|
|
|
Yazılan, Okunan, Kopyalanan, İletilen, Saklanılan, Adrese Teslim Günlük E-Gazete - Yıl: 3 Sayı: 538 |
2 Temmuz 2004 - Fincanın İçindekiler |
|
Editör'den : Bugün istihab haddimizi geçtik!.. |
Merhaba,
Her sabah dükkana minibüs yolunu katederek gidiyorum. Ve her sabah menzile sinirlerim tepemde varıyorum. Genetik değişime uğramış ellerin sahibi şöförleri anarak arabayı sürüyorum. Kornaya yapışık ellerini akşam n'aparlar diye merak ediyorum. Adeta tren vagonları gibi aralıksız dizilmiş minibüs katarları arasında mutlu kalmaya çalışmaktan yoruluyorum. Canım şöför kardeşlerim. Bilirim siz KM'yi okumazsınız. Varsın olsun. Benimkisi iç döküp rahatlamak. Eyy seyahat dünyamızın vazgeçilmez düdükçüleri, sizin bir elinizi bırakıp diğerini öpmek zorunda olan biz garip yolcuların sizden bir ricası var. Lütfedip dinler ayağınızın ve elinizin altındaki frene hafifçe yüklenirseniz, bizleri çok ama pekçok mutlu edersiniz. Hadi diyelim dikkat çekmek için ötüyorsunuz ama kardeşim sizi görmemeye, görüp binmemeye imkan var mı? Bakın öterek üç metre önünüzdeki minibüs şöförünü de yattığı gaflet uykusundan uyandırıyorsunuz. O da uyanıp gazı topukluyor ve öndeki yolcuyu kapıyor. 'Ahanda böyle kaparım, nanik' diyerek o da altıncı parmağını öttürüyor. Olay namaz vakti Eminönü Meydanında yürümeye dönüyor birden. Biri bitip diğeri başlayan ezanlar gibi kesintisiz hard korna. Oysa sessiz sakin gizli gizli gitseniz öndeki minibüsü yenme ihtimaliniz bile var. Siz bunun olabilme ihtimalini bile sevemez misiniz? Altınızda ki tanktan bozma araçların da sevgiye muhtaç narin canlılar olabileceğini düşleyebilseniz keşke. Bakın tank dedim, bile bile taammüden dedim. Motokar'da bu sizin minibüslerin geliştirilip iyileştirilmesi için sürekli kafa patlatan mühendisbaşı benim arkadaşım olur. Kendisi sizden arda kalan zamanlarda zırhlı askeri araç imalatı işindedir. Varın gerisini siz anlayın. Biliyorum çok geldim üstünüze ama son birşey söyleyip gideceğim. Salkım saçak dolu olduğunuz halde hala parmak cimnastiği yaptınızın farkında mısınız? Hadi adam bineyim dedi, nereye sokuşturacaksınız? Beni örnek alın canımı yiyin. Bakın 5 güzel yazıyla istihab haddimizi kat be kat aştım 6. yazıyı koyacak yerim kalmadı. O zaman ben ne yapıyorum? Selam ve sevgilerimi yollayıp hızla gidiyorum. Hepimize güzel bir haftasonu dilemeyi de unutmuyorum.
Bir sonraki sayıda buluşuncaya kadar bulunduğunuz yerden bir adım öne çıkın. Sevgiyle... Cem Özbatur
|
Entel Kahveci: Mustafa Uyal |
Kent şarkıları, semt şarkıları, tatil şarkıları...
Her yolculuğun bir hedefi vardır..İş seyahatleri olsun, tatiller olsun hepsinde bir yerden bir yere gidilir ve genellikle de dönülür. Kimisine göre "seyahatin en güzel tarafı eve dönmektir" çünkü eski bir David Cassidy şarkısına göre "ev kalbinin kaldığı yerdir ". Peki sizler hiç kalbinizi bir yerlerde bıraktınız mı? Görünen o ki Bir çokları bırakmış.. Müzik arşivlerini şöyle hızlıca dolaşınca kentlere seslenen, onlara adanmış serenatların sayısının çokluğu insanı şaşırtıyor.
Bu yazıya ilk kıvılcımı çakan olay da şu: Geçenlerde Ray Charles öldüğü zaman onunla ilgili yazılardan birinde en ünlü yorumlarından biri olan "Georgia on My Mind" söz yazarı Stuart Gorrell'in Georgia'yı hiç görmediği yazıyordu. "Sanki neden ayrıldık ki?" diye biten bir şiiri yazan birinin orayı hiç görmemesi ilginç geldi. İnternet'te biraz gezince cevap ortaya çıktı. Şarkının bestecisi Hoagy Carmichael arkadaşlarının ona "Güney ile ilgili bir şarkı yaz orada bu tür işler hep tutar" demesi üzerine gerçekten de orayı hiç görmeyen oda arkadaşı Gorrell'in edebi yardımıyla bu şarkıyı yazmış. Şarkıdaki Georgia'nın bir kadın mı yoksa eyalet mi olduğu da uzun süre tartışılmış ama bir resmi eyalet şarkımız olsun diye çeşitli şarkılar ısmarlayan Georgia senatosu sonunda yerli bir besteci olan ve bu işe emek harcamasına rağmen kendisini bile mutlu eden bir yapıtla ortaya çıkamayan Mercer'in "bu işleri bırakın en iyisi "Georgia on my mind" demesi üzerine Ray Charles versiyonunu eyalet resmi şarkısı olarak kabul etmiş. Bu bir yere söylenen şarkıların belki de en güzellerinden biri. Diğerlerine gelince neler yok, nereleri yok ki. Konuyu pek dağılmadan bitirmek adına dünyada adına en çok şarkı yazılmış kentlerden birinin gerçekten İstanbul olduğunu bir not olarak düşelim.Burada saymakla bitmez, zaten çoğunu hepiniz ezbere biliyorsunuz ama sadece bir tanesi beni biraz kızdırır.Onun da müzikalitesi veya yorumu değil yazılma sebebine takılmışımdır. Parçanın adı "İstanbul İstanbul " 1982 Eurovision elemelerinde söyleyen de Nükhet Duru, gerçekten güzel bir parça. Ama defosu bir yıl önceki Eurovision şarkı yarışmasında Maggie Mc Neal'in söylediği "Amsterdam Amsterdam" adlı şarkının kazanmasa bile sükse yapması üzerine yaratıcı (!) bir yaklaşımla hazırlanması veya konseptinin kopyalanmasıydı diyelim.. Ne bileyim, oldum olası birilerini taklit etme, şark kurnazlığı yapma veya Avrupalı yaptı ben de yapayım tavırlarını anlayamadım gitti herhalde o yüzden.
