl ritmi ile büyük bir tezat oluşturur. Pantolonları bellerinden aşağı doğru sıyrılmış, neredeyse kıçının çatalı görünen geçlerin başında yazın bile yün bereleri vardır. Şekil yapmadan, kendi imajını yaratmadan Hi Pop’çı olunmaz gibidir. Kaset çalar benzeri bir aletten çıkan yüksek sesli bir müzikle sokaktakilere resmen becerilerini sergilerler. Eski deyimle caka satmak, fiyaka yapmak şeklinde anlatılabilecek bir tavırları vardır. Dansını bitiren sivilceli delikanlı geriye çekilip meydanı bir başka arkadaşına bırakır. Sırası gelen ortaya çıkıp bütün hünerini sokaktaki kalabalığa sergiler. Kendilerini izleyenlerle hiç ilgilenmezler. Hatta orada kendilerinden başka kimse yokmuş gibi rahat davranırlar. Yüksek ritme batırılmış sert vurgulu İngilizce cümleler kaldırımda mermi gibi sağa sola sekerler. Kan ter içinde kalmış yorgun gençler bazen ara verip kola içerek soluklanırlar. Bu beleş gösteri aylak kalabalık için çok eğlencelidir.

Uzun saçları, küpesi ve ilginç sakallarıyla entel bir görüntü yapmış benim emsalim yaşlarda biri her Pazar bu kaldırıma büyük bir sergi açar. Antikacı ile eskici arasında kararsız kalmış ürünler satar. Toprak testiler, küpler, çömlekler, bakır maşrapalar, siniler, tencereler, içleri siyah beyaz fotoğraflarla dolu sahibini yitirmiş albümler… Albümleri karıştırmayı, eski kartpostal ve siyah beyaz fotoğraflara bakmayı severim. Bazılarının arkasında birkaç satır yazı yada kendi zamanlarını söyleyen tarihler atılmıştır. Satıcı benim iyi bir müşteri olmadığımı, “alıcı değil bakıcısın, karıştırıp durma, çek git artık” duygusunu bana hissettirinceye kadar da o tezgahın başından ayrılmam. Eski kartpostalların bir çok alıcısı ve koleksiyoncusu vardır. Tanımadığımız insanlara ait siyah beyaz fotoğrafları niye satın alırız? Fotoğraf sanatı bakımından değerleri ve anlamları nedir zaten anlamam.

Çok eskiden okuduğum bir makale köyden kente göç etmiş ve ekonomik olarak tutunmayı başarmış insanların kendilerine kent soylu bir geçmiş yarattıklarından söz ediyordu. Eski fotoğrafları duygusal olarak satın alanlar kadar kendine bu fotoğraflardan tarih yaratanlardan söz ediyordu. Köyde bıraktıkları anne, baba ve diğer büyükler, onların yaşam biçimleri, kıyafetleri kentli yeni zenginler için küçültücü olmaya başlıyormuş. Eşe dosta göstermek, övünmek için yeniden bir aile ve makul bir geçmiş yaratıyorlarmış. Ressamlara yağlı boya paşa dede portreleri sipariş ediliyormuş. Asil bir aile, kökleri bir kaç asır geriye giden İngiliz tarzı bir soyluluk özlemi çekiyorlarmış.

Büyük babam Makedonya’da bir su değirmenin üç ortağından biriymiş. Dedem ise keçi çobanıydı. İkisi de şimdiye kadar tanıdığım en işe yarmaz , en haylaz heriflerdi. Sanırım benim de muhitimde başkalarına caka satacak yeni bir aile tarihi yaratmaya çok ihtiyacım var. Albümdeki gaytan bıyıklı ve fesli erkekle, feraceli utangaç kadının resmini alıp aynamın kıyısına iliştirerek daha asil bir geçmişi yaratmaya başlayabilirim.

Şöyle esaslı bir tarih yaratmak için kocaman bir albüm almak gerekir. Bütün resimlere yeni bir kişlik ve yaşam öyküsü yaratılmalıdır. Sülaleye dayılar, amcalar, halalar ve teyzeler eklenip kalabalık bir soy ağacı yaratılmalıdır. Bu ağacın kalın dallarından biri kahraman bir paşaya, değeri sanatkar, inci ruhlu kişilere dayanmalıdır. Harmanın içine kırk çeşit baharat ve kırk renkli kişilik serpiştirilmelidir. Ama mutlaka yürek paralayıcı dramlar, felaketler, büyük başarılar ve şaşırtıcı serüvenlerden de birer tutam atılmalıdır. Sülale dediğin aşure gibi bir şey olmalıdır. .

Küpeli satıcının albümlerini rahat bırakıp yeniden kalabalığa karışıp yürümeye başladım. Adamın biri yüzen oyuncaklar satıyordu. Kaldırma kocaman bir plastik leğen koymuştu. Leğene suyu doldurup oyuncakları da içine atmış. Action Man suyun altından yüzerek bilinmeyen düşmanlara yaklaşırken adamın üzerinde yüzen diğer oyuncaklar turluyordu. Leğende yüzen katil balinalar ve penguenler de vardı. Çocuk ol da gel kolaysa özenme. Benim bile canım bu oyuncaklardan beş altı tane almayı istedi.

