KAHVE MOLASI
ISSN: 1303-8923
ABONE FORMU

ABONE OL
ABONELiKTEN AYRIL
HTML TEXT
Arkadaşlarınıza önermek ister misiniz?

 SON BASKI
 Ana Sayfa
 Arşivimiz
 Yazarlarımız
 Manilerimiz
 Forum Alanı
 İletişim Platformu
 Sohbet Odası
 E-Kart Servisi
 Sizden Yorumlar
 Kütüphane
 Kahverengi Sayfalar
 FİNCAN/SİPARİŞ
 Medya
 İletişim
 Reklam
 Gizlilik İlkeleri
 Kim Bu Editör?






Kahveci Soruyor?



KAHVERENGİ SAYFALAR



KAPI KOMŞULARIMIZ

Üç Nokta Anlam Platformu


İstanbul Kültür ve Sanat Vakfı Etkinlikleri
Yazılan, Okunan, Kopyalanan, İletilen, Saklanılan, Adrese Teslim Günlük E-Gazete - Yıl: 3 Sayı: 534

 Sevgili %RECIPIENTNAME% (%RECIPIENTADDRESS%) için gönderilmiştir. 

 28 Haziran 2004 - Fincanın İçindekiler

 Editör'den : Kim takar seni Bush'um!..


İyi Haftalar,

Gelmeee, hooppss gelme oğlum Bush dedik ama nafile. Böyyükh misafirlerimiz geldiler, hoşgeldiler sefalar getirdiler. Hernekadar gerçek yüzümüzü göremeyeceklerse de gördükleri, buldukları, yedikleri, içtikleri ve aldıklarıyla uzun süre bizlerden sitayişle bahsedeceklerdir. Ben kendi adıma onlara teşekkür eder güzelim memleketimi onurlandırdıkları için teker teker ellerini sıkarım.

Maşallah herşey istenildiği gibi gidiyor. Bugünü ve yarını da atlattık mı ver elini AB, al gülümü Bush. Bush'um da sağolsun bana abimden yakın. Ankara'ya gelirken İrlanda'ya uğradı. Neden? AB'ye 'Türkiye'ye müzakere tarihi verin bakim, hıııı...' demek için. Allahı var dedi de. Dedi ama kim dinledi acaba? Fransa mı Almanya mı? Yoksa Komşi mi? Kim takar seni Bush'um civanım. Bir koca devletin başı olmaktan öte ne gibi hasletlerin kaldı dünyanın gözünde acaba? Ha bak ben seni takarım. Doğal olarak, ben seni takmazsam sen bana takarsın bilirim. Ama ya AB? AB'nin seni kaale almasını, hele böyle bir ortamda, nasıl beklersin? Hadi sen beklersin çünkü sana öyle öğretmişler, peki bizim medyaya n'oluyor? 'Bush AB'ye gözdağı verdi.' 'Bush müzakereler başlasın dedi.' Eee tamam o zaman. Müzakere tarihi cepte demek ki. Keşke demeseydi dostlar, keşke demeseydi. Şimdi sırf bu adam öyle dedi diye bunlar bizi sümen altı edecekler. ABD kendi giremiyor aramıza yavrukurdunu sokuyor diyecekler, verecekleri varsa bile tarihi vermeyecekler. Bu amcaya bel bağlamayınız sayın ilgililer, bu amca gidici. Yerine gelen bunu aratır mı bilemiyoruz, izleyip göreceğiz. Clinton'un kitabını okuyamadım. Belki orada 1999 da Türkiye'de deprem bölgesine elini kolunu sallayarak geliş gidişini, minik yavruyu kucağına alışını anlatmıştır. Acaba Bush'um yazacağı kitapta Türkiye ziyaretini nasıl anlatacaktır? 'Öyle saygılı bir milletti ki, beni rahatsız etmemek için 3 gün evlerinden çıkmadılar. Kendimi New York'ta sandım. Başbakan hariç, herkes ingilizce konuşuyordu. Kültürel düzey 10 mumara. God Bless Turkey.' der mi dersiniz?

Bush'a daldık NATO'yu boşverdik. Oysa bu zırva zirve NATO'nun genişlemesinin ardından 26 ülke ile yapılacak ilk toplantı. Türkiye'nin seçilmiş olması da boşuna değil. ABD den sonra NATO'nun en kocaman askeri gücü olan bizle bir nevi güç gösterisi olacak. Herkesin beklentisi farklı. Bush'um battığı çukurdan çıkmak için basamak omuz ararken, Avrupa ve biz terörizme çare bulmak isteyeceğiz. Herşey Salı akşamı yayınlanacak sonuç bildirgesinin içine gireceklere bağlı. Benim arzum soğuk savaşın ardından, hele böyle genişlemişken, NATO'nun terörizmi hedef seçmesi. Sadece silahlı gücüyle değil. İstihbaratıyla, sosyal yardımıyla,vs. 26 ülkenin ellerindeki tüm istihbaratı bir potada eritip tek elden uyarı ve önleme görevini yerine getirdiğini düşünebiliyor musunuz? Avrupa'da fink atan illegal unsurların barınma şansı ne olur acaba? Tabi samimi olmak kaydıyla. Zaten işte asıl mesele bu. Samimiyet ve güven el-mafiş. Ne NATO içinde ne de AB de. İzleyelim görelim, bakalım bugün kim kime el verip el alacak. Haydi hayırlısı...

Bir sonraki sayıda buluşuncaya kadar bulunduğunuz yerden bir adım öne çıkın. Sevgiyle...