Söz Amsterdam'a gelince çağdaş ozan veya Trubadour diyebileceğimiz tek kişi olan Jacques Brel 'den ve onun yaşadığı her kente düzdüğü methiyelerden söz etmeden geçmek olası değil. Amsterdam adlı ağır tempolu, hani şiir tadındaki şarkıda Brel Amsterdam limanındaki bir balıkçının, sadece balık kuyruklarından ve kafalarından yaptığı yemekleri yiyen, kah dans eden kah ağlayan, kah seven bir balıkçının hikayesini anlatır. Hüzünle anlatır. Sizi şöyle bir burar. Üzgündür Brel. Brüksel şarkısında ise sanki bir lunapark ortamındaymışçasına mutlu hareketli neşeli bir müzikle size cadde cadde vitrin vitrin kenti gezdirir. Acaba Brüksel'de Brel'i bu kadar mutlu eden neydi diye düşünürsünüz. Aynı Brel şöhreti iyice tattığı Paris'e tam bir şükran parçasıyla değinir: "La valse â mille temps" yani bin yılın valsi'yle. Aslında aşkın evre evre yani vals gibi geliştiğini gittikçe büyüdüğünü renklendiğini hareketlendiğini ve Paris'in ışıl ışıl şahitliği altında bin aşamalı bir şölene dönüştüğünü söyler. Ağır ağır başlayan bu şarkıyı dinlerken kazandığı baş döndürücü tempoyu acaba kaç kez hissetmişsinizdir? Paris adına şarkılar yazılması konusunda en az İstanbul kadar şanslı bir kent. En az derken, hemen bir düşünürseniz elin Paris'inin isminin geçtiği kaç şarkı hatırladığınızı bir deneyin eminim siz de şaşıracaksınız. Tabii bu arada Edith Piaf ve Serge Reggianni'nin haklarını teslim etmek gerekir. Edith Piaf'ın "Sous Le Ciel De Paris"inde şehrin gerçek melodisini duymamak, Serge Reggianni'nin "Paris Ma Rose"unda o şehre duyulan derin aşkı hissetmemek mümkün değildir. Paris'i her mevsim sevenlerin şarkısı, "I love Paris in Springtime" diye başlayan hani bunların yanında açıkçası pek bir sönük kalır. Paris ve İstanbul kadar notalarla övülen başka bir şehir de pek yoktur.Varsa da bu satırların yazarının bilgisi bunlarla kısıtlı. Ancak ismine az ama çok güzel şarkılar yazılan kentler, ülkeler, eyaletler tabii ki bitmez. Örneğin bir zamanların çiçek çocuklarının ve değişimin merkezi California, Beach Boys, Mamas and Papas, Scott Mc Kenzie,Doors, Flowerpot Men gibi grup ve sanatçılara Hippie ve Plaj kültürü etkisiyle ne nameler döktürtmüştü. Surfin'USA, If You're going to San Francisco (be sure to wear some flowers in your hair), California dreamin', Let's go to San Francisco, LA Woman. Bunlar özgürlüğü , aşkı savaş karşıtlığını, yırtık blucinleri ve Volkswagen minibüsle gezen sörfçüleri melodileriyle hatırlatan sadece birkaç tanesi. Bugünün California'sının sigara, emisyon, hatta mevsim dışı yüzme gibi yasaklarını ne kadar abarttığını falan hatırlayınca "hey gidi günler hey" diyesi geliyor insanın. Halbuki o şarkıları söyleyen jenerasyon değil mi bugün orayı yönetenler? Arnold değil tabii ki. Ama ya diğerleri?
Neyse konumuza dönelim şehirler ve şarkılar. Amerika'ya şöyle seyahat eder gibi bir bakarsak enteresan şeyler görüyoruz, bunlara bölgesel etkiler de diyebiliriz. Mesela Amerikanın bayraklaşmış şarkılarından biri : "Sweet Home Alabama" . Alabamnın güzelliklerini anlata anlata bitiremeyen bu Lynard Skynard parçasının keyfi bir zamanlar orada yaşayan zenciler için ne kadar geçerli idi bilinmez ama şimdilerde tüm güneyin vazgeçilmezlerinden olduğu kesin. Orta batıya ilerleyince Rocky sıradağlarının , Virginia'nın, Shannondoe nehrinin sesi John Denver'ı unutmamak lazım. Aslında İsmi Henry John Deutschendorff olan yani buram buram Almanca bir ismi olan John Denver folk müziğin ve Amerika'nın orta batısından esen temiz , güzel bir rüzgar gibi bu dünyadan geldi geçti. Arkasında ise yüzlerce aşk şarkısını ve Country Folk dediğimiz memleket havalarını tüm dünyaya bıraktı. Birleşik devletlerin bu temiz havalı ve sakin ortamlı bölgesinden Amerikanın doğu ve kuzeyine doğru ilerleyince her anlamda iklim değişikliğini hissediveriyorsunuz ve yer altı dünyasının kirli etkileri yüzünden şarkılara konu olan Chicago ya varıyoruz. Paper Lace'in "The night Chicago died" ında Al Capone ve Polisler arasındaki final çatışmalar konu edilir, Graham Nash'in "Chicago"sunda ise Gangsterlerin kent üzerindeki bunaltıcı etkisi anlatılır. Gerçekte ise Chicago Amerikanın gerçek kültür ve sanat merkezlerinden biridir bu özellikleri ise nedense pek notalara dökülmemiştir. Tabi muhteşem Chicago topluluğunu ve tüm şarkılarında aslında kentin tadı olduğunu bir tarafa bırakırsak..Ohio da Chicago gibi kötü bir anıyla şarkılaşmıştır. Kent Üniversitesi kampusünde milli muhafızların savaş karşıtlarına ateş açması sonucu ölen 4 gence yakılan ağıttır Crosby Stillls Nash and Young'un "Ohio"su. Etkileyici ama tatsızdır, güzeldir ama acıdır.
Yeni dünyanın daha doğusunda "New York New York" nidaları arasında ümit arayanlar ile başaranlar birlikte yaşarlar. Çünkü şarkıya göre "Eğer New York'ta başarırsan her yerde başarırsın". Liza Minelli kadar bu şarkıyı iyi söyleyen var mı bilmem ama çok kişinin söylediği kesin. Bu da dünyada en çok kaydedilen parçalardan biri olma yolunda hızla ilerliyor. Çok popüler olmasa da Art Garfunkel'ın Paul Simon ile verdikleri Central Park konserinin en sükseli parçalarından biri si de "A heart in New York " olmuştu. Aşağı yukarı New York New York ile aynı temayı başka sözlerle işleyen bir parçaydı. Londradan New York'a gelip tempoyu yakalamaya çalışan birinin şarkısıydı. Belki de Sting'in "Englishman in New York" ta yaşamını "kanuni yabancı" olarak tasvir ettiği İngiliz centilmenin gençlik şarkısıydı. Kim bilir?
Ve İngilizler..Otomobil, futbol, sanayi ürünleri gibi bir çok şeyde olduğu gibi pop müzikte de önder ve lider olup bunu da diğerleri gibi daha sonradan başkalarına kaptıran İngilizler. Beatles, Rolling Stones, Shadows'un açtığı yollardan artık bir sürü cılız ses ve bol miktarda "boy band" geçmekte ama futbol spikerlerinin deyimiyle adalardan eskisi gibi bir çıkış artık yok.Ama İngiliz'lerin Pop müziği kökten değiştirme özelliklerini görmezden gelemeyiz. Bir başka İngiliz özelliği de nedense pek kente veya ülkeye yönelik bir şarkı yapılmaması olsa gerek. Dünyanın en üretken sanatçılarından Lennon -Mc Cartney ikilisinin çoban köpeklerinden, trafik memurlarına, LSD den Fransız sevgililerine kadar yazılmış yüzlerce şarkıları vardır ama bir tane Liverpool veya Londra adına şarkı yoktur. Sadece Liverpool'da Paul'un çocukluğunda oturduğu cadde için yazılmış bir"Penny Lane" vardır. "Back in the USSR" o zamanki Sovyetler ile ağır matrak geçtikleri için kategori dışı tutulmaktadır. Paul Mc Cartney daha sonra "London Town" albümüne ismini veren parçasıyla bir Londra serenatı yaptıysa da bu gerçekten "devede kulak kalır" diye adlandırılabilir. İyice düşününce aklıma gelen, Liverpool Futbol klübünün ünlü tribün şarkısı "You'll never walk alone" u da söyleyen Gerry and Pacemakers'ın da "Ferry across the Mersey" diye Liverpool kökenli bir parçası da vardır ama 40 yıllık Rolling Stones'un da ve diğer üretken İngiliz Elton John'un da bilinir bir kent, semt şarkısını doğrusu anımsayamıyorum ve çok şaşırıyorum.. HAİR müzikalinde ismi geçen "Manchester England "ın da niye orada olduğunu yıllardır hala anlamış olamadığım için ona da bilgi olarak dokunamıyorum.
Bundan sonra anımsadıklarım ise tek tük ama güzel parçalar. Mesela Montserrat Caballe ile Freddie Mercury'nin muhteşem "Barcelona"sı , UB40 nin "Kingston Town"ı. Niye UB 40 Jamaica ile ilgili derseniz bilmiyorum ama en azından Kingston Town'a dünyayı değişmeyeceklerini söylüyorlar. Fakat aynı Jamaica'yı 10cc'den dinlerseniz, "Dreadlock Holiday" de Jamaica'da insanın başının nasıl derde girip, bir tatilin nasıl kabusa dönüşebileceğini de dinleyebilirsiniz. Acaba otellerinin yeri mi kötüydü?
Yazının sonuna geldikçe bilinmezler artmaya başladı . "Hotel California"nın gerçekte neyi kastettiğini açıklayan 5 ayrı teoriye girmeden bir toparlama yapalım..Yollar güzel, yerler güzel, müzik ile hepsi daha güzel oluyor. Mesela "Bodrum Bodrum.".
