KAHVE MOLASI
ISSN: 1303-8923
ABONE FORMU

ABONE OL
ABONELiKTEN AYRIL
HTML TEXT
Arkadaşlarınıza önermek ister misiniz?

 SON BASKI
 Ana Sayfa
 Arşivimiz
 Yazarlarımız
 Manilerimiz
 Forum Alanı
 İletişim Platformu
 Sohbet Odası
 E-Kart Servisi
 Sizden Yorumlar
 Kütüphane
 Kahverengi Sayfalar
 FİNCAN/SİPARİŞ
 Medya
 İletişim
 Reklam
 Gizlilik İlkeleri
 Kim Bu Editör?






Kahveci Soruyor?



KAHVERENGİ SAYFALAR



KAPI KOMŞULARIMIZ

Üç Nokta Anlam Platformu


İstanbul Kültür ve Sanat Vakfı Etkinlikleri
Yazılan, Okunan, Kopyalanan, İletilen, Saklanılan, Adrese Teslim Günlük E-Gazete - Yıl: 3 Sayı: 533

 25 Haziran 2004 - Fincanın İçindekiler

 Editör'den : Karpuz patlamazsa yiyeceğiz !..


Merhabalar,

Akşam eve dönerken dünkü sözüm aklıma geldi hemen gidip bir karpuz aldım. Aldım almasına da eve nasıl götüreceğimi bilemedim. Hani dedim şeytan doldurur falan, ses bombası olur patlar, hiç uğruna niyazi oluruz mazallah. Sakar bir milletin adamıyım ben sağım solum belli olmaz. Şeytanın ki hiç belli olmaz.

Amma hareketli bir gündü değil mi? Acemi güvenlik güçleriyle acemi teröristlerin resmigeçidi vardı sanki. Olanları düşününce alınan önlemlerin az bile olduğu söylenebilir ama bu kadar önlem alınırken esas yapılması gereken iş unutulmuş demekki. Hala bir polis bomba sanılan paketi tekmeleyebiliyor. Bunu açıklamanın olanağı var mı? Bu kaçıncı, çetele tutanınız var mı? Beylik deyimiyle, yolları kesmeden önce 'Eğitim şart eğitim'. Öbür tarafta ne yaptığının farkında bile olmayan bir sözde terörist, sadece gürültü koparmak için yapılan bir bombayı kucağında patlatacak kadar beceriksiz. Bu beceriksizliği kendisiyle beraber 3 masumun da canına maloluyor. Anlaşılması güç. Züğürt bir öğrenci olması kuvvetle muhtemel. Bombayı bile kucağında otobüsle taşıyacak kadar yolsuz. Durumun ciddiyetinin farkında değil belli. Haklı ama, İçişleri Bakanı bile ciddiye almıyor bombaları, o niye alsın. Ya da bakanına güvenip bombayı tekmeleyen polis n'apsın? O güne kadar onlarca paket tekmeledi muhtemelen ama bundan böyle tekmeleyecek ayağı da kalmadı. Yazık.

Anlaşmamız gereken birşey var. Son durum NATO'ya karşı olmaktan farklıdır. Bu zırvadan çıkacak sonuçlardan evvel NATO'yu tukaka ilan etmek için erkendir. Amma Bush'a karşı olmak için pekçok neden vardır. Onu memleketimde görmek istememekte bir haktır. Bunu demokratik hak sınırları içinde söylemekten kaçınmanın gereği yok ancak sesini biraz daha fazla duyurmak adına illegal yollara sapmanın haklı görülebilir bir yanı da yok. Hele bu pervasızlık 4 canın yok olmasına neden olduysa. Şu kısa hayatta hiçbirşey ama istisnasız hiçbirşey yaşamdan 1 günü bile feda etmeye değmez. Onurlu olan hiç uğruna niyazi olmak değil yaşayıp adam gibi adam olmaktır.

Bir sürü gürültü koptu da ne oldu? Bush programını değiştirmeyeceğini, helasını önceden otele yollayarak teyid etti. Değerli dışkılarını bile toparlayıp götüreceklermiş. O ne kıymetli g.tse!.. İstanbul'un çilesi 2 gün evvel başladı. Yollar dünden kapandı, antreman yapan eskortlar güzergahın içine ettiler falan filan. Olan benim papaz saçlarıma oldu. Sabah son kez durum raporu alıp harekat planımı çizeceğim. Levent'e gidip oradan metroyla Taksim'e ulaşmayı deneyeceğim. Gazam mubarek ola. Aman mecbur kalmadıkça zırva vadisinin civarından geçmeyin olur mu? Pırıl pırıl bir haftasonu dilerim sizlere.

Bir sonraki sayıda buluşuncaya kadar bulunduğunuz yerden bir adım öne çıkın. Sevgiyle...

Cem Özbatur

3 Yorum var. Yorum Yaz / Oku
Ahmet Şeşen

 Enişte'den Erişte'ler : Ahmet Şeşen


   Safranbük

1990'lı yıllarda gitmiştik o güzelim yöreleri görmeye. Bir 29 Ekim gezisi idi sanırım ve merkez üssü olarak İstanbul-Ankara yolu üzerindeki Koru Otel seçilmişti 5 aile tarafından. Amacımız; hergün kahvaltıdan sonra belirlediğimiz bir yöreye ziyaret ve sonunda da otelimize geri dönmekti. Öyle de uyguladık nitekim 3 günlük tatilde...

Gece otelimize eriştik yorgun argın. İlk sabah nefis bir kahvaltı sonrası rotamız Yedigöller idi. Yavaş yavaş dağlara tırmanmaya başlamıştık. Manzara müthişti. Daha doğrusu renkler olağanüstü güzellikte idi. Yeşilin tüm tonlarına, sarının güzellikleri eklenmiş ve araya kırmızı-mor renklerin karışmasıyla eşsiz bir güzellik oluşmuştu dağlarda. Yolu pek kötüydü doğrusu anımsadığım. Ve henüz karların tamamen erimediği kesimler vardı, bir de virajlı toprak yollar. Sonunda dağlardan aşağı indiğimizde nefis bir orman ile karşılaşmıştık. Çevrede 5-6 tane tahta baraka ev vardı, sonradan öğrendiğimize göre Orman Bakanlığı'ndan kiralanabiliyormuş. Yedigöllerin en büyüğüne ulaştığımızda ise manzara çok büyüleyiciydi gerçekten...

Sırasıyla, irili ufaklı tüm gölleri dolaştık yürüye yürüye. Kah yerlere dökülmüş sarı yapraklar, kah yeşillikler üzerinde yürümüştük neşeyle. İnsanın ruhu açılıyordu adeta. Sizinde ruhunuz açılsın diye resimlerini iliştiriyorum... :-))


Ertesi gün son iki resimde görüldüğü üzere Abant Gölü ziyaret edilmişti. Gölün etrafında güzel bir yürüyüş yapmıştık. Gölcük ile göl ziyaretlerimiz sona ermişti. İçimiz dışımız göl olmuştu zira... :-))

Son günümüzde hedef Safranbolu idi. Hayli uzunca süren bir yolculuktan sonra o güzelim evlerin olduğu Safranbolu'ya gelmiştik.