Cem Özbatur

3 Yorum var. Yorum Yaz / Oku
Seda Demirel

 Pratisyen Kahveci : Seda Demirel


   PİDE

“Üçüncü bir gözün olsaydı vücudunun neresinde olmasını isterdin?...”
Mete sürekli salladığı sağ bacağını bir an için durdurup sorduğu sorunun bende yarattığı etkiyi izlemeye çalışıyor. Elimdeki Coca Cola bardağından büyük bir yudum aldım. Ağzımın içinde dolaştırıyorum. Minik, patlayan damlalar damağımı gıdıklıyor. Bardağı yavaşça masanın üzerine bırakıyorum. Sağ elimin üç parmağı ile biraz daha öne ittiriyorum.
Mete’nin yüzüne hiç bakmıyorum.
Gözleri ellerimde, biliyorum.
Gözlerime bakmaya, bir temas yakalamaya çalışıyor.
Tanıdığı “ben”in vereceği cevapları aşağı yukarı kestirebiliyor.
Benim sessiz cevaplarımı kendi içinde dillendiriyor; olası cevaplarıma vereceği olası yanıtları, benim bu yanıtlara vereceğim tepkileri...
Sessizce karşısında oturan “ben” ile “kendi” içinde sohbetine devam ediyor.
Bacağı yeniden sallanmaya başladı...
“Avucumun içinde isterdim... “
Sağ bacak yine huzura erdi ama Mete şaşkın.
Çok standart ve basit bir cevap oldu, benden daha fazlasını bekliyordu. Daha esprili, daha uçuk... Benim verdiğim cevabı beklemediği kesin.
Gözlerinde bir matlık var Mete’nin. Göz kenarları ne kadar da kırışmış, o ana kadar nasıl da fark etmemişim. Çökmüş biraz da, uykusuz mu kaldı ki?
İçime bir endişe düşüyor. Canlı ve kıpır kıpır bakan Mete’yi özlüyorum.
Mete, öne eğilip, tabağının kenarında kalan marul parçalarından birini ağzına atıyor.
Matlaşmış bakışlarında şaşkınlığı görmek de güzel diye düşünüyorum.
“Neden peki?...”
İkinci marul parçasını almak için tabağına eğiliyor.
Sağ bacak yavaş yavaş oynamaya başladı...
Ben masada ki peçetelerden birisini alıp katlamaya başlıyorum. Köşeler birbirine tam denk gelmeli. Katlarken itinalı olmak lazım; kağıt katlamak ciddi bir iştir.
Derin bir nefes alıyorum.
Kağıt peçete itina ile altıya katlandı...
Sahi, kağıtların en çok kaça katlandığı ile ilgili bir kural vardı, anımsayamıyorum ki...
“Hiç... İçimden öyle geldi...”
Mete’nin kafası iyice karıştı...
Sağ bacak sizlere ömür.
Artık tanıdığı bildiği “ben”in zekası ve hazırcevaplığı konusunda şüpheye düşmüş olmalı.
Gözleri boş boş benim tabağıma dikildi.
Oturduğumuz masa tam cam kenarı. İnsanlar, öğlen yemeği telaşında, yan yana dizilmiş bu üç kebapçıyı doldurup doldurup boşaltıyor.
Hem camın kendisine hem de camdan dışarıya bakıyorum; Mete'yi camdaki yansımasından izliyorum.
Elini kullanılmamış bıçağa uzattı, üstünde çıkan parmak izlerine bakıyor.
Oyununu bozduğum için kızmış gibi.
Gözlerimi camdan ayırıp tekrar ona bakıyorum.
Sabırla beklediğini görmek bana huzur veriyor.
Bacağı sakin; yirmi altı yaşında tip bir diabet tanısı almış bir şeker hastası olduğuna, hemen arkasından da kalp krizi geçirdiğine, ilk yarım saatte hastaneye ulaşma şansını yakalayıp, kalp damarlarından birinin içine yerleştirilen minicik kalem spiraline benzer bir stent sayesinde hayatta kalmış olduğuna inanmak çok zor.
Bıçakla oynarken gözünün ucuyla bana kaçamak-ama ısrarcı-bakışlar atıyor.
Kaçamak ama ısrarcı.
Israrcı, kaçamak, şaşkın bakışlarına dayanamıyorum...
“Görmek istemediğim zaman avucumu yummak için...”
Bu sefer çileden çıktı...
Eminim...
Artık aptal olduğuma inanmaya başlayacak.
Ya da onunla oyun oynadığımı düşünüp bana köpürecek.
Ne yapmalıyım ki?
Cevabım gerçekten de bu..
Bugün böyle!
“Olur mu kızım, bu soruya verilecek en mantıklı ve akıllıca cevap işaret parmağımın ucu şeklinde olur. Her yere sığar, kapı aralığından bile içeriye sokup ne var ne yok görebilirsin, avucunun içini de nerden buldun ki şimdi???”
Sağ bacak kontrol dışı sallanmaya başladı.
“Kapı kapalı ise içeride olan biteni görmemem için kapatılmıştır, Mete. Neden bakayım ki?”
Tatmin olmadı...
Açıklamak zorundayım, hay allah!
“İyi de amaç zaten kapalıyken bile görebilmek değil mi? O zaman üçüncü göze ne ihtiyacın olsun ki?”
“Haklısın... Benimkilerden birini sana vermemi ister misin? Bu ikisi bile, zaman zaman, bana fazla geliyor”
Sağ bacak aniden durdu.
Bu sefer kesinlikle sizlere ömür...
Mete artık zekamdan şüphe duymuyor.
Mete artık benim bir sıkıntım olduğunu-buna inanması daha kolay-düşünüyor.
Mete artık bana acıyor...
Hay allahım yaa, şimdi ard arda mutluluk oyunu soruları gelecek!!
“Vallahi billahi mutluyum” diyebilmek için gözlerimin içine kadar gülümsemem gerekli ama bu da çok aptalca...
Mutsuz değilim ama sıkıldım işte...
“Seda’cığım, sen mutlu musun bu aralar?”
Buyurun.
Buradan yiyin..
“Evet Mete’ciğim, neden sordun?”
“Yani şu en son verdiğin cevap...”
“Yorgunum biraz ama endişe edilecek bir şey yok, mutluyum...”
“Neden yorgunsun?”
“Bilmekten...”
“Nasıl yani???”
“Hiiç.. O kadar işte...”
“Neyi bilmekten yorgunsun???”
Haksızlık yapıyorum!
Bu kadarını hak etmedi.
Sıkılsam da patlasam da bu konuşmanın kaçarı kalmadı.
“Görünenden fazlasını görmekten ve gerekenden fazlasını bilmekten yorgunum”
Can havli ile Coca Cola-şu ince belli amerikan şişmanı-bardağına sarılıyorum.
Bu akışı tersine çevirmem şart oldu.
Hızlı ve akıllı bir hamle için kafamdaki tilkileri itekliyorum.
Çok basit kaçacağını bile bile ilk aklıma düşen tilkiyi dışarıya salıyorum.
“Mete senin şeker ne alemde, hipoglisemi yaşıyor musun?”
Ay, rezilim.
Şimdi de ben onun zekasını küçümsedim..
Yutmuyor tabii ki.
“Hişşt.. Dans da edermiş o, uzatma da açıkla, nen var bakalım?”
Tamam, yelkenler suya iniyor.
Omuzlarım çöktü.
Pes ediyorum...
Yooooo!!!
Kenarda kalan şu ufak tilkiyi nasıl da gözden kaçırmışım???
Bir hamle şansım daha var!
“Biz beraber büyüdük Mete, çok da benzeşiriz aslında, biliyorsun..”
Derin nefes..
Mete gözlerimi köşeye kıstırdı, ayıramıyorum da...
“Hem de ticaret yapıyorsun... Derin düşünmek, hissetmek, fazlaca farkında olmak dediğimde bunun vereceği yorgunluğu bilirsin. Bilirsin değil mi? İş yaparken müşterilerini sürekli tartmak ve hissetmek zorunda kalmıyor musun? Elemanlarının kafalarından geçenleri anlamaya, yapabilecekleri şeyleri kestirmeye ve düşünüp akıl edebilecekleri şeylerin sınırları ölçmeye kendini zorladığında yoruluyorsundur.. Değil mi?”
Bu noktada onun kaçması ve konuyu bir an önce değiştirmesi lazım.
Mete bezgin ve bıkkın bir ifade ile bedenini sandalyesinin arkasına doğru savuruyor.
Dudak kenarları bile yoruldu.
Atağım için kendimi tebrik ediyorum...
Yorgun dudakları yeni bir marul parçasını ağzına tıkıyor.
“Anladım...” derken yüzüme hiç bakmıyor.
Bir parça marul daha...
“Bu konu çok yorucu ve sıkıcı.”
“Hııı Hııııı”
...