Kar gibi beyaz tavşanı tezgahın üzeride görünce biraz daha çocuk oldum. Tezgahın başındakiler niyet kısmet derdinde olmadığı için niyetçi amca kızıyordu. On kadar çocuk tavşanın etrafına toplanmışlar sevmek istiyorlardı. Niyetçi de iyice canından bezmişti. Tatlı küçük bir kız korkarak tavşanın başına dokunuyordu. Niyetçi, “Bu son olsun. Bir kez daha sev ama sonra tamam.”diyordu. Son mon anlayan kim? Hepsi sıranın kendileri ne de gelmesini bekliyordu. Tavşana ve küçük kıza bakarken adamın biri yanımda pat diye yere düştü. Yerde debelenmeye başladı. Kafasını kaldırıma vuruyordu. Başının yarılmasına engel olmak için adamın yanına oturup kafasını bacaklarımın üzerine alıp sımsıkı kavradım. Bütün vücudu kuvvetli bir yay gibi gergindi ve sarsılıyordu. Hemen kalabalık adamın başına toplandı. Kalabalıktan birisi “Çenesini açın.”dedi. Orta yaşlı kadının biri “Soğan koklatalım. Bu adamın sarası var.” diye bağırdı. Bir başkası çantasından kolonya çıkarıp adama koklattı. Kalabalığın arasından “Ben doktorum. Açılın adam hava alsın.”diyen birisi çıksın istedim. Adam bir süre daha debelendikten sonra vücudu gevşedi. Yavaş yavaş kendine geldi. Ayağa kaldırıp kaldırımın kenarına oturttuk. Yaşlı bir amca ona su içirdi. Adam kendisine acıyan, yardım etmeye çalışan insanlara baktı. Utandı. Ceplerini yokladı. Cüzdanına, cep telefonunun belinde olup olmadığına baktı. Sanki suçlu gibi bakışlarını etrafındakilerden kaçırarak yürümeye başladı. Giysilerindeki tozu, toprağını silkeleyerek kalabalığın içinde kayboldu.

Bu gün Pazar. Haylazlık , tembellik ve keyif yapmanın kutsal günü. Bütün kentlerde pikniğe, denize yada kalabalık sokaklarda piyasa yapmaya gitme günü. Bu gün Pazar. Bu gün babalar Günü. Anneler gününün dünyayı saran sıcaklığını kıskanmayalım diye, kendimizi ilgi fukarası hissetmeyelim diye, gücenmeyelim, darılmayalım diye, erkeklerin de bir günü olsun bari diye adı adı Babalar Günü konmuş bir Pazar işte. Mafya babaları hariç bütün babaların günü kutlu olsun.

Seyfullah
seyfullah@kahveciyiz.biz

Yukarı

 Cemreler Düşerken : Zeycan Irmak


SaRI SıCAk dÜş'tüN SeN...

Taze ve bakir mavi ormanların dallarıyla gölgelendirdiği zaman aşımsız bir düştü gördüğü. Sarı sıcak, göz kamaştıran bir aydınlığa bürünmüştü etraf. Ayakları toprağa değiyor muydu, anımsamıyordu. Hatırladığı, bitimsiz ve bucaksız bir dehlizden geçip, ufuk çizgisi belirsiz, dalgasız sulara çıktığı ve suyun üzerinde batmadan yürüdüğüydü. Sabit, tek bir noktaya bakıyordu. Onu mühürleyen bir çift âşina siyah göze... gülüncegözlerikaybolanbiradam…

Oysa ne avuçlarının nemine dokunmuştu dudakları ne de kendilerinden bahsedecek kadar uzun uzun konuşmuşlardı. Ama yine de delip geçen; hınzır, küstâh, çocuksu, davetkâr, gülünce çizgi halinde kaybolan o bir çift göze mahpus, kalakalmıştı işte. Sonrasında ise ne kadar kaçsa o kadar yakalanmıştı adama; önce düşlerinde, ardından gerçeğinde. Hepi topu iki kez kesişmişti aynı anda, aynı zehir bakışlarla gözleri ve mıhlanmıştı her ikisinde de. Üçüncüsü olur muydu, olursa nasıl davranırdı, ne hissederdi kestiremiyordu bir türlü. Her karşılaşmaları bir tesadüftü, her tesadüf bir yenisini doğuruyordu. Mesela adam şimdi, kadının eskiden oturduğu evde oturuyordu. Adam düşünüyor muydu 'bu evde onun önceden şıpıdık terliklerle dolaştığını' veya 'mutfakta yemek hazırlarken şarkılar mırıldandığını' ... sesinin duvarlarda asılı kaldığını?... Kadın biliyor muydu, evden taşınırken yerine gelecek geçici sahibin bir gün suyunun akışına sekte vuracağını?