Ne dersiniz, tatil zamanı geldi mi?
Mustafa Uyal
Yukarı
|
|
Aklıma Estiği Gibi : Ebru Kargın ANNEMİN GELİNLİĞİNİ DE GİYECEKTİM, SIRA ONA GELSEYDİ... |
|
Bunu kesseler yazmazdım, ama düşündüm de her haltı yaz sonra iş bu konuya gelince tereddütte kal, sonra gene düşün, olmaz yahu daha neler diye yazmaktan vazgeç...
Düzenli olarak deli misin sen mailleri geliyor, artık değilim desem de fayda etmiyor. Nasılsa adım çıkmış, o zaman bunu da yazabilirim... Bak ama bunu tamamen çocuk oluşuma verin, kesin bir dille söylüyorum ve aksini hiç mi hiç tavsiye etmiyorum... Her ne kadar, benim çocukluğum bu kadar da ipe sapa gelmeyecek kadar saçma değildi, deseniz de yineliyorum, tavsiye etmiyorum,...
Aile albümleri vardır, bilirsiniz işte, herkesin evinde olanlardan... Bizim ki epey bir fazlaydı... Bak bak bitmek bilmez, baktıklarını unutup başa dönersin, öyle bir şeydi işte. Karmaşık bir şey yani. Annem fazla meraklı kadındır fotoğraflara,üşenmez çeker her anı, çeker albüme koyar bir güzel...
Ben altı yaşımdayken albümlerimizin sayısı 16 - 17 tane kadardı... Arada oturur bakardım. Yine bir gün, albümlerimize bakarken, ağabeyimin sünnet düğünü fotoğraflarına geldi sıra. Bordo rengi bir pelerin, işte asa, fes, maşallah yazılı o şey, tam teşkilat giydirmişler bizim yakışıklı oğlanı, poz verdirtmişler bir güzel. Belli ki çok gaza gelmiş, acayip kasılmış fotoğraflarda, dimdik bir duruş, iki eliyle sanki az sonra savaşa gidecek gibi sımsıkı kavradığı o asa denen şey, gözleri kısık aslan yavrusu edasıyla pozlar vermiş. Ama ne poz, bak bak bitmedi.
Ağabeyim benden 10 yaş büyüktür. Sünnet olduğunda 7 yaşında kadar olmalı, yani ben dünyada yoktum, haklı olarak ağabeyimin erkekliğe ilk adım atış denen o kral gibi halini göremedim. Aslında çok merak da etmedim yani... Ta ki eski gereksiz kıyafetlerimizin nerede barındırıldığını öğrenen dek.
Büyük kullanılmayan, dolabın üst raflarına istiflenmiş. Ben de orada annemin bana aldığı Kızılderili kostümümü ararken, o da ne alakasız bir şey buluyorum. Ağabeyimin sünnet kıyafeti. Ne alaka değil mi, annemin hatıra merakı işte... Bir çıkarıp bakayım istiyorum ve çıkarıyorum da...
Pek şık ya, inanılır gibi değil. Sadece 6 yaşındayken böyle şeyler insana şık gelebilir. Özellikle de bir kız çocuğuysanız, o pullu, parlak, bin bir işlemeli sünnet kıyafeti fazlaca dikkat çekici olabilir. Benim ki de böyle bir şey olmalı. Bundan fazla değil...
Hayır bundan fazlası oldu tabii. Maalesef sünnet olmaya karar verdim. Nasıl olacak değil mi, bakın şöyle. Sünnet denen şeyin kesilme kısmını henüz bilmediğim için, olayın sadece bu allı pullu kıyafetleri giyerek gezmekten ibaret olduğunu sandım. Ata binersin, ya da ne bileyim arabayla falan gezdirirler, olmadı sokaklarda dolaşırsın falan filan. Neyse ben sünnet olacağıma göre bir an önce hazırlanmalıyım.
Önce ağabeyimin pantolonunu giydim, olmadı, çıkardım. Krem rengine en yakın kendi pantolonlarımdan birini giyerek durumu çözdüm. Gömleğini giydim o da epey bir büyük oldu önemsemedim. Kollarını kıvırdım, boyuda önemli değildi pantolonumun içine sokunca... Süperrr, ağabeyimden daha bile iyi görünüyorum, daha geri kalanları takmadan üstelik... Sonra şu pelerin ( adını daha sonra öğrendim ) bağlarından boynuma bağlayıp, sırtımı örtecek şekilde onu da giydim, çıkardım. Papyonu bir takayım önce, sonra pelerin değil mi ama... Papyonu taktım, pelerini yeniden giydim aaa, maşalalahı takamadım. Tekrar çıkardım pelerini maşallahı taktım, sonra tekrar pelerin. Bunlar bitti sıra geldi fesi takmaya. Al işte orada da bir sorun var, saçlarım işi bozuyor. Ne yapmalı ki. Aaa bundan kolay ne var, keserim olur biter. Mutfaktan annemin tavuk makasını alıp, omuzlarımdan aşağı süzülen o benim canım saçlarımı, sünnet çocuğu olmak uğruna kesiyorum fesin dışına sarkmayacak şekilde ve olabildiğince eğri büğrü... Fesi başıma yerleştiriyorum aman ne güzle oldum, ağabeyimden daha iyi görünüyorum, bana daha çok yakıştı. Son iş ayakkabılarımı giyip, asamı elimde sıkıca kavramak. Bu arada şunu söylemeyi unuttum evde güya bana göz kulak olması için bulunan büyük annem dışında kimsecikler yok. Şansa bakın ki o da uyuya kalmış bir güzel. Yoksa çok iyi biliyor ki, Ebru' nun sesi çıkmıyorsa mutlaka bir dolap çeviriyordur.
Neyse tüm giyinme işlemlerim bittikten sonra, ayna karşısına geçip kendimi inceliyorum, çok mutluyum benim gibi sünnet çocuğu görmedim henüz, maşallah yani. Gözlerimi kısıyorum tıpkı ağabeyimin fotoğrafta yaptığı gibi, iki elimle sımsıkı asamı tutup poz veriyorum aynaya. "Çık" diye bir ses çıkartıp güya fotoğrafımı da çekmeyi ihmal etmiyorum.
Şimdi bu kadar sanıyorsunuz siz bunu değil mi... Yanılgı, hem de büyük olanından. Olur mu hiç daha sokağa çıkacağım...
Tüm hazırlıklar bittiğine göre sokaklara çıkıp gezmeliyim, sonuçta sünnet olduğuma göre buna hakkım vardır mutlaka. Öyle de yapıyorum...
Önce apartmandan çıkarken apartman görevlimiz Mehmet ağabey ile karşılaşıyorum hemen kapı önünde, hayırdır Ebru sünnet mi oldun sen diyor, başımla onaylıyorum, evet, sünnet oldum ben. İlk adresim beni çok seven, sokağı tekeline almış market sahibi Mustafa amca. Küt gidiyorum dükkana, merhaba Mustafa amca bak ben sünnet oldum diyorum, market içinde ki semt sakinlerimi dönüp bakıyorlar, sünnet olmuş bana. Ebru sen ne yaptın diyorlar, sünnet oldum görmüyor musunuz, diyorum ? Neyse çok sinirlenip çıkıyorum dışarı vuruyorum kendimi yollara. Herkes bana bakıyor garip garip, ne var yahu sünnet oldum işte ben...
Ben o inanılmaz gururu almışım yanıma, yürüyorum yollarda. Herkes bana bakıyor, ben de bana bakanlara gülümseyen suratımla selamlıyorum. Böyle mutluyum...
Yok artık değilim çünkü, ablam yakalamış beni arkamdan Ebruuuuu diye kükrüyor, dönüp ona da söylüyorum sünnet olduğumu, ne yaptın sen, saçların, bu kıyafet nedir böyle diye söylenip, tuttuğu gibi yakamdan eve götürüyor beni. Ağlıyorum, çığlık çığlığa ağlıyorum. Sünnet olmanın nesi kötü, anlamıyorum...
Ev meclisi o akşam olayı çok ciddiye alıyor, bense bir kenarda süt dökmüş kedi gibi oturuyorum. Herkes bir şey söylüyor. Ablam, anne şuna bak saçlarını bile kesmiş diyor, Ağabeyim, kızlar sünnet olmaz bunu bilmiyor musun diyor, Annem, bak Ebru sen iyice yaramaz oldun artık şunu hemen kes diye çığlık atıyor, ben yine ağlıyorum. Bir sünnet oldum diye bu kadar üstüme gelinmez ki ama... Ben de ağlarken söylüyorum bunu onlara, hem sünnet olduğu için sevinmelisiniz diyorum. Annemin tansiyonu düşüyor...