Kafasını ani bir hareket ile kaldırıp, bana son bir saat içindeki en parlak gülümsemesini hediye ediyor. Şaşırıyorum elbette.
Gençleşti bir anda.
Mahalleden arkadaşım Mete geri geldi!
Öne doğru eğiliyor.
Bana önemli, anlamlı ve bu söyleşimizi kısaca özetleyecek keyifli bir lafı olmalı.
“Tabağınızda kalan pidelerden bir dilim daha yiyebilir miyim, doktor hanım?? Doktor nezaretinde yenilen pide şekeri yükseltmez diye duymuştum...”
O da çok yorgun.
Yanılmamışım...

Pidemden yemesine izin vermiyorum...

Seda Demirel

Yukarı

 Kahveci : Öykü Özü


SAÇLARIMDA YAPRAKLAR

Bir telaştı günlerimize uğrayan. Ürkek bir telaş... Bazen sabırsızca geçen saatler, bazen buz kütlesi saniyeleri... Bir tutarlılık tutsaklığı için değil, sınırsız bir çılgınlıkla tutsak olduğumuz aşkı yaşayabilmek içindi sabah uyanışlarımız. Biraz küfrederek, biraz suratsız; biraz heyecanlı, biraz sabırsız...Ellerin gelince aklıma ne yapacağımı şaşırırdım. Başka bir şey mi düşünsem, senin için bişeyler mi yazsam, yoksa kilitleyip düşüncelerimi ellerine, sıcaklığını yaşamaya mı çalışsam... Ne kadar zor dakikalar. Her tarafı özlem, her tarafı hasret kokan odamda sensizliğimle boğuştuğum o dakikalar...Gözlerin? Gözlerin gelirse aklıma, gözlerim bir noktada kalırdı. Bu yüzden, donuk derlerdi gözlerime. Soluk tenimin daha da dondurduğu gözlerime...

Bir telaştı günlerimize uğrayan. Bazen sırf geçsin diye yaşadık. Neyin geçeceğini, ya da neyin geçmesi gerektiğini bile bilemeden...

Sen, ağlıyordun içimde. Ben, senin içinde tutsak kaldım. Adını bile koyamadık ağlayışlarımızın.O ağlayışlar, bazen sebepsiz, bazen alabildiğine yürekli, her zaman dimdik ayakta...Yağmurun dokunuşları ve bir çiseleme sesi gibi... Huzur verdi, bazen derin bir hüzün...Ağlamak yüzümüzde olmayan, sadece kalbimizi sulayan bir türküydü. Gülerken bile ağlamaya başladık gitgide. Gülerken gözlerimizden akan gözyaşlarıydı yetindiklerimiz. Ağlamalarımızı gülücüklere boğduk bilerek...Sırf, adını koyamadığımız o ağlayışlar daha fazla ağlamasın diye...

Telaşın içinde kaybolmayı beklerken, telaşlarımızı bile ertelemeye başladık. Ben seni düşünmekten çalışamaz oldum, sen kaybolmaya başladın akşamlarda. Senin akşamın, izlemediğim bir film, benim akşamım anlatamadığım hoyrat masallar...Adımız cesaretse, soyadımız korkuydu artık. Korktuğumuzu anlamayalım istedik, ama cesaretimizi de tam anlatamadık hani... Birinden birini seçebilseydik, ikisi de kalmayacaktı belki... Ama seçmedik. Seçimimiz seçimsizlik olmuştu ve seçimsizlik en büyük özgürlüğümüz...

Bir telaştı günlerimize uğrayan. Ne yemek saatleri, ne vapur tarifeleri, ne kırmızı ışıklar, ne yaya geçitleri, ne konvoylar ne de yollar durduramadı telaşı. Beni sana, seni bana dönüştüren, gözlerimizde başlayan yeşil hasretlerdi. Sonra hep gözlerimizde kaldı o hasretler. Başımız dönmeye başladı birden. Ama ne baş dönmesi...

Sen unutunca ben hatırlıyordum; ben unutunca sen. Ben söyleyemezsem kelimeleri, senin dudaklarının arasından çıkıyordu heceler. Gözlerin gözlerimi çağırırken, yakaladığım her bir yaprak savrulup giderken rüzgarda, ben ellerinin düşü, yanıbaşımdaki sandal ağacı ve birkaç masal elimde, çırpınıp duruyordum... Gözlerim gözlerini çağırırken, sen benim yakalayamadığım yaprakları yakalayıp, saçlarıma diziyordun... Çok yakıştırırdın o yaprakları bana. Yapraklar dağılmasın diye, saçlarıma bile dokunamadın..

Bir telaştı günlerimize uğrayan. Anlamlı bir telaş... Rüyalarımızı bile ertelemeye çalıştık geceleri. O karanlık geceler çabuk bitsin, güneş çabucak teslim etsin kendini güne. İstedik... Sabahlar da hasret kokuyordu oysa. Senin tenin gibi...