Her hafta mutlaka, haftanın bir günü; bazen gün ortası bazen akşamüzeri çakışırdı yolları. Böyle anlarda kadının eli ayağına dolaşıyor, ne yapacağını şaşırıyor, adamın yüzüne bakmamaya çalışıyordu. Bakarsa düşecekti sanki düşlerinde kaybolduğu alacakaranlığın içine. Bakarsa okuyacaktı adam gözlerinden yüreğinin sözlerini. Sustuğu, sakındığı, kendine sakladığı neyi varsa öğrenecek, anlayacaktı sanki. Onun için kaçırıyordu gözlerini. Ne zaman karşılaşsalar; ayaküstü ordan burdan laflasalar, uzaklara bakıyordu kadın. Gidebildiği en uzağa değdiriyordu bakışlarını ve hemen alelacele, bir yere yetişecekmiş gibi telâşlı, ayrılıyordu adamın yanından.

Kalbinde, ne o ilk gençlik yıllarının ritimsiz atışları vardı ne de gece gündüz düşünüp kurduğu hayâller. Ki hayâllerin pembe masallardan daha uçucu, eter tadında ve aslında gördüğü düşlerden daha sahte olduklarını kabulleneli epey olmuştu. Ki aşkın yeryüzünde insanoğlunun aldandığı en büyük hilebaz olduğunu kanıksayalı çok yol almıştı. Ki salt gerçeklerle yaşayalı beri; bayat ekmeğin tazesinden daha sağlıklı, hazmı kolay yanını bildiği gibi biliyordu boşa zaman harcanmayacağını. Ve hayatın bir yüzü gerçeğe dönükse bir yüzünün yalanla oynaştığını... Biliyordu bilmesine de ne demeye söz geçiremiyordu o kıvılcım saçan gözlere? Neden anlatamıyordu içindeki dil bilmez, söz bilmez, iz bilmez deliye? Kimseye bir şey izah etmek zorunda değildi ki hem? Nerden çıkmıştı şimdi bu adam durup dururken?

Sarı sıcak düşlerinden kan ter içinde uyanıyordu bazen. O gözlerin koyuluğunda boğulduğu anlardı genelde bunlar yahut sarı gökyüzünün bir anda kararıp yerini çamurlu yağmurlara bıraktığı, ender gördüğü kara-gri kâbuslardı...

Kadın, ibrişimlerle sarmaladığı, en değerli hazinesi saydığı yüreğini bucak bucak kaçırdıkça, adam; ibrişimleri tel tel ayırıyordu. Kadın dudaklarını kenetleyip sımsıkı sustukça, adam kirpiklerinin arasından sızıyor, tüm mahremiyetini gün yüzüne çıkarıyordu. Çırılçıplak hissediyordu kendini kadın o vakit. Çıplak, savunmasız, sahipsiz, masum... bir fahişe.... (biri ona ruhunun derinliklerinde gizlenen fahişenin varlığından bahsetmişti... ama kimdi? hatırlamıyordu... )

Sonra uyanıyordu hiç uyumamış ya da çok uyumuş gibi zinde... gülümsüyordu veya hüzünleniyordu yeni doğan güne...

Kadın anladı ki kaçtıkça kovalanmıyor, kaçtıkça tutuluyordu.
Adam anladı ki bu işin sonu kötüye gidiyordu....

sonunda sarı-sıcak düş
t
ü
n
sen..........

Zeycan Irmak

Yukarı

ÖzlemÖzdemir

 Ucundan Kenarından : Özlem Özdemir


   BİR THY REZALETİ

En son ne zaman çaresizlik içinde sinirden ağladınız? En son ne zaman tamamen haklı olduğunuz bir davada haksız muamelesi gördünüz? Ve en son ne zaman politikadan ve politikacılardan bir kez daha nefret ettiniz?

Geçtiğimiz hafta görevli olarak gittiğim Chicago seyahati sonunda, yukarıda yazmış olduğum bütün cümleleri bizzat yaşadım, hayatımda belki de ilk kez çaresizlikten, sinirden ve yorgunluktan ağladım.

Bir hafta sürecek seyahat için İstanbul'dan ayrılırken, dönüşün Cumartesi günü olması beni fazlasıyla mutlu etmişti. Çünkü kızımın yaklaşık bir aydır hazırlandığı, evde defalarca provalarını yaptığı sene sonu gösterisi Pazar günü yapılacaktı, ve ben Cumartesi günü dönüp, Pazar günü kızımın gösterisinde yanında bulunabilecektim. Bütün bu hayallerle Cuma günü kaldığımız otelden ayrılıp, havaalanına doğru giderken elimizde OK'li biletlerimiz olduğu halde, uçuştan beş saat önce gitmenin ne derece anlamlı olduğunu tartışıyorduk. Havaalanına geldiğimizde, havaalanının en son binasının en son kontuarı olan THY kontuarını bulmamız oldukça kolay oldu. Uçuşa beş saat olmasına rağmen check-in başlamış yolcuların biletleri kontrol edilmeye başlanmıştı. Sıraya girip önümüzdeki iki-üç kişinin işinin bitmesini beklerken, başı örtülü bir genç kıza bütün personelin yakın ilgisi ve hatta kimsenin geçemediği kontuarı geçip büronun içine girmesi hepimizin dikkatini çekti. Sıra bana geldiğinde biletimi uzatıp THY'nda görevli Amerikalının biletimi incelemesini seyrederken görevli biletimi alıp içeri girdi, 5-10 dk. Sonra Tekrar yanımıza gelip ifadesiz bir yüzle, bekleme listesinde olduğumuzu söylediğinde hiç ihtimal vermeyip, bunun imkansız olduğunu biletimizin OK'li olduğunu söylediğimde ise, yine aynı ifadesiz yüzü ile burada öyle yazıyor diyip bilgisayarını gösterip sıradaki arkadaşımı çağırdı. Sıradaki, sıradaki ve sıradaki bizimle beraber bilet alan grubun tamamına aynı cevap verildi. Açıkçası, Ankara - İstanbul arası uçuşlarda her yedeğin binmesine alışık olduğumuzdan sıramızı beklemeye başladık. Diğer taraftan da telefonla acentamızı arayıp, bir açıklama istediğimde acenta yetkilisi bunu imkansız olduğunu, aklına bir şey geldiğini ama ihtimal vermek istemediğini söyledi. Acentamızın aklına gelen şey, Başbakan ve ekibinin Chicago'da olduğu ve dönüşlerde yaşanan sıkışıklık sebebiyle grup biletlerine el konulmuş olması idi.......