Antik çağda tarihçi Homeros'un İlyada destanında Safranbolu'nun ismi Paplagonya olarak geçmektedir. Hititler, Frigler, dolaylı yoldan Lidyalılar, Persler, Helenistik Krallıklar (Pondlar), Romalılar, Selçuklular, Çobanoğulları, Candaroğulları ve Osmanlılar egemenlik kurmuşlardır. Safranbolu; geleneksel Türk toplum yaşantısının tüm özelliklerini yansıtan ve uzun tarihi geçmişinde yarattığı kültürel mirası çevresel dokusu içinde koruyan örnek bir kent olup ona "Dünya Kenti" ününü kavuşturmuş ve UNESCO tarafından "Dünya Miras Listesi"ne alınmasına sebep olmuştur. Paplagonya ismiyle başlayan yolculuk Bizans döneminde Dadybra, Selçuklular zamanında Zalifre, Osmanlıların ilk zamanlarında Borglu ve Borlu, Taraklı aşiretinden dolayı Taraklıborlu, Osmanlılar döneminde Zağfiran-ı Borlu, son olarakta Zafranbolu ve Safranbolu biçimine dönüşmüştür. Kente adını veren Safran bitkisi kendi ağırlığının yüz bin katı kadar sıvıyı sarıya boyayabilme özelliğine sahiptir. Gıda, ilaç ve kozmetik sanayiinde kullanılmaktadır. Bu ilgi çekici bitkinin dünyada üretildiği ender yerlerden biri imiş Safranbolu.

"Karabük Demir Çelik'te bir proje var, çalışır mısın ?" sorusuna "Evet" yanıtı vermemin 3.günü ( 1.Haziran.2004 ), tası tarağı topladığım gibi arabama atladım. Yağmurlu bir gündü ama TEM yolu ve sabahın erken saatleri beni sorunsuz Gerede'ye kadar taşıyıvermişti. Gerede sapağından içeri dönüp, Karabük yol ayrımından sonra yolun kalitesi düşerken manzaranın kalitesi güzelleşivermişti. Yağmur bitmiş, güneş yüzünü göstermeye başlamıştı tepelerin arasından. Yeşile kavuşmuştuk uçsuz bucaksız. Yavaş ve fakat keyifle virajlı yolları aşıp sonunda Karabük'e gelmiştik.

Karabük.. Sağdan bakınca Kardemir.. Soldan bakınca Kardemir.. Sonuç değişmiyor. 1937 senesinde üretime açılan bu dev fabrika, Karabük iline can vermiş. Depreme en dayanıklı yöre olduğundan seçildiği söyleniyor. Şimdi 2.kuşak çalışıyor Kardemir'de. Babası emekli olmuş, şimdi oğlu çalışıyor. Tüm Demir-Çelik fabrikalarında rastlandığı gibi yüksek fırınlara, doğurganlık/annelik sembolü olarak Ülkü, Ayşe ve Fatma isimleri konulmuş. Yüksek Fırın işçilerinin ücretleri pahalı ama ömürleri ucuz ne yazık. 70 yaşını pek gören yok deniliyor. Bir de espri üretmişler, diyelim hata yaptınız, alçak bir durum olmasına rağmen sürgün yeriniz elbette yüksek fırın... :-)) Sezen Aksu'nun "Beni yak, kendini yak, herşeyi yak.." sözlerini bu yörede yazdığı söyleniyor.

Bize bir lojman tahsis edildi Karabük'te, 2 oda, salon-salomanje, önü arkası bahçe içinde, buzdolabı-TV var, yok yok velhasılı. Akşamları ise yaşam zayıf ve o nedenle ver elini Safranbolu... Akşam yemeklerini çoğunlukla o nostaljik konaklardan bozma yapılmış lokantalarda yiyiyoruz genellikle. Enteresan evler yapmışlar. Önce havuz inşa ediyorlarmış, etrafına da ev.. Böylece evin tam orta yerinde bir havuz oluşmuş, etrafında da masalar ve şark köşeleri tasarlanmış. Epeyce güldüğüm bir konu da nüfus hakkında çok kolay tahminlerde bulunabiliyorlar. Büyük sitelere verdikleri isimler enteresan; Beşbinevler, üçbinevler, beşyüzevler gibi. Ortalama 3 kişi yaşıyor hesabıyla hemen çarpıp topluyorsunuz, işte size şehrin nüfus durumu... :-))

Tıbbi ismi Stigmata Croci, Latincesi Crocus Sativus olan Safran, Fransızca ve Almanca olarakta Safran, Ruslar araya bir h sıkıştırıp Shafran, Japonlar ise bir u sıkıştırıp Safuran demişler. Arapça Za'faran, Hintçe Zafraan, İspanyolca Azafran, İtalyanca tahmin edildiği gibi Zaffarano olmuş. Benim favorimse Çince : Fan Hung Hua... :-)) Safranın; baharat, boya maddesi, ilaç ve kozmetik sanayi ile halk hekimliğinde kullanıldığı söylenmektedir. Safranbolu'da tüketim daha çok aşure-zerde yapımında ve lokum imalatında görülmektedir.

Yaklaşık 6 ay boyunca buradayım bir terslik olmazsa. Şu maçlar bitince tekrar Safranbolu seferlerine başlayacağız akşamları. Bugünlerde televizyon başında 21:45'i kaçırmamak gerekiyor zira ..!

Safranbük'ten sevgilerimle...

asesen@kahveciyiz.biz

Yukarı

Ebru Kargın

 Aklıma Estiği Gibi : Ebru Kargın


   KAZASIZ GEÇECEK, HİSSEDİYORUM...

Yaz geldi, e güzel... Tatil programı yapmaya başladık bile... Bu da güzel ama etrafım tedirgin... Ailem, aşkım, arkadaşlarım, iş çevrem, konu komşu, yani beni bu safhaya dek tanımış herkes tedirgin...

Şimdiden başladı nasihatler... "Kafanı gözünü kırmadan geri dön, ölme olur mu, bak daha gençsin sakat falan kalırsın, tehlikelerden sakın, uslu uslu kır kazığını otur" gibi tonla cümle çınlıyor her gün etrafımda... Abartmayın diyeceğim, diyemiyorum... Abartmıyorlar çünkü...

Yine bilen bilir, hayatımda başıma gelmiş tüm terslikler, daha önce aynını pek duymadığım cinstendir... Tatil ile bağdaşan kısmı da bununla ilgili... Dahası can güvenliğimi sarsıcı nitelikte... Hal böyle olunca da, insanlarım tedirgin... Hatta mümkünse sen tatil yapma en iyisi, diyecek kadar ileri gitmek istiyorlar...