İlk ben dokundum sandım sana. Yoksa nasıl o kadar heyecan dolu olabilirdi tenin. Dudakların, öperken içine girdiğim bedenin kadar savruk, baştan çıkarıcı.. Dudakların, yalnızlığım kadar bencil, laf dinlemez...Öpüşün, ruhumu ruhuna teslim ettiğim şiir...

İlk ben anladım sandım seni. Yoksa nasıl o kadar tanıdık olabilirdin... Nasıl dokunabilirdin gözyaşlarıma seninkilerle? Nasıl özleyebilirdin özlediklerimi, nerden biliyordun söyleyeceklerimi?

İlk ben anladım sandım seni. Yoksa nasıl gerek kalmazdı konuşmaya... Nasıl dalga geçebilirdik sözcüklerle... Nasıl aciz kalırlardı bu kadar...

Bir telaştı günlerimize uğrayan... Ürkek bir telaş. Sen ağlıyordun benim içimde, ben senin içinde...

Öykü Özü

Yukarı

 Kahveci : Şükriye Ayder


NOSTALJİ

Günümüzde en çok kullandığımız kelimelerden biridir nostalji. Gelecek nesillerde bu kelimeyi sıkça kullanıcaklardır eminim. Peki ama neden,niçin? Çağımızda teknik inanılmaz hızla ilerlerken, bizler bu hıza kendimizi kaptırmışken, duyguların yerini mantık alırken, gün gelip çocukluğumuzun geçtiği bahçe içindeki evimizi, çiçeklerimizi, minik kümesimizi arıyorsak, her şeye rağmen geçmişi özlüyoruz demektir...

Günlük yaşam kavganızın bir yerinde, kapatın biran gözlerinizi ve geçmişi yaşamaya başlayın anılarınızda. Her köşesi bizim çocukluk çığlıklarımızla dolu mahallemiz, hoşgörü, duygu, sevgi dolu komşularımız, hani gereksinim duyduğumuz heran kapılarından içeri giriverdiğimiz, bahçelerden toplanmış güllerden yaptıkları reçellerini yediğimizcan komşularımız, çocukları can arkadaşlarımız. Belki bilgisayarsız, televizyonsuz ama alabildiğine mutlu geçen, uzun yaz günlerine sığdıramadığımız çocukluğumuz. Annelerimizin o çok önem verdiği kabul günlerinin telaşını, kurabiyelerin limonataların tadını kim unutabilirki. Babalarımızın eve işten dönmesini nasılda heyecanla beklerdik, çünkü bilirdik ki akşam açık hava sinemasına gidilecek, çekirdekler yenip, gazozlar içilecek, filmin zevki de böyle çıkardı doğrusu. Şayet evde bayram arifesine benzer bir telaş varsa fuara gidileceğini sezerdik hemen. Çocuk dünyamıza sığdıramadığımız o görkemli yere gitmek için en yeni giysilerimizi giyerdik ailecek, çünkü orası verilen değeri hakedicek kadar saygındı. Kış günlerinde sobanın etrafına toplanırdık ailecek,ders çalışırken babamızın pişirdiği salebi yudumlar, büyüklerin bize ninni gibi gelen konuşmalarını dinlerken dizlerinde uyuyakalırdık. Kapımıza her sabah gelen sütçü dedenin sütü, yoğurtçu amcanın yoğurdu ne kadarda lezzetliydi. Bizleri öğlen uykusundan uyandıran, kar gibi beyaz giysili dondurmacımızın yanık sesi hala kulaklarımdadır. Tüm bu güzellikler içinde geçen çocukluğun ardından hoş geldin gençlik yılları... Elvis, Beatles, Tom Jones için ölebileceğimizi düşündüğümüz yıllar. Cumartesi öğlen başlayan hafta sonu tatilini nasılsa özlemle beklerdik. Tatil günlerinde sayıları çok olmasada bizim cıvıltılarımızla dolan pastanelerimiz, cafelerimiz. Delikanlılarda saç ve favoriler uzamaya başlamış, kızlar mini etek altına iskoç çorap giymektedir. Saçların LOVE STORY filmindeki artistin saçlarına benzemesi için ne gerekirse yapıldığı günlerdir artık. Yürekler ilk gençlik aşkının verdiği heyecanla daha bir hızlı çarpmakta, pembe düşlerin biri bitmeden diğeri başlamaktadır. Minik radyomuz, teybimiz hep başucumuzdadır, LET IT BE ile uyuyup, İKİ YABANCI ile uyandığımız günlerdir onlar.

Şimdi artık çocukuk mahalemiz yok, yerini kocaman apartmanlar aldı. Ne güleç yüzlü komşular kaldı, nede beyaz giysili dondurmacı. Ne gül reçellerinin eski tadı var, nede salepler babamızınki kadar lezzetli. Fuarda gözümüze görkemli gelmiyor artık. Saç modelleri Love Story'den bu yana çok değişti. Hafta sonunu yine özlemle bekliyoruz ama gezmek için değil, dinlenmek için. İlk aşklar geçmişin satır aralarında kaldı, YESTERDAY WHEN I WAS YOUNG daha bir anlamlı şimdilerde bizim için.

Elimden geldiğince, kalemim yazdığınca sizleri geçmişte kalan yıllara, minik bir yolculuğa çıkarmak istedim. Başarabildiysem ne mutlu bana...

Şükriye Ayder

Yukarı

 Kahvecigillerden : Oktan Erdikmen


Gelme Bush(!)