Saat 17.30'da kalkacak olan uçak için THY önünde beklemeye başladık, bu arada içeriden tek bir yetkili çıkıp bütün ısrarımıza rağmen bize tek bir kelime açıklama yapmadı. Acentamızın sürekli görüştüğünü söylediği ve isminin Marry olduğunu öğrendiğimiz bayan acentamız ile telefonda konuşup ona bilgi vermesine ve bizi gördüğünü söylemesine rağmen sürekli telefonda olduğu haberini gönderip kapının önüne çıkmadı. Saat 16.30 sıralarında gelen yaşlı bir çift aktarmalı gelen uçaklarının geç kalkması, 16.45'de gelen ve San Diego Üniversitesi'nde okuyan bir genç geç gelmesi, ve yine 15 günlük ikiz bebekleri ile gelen ve ellerinde OK'li biletleri olan bir çift de geç kalmaları bahane edilerek uçağa alınmadı. Fakat ikizlerin babası bizden biraz fazla sert çıkınca nasıl olduysa oldu bir tane bilet buludu!!! Arkasından sesini biraz daha fazla yükseltince bir tane daha..... Ve onlar aramızdan ayrılıp uçağa gittiler, bütün bunları hayretler içinde seyrederken, ruhsuz Amerikalı bize hiç bir açıklama yapmadan sadece, yedekte olduğumuzu yinelemeye devam ediyordu. O sırada içeri girdiğini gördüğüm ve isminin Boğaç Bey olduğunu öğrendiğimiz Bey'i bizi dinlemesi için ikna ettiğimizde , lütfen yürümesini durdurarak aslında görevinin bu olmadığı, kargo bölümünde görevli olduğunu söyleyerek, yapacağımız bir şey olmadığını yedekte bekleyeceğimizi söyledi. Ondan da aldığımız cevapların hiç biri bizi rahatlatacak nitelikte değildi. Saat 17.30 oldu ve uçağımız bizi almadan kalktı. Tek bir yedek alınmadı biliyoruz çünkü tek yedek bizdik. Çaresizlik içinde havaalanında kalakalmıştık, ve yine onlara muhtaç, nasıl gideceğimizi öğrenmek için yanlarına gittiğimizde, Saat 20.45'de Lufthansa ile Frankfurt aktarmalı gidebileceğimizi ama istemezsek, ertesi gün Aır France ile Paris aktarmalı bizi gönderebileceklerini söylediler, ertesi gün lafından hiç hoşlanmadığımdan bir an evvel Lufthansa'ya aktarmalarını rica ettik. Ve kapanmak üzere oldukları için de eğer Lufthansa ile gidemezsek ne olacağını sorduğumuzda, bize havaalanındaki otelden yer ayıracaklarını ama ödemeleri kendimizin yapacağı cevabını verdiler. Ama tamamen hissiz, ruhsuz ve merhametsiz ifadeleri ile. Kabul edip ayrıldık.