İzmir insanı demek, suyun insanı demek... Her çeşit su, deniz, koy, körfez, musluk suyu, fazlaca duş... Artık 45 derece sıcakta, küveti soğuk su ile doldurup, içine de gül yaprakları serper de mi yatarsın ve sadece bununla mı kalırsın, yoksa doldurduğun küvete çoluk çocuğun plastik ördeğini alıp mı yatarsın bilemem... ( Fantezi sınırlarına bağlı tabii ) Bu size kalmış... Daha da genişletmek mümkün ama, gevezelik sınırlarını ve konuştukça terbiye sınırlarını tüketen halimden sakınmak için yazmıyorum gerisini... Siz bilirsiniz işinizi... Yani ben demek istiyorum ki aslında, İzmir insanı suya pek meraklı... Neden derseniz, herkesle aynı olmayan bir neden de söyleyebilirim, sıcak beynine vuruyor ya insanın ve suya sarıyorsun, harareti bastırsın diye... İşte bende fazlasıyla suya meraklı olanlardanım... E bunda ne var değil mi ? Çok şey var...

Mesela tatildeyken ya da değilken, yani atlayabileceğim ölçülerde su olduğu sürece, azıtırım... Çocuk gibi coşarım. Kıyıya çıkarım atlarım, olmaz, bir daha atlarım, olmaz daha yüksek bir yer bulur oradan atlarım ... Yetinmem, yüzenlerin bacaklarından çekerim, duranın kafasından bastırırım... Havuza atlayarak girmeyi bilmeyenleri iterim... Su altında profesyonelce yüzen biri varsa, ayaklarımla sırtına çıkarım, öyle balık gibi geçip gitmesin diye... Su altında takla atmayı bilmeyenlere nasıl yapacağını öğretirken, aynı zamanda kulağına su kaçmasını engelleyecek kendi gizli metotlarımı paylaşırım... Yeter ki sudayken dost olalım ve öyle de kalalım...

Yani her ne kadar çok eşekçe bir şey de olsa ben buyum... Hiçbir zaman şezlong da usulca yatıp, kitabını gazetesini okuyan, güneş yağını orasına burasını süren, yanan ve yanmayan bölgeleri saptayıp, ona göre yatış pozisyonu belirleyen ve arada serinlemek için suya giren, suya girerken de adaba uygun, merdivenlerden kuğu gibi süzülerek inen, saçının ıslanmamasına dikkat ederek yüzen, kendine doğru yüzenlere, su sıçratmadan yüz diyerek bağıran, sudan çıktıktan sonra iyice kurulanıp, mümkünse bikinisini değiştiren, saçını başını tarayıp, dudağına parlatıcısını sürerek eski güneşlenme pozisyonuna dönen bir insan olmayı beceremedim ben....Denedim olmuyor... İlk beş dakika bu profile uygun, sonra amannnn başlatmayın şimdi diyerek gene bildiğim gibi hop zıp oluveriyorum ne yapayım yahu ... Görgüsüz derseniz de deyin, yapacak bir şeyim yok. Ayrıca fazla görmekte insanı bu hale getirebiliyor, öğrendim...

Bu kadar değil tabii... Çünkü henüz tehlike yok...

Şimdi suya aşık ve sulu biri olarak ben, daha çocuk dendiğim yaşlarda yeni şeyler keşfetmeye başladım... Tabii bu arayışlara girmem de en önemli etken,insanların, az önce anlattığım hal ve hareketlere maruz kalarak, beni huzur bozucu ilan etmeleriyle başladı... Bizim eğlendiğimizi düşünüyorken, sadece benim eğleniyor olduğum gerçeği tokat gibi indi yüzüme... Ben de arayışlara girdim haliyle...

İlk önce profesyonel bir dalgıç olmaya karar verdim... Hiç hayallerimde olan bir şey değil di ama, toplum beni bu yola itti... E eğitim şart tabii... Neyse ben profesyonel olarak dalan biri oldum nihayet o zamanlar... Aman da ne hoş, tıpkı dışarıda nefes alıyormuşsun gibi, rahat rahat takılıyorsun su altında... Ohh gel keyfim gel... 10 metreye inerken 15, 15 metreye inerken 20, derken 30 gidiyor böyle... Gerisi profesyonelliğine ve cesaretine kalmış bir şey.. Ha bir de vurgun yeme ihtimali var, iç karartmamak adına bunu geçiyorum... Anladık sen süper dalıyorsun hava atma dediğinizi duyuyorum... Sonuna vardığımızda böyle düşünmekten vazgeçeceğinize garanti verebilirim.

Dalma konusunu geçiyorum... Çünkü ne o öyle hep su altı, hep su altı... Biraz daha adrenalin gerek diyerek su üstüne çıkıyorum ve yeni merakım jet ski oluveriyor... Aman tanrım o da ne, bu nasıl bir sürat, bu ne biçim bir heyecan... Tam da bana göreymiş... Deli gibiyim, vın oraya vın buraya... Burada da topluma zarar verdiğim zamanlar oldu, arkama oturan kişinin dönüş manevralarında fırlamayacağı garantisi vererek, mümkün olduğunca fırlamasına neden oldum... Birkaç tanesi salya sümük ağlamıştı hatırlıyorum... Ama başka türlü heyecanı olur mu hiç, jet ski bu kardeşim... Korkuyorsan sandala bin... Ne işin var arkamda oturuyorsun. Bir de binerken söz istemezler mi, bak fırlayıp savrulmama izin vermeyeceksin ama Ebru söz mü ? Söz sen merak etme, yapar mıyım hiç sana öyle bir şey, konuşmasını yüz kere, fırlatma eylemimi bin kere gerçekleştirdim... Dönerken az gazı kessem arkamdaki sağ salim duracakta, o zaman da ben istediğim zevki alamayacağım...

Jet ski olayının da suyunu çıkarmayı başardım... Artık bisiklete binmekle aynı heyecanda benim için... Yeni bir olaya giriştim bu bıkkınlığın hemen ardından... Dönemin en doyurucu olacağını düşündüğüm, su kayağı olayına giriştim... Tahmin ettiğimden de zor çıktı... Öyle göründüğüne bakmayın, hani kullanırken el sallayanlar var ya, onlar kolay bir şey yapmıyor emin olun... O aşamaya gelmek için koca bir yazı hibe etmeniz gerek... Ben de öyle yaptım... Kısa sürede sabreden derviş olarak bir eliyle kıyıdaki eşe dosta el sallayarak su kayağı yapabilen derviş Ebru oldum... Oldum olmasına da yine yetinmedim... Her yaz yeni bir şey buldum... Nereye koşuyorsam öyle... Hepsini yapabilmeliyim, en azından su sporlarını tekelime alayım diye düşünmüş olmalıyım... Tanrı beni korusun kısmı da bu tekele alma işine kafayı bayağı taktığım için oldu...