Beklenen gün nihayet geldi ve dünya imparatoru George W. Bush ülkemize teşrif etti. Zirvenin gerçekleşeceği bölgede yaşayan binlerce İstanbullu Amerikan ajanları tarafından aylar öncesinden fişlendi. Taksim ve Harbiye’de kaldırım taşlarına varana kadar çevre düzenlemesi yapıldı. Büyükşehir Belediyesi’nin yaptığı açıklamaya göre toplantının İstanbul’a maliyeti 150 trilyonu bulacaktı. Halk, NATO zirvesiyle yatıp kalkmaya başladı ve üniversitelerin ders programlarından hasta ziyaretlerine kadar her şey, bu toplantıya endekslendi. İstanbul’u birbirine bağlayan kilit yolların günler boyunca kapatılacağı açıklandı. Talebeler olmasa tedrisatı çok güzel idare edeceğini iddia eden bir milli eğim bakanının torunları, vatandaşlardan zorunlu olmadıkça sokağa çıkmamalarını rica ettiler. Kuşkusuz bunlar bağımsız bir ülke için açıklanması zor yaptırımlardı. Bunun yanı sıra NATO ve üye devletlerinin dünya siyasetinde üstlendikleri roller bağlamında, milyarlarca insanın içinde bulunduğu çıkmazdan sorumlu tutulmalarından daha doğal bir şey olamazdı. Dolayısıyla, böyle bir oluşuma tepkisiz kalınması beklenemezdi. Aylar öncesinden protesto hazırlıkları başladı. Hemen her popüler olayda karşımıza çıkan gruplar, bu sefer de NATO’ya ve toplantıya karşı mücadele etmekte bir an için bile tereddüt etmediler. İstiklal Caddesi’nde Amerikan malı tişörtleriyle NATO karşıtı slogan atıp dergi satmaya çalışanlardan, Taksim Meydanı’nda imza toplayanlara kadar pek çok kişi tepkisini gösterdi. Bir başka grup, konserlerle, şarkılarla NATO’yu ve Bush’u engellemeye çalıştı. Dünya üzerindeki yoksulluk ve sefaletin son bulması için önce konserlerde eğlendi, sonra barlarda sarhoş oldu. Ünlü sanatçılar, televizyonlarda, gazetelerde NATO karşıtı açıklamalarıyla boy göstermeye başladılar. Hatta içlerinden bazıları liselerde verdikleri sanat konferanslarında öğrencilerden Bush’u protesto etmelerini istedi. Bu davranışlarda kimin ne kadar samimi olduğunu bilmemiz mümkün değil. Ancak açıkça ortada olan bir şey de, bu eylemlerin hiçbirinin gerçekçi olmadığıdır. Konserler ve festivaller toplumsal muhalefeti amacından saptırmak için biçilmiş kaftandır. Öte yandan her yapılana “istemezük” diye karşı çıkmayı yaşam biçimi haline getirmiş gruplar, tavırları ve eylemleriyle sokaktaki insanı politikadan soğutmakla kalmadı; toplumu şoven protestolarla meşgul ederek olayların özünün kavranılmasını da engelledi. NATO karşıtı grupların ortak sloganları ise oldukça ilginçti: Gelme Bush! Sanki Bush gelmese, dünya üzerinde güllük gülistanlık bir düzen kurulacakmış gibi davrandılar, Amerikan politikalarının tüm vebalini bir kişiye yüklediler. Oysa unuttukları gerçek, dünyanın öbür ucunda bile, örneğin bizim ülkemizde de, iktidarı kendi adamları arasında değiştiren ve en az 50 yıllık stratejilerle hareket eden Amerika’nın politikalarının hiçbir şekilde bir kişiye indirgenemeyeceği idi. Adamlarından biri cinnet getirse ve Bush’un kafasına bir kurşun sıksa, dünya üzerinde hiçbir şeyin değişmeyeceğinin farkında değillerdi. Kendi halkının protestolarına bile gözünü kapayan bir yönetime karşı, değil yüz bin; yüz milyonlarca imza toplansa bile Bush’un geleceğini, toplantının yapılacağını ve her şeyin eskisi gibi devam edeceğini bilmiyorlar mı? Kuşkusuz biliyorlar. Ama, gerek sosyal çevre edinme gereksinimi, gerekse toplumsal aidiyet duygusunun karşılanması açısından kendilerine sipariş ettikleri siyasi kimliğin sınırlarının dışına çıkamıyorlar.

Dünya üzerindeki sömürü düzenini postal giyip bereleri ters takarak değiştirmek mümkün değildir. NATO’dan ve ABD’nin sömürgeci politikalarından memnun olmayabilirsiniz. Ancak bunları önlemenin yolu, imza toplamak ve yakalara rozetler takarak barlarda pavyonlarda eğlenmek değildir. ABD’nin karşısına ciddi bir muhalefet olarak dikilmenin tek yolu, ülkemizi bu ülkeyle mücadele edebilecek düzeye getirmektir. Bunun için ihtiyacımız olan tek şey ise, çalışkan olmaktır. Kaynağını dünyanın öbür ucunda arayan ideolojilere iman etmek ve yine kapitalizmin pazarladığı kişileri lider olarak tanımak, onlar gibi görünüp, onlar gibi davranmaya çalışmak, kendi kendini kandırmaktan öte bir şey değildir. Bu noktada Orhan Veli’nin güzel şiirini hatırlamadan geçemiyor insan: “Neler yapmadık şu vatan için? Kimimiz öldük, kimimiz nutuk söyledik..”

Oktan Erdikmen

Yukarı

 MeyBi : Nurdan Pamuk


KORKUNUN ÖTEKİ YÜZÜ -I-

Duvarda asılı saat, yine her zamanki kabusun bitişini müjdelercesine altı neşeli vuruşunu tamamlamak üzereydi. Beş ... Altı...

- Bitti sonunda.

Kadın terden sırılsıklam olmuş siyah saçlarını alnından geriye kaydırarak, yavaş yavaş kalktı yatağından. Bu gece daha uzun sürmüştü sanki diğer gecelere göre. Bu sefer ki baskıyı karın bölgesinde hissetmişti. O sancıyla bölünmüştü uykusu. Uyandıktan sonra da aynı karıncalanma devam etmişti. Garip bir histi bu kadın için. Hiç yaşamadığı bir duygu karmaşası içinde, aklının diğer köşesinde fırtınalar kopuyordu. Uğultusu kulaklarında yankılanıyordu.

Havanın sıcak olmasına karşın, o üşümüştü. Teni buz gibiydi. Askısı omzundan kaymış saten geceliği, bu geceki boğuşmanın şiddetini az çok gösteriyordu.

Diğer odaya geçti. Eşi uyuyordu. Derin soluk alıp vermesinden, kolay kolay da uyanmayacağını anlamıştı. Anlaşılan bu kez kullandığı haplar ağır gelmişti bünyesine. Acıyarak, yatakta neredeyse çarşafla bütünleşmiş, o soluk yüze baktı. Çok yaşlanmıştı kocası. Evlendiklerinde de yaşlıydı ama artık yaşı çok ilerlemiş, kendi ihtiyaçlarını bile göremez hale gelmişti. Neredeyse babası yaşındaydı. Zaten babasının da ahbabı sayılırdı kocası. Anne ve babasını kaybettikten sonra çok yalnız kalmış ve en kötü günlerinde bu adam yardım elini uzatmıştı. O da, belki bir baba gibi gördüğü, belki de kendini borçlu hissettiği için, adamın evlenme teklifine hiç düşünmeden evet demişti.