Ertesi sabah ablam yanıma gelip başlıyor konuşmaya, bak Ebru' cuğum kızlar sünnet olmaz bunu anladın değil mi diyor, anlamamış olmama rağmen çok iyi anladım diyorum. Sonra da beni alıp kuaföre götürüyor kuş gibi olmuş kafama, bir şekil veriyorlar...
Ağabeyimin sünnet elbiselerini ortadan kaldırmadılar, çünkü benim bunları giymenin çok anlamsız olduğunu kabul ettiğimi zannediyorlar. Yine yanılgı, hem de en büyük tarafından. Olayın soğumasını bekliyor ve ilk fırsatta gene sünnet çocuğu oluyorum, kıyafetlerimi giyip, sokaklara atıyorum kendimi...
Tak ediyor bizimkilerin canına ve kıyafeti gereksinimi olan bir aileye veriyorlar en sonunda. Bunu öğrenen ben o gece sabaha kadar ağlıyorum. Çünkü her gün sünnet olmak istiyorum. Mutsuzum çok, her şey çok sıkıcı, bırakmadılar bir sünnet olayım, bunu hiç anlamıyor ve dolayısıyla kabul etmiyorum. Ne yapsam da sünnet olsam bilemiyorum.
Yine bir gün nasıl sünnet olurum diye düşünürken, aklıma süper bir fikir geliyor... Ablamın odasındaki bordo rengi nevresim iyi fikir. Gidip hemen ablamın yastık kılıfını çıkarıyorum, çengelli iğne ile tişörtüme tutturuyorum. Bir parçada beyaz çarşafı kesip, üstüne kırmızı tükenmez kalemle maşallah yazıp bir güzel asıyorum gögsüme, ablamın plaj şapkasını kafama geçirip, kuş tüyü yastığı da parçalıyorum, içinden bir tanesini aldığım kuş tüyünü şapkaya tutuşturuyorum. Aynaya dönüp bakıyorum berbat görünüyorum. Ama sünnet olmanın şartı bu, yapacak bir şey yok.
Konu komşu benim sünnet merakıma alışmış, yeni kostümümü pek yadırgıyorlar. Sokağı tekeline alan marketin sahibi Mustafa amca var ya, işte o yanıma gelip diyor ki, bak ebru sen kızsın ve kızlar sünnet olmaz. Bu defa düşüncelerim değişmiş, bu durumu reddedip, erkeğim ben diyorum. Hayır değilsin diyor. Öyleyim diye bağırıyorum, bak kulağında küpelerin bile var sen kızsın Ebru, erkekler de küpe var mı dikkat et diyor bu defa, canım Mustafa amca. Çok mantıklı geliyor birden. Öyle ya, kızların kulağında küpe olur erkeklerin olmaz.
Sokak tenhası bulup saklanıyorum. Küpelerimi çıkaracağım. Birini çıkarıyorum zar zor, öbürü çıkmıyor. Hale bak olmuyor... Vazgeçmek yok, bir kulağı küpeli erkek olsam olmaz mı sanki ? Olmaz, bir çözüm gerek mutlaka. Eve gidip bir yara bandı çıkarıyorum dolaptan ve küpeli kulağıma yapıştırıyorum. Küpem görünmesin istiyorum, çıkmadı ya lanet şey, ben de böyle yaparım olur biter. Bir erkek olarak kafaya takmaya değmez,...
Gizli kaçamak sokaklarda sünnet çocuğu olarak gezişim yine, ablam tarafından yakalanışımla sona eriyor. Annemin yine tansiyonu düşmüş. Yine aile meclisi toplanmış, ne yapsak diye düşünüyor. Ablam geliyor yanıma, şöyle düşünsen nasıl olur, bak sen diyelim ki erkeksin. Ama erkeklerde bir defa sünnet olur ve sonra bir daha olmazlar diyor. Benim daha çok sünnet olmam gerek diyorum karşılığında. Hayır diyor. Bunu düşün gerekmiyor diyor...
O gece bunu epey bir düşünüyorum 6 yıllık aklımla, çıkamıyorum işin içinden, ben sünnet olmalıyım, hem de defalarca. Mutsuzum yine...
Ertesi gün akşam üstü annem yanıma gelip gel haydi seni bir yere götüreceğim diyor. Elim mahkum takılıyorum peşine. Hiç bilmediğim bir yerde, hiç tanımadığım insanlarla dolu süslü düğün salonuna geliyoruz. İçeri girince izle diyor annem. Sünnet kıyafetleri ile dolaşan bir çocuk var benim kadar. Ben onları hayranlıkla izliyorum, annem elimden tutmuş ayaktayız. Birden o çocuğu alıp, kıyafetleri değişmiş olarak geri getiriyorlar. Elbise gibi bir gömlek giydirmişler. Kız gibi... Derken beyaz önlüklü bir adam oturup, o çocuğun şeyini kesiyor. Ve ben tüm bunları görüyorum, çocuk acı içinde ağlıyor bir an önce oradan gitmek istiyorum, anne ne olur gidelim diyorum. Annem, sonra o çocuğun annesi olduğunu öğreneceğim kadının yanına gidip, çok teşekkür ederim, bu hediyeyi de kabul edin diyerek kadına bir paket uzatıyor. Belli ki çocuk için alınmış...
Kapıdan dışarı çıkıyoruz ve Annem soruyor sünnet nasıl bir şey aslında anladın mı, diyor, sonsuza dek anladığımı fark ediyorum.
Eylül ayı gelmiş, 1 yıl sonra okula başlamam gerekirken, kendimi, erkenden kayıt işlemi için gittiğimiz okulum olacak yerde, yine annemin elinden tutmuş olarak buluyorum. Mutlu muyum bilmiyorum... 2 hafta sonra da okullar açılacakmış.
Okulumu seviyorum aslında, ama arkadaşlarımla sorun var... Ben onlardan küçüğüm diye yüz vermiyorlar bana. Hatta biri ileri gidip, sen bana abla diyeceksin bile diyor. Mutsuzum...
Öğretmenim tüm sınıfa soruyor, okula başlamak nasıl bir duygu diye, herkes tek tek cevap veriyor... Sıra bana gelince diyorum ki, öğretmenim burada ki erkeklerin hepsi sünnet olmuş ve kızların hepsi de olmak istemiş öyle mi yani diye soruyorum. Bir daha söyler misin diyor. Diyorum ki, haksızlık bu, benden büyük bunların hepsi ve ben erken sünnet olmak istedim diye buradayım ve çok saçma diyorum.
Öğretmen annemi okula çağırıp söylediklerimi ona da söylemiş ve konuşurlarken de belli ki, sınıfta kendisine abla demem için beni ciddi anlamda zorlayan öğrencilerden biri duymuş olmalı, ertesi gün tüm sınıf sünnet olmak istediğimi biliyordu... Biliyor olmalarını çok kafama takmak istemiyordum... Onlar az şey mi yapmışlardı yani. Mesela annesinin gelinliğini giyerek dolaşan yok muydu yani ? Benim yaptığım neden garipti o halde. Onlar gelinlik giyerken amaçları evlenmek, çoluk çocuğa karışmak değil miydi ? Benim önce bir sünnet olup, sonra evlenip çoluk çocuğa karışmak istemediğimi kim bilebilir ki ?
Bir süre sonra iyice anlamıştım ki, kızlar sünnet olmaz ve okulda sünnet olduktan ya da olmayı istedikten sonra gidilen bir yer değildi...
İşte bu kadar...
" En iyisi siyah camlı gözlük... Işığı en iyi bu süzüyor, ayrıca yüzünü kaplayacak kadar büyük olması daha iyi "
Ebru Kargın ekargin@kahveciyiz.biz
Yukarı
|
|
Kardelen Ezgileri : Fatma Toprak Gök DÖNEMEÇ | |
Ben senin bitmek tükenmek bilmeyen mide ağrındım. Sen bana hayat oldun...
Ben senin umudundum, eziyetindim. Sen benim gökkuşağım ...