Bakınız tatiller nasıl zehir zemberek olur, öğreniniz... Kendimi profesyonel dalgıç olarak gördüğüm zamanların birinde, yine bir dalış sırasında yaklaşık 30 metredeyken birden oksijenim kesildi... Daha zamanı olmasına rağmen nasıl kesildiği tam bir şaibe... Ben, güya profesyonel dalgıcım ya, panik oldum hem de nasıl... Tanrıya şükür su altında da kullanılan bir işaret dili geliştirmişler ve ben ne gerek var bunlara diyerek derslerde dinlemezlik etmemişim ki, yırttım... Yırtana kadar da akla karayı seçtim... Hay Allah bu durumda ne yapıyorduk diye hatırlamaya çalıştım, geç de olsa hatırladım ve yapıştım grup içinde bana en yakında duran Hollanda' lı dalgıç canım Alex' i me onun oksijeniyle çıktık su üstüne... Ve ben yırtmış oldum... Çıktığımda az morarmış olsam da ölmemiş olmanın yanında lafı olmazdı hani... Bu 4 yıl önceki yaz tatilimde oldu...

3 yıl önceki tatilimizde olaysız geçmedi maalesef... Dalgıç olmayı pek sevdiğim dönemlerim geride kalmış, ama yine de dalıyorum tüm olanları sineye çekerek... Olaysız daldım bu defa arkadaşlarımla, hevesimizi aldık, çıktık su yüzüne. Onlar gitti ben kaldım... Dedim ki, özlemişim bir jet ski ye bineyim... Güneş altında uyuya kalmış aşkıma gidip, bak ben ölmeden geldim, bir de jet ski ye bineyim, geleceğim, dedim. O da binmek istedi, aldık iki jet ski, birbirimize paralel olarak yavaş gidilmesi gereken bölgeden geçtik, o sağa ben sola döndüm, ayrıldık birbirimizden. Son sürat gidiyorum, geç kalmış gibiyim bir yere... Gidiyorum, gidiyorum, gidiyorummm... Gittikçe gidiyorum.. Bir de baktım ki, ben çok çok uzak bir yerdeyim... Hatta çok alakasız bir yerdeyim anlıyorum. Dönmek lazım geriye ve aynı zamanda da karaya doğru yaklaşmalıyım az... Çok açıklardayım... Ama dönemiyorum. Küt diye makine duruyor... İyi de bu ne şimdi? Akıllıyım ya, inip makineyi alttan sallıyorum, kalan mazot pompaya gitsin ve çalışsın diye, akılcı davranıyorum olmuyor. Karaya yüzsem gün biter yetişemem. Ayrıca bu can yeleğiyle falan da yüzülmez. Etrafta kimseler yok. Yahu ne oldu bu Fethiye halkına anlamadım... Gelirken görmüştüm, rüzgar sörfü falan yapanlar vardı. Onlarda yok şimdi. El sallasam sahildeki insanlara, imkan yok göremezler, ben onları göremiyorken... Ertesi günüde bulsa karaya yüzmeliyim karar verdim. Attım yeleği, yüzmeye engel saçma şey diye... Yüzüyorum da yüzmesine, imkan yok erişemem anlıyorum... Ağlayacağım az kaldı, hissediyorum...

Fazlaca bir zaman geçiyor, ben çıkalı 1,5 saati geçmiş olmalı... Ağlıyorum artık yahu... Hiç ağlarken yüzmemiştim, tecrübe oluyor işte diyip gülüyorum bu defa. Anlıyorum ki ben aklımı kaçırıyorum...

Ama buna izin vermeyen aşkım, bir tekneyle beni arayarak buluyor... Yanında iki üç adam, sahil güvenlik. Onu gördüğüme hiç bu kadar sevinmiş olamam. Ağlıyor oluşum sadece o anlık fırça yememi engelliyor, tatil boyunca neredeyse tasmayla dolaşıyor gibi oluyorum... Bu da dalıştayken oksijenim bittiği yazdan bir sonraki yaz, 3 yıl önceydi...

Bitti mi sanıyorsunuz, hayır bitmedi, bitmeyecek biliyorum...

Bir başka yaz, bu iki olaydan sonraki yaz tatilimizde nihayet bir zıpkın satın alıyorum... Balık avlayacağım... Huzurlu sakin, iki balık avlayacağım o kadar. İyi bir koy buluyorum, tonla balık var. Dalıyorum bir elimde zıpkınımla, akşama ziyafet çekeceğiz, öyle düşünüyorum. Balık yok ya memlekette, kahraman Ebru, balık kıtlığına çözüm bulacak. Bulmayıver işte ne olacak. Dalıyorum balıklar sürü halinde geçiyor yanı başımdan. En büyüğünü gözüme kestiriyorum, takkk. İşte oldu. Üç tane daha yakalasam adam başı bir tane yapar.Gerçi ben balık temizlemesini falan da bilmem ya, ne olacak canım yakalaması benden, temizlemesi ve pişirmesi yiyeceğime ortak olanlardan... Kıyıda da balıklarımı koymak için kovam var, geri dönüp balığımı bırakayım istiyorum. Kayaların üzerinde duran kovama tam yaklaşacağım ki, bir acı bir acı ayağımda, olacak gibi değil... Zor atıyorum kendimi kayaların üzerine... Ayağıma bir bakıyorum sayısız deniz kestanesinin sayısız dikeni...

Hemen bir hastaneye götürüyorlar beni, ayıklanacak gibi olmayan dikenlerden kurtarmak için, ağlaya sızlaya çıkarıyorlar dikenleri ayağımdan... Cıyak cıyak bağırmama kulak bile asmadan... Burada komik olan hiçbir şey yok. Komik olan tek şey hastane kapısından içeri girene dek, elimde zıpkın ve ucunda benim güzel balığım... Elimden almak istiyorlar vermiyorum. Canım yanıyor diye ses etmiyorlar. Elimde zıpkınım, ucunda balığım ağlıyorum...

Bu da geçtiğimiz yazdan önceydi... Geçtiğimiz yaz, başıma gelense kimsenin başına gelmemiştir eminim... İşte su kayağına merak sardığım yazın başı... Deliler gibi uğraşıyorum, dengede kalayım bir an önce, ben de kıyıya el sallayarak kayayım, çok istiyorum. Hocama İllallah gelmiş, gitsin diye uğraşıyor. Neyse, su kayağı öğrenirken dediğim gibi sabırlı olmak gerek. Sabır ve gayret. Tam ayağa kalkıyorsun küt diye düşüyorsun. Haydi baştan... Böyle bir şey işte. Ben de tam bu aşamadayım olayın olduğu gün. Belki 8. kalkış denemem bir türlü olmuyor. Aşkım teknede hocamın yanında oturmuş dalga geçiyor benimle. Artık durum iyice çığırından çıkmış hocamda dalga geçiyor... Benim kadar beceriksizini görmemişmiş... Sinir yapıyorum haliyle.

Yeni bir deneme için hazırlanıyorum tekrar. Kayakların ucunun birbirine bakması gerek, iki kol paralel, popon suda ve tekne ile senin arandaki bağlantıyı sağlayan halatın sabitlendiği o tutulan ve kayak boyunca bırakılmayan şey ( adı neyse işte ), o da bacaklarının arasında duracak ki, kalkınca dengede kalabilesin. Şöyle de bir durum var, bacaklarının arasında sonsuza dek kalmayacak sadece anlık bir şey işte.