Evlendikten sonra, şehir dışında üç katlı eski bir konağa yerleşmişlerdi. O yıllarda, ev bu kadar eski gelmemişti gözüne. Hatta yaşadığı kötü günleri unutturmaya yetecek kadar sakin ve huzurluydu. Aradan geçen yıllar konağı da eskitmişti. Tıpkı acıları ve anıları eskittiği gibi. Ama artık bu konak huzur vermiyordu kadına eskisi gibi. Aksine korkutmaya bile başlamıştı.

Konak, yüksek bir tepenin yamacında bulunuyordu. Arkasında sık ağaçlı bir orman, önünde ise göz alabildiğince uzanan geniş düzlükler vardı. Çevresinde tek-tük evler bulunuyordu. Onlardan en yakındaki ile aralarında 3 kilometre mesafe vardı. O mesafe de hiç aşılmamış, çevredeki komşularla da hiç tanışılmamıştı. Kocası Arif Bey böyle istemişti...

Yalnızdı kadın bu koskocaman evde. Kocası, özürlü oğlu, kendisi ve her gece yüzleştiği korkuları ile yapayalnız...

Evlilikleri boyunca bir kez hamile kalmıştı kadın ve bir oğlan çocuğu dünyaya getirmişti. Yine o gecelerden birinde, sancısı tutmuş ve aldığı ilaçlar yüzünden sesini duyuramadığı kocası diğer odada olduğu halde, o tek başına doğurmak zorunda kalmıştı çocuğunu.
Ne yazık ki, doğum sırasında çocuğun kayıp düşmesine engel olamamış ve biricik oğlunun hayatı boyunca sakat kalmasına neden olmuştu. " Hep senin suçun beni ne zaman rahat bırakacaksın? " dedi kadın az duyulur bir sesle. Kısık söylemişti bunu. Geri gelmesinden korkuyordu yine. Gerçi gündüzleri hiç gelmemişti ama belli olmazdı. Korkuyordu...

Üzerine sabahlığını alarak alt katta bulunan geniş salona geçti. Bir sigara yaktı ve camdan dışarıya bakmaya başladı. Gün dağların ardından yüzünü göstermeye başlamıştı. Sabahın bu saatlerini seviyordu.Tan ağarırken , herkes uyurken o her sabah güneş ile birlikte sanki yeniden doğuyordu.

Onunla ilk karşılaştığı geceyi anımsadı kadın. Annesi ve babası henüz hayattaydı. O korkunç yangından birkaç ay önce...Ablası ile birlikte gece geç saatlere kadar oturmuşlar, daha sonra o, her gece yaptığı gibi radyosunu açmış, yatakta bağdaş kurmuş günlüğünü yazmaya başlamıştı. Sadece gece lambası aydınlatıyordu odayı. Babası gece kitap okumasını ve yazı yazmasını yasaklamıştı. Uyumalıydı. Geceler uyumak içindi.

O gece, tam yatmaya hazırlanırken, pencerede bir gölge görmüştü. Sadece bilekten itibaren bir el... Sol el ve bileği. Cama vurmuştu üç kez. Sonra da camda daireler çizmeye başlamıştı sol elin parmakları. Kız, şaşkınlık ve korku karışımı bakakalmıştı cama. Camda ki gölgeye. Çünkü, Sekiz katlı apartmanın en üst katında oturuyorlardı. Bu mümkün değildi. Bu yüksekliğe tırmanılamazdı. Bağırmak istiyordu ama sesi çıkmıyordu. Sonunda güç, bela ; kısık , tiz bir çığlık atmayı başardı. Yataktan fırladı. Sese ablası uyanmıştı. "Ne oldu" der gibi etrafına bakıyordu. Ablasının uyanmasından güç alan kız, daha güçlü bir çığlık atmıştı, cama bakarak. Ablası olan bitenden habersiz, izlediği korku dolu yüze bakarak korkmuştu. Kız, çığlık çığlığa babasına sesleniyordu. Anne ve babasının yatak odalarının kapısına gelince yığılıp kalmıştı, kapıyı vurduktan hemen sonra. Babası, kapıda yüzü sapsarı kesilmiş kızını konuşturmaya çalışmıştı önce ve sonra şoka girdiğini anlamış kendine getirmek için tokatlamıştı. Kendine geldiğinde gördüklerini anlattı. Babası kızın odasında ki pencereye gitti. Camı açtı. Hiç kimse yoktu...Zaten olamazdı da kızın yattığı oda denize bakıyordu ve birinin tırmanmasına müsaade etmeyecek derecede düz bir duvardı. Balkon dahi yoktu binanın o yamacında. Kaldı ki, biri tırmanmış olsa bile o kadar kısa mesafede ortadan kaybolması mümkün değildi.

İşin en ilginç yanı, bu olayı o günden sonra evin hiç bir ferdi hatırlamamıştı. Kız ısrarla hatırlatmaya çalışsa da, hiç kimse hatırlamıyordu. Onun rüya gördüğüne inanıyorlardı.

Sonraları kendisi de bir rüya gördüğüne inanmaya başlamıştı. Ama bir gece, su içmek için yatağından kalktı. Tam odasına dönüyordu ki, nedense elleri perdeye gitti. Perdeyi araladı. Sokağı görüyordu. Kendi evlerinin sokağı değildi burası ve sekizinci kat da değildi. Müstakil bir evin penceresi idi, baktığı; boş bir sokak, bir tek lambanın aydınlattığı. Başını ileriye doğru uzatıp sokağın başını görmeye çalıştı, ama göremedi. Sis çökmüştü geceye on metre ilerisini görmek mümkün değildi. Sokakta bir adam belirdi birden. Bulut gibi, sis duvarıyla kaplı, bir adam. Elli yaşlarında, saç, sakal karışmış. Sokağın bir sağında bir solunda gözüküyordu.

-Ne işi vardı bu adamın bu saatte bu sokakta ve neden belden aşağısı yok?

-Belden aşağısı yok!!! Belden aşağısı yok!!!

Kendi kendine konuşmuştu kız. Adamın belden aşağısı yoktu. " Belden aşağısı yok, belden aşağısı yok, belden aşağısı yok" Sayıklayarak kendine geldi kız. Babası soran gözlerle kızına bakıyordu.

- Kimin belden aşağısı yok kızım?

- Baba... Az önce...