Lufthansa'nın önüne geldiğimizde sabahtan beri yaşananlardan sonra artık ayakta duracak halimiz kalmamıştı. Fakat bize gösterdikleri güler yüz, başımıza gelenleri anlattıktan sonra artarak devam edince bütün yorgunluğumuz adeta kayboldu. Bütün bunların üstüne bizden biletlerimizi alıp, bagajlarımızı kabul ettiler. İnanılır gibi değildi elimize bir de Boarding Card'larımızı verip bizi içeri aldılar, hepsinin yanında sanki bir Türk değil de bir Alman vatandaşlarına davranır gibi davranıyorlardı bize. Kontrolden geçip uçağın kalkmasını beklerken saat kaçta evde olacağımın hayalini kurmaya başlamıştım bile. İşte tam bu sırada uçağa bindiğini zannettiğimiz ikizlerin babası da bize katıldı, elinde Boarding Card'ı ile uçağın kapısına kadar gelen yolcuyu içeri almamalarının sebebi ise, içeriden birinin kalkmaya razı olmaması imiş....... Duyduğu cevaba mı şaşırsın, 15 günlük bebekleri annesi ile bırakmış olmasına mı üzülsün, OK'li bileti ile kalmasına mı yansın , yapacak bir şeyi kalmamasına mı bilemeyip o da bize katıldı. Ve saatin 20.45 olmasını beklemeye başladık. Saat 20.45 olduğunda bütün yolcular binmiş olmasına rağmen hala dolu olan salondan teker teker isimler okunmaya başladı. Ve acı son; Bizim isimlerimiz okunmadı. Lufthansa yetkilileri aşağı inip bağajlarımızı geri almamız gerektiğini söylediğinde hepimiz sakin bir şekilde Nazi Kampında esir çaresizliği içinde aşağı inip bagajlarımızı söylenen yerden almayı beklemeye başladık. Tam 2,5 saat, evet tam 2,5 saat en az 10 defa Lufthansa kontuarına gidip gelerek bagaj bekledikten sonra Amerikalı bir görevli çıkıp bagajlarımızın bulunamadığını söylediğinde ben kamerayı aramaya başladım. Bu kadar şeyin gerçek çıkmasının imkansız olduğunu düşünüp bir gizli kamera şakasının içinde olduğuna karar vermiştim ki, soluğu tekrar Lufthansa'da aldık. Bu arada size anlattığım bu gidiş gelişlerin bir kısmı tren ile bir kısmı da en az 200-300 mt. Yürümek suretiyle gidilebilen mesafeler. Lufthansa'daki yetkililer aralarında almanca konuşmaya başladığında işin içinde bir terslik olduğunu hatta bizim bagajların Frankfurt'a ulaşmak üzere olduğunu düşünüyorduk ki, Alman yetkili arzu edersek bize pijama, diş fırçası vs. verebileceğini söylemeye başlar başlamaz bütün günün stresini zavallı Alman'dan çıkartarak bağajlarımızı almadan oradan ayrılmayacağımızı söyleyip tekrar bagaj teslim alınan bölümün yolunu tuttuk. Bir 2 saat daha soluyacak havaalanı havamız varmış..... Evet bagajlarımızı aldığımızda Türkiye'de insanlar işe gitmek üzere yollara dökülmüş Amerika'da ise saat gecenin 1'i olmuştu. Biz ise, Bremen Mızıkacıları şeklinde 4 görevli, bir yaşlı çift, bir Üniversiteli genç arkadaş ve ikizlerin babası otelin yolunu tutmuştuk. Artık ifadesizleşen yüzlerimiz, çaresiz ve yorgun bedenimizle otele gidip uyumaya çalıştık.

Sabah olduğunda aşağıda toplanan çaresizler grubundan kimsenin yüzü gülmüyordu ve aklımızdaki tek şey bunun neden başımıza geldiği idi. THY önüne geldiğimizde bizden başka bekleyen kimse yoktu. Bir süre sonra bize önceki gün yardımcı olmaya çalışan Amerikalı THY görevlisi bayan çıkıp, bizi gördüğünde hiç şaşırmamış bir ifade ile Günaydın diyip yanımıza geldi ve karşıda duran bir uçağı gösterip, Bakın bu sizin Başbakanınızın uçağı isterseniz gidip sorun bunların neden başınıza geldiğini gibi saçma sapan bir laf etti ama bizim aklımızdaki tek şey dün duyduğumuz Aır France olduğu için bir an önce bizi Aır France'a yönlendirmesini istedik. Aradan kısa bir süre geçti ve bayan tekrar geldi, Çok üzgünmüş ama Aır France dolmuş ama eğer istersek öğleden sonra Al Italıa'nın yedek listesine bizi alabilirmiş. İhtimali sorduğumuzda cevap; Dün yaşanan Lufthansa ihtimali kadar. Bir elimde telefon, acentama ağlarken, bir taraftan da bu işe sebep olanlara aklıma gelen bütün dileklerimi sayıyordum. Ve bütün bu yaşadıklarımıza seyirci kalan THY 'nda görevli ve içeride olduğunu daha sonra anladığımız tek bir Türk çıkıp da tek bir kelime söylemiyordu. Acentamız Türkiye'de olmasına rağmen sürekli arıyor ve içeriki görevliler ile konuştuğunu bizi mutlaka uçuracaklarını söylüyordu ama nafile THY'ndan tek bir cevap alamıyorduk. Anlaşıldı ki, biz işimizi buradan halledemeyecektik. En son çare olarak acentamız bize bir gün sonraya 4 adet Business Class bilet ayarlayabildi. Yapmamız gereken tek şey bir an önce şehre gidip THY Genel Müdürlüğünden ''Upgrade'' paralarını ödeyip biletlerimizi almak olacaktı. 2 gündür kader arkadaşlığı yaptığımız, öğrenci Fatih, yaşlı teyze, amca ve ikizlerin babası ile ağlaşarak ayrılırken, özellikle de tek kelime ingilizce bilmeyen yaşlı teyze ve amcayı THY yetkililerinin bütün duygu hücreleri alındığı için diğer arkadaşlara emanet edip havaalanından ayrıldık. Bu arada THY Müdürü Şinasi Bey ile telefonda konuşup, kendisi ile mutlaka konuşmamız gerektiğini söylediğimizde, bize, normalde 1'de kapandıklarını ama gerekirse 3'e kadar bizi beklediğini söyledi. Adresi alıp şehre geldiğimizde saat 13.30 olmuştu, acentamızın ayarladığı otele eşyaları bırakıp doğru THY binasına geldiğimizde biletleri alıp güzel bir yemek yeme hayalini kuruyorduk ki, saat 14.00 olmasına rağmen THY acentası kapalı ve Şinasi Bey'in cep telefonuna ne hikmetse ulaşılamıyordu. Yarım saat kadar ne olur ne olmaz ihtimaline karşı THY önündeki halıya oturup bekledik. Hayır, kimse gelmedi, Şinasi Bey telefonunu açmadı. Kendisine çok kısa bir not yazdım ve cep telefonumu da ekledim, tek bir telefon bugüne kadar alamadık. Yine de tek yardımcı Türkiye'de gecenin ortası olmasına rağmen acentamız oldu ve ne olursa olsun biletlerimizi yarın havaalanından alabileceğimizi söyledi. THY bürosunun önünden ayrılıp, seyahate ait tek güzel sürpriz olan ve o gün başlayan Chicago Blues Festivali, bizi az da olsa yaşananlardan uzaklaştırdı.