Hazır mısın diyorlar, hazırım diyorum. Motor çalışıyor... Tam ayağa kalkacağım, imkansız olduğunu hissediyorum, bana bir şeyler olduğunu anlıyorum. Ters bir şeyler... Acı veren kanayan bir şeyler... Elimde tuttuğum halatı sabitleyen ve bırakılmaması gereken şey, elimden kayıyor, bacaklarım arasında sıkışıyor ve sol bacağımı deşerek alıp başını gidiyor... Derin bir acı var. Daha açık, kocaman, derin, çizgi gibi bir yırtık. Beni tekneye çekin acıyor çok diye bağırıyorum, elimden tutup alıyorlar, kanlar içinde Ebru' ya gülen iki suratın, artık acı içinde bakışları eşliğinde yine hastane yolu görünüyor...

Hastane ayrı bir olay... Artık beni tanıyorlar. Yine o kız gelmiş doktor bey olayı var. Dikmemiz gerek bacağını diyor sayın doktor, olmaz iz kalır hem daha tatilin başı uğraşamam dikişle, diye kaçıyorum ellerinden. Ertesi günse artık beni çalıştırmamaya yemin etmiş hocamın rakibi, başka bir hocadan derslere devam ediyorum bandajlar içindeki bacağımla. Ders bitiyor ben yine hastaneye, yeni pansuman, yine dikelim diye teklifler, yine red. Bir yaz boyunca dikiş attırmadığım kocaman yaralı bacağımla, ama sonuna geldiğimde artık deli gibi su kayağı yapabilen biri oluyorum. ( üstelik elimi sallayabiliyorum ) Acılı ama gururlu...

Bu da geçen yaz oldu... Aslında daha çok var, bunlar en sivri olanlar. Geçen yazın sonunda, hani profesyonel olarak su kayağı yapabildiğim yazın sonunda, aynı zamanda sörf e de başlamıştım. Fena gitmedi, ama yaz bitti. Bu yıl ona devam edeceğim. Umarım bir aksilik olmaz.

Yaz tatili programlamanın ve tatilin kabusa dönüşmesi işte hep bu olaylar yüzünden. Suyu bu kadar sevmenin de bir bedeli var. Hele ki, adınız Ebru ve soyadınız da Kargın' sa daha ödenecek çok bedel var... Ama dediğim gibi, toplum itti beni bu yola... Ne vardı havuzda birbirimizin üstüne çullansak. Bu kadar olay olmuyordu hiç değilse...

Ben yakında tatile çıkıyorum, sizden ricam Tanrı Ebru' yu korusun duasını her gece yüz kere edin... Eğer vaktiniz yoksa on kere de olur. Ayrıca havuz, deniz gibi ortamlarda sizi itip kakan birileri varsa da hoş görün... Allah muhafaza benim gibi itilmişliğin etkisiyle kötü tecrübeler edinmesinler diye diyorum...

( Caddebostan Balıkadamlar Derneği, sizi seviyorum )

* Beyaz kedi alma, çok kir gösteriyor.*

Ebru Kargın
ekargin@kahveciyiz.biz

Yukarı

 Budha Bar : Levent Bedir


Parmaklık hikayesi!

Bir cigara olsaydı da yine tüttürsek, dumanında onu hayalleyip hep yar' dan konuşsaydık...

"Oğlaaan, hadi ulen git bi sigara kap getir uzun olsun..."

Nasıldı saçları hı? simsiyah dimi gece gibiydi... Dokunmalara kıyamazdım. Hele bide ıslakken...
Teni buğday rengiydi. Gebeydi nadasa bırakılmış topraklar gibi aşka. Teninde parmaklarımın hasadını görmeliydin... Hep söyledim ya, başkaydı bambaşka...

Hiç usanmadım dinlerdim onu. Sözleri şiir gibi, ozansı konuşurdu. belki de bana öyle gelirdi. Aslında o konuşurken pek dinlemezdim ki, gözlerine bakmaktan kendimi alamazdım.
Gözleri... Karadenizin renklerini çalan gözleri...
An ve an binbir lacivert, binbir mavi. Yeşili hiç göremedim, kuraktı, ağlamaktan olmalı...

Of be gardaş nerede şu oğlan, çok oldu gideli. Bir sigara almak bu kadar uzun mu sürer.
Nerde kalmıştım yani ezberledin biliyorum ama yakaladım seni yine ya... dur dinle bak, dinle...
Aha şu dağ varya hani Ferhat' ın deldiği, ben oraya kaç inip çıktım bak bunu ilk kez söylüyorum sana.. Oradan avuç avuç toprak getirdim ona.
Dedim ki aynısı bende yaparım kazarım, kazarım, kazarım, delik deşik ederim orayı Ferhat gibi bile değil, bir köstebek gibi.
Yeter ki iste... istemedi.
Her seferinde yorulma dedi. Yorulmadım ki...

"aslan oğlan getirdin demek len sigarayı".

Yak gardaş. Hele bi tütsün, ciğerlerim duman görsün, genzim yansın, gözlerim yaşarsın daha neler anlatacağım.

Gidiyorum dedi. Durdu len herşey...
Sanki kulaklarımdan lodos girmiş gibi donakaldım.
Noluyoz dedim, denizdeki taka batıyor mu? Su almaya başladık dedi.
Seni seviyorum ama! ama... seninle olmaz.
Her yer buzhaneye teslim edemeyip güvertede kalan ölü balıklar gibi leş kokmaya başladı... Şu koca burnum küçüldü sanki, dünya daraldı, daraldı, daraldı ve sıktı beni gardaş.

Sıktım, sıktım, sıktım.

"şşşt. oğlan sigarayı getirdin, hani çaylar..."

Levent Bedir
leventbedir@kahveciyiz.biz

Yukarı

 Pabuçlarımın Yazarı : Merih Günay


Bir Nefes İçin

ÇöpçüSaat gecenin on biri. Caddede açık olan tek dükkan benimki. Beş tane zenci girdi içeri, Amerikan aksanlı İngilizce konuşan, saç sakal birbirine karışmış, üst baş dökük:

- Merhaba adamım, nasılsın?
- İyidir bayım, ya siz?
- Fena değil, fena değil. Kapadokya'ya tur düzenliyor musunuz?
- Evet.
- Güzel. On kişiyiz ve oraya bir tur istiyoruz.
- Olur bayım, ne zaman gitmek istiyorsunuz?
- En kısa zamanda, yarın olabilir. Değil mi beyler?
- Evet, evet. Yarın gidelim.
- Pekala, yarın akşam başlar, Pazartesi sabahı biter, tüm hizmetler dahil kişi başı 150   dolar.
- Oo iyi fiyat, biz daha pahalı olduğunu düşünüyorduk.
- Gurup fiyatı bu bayım.
- Bu iyi. Gerçekten iyi, düşünelim bunu. Bu arada sigarandan bir tane alabilir miyim?   Benimki bitmiş.
- Elbette.
- Sağol, sağol. Sen iyi birisin.
- Herkes iyidir bayım.

Bu adamların buraya en az dördüncü gelişi, kim bilir hangi umutla buraya gelmişler ve tıkanmışlar. Geri de dönemiyorlar, daha iyi durumda olan başka bir ülkeye de geçemiyorlar.