Sustu kız birden. Daha önce yaşadığı olay aklına gelmişti. Anlatmayacaktı. Anlatmamalıydı...

"Yok bir şey baba. Yine kötü bir rüya gördüm. Size seslenmek için kalkmıştım. Bayılmışım. Geçti. Şimdi iyiyim" dedi kız, babasının yanağına bir öpücük kondurduktan sonra.
Ayağa kalktı yeniden pencereden bakmak istedi. Vazgeçti hemen, irkilerek pencereden uzaklaştı. Ama bir şeyler onu yine pencerenin önüne itmiş ve yeniden bakmasını sağlamıştı. Sokak boştu. Boş ve aydınlık !.. Adam da yoktu. Güneş doğmuştu çoktan. Hemen pencereyi açtı. Serin bir rüzgar uçurdu saçlarını. Sekizinci katın penceresini yaladı, geçti.

Ürpermişti kadın... Nereden girmişti şimdi bu düşünceler beynine. Oysa o unutmakta ustaydı... Unutmuştu bütün bu saçmalıkları!... Hem zaten bütün bunlar bir rüyadan ibaretti. Buna inanmak istiyordu kadın. Doktor da böyle söylemişti. Zaten artık o rüyaları görmüyordu. Arada bir yaşadığı bazı geceler hariç artık huzurluydu da.
Sigarası elinde sönmüştü kadının ve gün iyice göstermişti yüzünü. Balkona çıktı ve gözlerini kapatarak derin bir nefes aldı. Güneş ilk ışıklarıyla okşuyordu tenini. Bu saatlerde kalkmayı severdi. Güneş ısıtıyordu ürperen vücudunu. Gevşedi...Derin bir nefes çekti içine. Bahar geliyordu. Alt kata inip çay suyu koydu önce ve eşinin sabah alması gereken ilaçlarını da alarak, merdivenleri çıkmaya başladı. Odaya girdiğinde, çok karanlık geldi oda ona birden. " Bu odada güneşten nasibini almalı bu sabah çok güzel çünkü" diyerek perdeyi açtı. Gördüğü manzara karşısında, elindeki su bardağı büyük bir gürültü ile yere düştü...

Dışarısı hala karanlıktı... Zifiri karanlık... Gece henüz bitmemişti. O sırada saat büyük bir gürültü ile vurmaya başladı. Dokuz... On... On Bir... On İki !

Devam edecek...

Nurdan Pamuk

Yukarı

 YILDIZINIZ KIPIR KIPIR, YA SİZ?


  Ailenizin Yıldız Falcısı : Nurettin Özdemir


KOÇ   (21 Mart-20 Nisan)
Hareketli ve heyecan dolu günlere açık olun sevgili koçlar. 30 haziranda herşey olabilir, kalp çarpintilarina kelimenin tam anlamı ile hazırlıklı olun. Aile içindeki olası değişimlere alçakgonüllülük ile yaklaşın. Tansiyon yaratmayın.



BOĞA   (21 Nisan-20 Mayıs)
Siz vallahi çoktan tatildesiniz sevgili boğalar !.. Deniz havasına çok ihtiyaç duyduğunuzdan herhalde kendinizi attınız deryalara.. Unutmayın sakın, sizleri bekleyen sınav ve seçimler sıradalar. Kardeş ve abilerinize yakın durun artık.



İKİZLER   (21 Mayıs-21 Haziran)
İyi ama bayağı iyisiniz sevgili ikizler. Beklenmedik kazançların haftasındasınız. Aşklar ise tam gaz !.. 1 temmuza kadar bulutların üstündesiniz. Sonra ise yeryüzüne inişler çalkantılı olabilirler. Dikkat.




YENGEÇ   (22 Haziran-22 Temmuz)
Akıntıya karşı kürek sallamaz iseniz bu hafta kazançlı olmanız işten bile değil bunu bilin.. Ay sonunda o alışılagelmiş tedirginlikleriniz yeniden sahneye çıkacaklar. Neden mi ? Kendi kendinizi tehlikelerde hissetmeye bayılıyorsunuz ya...



ASLAN   (23 Temmuz-22 Ağustos)
Bilinmedik bir güç sanki sizleri kollamakta sevgili aslanlar. Hani ihtiyacınız da yok denilemez. Dost ve aile çevreleriniz de sizlere uyum gösteremeyenleri artık geride bırakmanın zamanı gelmedi mi aslanlar... Streslere yenilmeyin.




BAŞAK   (23 Ağustos-22 Eylül)
Tüm projelerin ve ortaklıkların olumlu şekilde yol alabilecekleri bir hafta içindesiniz sevgili başaklar. Aileniz olsun, çevrenizden dostlarınız olsun, sizlere yardım edebilmek için çırpınan herkese minnet borçlusunuz, unutmayın. Dedikodulara meydan vermeyin, yolunuza devam edin.



TERAZİ   (23 Eylül-22 Ekim)
İçgüdünüz sizlere bu hafta birşeyler söyleyecek teraziler, dinleyin içinizden gelen sesi. Herşeyin çikmaz sokaklarda bittiğini düşünebilirsiniz onümüzdeki günlerde. Önemli olan gereken bazı dersleri anlayabilmek. Heyecanları kontrol edelim.



AKREP   (23 Ekim-22 Kasım)
Monotonlaşmış günlük uğraşılardan sıyrılmanın tam sırası sevgili akrepler. Yabancı olan tüm yeniliklere ve hatta diyarlara açık olun. Projelerin sonlarına kadar gidin. Şanslısınız, o halde değisimlere okey deyin ve ayaklanın artık. Gerisi kendiliğinden gelecektir.



YAY   (23 Kasım-20 Aralık)
Bu hafta aksiyonlar daha çok mantalitelerde cereyan edecekler. Yani açıkcası siz artık eski yaylar olmayacaksınız. Bazılarının işine gelmese bile. Temmuz başında parasal konularda gayet temkinli olun. Risk almayın durduk yerde..



OĞLAK   (21 Aralık-19 Ocak)
28 haziran günü ve civarlarında kanatlanıyorsunuz sevgili oğlaklar. Pozitif yaşamdan en güzel numuneleri sergileyeceğiniz bu günlerde sizlere tavsiyem kimsenin borazanına kulak asmadan yolunuza devam etmeniz. Uyumsal ve kararlı olun bu yeter.