Sabah olduğunda kızımın biten gösterisini, beni arayan gözlerini düşünüp sadece bana bunu yaşatanlara sitem edebiliyordum. Ve 17.30'da kalkacak uçak için yine 13.00'da oradaydık, ama bu sefer umutsuz ve yine yaşanacaklara hazırlıklı. Umduğumuz gibi olmadı, biletlerimiz saat 14.00 sıralarında bir görevli ile geldi, paralarımızı ödeyip, biletlerimizi aldık. Uçağa binene kadar her an her şeye hazırlıklı idim, ama yaşanacak başka bir aksilik kalmadığı için sağ salim Türkiye'ye döndük. Kızıma kavuştum, seyredemediğim gösterisini kameradan izledim ama bir daha yaşayamayacağım bir anı bulunduğu mevkide bir telefon ile iş halletmeyi bir matah sayan bir kaç kişi yüzünden yaşayamadım. Ve bir kaç gün sonra öğrendik ki acentamızın tahmini doğru imiş. Bizlerin uçağa alınmamasının sebebi, Başbakan ile Amerikaya giden kafilenin dönüşleri imiş, ve havaalanına geldiğimizde THY yetkililerinin pervane olduğu hatta bir Amerikalının bize başbakanınızın kızı imiş dediği bayan sayın Unakıtan Bey'in kızı imiş. Yaşanan hiç bir şeyi daha fazla düşünmek ve sorgulamak istemiyorum. Ama kızım gösterisini yaparken ben o gecemi kızımın yanında olamadığım için uykusuz geçirdim ve bunun sebebi her kim ise, elbet onların evlatlarının da özel ve önemli günleri olacak. Ayrıca ben çok daha önemli bir olaya, bir cenazaye, bir ameliyata ya da daha önemli bir güne yetişecek olabilirdim. Bu yaşadıklarımın sebebi olanları sadece Allah'a havale ediyorum ve bir daha ne kendim ne yakınlarımın THY ile uçmamaları için elimden gelen her şeyi yapacağıma yemin ediyorum ve lütfen, bu yazıyı okuyanlardan THY'nda tanıdıkları olanlar var ise iletmelerini rica ediyorum. (Bütün bu olanlar yaşanırken bizimle ilgilenen THY Chicago bürosunda görevli Bn. Porzia Panzarella, Lufthansa yetkilileri ve dostluğundan dolayı San Diego Üniversitesi'nde öğrenci Fatih'e teşekkür ediyorum. )

Özlem Özdemir
oozdemir@kahveciyiz.biz

Yukarı

 Firari: Faik Karaege


Karga karga gaaakkk dedi...

Siz hiç bir karganın nasıl gaaakkkk dediğini, o çirkin sesi (genelde herkese göre çirkindir, değil mi?) nasıl çıkardığına hiç dikkat ettiniz mi?

Fenerbahçe den bostancıya uzanan deniz kıyısında ki yolda yürürken birden birinin bana seslendiğini duydum. Kapkara bir kuş mendireğin üstünde durmuş bana gaaaakkkk gaaakkkk diyordu. Ses önce epeyce çirkin geldi. Aslında karga kardeş gaaakkkk'ı gayet iyi yorumluyordu. Ama az biraz detone oluyordu sanki. ::) Durup epeyce bir süre seyrettim. O da bıkıp usanmadan gaaaakkklayıp durdu. O herkese göre çirkin olan sesi çıkarabilmek için öyle büyük bir uğraş veriyordu ki. Kafasını bütün gövdesiyle beraber aşağı yukarı defalarca oynatarak, ta içerlerden, gırtlaktan gelen bir sesle gaaakkkk diyordu. Doğal olarak diğer kargalarıda izlemeye başladım. Ve hepsinin de büyük zorluklar içinde gaaakkkkladıklarını gördüm. Belki bana zorlanıyorlar gibi geldi o an için. Bu kadar zorlanmasalar, kanaryalar, bülbüller gibi sakin sakin cikcikleseler daha güzel bir ses çıkarabilirlerdi sanki.