Geç saatlerde dükkanı kapatıp giderken onları karıştırdıkları çöplerde buldukları artıkları yerken görüyorum.

Kapadokya turu mu? o sigaranın alt yapısı. Eminim şu anda en yakın köşede sırayla birer nefes çekiyorlar sigaramdan.

Ben ise her gelişlerinde aynı konuşmayı yapıyorum usanmadan. Ta ki bıçağı gırtlağıma dayayıp dükkanı soyacak hale geldikleri güne kadar da yapacağım çünkü her gelişlerinde benim burada yalnız ve etraftaki her yerin kapalı; karınlarının ise çok aç olduğunu bir gün mutlaka fark edecekler. Tıpkı bildiğimi bilip, utanmasınlar diye köşede sigaramı içerlerken onlara bakmadığımı fark ettikleri gibi.

Bu küçük ve masum gibi görünen oyun, taraflardan birine, belki de ikisine de çok pahalıya mal olacak ama sahne, bu dünya ve oyuncular, birbirinden çok farklı yaşamlar süren insanlar oldukça, oyunlarımız, yaşamımızın kaçınılmaz bir parçası ya da sonu olmaya devam edecek.

Bu kez iyi oynayan kazanmasın.

Merih Günay

Editör'den: Sevgili Merih Günay'ın kitabı 'Pabuçlarımın Yazarı' hakkında Gazi Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Öğretim Üyesi Mehmet Aydınkal ile yapılan söyleşiye göz atmanızı öneririm.

Yukarı

Kemal Türkmen

 Kahvecigillerden : Kemal Türkmen


   Yaşam ciddiye alınmalı mı ?

Her yaşamın bir anlamı olduğunu söylesek de çoğu kez başkalarınca kararlaştırılmış kimi yaşam biçimlerini daha da anlamlı bulduğumuz yadsınamayacak bir gerçektir.
Yaşamın anlamlı ya da anlamsız oluşunun kriterleri nedir acaba ?
Ben, bir yaşam onu yaşayan tarafından yaratıldığında ve o kişi tarafından yaşama uygulanıp gerçekleştirildiğinde anlamlandığını, tersi durumlarda yani bize öngörüleni, dayatılanı seçtiğimizde ise anlamsızlaştığına inanırım.
Kapitalist demokrasilerde "Daha fazlasına sahip olmalıyım, yapmaktan hoşlandığım şeyleri daha fazla yapmalıyım, ben ancak böylelikle daha başarılı ve daha mutlu bir yaşama sahip olurum" düşüncesi hakimdir.
Ama en fazla para ve en büyük başarılar hep başkalarının pahasına kazanılır.
Modern çağda yaşananlar dikkate alındığında, şiddetsiz bir ortam yaratabilmenin tek yolunun bireyler arasındaki egosal sınırların kaldırılması olduğu söylenebilir.
Ama günümüz kapitalist demokrasilerine göre 'tahakküm ötesi sınıfsız bir toplum ve ego düzeyinde hiçbir insanın ötekinden daha değerli görülmediği bir dünya sadece bir ütopyadır.'
Acaba neden böylesi bir dünya gerçekleşmesi olanaksız bir hayal olarak gösterilerek ütopya kelimesi kirletilmektedir ?
Huizinga'nın şu sözleri buna yanıt olabilir.
"Ekonomik güç ve çıkarların dünyanın gidişatını belirleyeceğine utanç verici bir biçimde inanıyoruz; ibadet eder gibi çalışıyor ve üretiyoruz; yavan ve kuru karar duygusu , burjuva rahatlığı ideali zihniyetlerimizi etkiliyor."
Böylesi ortamlarda tabii ki özgür, eşit ve kardeş toplum bir ütopyadır.
İnsanlar, yaşamlarının bir sonraki düzeyine hep oyunlar oynayarak hazırlanır ve bu oyunlar sanki gelmesi umut edilen bir gerçeğe hazırlık çalışmaları gibidir.
Günümüzde oyun artık yaşamlarımızda yer bulamıyor, hayatın bütünlüğünden dışlanarak sanayi için malzeme olsun diye bir köşeye atıldı..."(Huizinga J.)
Ama hedefi mutluluk olanlar için oyun hala ciddiye alınması gereken insani bir yaşam tarzıdır.
Fizikte bu denli ilerlemesine karşın insanın ahlak ve davranış düzeyinde ne denli ilerlediği tartışılabilir.
Yüksek bir ahlak ve uygarlık aşamasına ulaşabilmek için belki de daha çok zamana ve temel farklılıklara gereksinimiz var.
Kubrick 2001 de söylendiği gibi bugün yarattığımız teknolojinin esirleri olduğumuza inanıyorum. Belki inançlı esirler demek daha doğru olacak.
Bir zorunluluk olmasına karşın kendi ölümümüzle yüzleşmekten hep kaçıyoruz.

"Bardak kırılır fakat şarap hep oradadır.
Kap ve içeriği
Beden ve ruh,
Şimdi aletlerin olmadan , bedenin ölüme yakınken senden geriye ne kaldı ?
Işık sönmez !
Beden bir kenara atılır ve
Bedensiz yıldız çocuk doğar".

Binlerce yıllık bir insan evriminin, bedensiz bir yıldız çocuğuna hedeflenmiş olabileceği düşüncesi çok sarsıcı.

Belki de yaşam gerçekten bir oyun.
Mutluluğu hedefleyenler için, ciddiye alınmaması gereken çocukça bir oyun.

Kemal Türkmen

Yukarı

 Café d'Istanbul par Mustafa Serdar Korucu


Merhaba,

Bugün sizlerle ilk olarak üretken yazar Murathan Mungan'ın sözünü yazdığı şarkılardan oluşan "Söz Vermiş Şarkılar"ı, ardından birbirinden çok farklı iki kişinin dostluğunu anlatan "Çilek ve Çikolata"yı, son olarak ülkemize coğrafi bakımdan çok uzak olmasına karşın Türkiye'ye inanılmaz bir sempatisi olan Japonya'yı anlatan Petek Kitamura'nın kaleme aldığı "Japonya: Kiraz Çiçeklerinin Ülkesi"ni paylaşacağım.

Keyifle dinlemenizi, izlemenizi ve okumanızı dilerim.

SÖZ VERMIŞ ŞARKILAR / MURATHAN MUNGAN :

Kaleme aldığı şiirlerinden, yazdığı hikayelerinden, oyunlarından, senaryolarından, öykülerinden özellikle de "Yüksek Topuklar"ından tanırız Murathan Mungan'ı. "Söz Vermiş Şarkılar", Mungan'ın farklı bir yönüne, şarkı yazarı olan kişiliğine ışık tutuyor. Herkesin aşina olduğu bu şarkıların yazarının Mungan olduğunu hatırlatıyor bize ve o şarkıları, günümüz şarkıcı ve gruplarının yorumuyla sunuyor.