Ben senin uykusuz gecelerindim, kan çanağı gözlerindim. Sen benim ışığım, gören gözlerim, duyan kulaklarım, aldığım nefes, yediğim yemek...
Ben senin ağır sancındım. Sen benim güneşim...
Ben senin sorun yumağındım. Sen benim yol açıcım, sorun kaldırıcım, göz yumucum...
Ben senin derdin, kederin, sıkıntın ama buna rağmen yüzündeki tebessümün, mutluluğundum. Sen benim sevgi pınarım, duygu selim, bağlılığım ama buna rağmen yüksek ses tonum, patlayan çıbanım...
Ben senin üşüyen ayağındım. Sen benim ayağımdaki her renkten lastik ayakkabı, yırtık çoraplarımın altına bir kere daha, bir kere daha, sonra bir kere daha dikilen ek çorap altım...
Ben senin yıpratıcın, tüketicindim. Sen benim eskiyen, kısalan okul önlüğümün kısalığını kapatmak için, altına giyindiğim tek elbisem...
Ben senin dikkatsizin, haylazındım. Sen benim okul önlüğümdeki soba yanığını kapatmak için eklenmiş yamalık...
Ben senin beklediğindim. Sen benim uzun yol mesafem, uyku bölünmelerim...
Ben senin umudundum. Sen benim sınav kaygım, endişem... Sen benim hırsım...
Ben senin susuzluğundum. Sen benim derin kalp ağrım, gözyaşım, yürek sancım...
Ben senin puslu bakışlarının altındaki sisli gölgendim. Sen benim son ışığım, yoğun umutsuzluğum...
Ben senin son gözyaşındım. Sen benim gözpınar kuruluğum, el uyuşmam, ayak karıncalanmam...
Ben senin son nefesindeki yaşanmamış hasretliğindim. Sen benim ilk sigaram, ani beyaz saç yumağım, yaşayıp-yaşamama kısır döngüm...
Ve ben senin acılı menemenin... Sen benim rüyalarımdaki dilsiz... İzleyemediğim televizyon programım...
Şimdi sen benim uzun vadeli mide ağrımsın. Peki ben sana neden hayat değilim?
Fatma Toprak Gök
Yukarı
|
Abla ve Kız Kardeşi...
İki kız kardeşmiş onlar. Dört yıl arayla dünyaya gelmişler. Abla, kardeşinden sadece dört yaş büyükmüş ama, daha ilk doğduğu andan itibaren "ikinci annesi" oluvermiş küçük kardeşinin.
Her ne kadar bunu ondan hiç kimse istememiş, beklememiş olsa da, o kendiliğinden görev edinmiş; biricik kardeşinin bakımını, gözetimini, kollayıp korunmasını seve seve üstlenmiş.
Kardeşinin doğumundan sonra ondan başka hiçbir şeyi gözü görmemiş. Öyle ki, anne ve babasından oyuncak bebek dahi istememiş. Kendisinin okula başlayacağı yıla kadar küçük kız kardeşinin yanından bir an olsun ayrılmamış. Sonraları, kardeşinin yanına koşup gelebilmek için okul dönüşlerini iple çeker olmuş.
Aradan yıllar geçmiş, küçük kız kardeşin de okullu olacağı dönem gelmiş. Herkeslerden, hatta kardeşinden daha çok sevinmiş bu duruma, çünkü onu evde bırakıp gitme zorunluluğundan kurtulacak, böylelikle de gözü arkada kalmayacakmış... sanki annelerinin titiz ve özenli bakımı yeterli değilmişçesine...
İlk, orta ve liseyi, hemen hemen hep aynı ya da yan yana olan okullarda okuduklarından, önceleri el-ele, büyüdükçe de kol-kola, birlikte gidip gelmişler okul yollarında yıllarca...
"Etle-tırnak gibi birbirinden ayrılmaz olmayı", işte bu çocukluk dönemlerinde öğrenip yaşamışlar. Birlikteliklerini bozan ilk ayrılık, ablanın liseden mezun olup üniversiteyle birlikte, işe de başladığı yıl gelmiş. (O zamanlar, hukuk-iktisat gibi bazı fakültelerde devam mecburiyeti yokmuş.)
Abla, İktisadi Ticari İlimler Akademisine girdiği yıl, aynı zamanda özel bir bankada çalışma hayatına da adım atmış. Aslında yetenekleri, hayalleri, idealleri bambaşkaymış...
Henüz ilkokul çağlarındayken, bu son derece hassas ve duygulu kızın, müziğe olan tutkusunu ve yeteneğini keşfeden küçük dayısı, yeğenini Devlet Konservatuarı'na kaydettirmek için tüm çabasını harcamasına karşın, sonuçta bir kaya kadar sert, son derece inatçı ve de "dediğim dedik" olan (ablasının eşi) eniştesini, büyük kızına konservatuar eğitimi aldırması konusunda ikna etmeyi başaramamış!..
Eğilim ve yetenekleri, babasınca görmezden gelinerek harcanmış ve konservatuar yerine, sıradan bir orta-okula kaydı yaptırılarak gönderilen sıra dışı bu kız çocuğu, daha sonra Fen Lisesini kazandığı halde, bu defa da okulun "yatılı" olmasından dolayı yine babası tarafından engellenip, sıradan bir liseye verilmiş.
Genelde içine kapanık ve çok sessiz-sakin bir yapıya sahip olan abla, hak ettiği okullara kendisini göndermeyen babasına karşı olan içten kırgınlığını ve sessiz tepkisini, yollandığı düz lisede fen yerine, edebiyat bölümünü seçmekle göstermeye çalışmış.
İçinde yaşattığı sanat aşkı ve sanatın hemen her dalına olan düşkünlüğü, her geçen yıl kendisiyle birlikte serpilip büyümüş sanki... o dönemlerde gittikçe sanat tarihi ve arkeolojiye merak sarmış. "Bari..." diyormuş içinden; "bari, üniversite tahsilimi sanatla iç içe olan bir konuda yapayım"...
Okulda en başarılı olduğu ve sevdiği dersler, sanat tarihi ile, eski uygarlıkları okuyup öğrendiği medeniyetler tarihi ve tabii ki müzikmiş... En büyük ilgi alanını sanat tarihi ve arkeoloji oluşturuyormuş. O nedenle de lise bitimine doğru, A.Ü., Dil-Tarih-Coğrafya Fakültesi'nin bu bölümlerinden birine girmeyi kafasına koyup; ileride bir arkeolog olabilmeyi hayal eder olmuş...
Üniversite sınavlarında almış olduğu puanla, gönlünden geçirip arzuladığı, istediği branşı seçme şansı da varmış, üstelik. Ancak, "baba" engeline toslamış yeniden! Tıpkı orta-okul, lise çağlarında olduğu gibi...
Bu defa da; "eğer üniversite okumak istiyorsan, işe girip çalışmanı engellemeyecek bir okul seçersin kendine... benim görevim sizlere 18 yaşınıza kadar bakmak, yani lise bitene kadar... ondan sonrası kendinizin bileceği bir şey... okur veya okumazsınız!" diyormuş babaları...
Oysa, babalarının hiçbir maddi sıkıntısı da yokmuş!.. Nice fakir insanlar varmış çevrelerinde; okuyup, tahsil yapsınlar diye çocukları için tüm imkanlarını seferber edip, varlarını yoklarını ortaya koyan, çocuklarının gözlerinin içine bakan...
Babalarının, oldum olası yegane sıkıntısı, eşi ve iki kızından oluşan küçücük ailesinin omuzlarına yüklemiş olduğu sorumluluğu bir türlü kabullenememesindeymiş!.. Sevgisizliği, hırçınlığı, sertliği, hoyratlığı, kimselerle uzlaşmaz kişiliği hep bu yüzdenmiş... Çocukluk dönemleri boyunca yaşadıklarından öğrenmişler, zaten biliyorlarmış babalarına ağır bir yük olarak geldiklerini ve babalarının kendilerine bu gözle bakıp gördüğünü... Çaresiz, bir kez daha yine sessizce kabullenmiş bu gerçeği ve bu gerçekle yaşamayı!..
O da, küçük kız kardeşi de...