KOVA   (20 Ocak-18 Şubat)
Turizm sektöründe faaliyet gösterenlerinize bu hafta tam kaymak. Kozmopolit çevrelerde olan, kalabalık ortamlarda yaşayanlarınız dahil elbette bu tanımlamaya. Bir tavsiyem var kovalar, aman kendinizi kontrol edin bu hafta içinde, ilişkilerinizde ateş püskürmemeye gayret edin. Stres yüklemeyin.


BALIK   (19 Şubat-20 Mart)
Güneş gibisiniz maşallah sevgili balıklar. Beklenmedik bir hoşluklar tayfununa sıkı durun... Sanki içinizde hoplayıp zıplayan bir enerji yumağını hissedeceksiniz bu hafta. Sizi sinirlendirenler mi var ? Olabilir.. Muazzam enerji akımınız onları zaten allak bullak ediyor. Yürütün karavanlarınızı siz.


Nurettin Özdemir
nozdemir@kahveciyiz.biz

Yukarı

 Milenyumun Mandalı : Sait Haşmetoğlu


Milenyumun Mandalı

Editör'den Önemli Not:Sevgili Sait Haşmetoğlu'nun e-romanı görsel öğelerle süslendiğinden, aşağıdaki adresten tek tıklamayla zevkle okuyabilirsiniz. Üşenmeyin... Tıklayın... Ayrıca bugünden itibaren duygu ve görüşlerinizi yorum olarak yazabilirsiniz.
http://www.kmarsiv.com/xfiles/mandal_1.asp

Devamı yok. BİTTİ

hasmetoglu@kahveciyiz.biz

Bu romanı arkadaşına önermek ister misin?

Rating: 8,578,578,578,578,578,578,578,578,57
              445 Kahveci oy vermiş.
58261 Yorum var. Yorum Yaz / Oku

Yukarı

 Dost Meclisi



Fotoğraf : Hülya Galitekin

<#><#><#><#><#><#><#>

Kahve Molası, siz sevgili kahvecilerden gelen yazılarla hayat bulmaktadır.
Her kahveci aynı zamanda bir yazar adayıdır.
Yolladığınız her özgün yazı olanaklar ölçüsünde değerlendirilecektir.
Gecikme nedeniyle umutsuzluğa kapılmaya gerek yoktur:-))
Kahve Molası bugün 4.169 kahveciye doğru yola çıkmıştır.

Yukarı

 Tadımlık Şiirler


SEN DE SEYRET

Bir şiir daha takayım saçına
Yasemin gibi olsun
Ben seni seyredeyim

Bir türkü daha yakayım saçına
Şiirin gibi olsun
Ben seni seyredeyim

Rüzgardaki saçların
Dağdaki çiçeklerin
Semahına katılsın
Ben seni seyredeyim

Bir defa daha bakayım saçına
Gözüme sevgin dolsun
Delimsi kalbim gibi
Gözüm de senin olsun
Sen de seyret seni.

Armağan Konyalı

Yukarı

 Biraz Gülümseyin




Sanatçı: Rana Mermertaş

Yukarı

 İşe Yarar Kısayollar - Şef Garson : Akın Ceylan
Yamağı : Ayşe Nur Gedik


İşte sizlere nasıl oluyorda oluyor diyen meraklı gözlere sağlam bir kaynakça. http://www.kameraarkasi.org/ kısayolundaki web sayfasında kamera kullanılarak yapılan her türlü çekim çalışmasında neler yapılması gerektiği, ne tür malzemeler kullanıldığı gibi konu başlıklarının tamamı bu sayfalarda. Örneğin kısa film: ...gevezelik yapmadan kısa zamanda çok şey anlatma esasına dayanır. Kısa filmler kısa süre içerisinde birçok şeyi ifade edebilen yapıtlardır...

Hep bilgi hep bilgi, nereye kadar sürer. Yeter artık diyor ve size eğlencelik bir kısayol veriyorum. http://www.miniclip.com/gamefiles0304/redbeard.swf Buradaki oyun mario isimli oyunun sulu versiyonu. Yapmanız gereken su altında 5 saniyeden fazla kalmadan, (yoksa boğulursunuz), puanları önceden tanımlanmış olan baloncukları toplamak. Toplayınca ne oluyor, başımız göğe mi eriyor demeyin. Oyun işte, kazanınca kimse size madalya vermiyor; ama kafanızdaki karmaşık düşüncelerden kısa bir süre için olsa bile uzaklaşıyorsunuz.

Evet...Bundan binlerce sene once yasamış olan ve amacı sadece kotülere karşı dünyayı korumak olan Kata ve onu kendi gezegenine tutsak ederek üzerinde yaşam bulunan yedi gezegeni ele geçirmeye çalışan, ruhunu ve bedenini şeytana sunmuş şeyhil...Amacımız önce bulunduğumuz mahzenlerden kurtulup, Fasel gezegeninden kaçmanın yolunu bulmak. Ve tabii daha sonrada şeyhil'in kafasındakileri gerçeklestirmesine engel olacak büyüleri oğrenip....Neyse gerisini ful versiyonda görürsünüz http://www.chipotek.com/yazilim.html. Oyun abisi oyun :))

Bazı anlar vardır. Aslında kolay olmasına rağmen nasıl yapıldığını bilemediğimiz küçük bir ayrıtı, zamanımızın çoğunu çalar bizden. http://www.sorunne.net/ kısayolunda bilgisayarla ilgili teknik konulara ağırlık verilmiş ve bir çok sorun, kısa ve öz açıklamalarla sorun olmaktan çıkartılmış.

Akın

Yukarı

 Damak tadınıza uygun kahveler


ObjectDock v1.02 [7M] 2k/XP FREE
http://www.stardock.com/products/objectdock/
Görev çubuğuna hareketli bir program erişim sistemi eklemeye ne dersiniz? Macintosh kullananlar bilir, yeni nesil makinalarda programlara erişim için güzel bir animasyon var. İşte onun tıpkısının aynısı. Masaüstüne hareket getirmek isteyen herkese tavsiye edilir. Bizzat tarafımdan büyük bir memnuniyetle kullanılmakta ve tüm dostlara tavsiye edilmektedir:-))

Yukarı

http://kmarsiv.com/sayilar/20040628.asp
ISSN: 1303-8923
28 Haziran 2004 - ©2002/04-kmarsiv.com
istanbullife.com
Kahve Molası MS Internet Explorer 4.0+ ve 800x600 Res. için optimize edilmiştir.
Uygulama : Cem Özbatur - Her hakkı saklıdır. Yayın İlkeleri