Türk pop müziğinin dünü - bugünü "Söz Vermiş Şarkılar"da. Ayten Alpman'dan Göksel'e, kısa bir süre önce kaybettiğimiz Cem Karaca'dan, Türk rock müziğinin güçlü sesi Teoman'a kadar geniş bir sanatçı yelpazesine sahip albümde Sezen Aksu, Ajda Pekkan, Zerrin Özer, Nükhet Duru ve Candan Erçetin gibi divalar da albümde haklı yerlerini alıyorlar. Fakat albüm konseptinde, Gülden Karaböcek, Müslüm Gürses gibi arabeskin güçlü vokalleri ile birlikte Zuhal Olcay, Deniz Türkali gibi tiyatro sanatçıları ve Mor ve Ötesi, Athena ve Rashit gibi son yılların popüler rock gruplarını da birleştiriyor. Albüm, formatı içinde çok farklı tarzları ve sesleri harmanlıyor bu sayede.

"Bu albümün arkasında görünen kadar, görünmeyen bir tarih de var." diyor albümün mimarı Murathan Mungan. Bu kadar büyük

"Söz Vermiş Şarkılar"da toplam 18 şarkı yer alıyor. Albümde, Athena "Maskeli Balo", Nükhet Duru "Aşk Yeniden", Aylin Aslım "Kimdi Giden Kimdi Kalan", Sezen Aksu "Sevgili", Rashit "Fırtına", Göksel "İstemeyerek İstemeyerek", Candan Erçetin "Çember", Zuhal Olcay "Sesler Yüzler Sokaklar", Hümeyra "Dönmek", Müslüm Gürses "Olmasa Mektubun", Ajda Pekkan "Hançer", Teoman "Ağır Kapı", Gülden Karaböcek "Otel Odaları", Mor ve Ötesi "Telli Telli", Zerrin Özer "Dağınık Yatak", Cem Karaca "Göç Yolları", Deniz Türkali "Bir Kadın Nasıl Döner Köşeyi" ve Ayten Alpman "İstersen Hiç Başlamasın"ı yorumluyor.

"Söz Vermiş Şarkılar" albümü Türk müziğinin yetiştirdiği güçlü seslerin çoğunu bünyesinde toplamayı başarıyor. Siz de Türk müziğinin büyüsüne kapılmak istiyorsanız bu albümü kaçırmayın.

ÇILEK VE ÇIKOLATA (FRESA Y CHOCOLATE) :

İnsanlar kendilerinden çok farklı olana saygı duymamaktadır sanki en iyi, en doğru, en erdemli kendileriymişçesine. Bu kendini üstün ırk saymalara, soykırımlara götürmüştür dünyayı geçmişte. Ancak bu olanlardan kısmen de olsa ders alınmış ya da alınmaya çalışılmıştır. En azından eskisi gibi kafatası milliyetçiliğin kimseye faydasının dokunmayacağını öğrendi dünya kanlı bir savaş sonunda. Ancak üzerinde konuşulmayan, konuşulsa da yıkılamayan bir başka önemli önyargı daha vardır toplumda: cinsel farklılıklar. Kendini normal olarak tanımlayan insanların aklında sadece iki cinsiyet vardır: Kadın ve Erkek. Erkek kadını, kadın erkeği arzulamalıdır. Tersi asla düşünülemez normlar insanı için. Bu normlar o kadar derindir ki farklı olan aşağılanır, alay edilir, toplumdan soyutlamaya çalışılır. Bu nedenle eşcinseller çoğunlukla kendilerini sanata yönelmiş bulurlar. Çünkü sadece sanat bir yandan toplumda itibarı sağlarken bir yandan da hiçbir farklılığı gözönüne almadan kabul edebilir.

Diego, sanatçı ruhlu, kültürlü, entelektüel bir gençtir. Bir gün komünist bir öğrenci olan David ile tanışır. David, yakışıklı ve dürüst bir sosyoloji öğrencisidir. Kendisi rota çizmiş olan David, geleceğe düz bir yoldan devam etmektedir. Bu iki genç erkeğin yolları David dondurma almaya giderken kesişir. Diego ile David birbirinden çok farklıdır. Diego, sıcakkanlı, herşeye ilişkin bir fikre sahip olan, yaşamdan ve yaşamaktan keyif alan bir gençken, David, sinirli tabir edilebilecek bir "devrim çocuğu"dur. Ancak aralarındaki farklar bu kadarla sınırlı değildir. David heteroseksüel olmasına karşın Diego, eşcinseldir. Bütün farklılıklarına rağmen bu iki genç arkadaş olurlar. Ancak David, Diego'nun eşcinsel olduğunu bilmemektedir. Diego ise bu yakışıklı gence gün geçtikçe gizli bir aşk duymaya başlar. Bu iki genç birbirinden çok farklıdır, ateşle su gibi, çilek ile çikolata gibi. İki arkadaşın görünürde aynı cins olmalarına karşın farklı cinsel kimliklere sahip olmaları bu dostluğu nasıl etkileyecektir?

Film, konusu itibariyle Castro rejimi içerisinde eşcinsellerin rejime, rejimin eşcinsellere olan tutumunu, hem heteroseksüel hem homoseksüel gözüyle anlatıyor. David heteroseksüel rejim destekçisi bir karakter seçerken, Diego homoseksüel burjuva ruhlu rejim karşıtı olarak karşımıza çıkıyor. Küba'daki rejimle ilgili diyalogları bu filmin ilgi çekici unsurlarından.

Özellikle Diego karakterini oynayan oyuncu Jorge Perugorria gerçekten çok iyi bir performans sergilediği filmde, Castro destekçisi olarak bilinen yönetmen Tomás Gutiérrez Alea, Küba halkının bu rejim altında yaşadıklarını da beyaz perdeye aktarıyor.

Senel Paz'ın ödüllü romanı "El lobo, El bosque y el hombre nuevo"dan sinemaya uyarlanan film, "En İyi Yabancı Film" dalında Oscar'ı, Berlin Film Festivali'nde "Gümüş Ayı Özel Ödülü"nü kazanırken, yönetmeni Tomás Gutiérrez Alea'ya da "Sundance Film Festivali"nde "Özel Jüri Ödülü"nü kazandırdı.

JAPONYA: KİRAZ ÇİÇEKLERİNİN ÜLKESİ / PETEK KİTAMURA :

Dünyadaki herkes kendi hayatından şikayet eder durur. Her kötü şeyin onu gelip bulduğuna, en büyük acıları kendisinin yaşadığına inanır. Ancak aslında hayat, kontrolünü elimize aldığımızda çoğunu kendimizin çizebileceği bir süreçtir. Petek Kitamura da buna inanlardan. Hayatta hiçbir yaşın başlangıç için geç olmayacağını düşünen Kitamura, mutluluğu bulabilmek için önce Hollanda'ya gitmiş ancak aradığı yerin Japonya olduğuna karar vermiş. Ve böylece hayatına bambaşka bir rota çizmiş. Hem de sadece kendi verdiği emin kararlarla.