Ama, bütün bu olanlardan dolayı ne şikayet etmiş, ne de maruz kaldıklarına isyan! Küçük kız kardeşi gibi değilmiş o; hep susarmış, hep içinde saklarmış yoksun kaldığı özlemlerini... kırılganlığını sessizliğe gömermiş... hiçbir şeyin hesabını sormazmış... talep etmezmiş... o an kendisine verilenlerle yetinirmiş... isteklerini sırf kendi çabasıyla elde edeceği günü sabırla beklermiş...
İşte bunlardan dolayıdır ki; üniversite seçimi sırasında da tercihini, devam mecburiyeti olmayan birinden yana kullanmak zorunda kalmış ve hiç istemeyerek yaptırmış kaydını İktisadi Ticari İlimler Akademisi'nin "İktisat" bölümüne... Ablanın, sanattan iktisada yönelişi de işte böyle olmuş. Hemen ardından, kendine bir iş aramaya koyulmuş. Birkaç ay sonra da özel bir bankaya girip, çalışmaya başlamış. Ama, daha o ilk gün, kendi kendine yemin etmiş:
"Kardeşim bunların hiçbirini yaşamayacak... tüm imkanlarımla arkasında ve desteği olacağım... benim yaşadıklarımı o asla yaşamamalı!" diye...
Akademideki öğrenciliği boyunca yıllık izinlerinin tümünü, sene sonu sınavları öncesinde, bir ay süreyle devam etmek zorunda olduğu dersleri izlemek üzere kullanmış. Sınavlarına, bankadan aldığı idari izinler sayesinde girebilmiş. Bu nedenle mezuniyetinde gecikmeler de olsa, sonunda üniversite dönemi tamamlanmış... Her ne kadar seçmeyi hiç düşünmediği bir meslek için olsa da, sonuçta üniversite tahsilini salt kendi olanaklarıyla sağlamış olmanın gururunu fazlasıyla hak etmiş...
Bu dönem zarfında çalıştığı bankada da hayli ilerleme sağlamış. Kısa sayılacak bir süre içerisinde "şeflik", "ikinci müdürlük" gibi bankacılıkta önemli aşamalar olarak görülen terfileri kolaylıkla almış...
'70'li yılların bankacılık camiasında üniversiteli elemanlar parmakla gösterilirdi. Bunun bilincindeki üst düzey yöneticiler, hazır ellerindeki bu çok genç ve başarılı elemanı, aynı zamanda "uzman bankacı" kimliğiyle de değerlendirmiş ve banka bünyesindeki meslek içi eğitim kurslarında kendisini uzunca bir süre "Eğitim Uzmanı" olarak görevlendirip, onure etmişler...
Bilgi ve tecrübesiyle, çalıştığı banka camiasına sayıları yüzleri aşan yönetici elemanlar yetiştiren bu, henüz çok genç ve de geleceği parlak bankacı çok geçmeden, önce "İç Yönetmen" ardından da "Şube Müdürlüğü"ne getirilmiş... hem de ticari hacmi ve potansiyeli yüksek olan büyük şubelerde...
Mükemmel bir kişiliğe ve olgunluğa sahip bu genç "Müdür Hanım" ile çalışmak için can atan memurları kadar, müşterileri de hayranmış kendisine...
Ama, ona asıl hayran olan biri daha varmış ki, o da küçük kız kardeşi...
*****
İşte, hızla geçen bu yıllar içerisinde o küçük kız kardeşte büyümüş... hem de ablasının kendisine sağlamış olduğu maddi-manevi sonsuz olanaklarla son derece rahat ve lüks içinde... Büyüme döneminin her safhasının tadını doyasıya çıkarmış ve çıkarmaya da devam ediyormuş o yıllarda... Öyle ki, ayakları altına serilen bu geniş imkanlar, küçük kız kardeşi biraz şımarık, biraz uçarı ve biraz sorumsuz bile yapmış... hatta biraz da bencil!..
Aslında küçük kız kardeşin çocukluğu da ablaya nazaran çok daha şanslı geçmiş... Başta heveslenip sonradan çabukça sıkılıp vazgeçerek bir kenara attığı şeyleri elde etmekte çok şanslıymış... Örneğin; kendisine bir gitar alınması... Halbuki bu konuda hiç de yetenekli değilmiş!.. Sadece bir heves uğruna aldırtmış gitarı, bir süre derslere devam etmiş, sonra da bıkıp bir köşeye atmış!.. Oysa, bu imkan o yıllarda "Abla"ya tanınmış olsaymış, bugün onun çok usta bir gitar virtüözü olması işten bile değilmiş...
Küçük kız kardeşin vazgeçmediği yegane tutkusu, "BİSİKLET"i olmuş...
Orta-okulu bitirdiği yıl, mezuniyet ödülü olarak alınmış ona. O yılların en pahalı, en nadir bulunan (Peugeot marka) yarış bisikletine sahipmiş ve bisikletiyle yatıp kalkarmış adeta... Yüreğindeki o kocaman özgürlük tutkusuyla, adeta "özgürlüğe pedal çevirircesine" binermiş sevdalısı olduğu bisikletine... Bir kuş gibi uçabildiğini ve bir kuş kadar özgür olabildiğini hissedermiş onun üzerindeyken... Başka da hiçbir şey umurunda değilmiş zaten!..
Asla harçlık sıkıntısı yaşamamış... Arkadaşları arasında "en paralı", hep o olmuş... Dedesi, iki dayısı, teyzesi ve çalışmaya başladıktan sonra da ablası... harçlığa boğarlarmış bu küçük kardeşi...
Tam bir "hippy" ruhuyla büyümüş ve yaşamış ilk gençlik dönemlerini... Akla gelebilecek her türlü çılgınlığı denemiş... Zaman zaman en sevdiklerini çok üzdüğünü bilse de... "Woodstock" atmosferinin özlemiyle yanıp tutuşan "serseri ruhu", onu bir dönem kalkıp taa İngiltere'ye gitmeye kadar sürüklemiş...
Küçük kardeşin idealindeki meslekse, "mimarlık"mış... "Okursam, sırf 'mimar' olmak için giderim üniversiteye" diyormuş hep... İki yıl, üst üste denemiş; ama, kazanamamış... Ve sözünde durup başka bir şey olmak üzere diğer bölümlere de girmemiş... Zaten babaları, büyük kızına yaptığı söylemin aynısını küçük kızına da her fırsatta tekrarlıyormuş... Ama, bu o kadar da önemli değilmiş... çünkü, eğer mimarlığı kazanabilse, her daim arkasındaki asıl büyük desteği olan "baba gibi ablası", seve seve okutacakmış onu...
O da, sıradan bir üniversite tahsili yerine, yabancı dilini ilerletmeyi koymuş kafasına... Ve bir okul kadar ciddiye alarak (ki o güne dek hayatında belki de ilk kez) devam etmiş olduğu, önce Amerikan Kültür Derneği'nin -- '70'li yılların ciddiyeti ve kalitesiyle eğitim veren -- ardından İngiliz Kültür Derneği'nin ve bu ikisi arasında da, Cambridge'deki bir dil kolejinin İngilizce kurslarını tamamlamış; sınavlara girip sertifikalarını almış...
Bu yıllardaki en büyük şanssızlığı, İngiltere'de bulunduğu dönemde Sevgili Dedesi'ni kaybetmek olmuş... Çünkü, hem ablasının katkıları, ama daha ağırlıklı olarak dedesinin maddi desteğiyle sağlanabilen İngiltere'deki eğitimini, bir poly-technic'e devamla bitirebilecekmiş... ama, olmamış!.. Hayalleri gibi, öğrenimi de yarım kalmış... Dönüşünden hemen sonra, o günün Türkiye şartlarına göre son derece yüksek maaş veren bir kuruluşta, yeterli İngilizcesi sayesinde, çok iyi bir pozisyonda göreve başlamış...
Aradan bir süre daha geçmiş. '80'li yıllar yaşanıyormuş artık... Küçük kardeş, yıllar öncesinden kafasına koyduğu bir başka hayalini gerçekleştirmenin peşine düşmüş bu defa...
"Anahtarı kendisine ait olan bir evde yaşamak"...