Açık söylemek gerekirse ben de 50 yaşına kadar kargalara hiç dikkat etmemiştim. Nasıl çiçekler açıyor, güller soluyorsa, insanlar yürüyüp konuşuyorlarsa kargalarda ötüyordu işte. Hayatta pek çok şeyin farkına varmadan, kıyısından köşesinden geçip gidiyoruz aslında. Farkına vardıklarımızdan da bazen zevk alıyor onları hatıralarımızın en önemli yerine oturtuyor, bazen de hiç hoşumuza gitmeyerek yaşamımızın bir köşesine atıyoruz. Karga ötse ne olur, ötmese ne olur diyebilirsiniz muhakkak, ama bir İstanbul yolculuğu sonrası kargaları daha bir sever oldum işte. İşin tuhafı İstanbul da 10 sene kadar yaşamış ve aynı yerlerden yüzlerce defa geçmiştim. Ama bu seferki geçiş herhalde daha farklıydı. Bundan sonra ne zaman karga görsem etrafıma daha bir dikkatle bakar oldum, kargadan başka dikkat edilecek neler olabilir diye.

Etrafta uçuşan martılar da vardı. Bu hayvanların da kuş olarak kargalardan pek farkları yoktu. Yalnızca renkleri farklı gibi duruyorlardı. Ve kargalar kadar itici gelmiyordu insanlara.

Kargaların kusuru kara olmaları mıydı? Peki bu kusurlarını güzel bir sese sahip olarak örtemezler miydi? Zaten ağızlarında ki peyniri de masalın birinde tilkiye kaptırmışlardı. Hayatta sessiz kalmak bazı şeyleri onaylamak anlamına gelmiyor muydu?. Kargaların durmadan gaaakkklamaları da bu hayata karşı isyanlarının bir parçası mıydı acaba?

Kim bilebilir?

Kargalar o gün gaaakkkklayarak benim için birer adım öne çıkmışlardı.

F.Karaege
faik@kahveciyiz.biz

Yukarı

 Kahveci : Yelda Erdoğan


KİMKEN KİMSE OLMUŞSUN

İçinden çıkamadığım yollarla geçer oldu vaktim. Ve ben senden çıkıp başkasına gittiğime inandıkça, sana geri döner oldum. Meğerse senden başkasına gidemezmişim de kendimi kandırıp uyanır olmuşum.
- En büyük rüyam senken, en geniş gerçeğim olmuşsun.
Ertesi günün sabahında ne olacağını bilmeden harcadığım vaktim. Bir an mutlulukla hayal kurarken, o anın sonunda ağlar oldum. Göz yaşlarımı kurulamaya bile mecalim kalmadı.
-En büyük sevincimken, en acılı göz yaşım olmuşsun.
Bir gün beni sevmen için dua ederken, duamın sonunda vazgeçer olmuşum senden. Bir an sağlığını umut edip sonradan caymışım. Rüyalarımdan bile korkup sadece iyiliğini düşünmüşüm de birden alışmışım sızına.
-En büyük sevgimken, en güçlü nefretim olmuşsun.
Senin için her şeyimde vazgeçip beklemişim günlerce, aylarca. Güneşin doğuşuna şahitlik edip batarken sadece seni düşünmüşüm de, bir yerde pes edip batmak istemişim senin için.
-En büyük gücümken, en onursuz utancım olmuşsun.
Her yaptığını, aldığın nefesi savunurken ve hep arkandayken harcamışım bir avuçluk onurumu. Her söze karşı savunmuşum seni de yüzsüz kalıp kendime, küfretmişim sana. Utanmamışım hiç de kendim sövmüşüm yüzüne.
-En büyük yandaşımken, en büyük düşmanım olmuşsun.
Gözyaşlarını silmek için beklemişim gecelerce, sabaha kadar senin derdin için gözyaşı dökmüşüm de,ben mutsuzken sen dinler olmuşsun. Sonra sebepsiz, yoktan yere vazgeçmişsin benden.
-En büyük dostumken, en kimsesizinden hiç olmuşsun.
Kim olduğunu, kim olacağın çözemedim daha ama. Ne olur acısa da yaralarım, ağlasam da gecelerce; bir önceki iyilik için sen sabret bana, kol kanat ger yalnızlığıma.
Sen sen ol sakın
.. gitme..

Yelda Erdoğan

Yukarı

 Milenyumun Mandalı : Sait Haşmetoğlu


Milenyumun Mandalı

Editör'den Önemli Not:Sevgili Sait Haşmetoğlu'nun e-romanı görsel öğelerle süslendiğinden, aşağıdaki adresten tek tıklamayla zevkle okuyabilirsiniz. Üşenmeyin... Tıklayın... Ayrıca bugünden itibaren duygu ve görüşlerinizi yorum olarak yazabilirsiniz.
http://www.kmarsiv.com/xfiles/mandal_1.asp

Devamı yok. BİTTİ

hasmetoglu@kahveciyiz.biz

Bu romanı arkadaşına önermek ister misin?