Kitapta sadece Petek Kitamura'nın Japonya'ya gidişi değil bu ülke hakkında genel bilgiler de bulunuyor. Petek Kitamura bir Türk gözüyle Japon ev-aile yaşantısını, düğün-cenaze törenlerini, yemek kültürlerini, iş hayatlarını, inanışlarını, dövüş sanatlarını, tedavi yöntemlerini ve tabii ki ikebana,geyşa, bonsai gibi uluslar arası alanda üne sahip Japon kültürünün unsurlarını da inceliyor. Tabii ki Japonya - Türkiye ilişkilerini, bu ilişki içerisinde de Ertuğrul Fırkateyni'ni de ele alıyor.

Bize göre çok farklı bir kültüre sahip olan ancak tarihin her döneminde Türk halkıyla iyi ilişkiler kurmuş olan bu ülkeyi bir adım daha yakından tanımak istiyorsanız "Japonya: Kiraz Çiçeklerinin Ülkesi" tam size göre.

http://www.kmarsiv.com/cafe.asp

serdar@kahveciyiz.biz

Yukarı

 Milenyumun Mandalı : Sait Haşmetoğlu


Milenyumun Mandalı

Editör'den Önemli Not:Sevgili Sait Haşmetoğlu'nun e-romanı görsel öğelerle süslendiğinden, aşağıdaki adresten tek tıklamayla zevkle okuyabilirsiniz. Üşenmeyin... Tıklayın... Ayrıca bugünden itibaren duygu ve görüşlerinizi yorum olarak yazabilirsiniz.
http://www.kmarsiv.com/xfiles/mandal_1.asp

Devamı yok. BİTTİ

hasmetoglu@kahveciyiz.biz

Bu romanı arkadaşına önermek ister misin?

Rating: 8,578,578,578,578,578,578,578,578,57
              445 Kahveci oy vermiş.
58261 Yorum var. Yorum Yaz / Oku

Yukarı

 Dost Meclisi



Fotoğraf : Recep Pehlivanlar

<#><#><#><#><#><#><#>

Kahve Molası, siz sevgili kahvecilerden gelen yazılarla hayat bulmaktadır.
Her kahveci aynı zamanda bir yazar adayıdır.
Yolladığınız her özgün yazı olanaklar ölçüsünde değerlendirilecektir.
Gecikme nedeniyle umutsuzluğa kapılmaya gerek yoktur:-))
Kahve Molası bugün 4.169 kahveciye doğru yola çıkmıştır.

Yukarı

 Tadımlık Şiirler


BU SABAH

Merhaba,
Bu sabah telefon yok,
Bu sabah günaydın yok,
Kızdın mı?
Gücendin mi?
Kızdın, kızdın sen ben bilirim
Ama gücenmedin, bunu da bilirim
Niye mi?
Sen çok iyi bilirsin ki,
Her gün doğuşunda seninleyim,
Bir günaydını mı esirgeyeceğim senden.
Her gün batışında seninleyim,
Bir iyi akşamları mı esirgeyeceğim senden.
Ben seninle yaşıyorum, hissetmiyor musun.

Bu sabah korktum,
Kendimden ve senden,
En çok da sesimden,
Bazen ben ona hükmedemem,
Titremesine engel olamam.
Tıpkı deli yüreğime hükmedemediğim gibi.

Bu sabah yüreğimde sancı,
Delicesine, acı mı acı,
Tatlı mı tatlı.
Niye dedim,
Baktım içinde bir cadı!
Tatlı mı tatlı,
Başımın tacı, derdimin ilacı.

Bu sabah çok geç,
İlaç saati değil,
Hazanda ilaç olmazmış,
Öğrendim ki ilaç saati baharmış.
Olsun varsın
İkinci bahardır dedim,
Ama sen ilkbahardın.

Mehmet ÇETİN

Yukarı

 Biraz Gülümseyin




Sanatçı: Oleg Delgadcshov

Yukarı

 İşe Yarar Kısayollar - Şef Garson : Akın Ceylan
Yamağı : Ayşe Nur Gedik


...NLP’ nin bir özelliği de durumlara göre uyarlanabilir olmasıdır. Eğer belirli bir yöntem kısa sürede sonuç vermiyorsa, amaçladığınız şeyi elde edene kadar, özel durum veya sorununuzla ilgili düşünme ve davranma biçimlerinizde değişiklik yapma olanağını sunar. Birkaç temel kuralı kavradığınızda bu değişiklikleri kolayca hayata geçirebilirsiniz... http://www.basariyolu.com/tr/genel.asp?durum=acik&id=793 kısayolunda NLP ile ilgili bilgilerin devamını bulabilirsiniz.

Siz hiç Mavi Yengeç yediniz mi? Hayır canım çiğ olarak değil tabiki. İlk duyduğumda ben de çok şaşırmıştım. Geçen sene Dalyan'a gitmeyi planladığımız günlerde, küçük bir web taraması yapıp, Dalyan civarındaki en ilginç tad olarak Mavi Yengeç dikkatimi çekmişti. kısayolunu verdiğim http://www.sualti.net/yazilar/dalis_cenneti_dalyan.htm web sayfasında da hem Mavi Yengeç hem de sualtının güzelliklerinden bahsediliyor. Tatilinizi planladığınız bu günlerde Dalyan ve nefis doğal atmosferini pas geçmeyin.

...Uykudan uyanınca insanı uyandığına pişman eden, geri dönmek isteyip de dönemeyince çaresizlikten delirten, hayatta bir defa görülebilen harika bir rüyasın! O kadar güzelsin ki yüzüne bakamıyorum. Titriyor ellerim, ellerini tutamıyorum. Dolanıp sarmak geliyor içimden, saramıyorum. Öylesine bağlanmışım ki, sensiz duramıyorum. Seni çok seviyorum... gibi sevgi sözcüklerini bulabileceğiniz bir site http://www.cikolata.net/

Bazı anlar vardır. Aslında kolay olmasına rağmen nasıl yapıldığını bilemediğimiz küçük bir ayrıtı, zamanımızın çoğunu çalar bizden. http://www.sorunne.net/ kısayolunda bilgisayarla ilgili teknik konulara ağırlık verilmiş ve bir çok sorun, kısa ve öz açıklamalarla sorun olmaktan çıkartılmış.

Akın

Yukarı

 Damak tadınıza uygun kahveler


ObjectDock v1.02 [7M] Win9x/2k/XP FREE
http://majorgeeks.com/download2912.html
Görev çubuğuna hareketli bir program erişim sistemi eklemeye ne dersiniz? Macintosh kullananlar bilir, yeni nesil makinalarda programlara erişim için güzel bir animasyon var. İşte onun tıpkısının aynısı. Masaüstüne hareket getirmek isteyen herkese tavsiye edilir.

Yukarı

http://kmarsiv.com/sayilar/20040625.asp
ISSN: 1303-8923
25 Haziran 2004 - ©2002/04-kmarsiv.com
istanbullife.com
Kahve Molası MS Internet Explorer 4.0+ ve 800x600 Res. için optimize edilmiştir.
Uygulama : Cem Özbatur - Her hakkı saklıdır. Yayın İlkeleri