Başlangıçta, tüm yakın aile çevresince küçük kızın bir "ütopyası" gözüyle bakılan bu fikre, sonunda abla da razı olmuş. Ancak, "kendine ait olan bir anahtar" pek umurunda değilmiş ablanın!.. O sadece, hâlâ gözünde "hiç büyümeyen bir çocuk" olan küçük kız kardeşinin peşindeymiş... Onu her türlü tehlikeye karşı koruyup, kollamanın, kol-kanat germenin peşinde... Bitip tükenmeyen bir sabır ve hoşgörü dolu sevgi anlayışıyla... ve de her türlü zorluk karşısında kendisini kardeşine bir kalkan veya siper yaparcasına... Kardeşini, kendisinden daha çok seven, önemseyen böylesi bir abla daha var mıydı acaba?...
Onu asla kıskanmamış, aksine her zaman üzerine titremiş... Küçük kardeş ne zaman başını bir derde soksa, ablası sıkıntı ve belalardan bir bir kurtarır, içi titreyerek kucaklarmış onu hep...
En son fedakarlığı ise, anne-baba evinden ayrıldıktan sonra iki kız kardeşin birlikte yaşayacakları evi, banka kredisiyle satın almak için yüklü bir borcun altına girmek olmuş...
İki kardeş, en beğendikleri semtte, ikisinin de işyerlerine yakın olan, küçük, şirin, tam kendilerine göre bir daire bulup almışlar. Ellerindeki olan-biten bütün parayı birleştirerek, gerekli tadilat-bakım-onarımı yaptırmışlar, kendi zevklerine uygun tarzda dekore edip döşemişler ve taşınmışlar evlerine...
Yeni evlerinde geçirdikleri ilk gece, her ikisinin de hatıralarından kolay kolay silinmeyecek, "unutulmaz bir gece" olmuş hep... Gözyaşları içinde birbirlerine sımsıkı sarılıp kucaklaştıklarında onlara;
"İşte Kardeşlik Dayanışması, Paylaşım Budur!.. babamıza rağmen, önümüze çıkardığı tüm engellere rağmen Başardık"...
dedirten ve ikisini birbirine bir parça daha kenetleyen bir gece olmuş...
Bir elmanın iki yarısı olmayı da bu dönemde, yani her şeyi paylaşarak sürdürdükleri yeni yaşamlarında öğrenmişler...
Sevgili anneleri, bu ayrılığa çok üzülmesine rağmen, kızlarının huzuru uğruna hasretini içine gömmüş, çaresiz!..
Babaları ise, sesini çıkaramamış hiç!.. çünkü bu duruma kendi tutum ve tavırlarının neden olduğunu çok iyi biliyormuş!.. Bir bakıma, kızları evden çıkıp gitmekle, kendisinden yıllar önce sarfetmiş olduğu sözlerin intikamını almışlar!.. Kendilerince, babalarını yıllardır sırtındaki ağır yükten(!) kurtarmışlar işte... Kaldı ki, kızların her ikisi de çalışmaya başladıkları andan itibaren artık babaya yük olmaktan çıkmışlar zaten...
Kızlar, anne-babalarıyla irtibatlarını yine de kesmemişler hiç. Karşılıklı "misafircilik" oynamayı ileri ki yıllarda da sürdürmüşler... Böylece, babayla ilişkileri, eskisinden çok daha sağlıklı bir hale bile gelmiş!..
Tam dört yıl sürmüş kız kardeşlerin bu ikili yaşamları... Küçük kız kardeşin de cesaretlendirmesiyle, abla çok sevdiği kişiyle evlenmeye sonunda karar vermiş...
...Ve nihayet, bu kez birbirlerinden "cidden" ayrılacakları gün gelip çatmış!.. Her ikisi de kendi içlerinde ayrı ayrı, ifadesi son derece güç olan duygular yaşıyorlarmış... Bunların neler olduğunu hiç söyleyememişler birbirlerine... Galiba o güne dek birbirlerinden sakladıkları yegane "sırları" da, işte bu duygular olmuş... kendi içlerinde yaşayıp, yaşattıkları... belki de kendi kendilerine dahi itiraf etmeye çekinmiş oldukları duygular!..
Sonraki yıllarda, ister istemez birbirlerinden ayrı yaşamayı öğrenmişler... Ablaya oranla, küçük kız kardeşin bocalamaları, yalpalamaları çok daha fazla olmuş ve zaman almış kuşkusuz... Çünkü kendi kanatlarıyla uçabilmeyi ancak, ablası evden uçup gittikten sonra öğrenebilmiş... Yani doğumundan tam 32 yıl sonra!!!
Abla, yaklaşık 3,5 yıl sonra bu defa hediyelerin en güzelini, planlanandan daha önce, "sürpriz" bir şekilde doğum yaptığı sabah, hastaneye koşup kendisini görmeye gelen kız kardeşinin kucağına küçük bir "OĞUL"cuğu koyarak vermiş...
İşte bu minik varlık, küçük kız kardeşin hayat boyu kendine verilen en güzel hediye olmuş...
Abla, bu minik bebeği kardeşine uzatırken:
"Hayatımızda bu güne dek paylaşmadan yaşadığımız hiçbir şey olmadı, bundan sonra da olmayacak! Al hadi onu kucağına... korkma! o senin de bebeğin... ikimizin bebeği... birlikte büyüteceğiz... büyüdüğünü birlikte göreceğiz..." demiş...
Dünyalar, küçük kız kardeşin olmuş...
Nasıl olmaz ki? O, "Eşsiz ve Mükemmel Abla", kız kardeşine o güne değin cömertçe bağışlamış olduğu tüm değerlerin en değerlisi olan; "evlat sevgisini, anneliği de" sunmuş, tattırmış bir bakıma... Bundan daha değerli bir armağan ne olabilir ki?..
Ablaların En Güzeli... Küçük Kız Kardeşine hiçbir karşılık gözetmeksizin cömertçe ve dolu dolu sunmuş olduğun tüm güzellikler, yaptığın büyük fedakarlıklar, sonsuz hoşgörün, sabrın ve sınırsız sevgin için ŞÜKRAN borçluyum sana... Ömür boyu uğraşıp didinsem de hakkını asla ödeyemeyeceğim!..
Seni çok seviyorum Ablam...
*****
EVET... Tahmin ettiğiniz gibi sizlere anlatmış olduğum masalın kahramanları, bizleriz... O mükemmel "ABLA", benim eşsiz ablam ŞEYDA... ve onun "küçük kız kardeşi" ben, FERDA...
Düşündüm... Çok düşündüm hem de... benim için en değerli "ikinci varlık" olan "Ablama", sevgimi anlatabilmek için ne yapabilirim diye... Tüm Dünyaca kutlanan bir "Anneler Günü" var... sonradan buna bir de "Babalar Günü" eklenmiş ki, babalar mahrum ve de mahsun kalmasınlar diye!..
İyi ama, bazılarımız için, örneğin benimkisi gibi, hem "anne" hem de "baba" yerine konan "ABLA" lar varsa?.. Peki o zaman, kutladığımız bir "Ablalar Günü" neden olmasın ki?..
İşte bu yazıyı kaleme aldığım günü, ben kendi Ablam için "Ablalar Günü" ilân ettim... Bu yazımı da kendisine armağan ediyorum... Kelimelere büründürmekte zorlandığım duygularımın tümünü bu satırlara yansıtmayı başaramasam da, en azından denedim...
Üstelik, nicedir büyük bir özlem ve hasret de çekmekteyim Sevgili Ablama karşı... Artık, onlar İstanbul'da, ben Ankara'da yaşamaktayız... Birbirimizden asıl ayrılığımız, yedi yıl öncesinde onların İstanbul'a gidişiyle oldu...
Etle-tırnak gibi birbirinden ayrılmaz olmayı, çocukluk dönemimizde,
Bir elmanın iki yarısı olmayı, gençlik dönemimizde kendimize kurduğumuz ikili yaşam sürecinde öğrenmiştik...
Birbirinden uzak yerlere savrulduğunda, ayrılıkları yaşamayı ise, olgunluk dönemimizde öğrendik ister istemez...
Kim bilir bu yaşam bizlere daha bilmediğimiz neleri gösterip, öğretecek?..
En kötü ayrılıklar böylesi olsun hepimiz için...
Bir kez daha yineliyorum Sevgili Ablam... benim için hayatta "DEDEM'den" sonra en değerli "ikinci varlık" olarak, "SEN" gelirsin... Bilirim, sorgulamazsın hiç... bu "ikinci" planda kalış nedendir diye!.. ve bu "ikincilik" asla incitmez, kırmaz, üzmez seni...
En değerli İkinciye...