Rating: 8,588,588,588,588,588,588,588,588,58
              444 Kahveci oy vermiş.
58261 Yorum var. Yorum Yaz / Oku

Yukarı

 Dost Meclisi



Fotoğraf : Şeref Bilgi

<#><#><#><#><#><#><#>

Kahve Molası, siz sevgili kahvecilerden gelen yazılarla hayat bulmaktadır.
Her kahveci aynı zamanda bir yazar adayıdır.
Yolladığınız her özgün yazı olanaklar ölçüsünde değerlendirilecektir.
Gecikme nedeniyle umutsuzluğa kapılmaya gerek yoktur:-))
Kahve Molası bugün 4.169 kahveciye doğru yola çıkmıştır.

Yukarı

 Tadımlık Şiirler


nöbet duran kuşak

gözlerimiz sakin olmak için sözleşti taşlardaki yosunlar da sakindi
ay yalnızdı yıldızlar milletine inat
gece korkunç değildi
garabetti o kadar
sözleşmesek ölürdün tek saniyede
sigaranın dumanı, çıkacak nefesi
bulamazdı dişlerinden dudaklarına
gözlerim katil olurdu
gözlerin maktul
yüreğim şahit olmasa
şuracıkta intihar kuşağı
katlimin ardına nöbet duruyordu

Ahmet Öztürk

Yukarı

 Biraz Gülümseyin




Sanatçı: Ion Barbu

Yukarı

 İşe Yarar Kısayollar - Şef Garson : Akın Ceylan
Yamağı : Ayşe Nur Gedik


Arada bir kaçıversem buralardan. Her gördüğümü resmedebilsem ve sizlerle paylaşabilsem. Arada bir sadece gözlerimi kapatıp uzaklaşabilsem, kaygılarımdan. Tek başıma gibi sakin, sevdiklerimin arasında gibi mutlu ve sadece güzel resimlere bakar gibi huzurlu. Sevgili Uğur Akbulut http://www.aradabir.com kısayolundaki web sayfasını hazırlarken bunları mı düşündü bilemem ama bana gerçekten böyle hissettirdi.

...NLP’ nin bir özelliği de durumlara göre uyarlanabilir olmasıdır. Eğer belirli bir yöntem kısa sürede sonuç vermiyorsa, amaçladığınız şeyi elde edene kadar, özel durum veya sorununuzla ilgili düşünme ve davranma biçimlerinizde değişiklik yapma olanağını sunar. Birkaç temel kuralı kavradığınızda bu değişiklikleri kolayca hayata geçirebilirsiniz... http://www.basariyolu.com/tr/genel.asp?durum=acik&id=793 kısayolunda NLP ile ilgili bilgilerin devamını bulabilirsiniz.

Can Yücel'in dizelerindeki gibi "Durdukça yosundan yeşil / Kulaç attıkça mavi" suların kıyısındadır, Datça ya da Reşadiye Yarımadası. Burası Ege ile Akdeniz'in coğrafi olarak birbirinden ayrıldığı yer. Ya da tam tersi; yosun yeşili, turkuvaz mavisi hareli, gümüş balıklı suların birbirine dalga dalga koştuğu, kucaklaştığı bir dünya cenneti... http://www.datca.cc/html/knidos.html Siz hiç Akdeniz ve Ege Denizi'ni aynı anda gördünüz mü. Ben gördüm.

Yılın en sıcak günlerini yaşıyoruz. Bu yaz her zamankinden daha sıcak geçiyor. Tatilde olanlar için fazla sorun değil ama bizim gibi çalışanlar için durum pek iç açıcı değil. Şu anda tatilde olanlara iyi tatiller dilerken çalışmak durumunda olanlara sabır diliyorum. Tabi, ekonomik durum nedeniyle hem tatile gidemeyip, hem de çalışacak bir işi olmayanlar içinse durum çok daha kötü... Diyor http://www.fotografya.gen.tr/issue-10/editor.html kısayolundaki fotografya web dergisinin sevgili editörü.

Akın

Yukarı

 Damak tadınıza uygun kahveler


Switch Off 2.3 [64K] 98/ME/2k/XP FREE
http://yasoft.km.ru/files/swoff23.exe
Bilgisayarı kapatıp açma, logout, dial-up hattı kesme, kitleme, uykuya yatırma gibi işlemleri tek elden hızla yapabildiğiniz bir programcık. En büyük özelliği web üzerinden çalıştırmanıza imkan sağlaması. Yani çalıştığı makinayı uzaktan web üzerinden yönetebiliyorsunuz. Minik ama becerikli bir program.

Yukarı

http://kmarsiv.com/sayilar/20040623.asp
ISSN: 1303-8923
22 Haziran 2004 - ©2002/04-kmarsiv.com
istanbullife.com
Kahve Molası MS Internet Explorer 4.0+ ve 800x600 Res. için optimize edilmiştir.
Uygulama : Cem Özbatur - Her hakkı saklıdır. Yayın İlkeleri