Ferda Önler fonler@kahveciyiz.biz
Yukarı
|
Café d'Istanbul par Mustafa Serdar Korucu |
Merhaba,
Bugün sizlerle ilk olarak Türkiye'nin az bulunur üretken sanatçılarından Candan Erçetin'in son albümü "Melek"i, ardından iklim değişikliklerini mercek altına alan "Yarından Sonra"yı ve son olarak hayatımızda büyük etkileri bulunmasına karşın fazla bilgimizin olmadığı bir konuyu ele alan "Süperego"yu paylaşacağım.
Keyifle dinlemenizi, izlemenizi ve okumanızı dilerim.
MELEK / CANDAN ERÇETİN :
Kaliteli çizgisinden hiçbir zaman ödün vermeyen, genç yaşına karşın Türkiye'nin divaları arasında gösterilen Candan Erçetin müzik kariyerinin altıncı albümü Melek ile hayranlarıyla buluşuyor.
Candan Erçetin albümlerinin bir rengi, bir teması vardır her zaman. "Chante Hier Pour Aujourd'hui"nin renginin kırmızı tonlu ya da "Neden" albümünün çiçek temalı olması gibi. "Melek" ise pembe bir albüm. Aslında her şeyi ile pespembe. Ona çok şeyler kazandıran "Melek"inden, ayrılığına kedisini "Bahane" ettiği şarkısına kadar. Hüznün içinde bile hayata pembe gözlüklerle bakan bir Candan Erçetin var bu albümde. Ve tabii ki Erçetin müziğinin önemli elementlerinden olan Makedon ezgileri de albüm de haklı yerlerini alıyorlar haliyle.
Albümün çıkış parçası olan "Melek" ile "Meğer", "Sitem" ve "Bu Sabah"ın söz -müziğini üstlenen Candan Erçetin, Barlas Erinç ile yazdığı "Ağlıyor musun?", "Canı Sağolsun" ve "Sensizlik" ile de söz yazarlığını pekiştiriyor.
Erçetin'in albümlerinde önemli yer tutan isimlerden biri olan özellikle de "Hayranım Sana" adlı şarkı ile akıllara kazınan Sinan da "Melek"te müziğini Candan Erçetin'in üstlendiği "Sonsuz" şarkısının sözleri ile karşımıza çıkıyor.
Albümde farklılığı ile öne çıkan "Şehir" ise güzel sanatçının Ceza'yla düetini içeriyor ve bu şarkıyla hip hop da albümde yer buluyor. "Neden"de "Yüksek Yüksek Tepelere"ye yer veren Erçetin, "Melek" albümünde "Bir Yangının Külü"nü iki versiyon halinde, "Gökyüzünde Yalnız Gezen Yıldızlar"ı akustik gitar eşliğinde seslendiriyor.
Stüdyo kayıtları 4 ay süren ve mastering'i Londra'da yapılan "Melek" albümündeki her şarkı tüm Erçetin albümlerinde olduğu gibi birer hit potansiyeli taşıyor aslında. Benim favorilerim ise "Melek", "Sitem", "Meğer", "Şehir", "Yaşıyorum" ve "Bahane".
Yunan-Arap hitleri üzerine söz yazarak kendilerine "sanatçı" unvanı veren insanların çok olduğu bir ülkede gerçek bir yorumcu, gerçek bir söz yazarı olarak örnek gösterilebilecek ender sanatçılardan olan Candan Erçetin'in son albümü, sizin de hayattaki "Melek"inizi bulmanıza yardımcı olan mutlaka edinilmesi gereken az bulunur bir eser.
YARINDAN SONRA (THE DAY AFTER TOMORROW) :
İnsanoğlu hep kıyamet gününü merak etmiş, başına gelebilecek en büyük olayları tasarlamıştır. Nuh Tufanı, büyük depremler, kuraklık gibi felaketler de insanoğlunun bu tür felaketler üzerine daha çok düşünmesine neden olmuştur belki de. Bu olaylarla ilgili efsaneler yazılmış araştırmalar yapılmıştır insanlık tarihi boyunca. Tabii ki hakkında bu kadar yazılmış çizilmiş bir konuya da beyazperdenin tarafsız kalması beklenemez. Sinema sektörü de insanoğluna paralel felaket filmlerine önemli yer vermiştir. Bu filmlerin içeriği de dönem dönem değişiklik göstermiştir. Beyazperde kimi zaman teknolojinin korkutucu gelişimine dikkat çekmiş ve nükleer silahlara önem vermiş kimi zaman uzaylılara. Ancak hiç değişmeyen bir şey vardır o da tehlike nereden gelirse gelsin New York'un hasar gören bir şehir olduğu ve en önemli simge olan Özgürlük Anıtı'nın sular altında kalışıdır. Ancak bu sefer tehlike ne uzaydan geliyor ne de nükleer silahlar ateşleniyor. Felaketler dünyamızın kendi içinden, iklimi değişmeye başlayan yaşlı dünyamızdan geliyor. Ve, inananlar için dua etmekten başka bu olaya karşı koyabileceğimiz pek de silahımız yok.
Dünya her geçen gün ısınmaktadır ve kayıtlı tarihinin en sıcak günlerini son on yılda yaşamaktadır. İklimbilimci Jack Hall ise global ısınmanın dünyanın sahip olduğu iklim yapısını baştan sona değiştireceğini düşünmektedir. Araştırmaları onu korkutucu gerçeğe yaklaştırmaktadır. Bir eyalet büyüklüğündeki bir buzul Antartika'dan kopmuştur. Ardı arkası kesilmeyen iklimsel değişim haberleri gelmektedir dünyanın her tarafından. Tokyo'ya greyfurt büyüklüğünde dolu düşmekte, Hawaii fırtınalara esir olmakta, Yeni Delhi'de kar yağmakta, Melekler Şehri L.A. Amerika'nın ünlü hortumları ile boğuşmaktadır. Bütün olanlar Hall'un tezini desteklenmektedir ancak yetkililer buna aldırış etmemektedirler. Erimekte olan buzullar okyanuslara gerekenden fazla su biriktirmekte ve dünyanın iklimini değiştirmektedir. Global ısınma dünyamızı yeni bir Buz Devri'ne sürüklemektedir. Tüm bu iklim değişikliği ise tek bir büyük fırtına sonunda gerçekleşecektir. Bu durum karşısında Hall, bir yandan Beyaz Saray'ı felakete karşı uyarmaya, bir yandan da üniversite yarışı için New York'a giden 17 yaşındaki oğlu Sam'i kurtarmaya çalışacaktır.
"Independence Day" ile uzaylıların dünyayı istilasını anlatan, "Godzilla" ile ünlü Japon canavarını dirilten ve ülkeyi yağmalatan Ronald Emmerich, son filmi ile de dünyadaki global ısınmayla iklimlerin değişmesini ve büyük bir fırtınayı konu alıyor. 125 milyon dolara mal olan "Yarından Sonra"da tipik Amerikan filmlerinde olması gereken her şey var. Bol görsel efekt ile büyük bir felakete ve onun karşısında insanların acizliğine, bir babanın oğluna ulaşma çabası ile "kutsal aile" kavramına, yetkililerin Hall'u dinlememesi ile de tipik Hollywood idollerine gönderme yapıyor.
Her Amerikan filmi gibi görsel efektleri ile etkilemeye çalışan "Yarından Sonra" verdiği çevreci mesajı göz önüne alındığında izlenebilecek bir film.
SÜPEREGO / PRISCILLA ROTH :
Bütün insanlar hata yapar, kuralları çiğner. Fakat bunları yaptığında kafasının içinde onu azarlayan eleştiren bir ses vardır daima. Bize ahlak kurallarını anlatan, moral değerleri yaratan bir kısım vardır içimizde. İşte psikanaliz dilinde buna Süperego denir. Hayvani ve en temel dürtüleri kontrol eden İd ile bencil ve sadece kendimizi düşündüren Ego'yu frenleyen de odur. Freudyen anlayışta çocuğun anne - baba otoritesini içselleştirerek ortaya çıkarttığı süperego, aynı zamanda Oidipus kompleksinin de mirasçısıdır.
"Süperego" kitabı toplumsal normların bir kuşaktan bir kuşağa geçişinde süperegonun yerini ve çağımızın en sık rastlanan hastalığı depresyona nasıl sebep olduğunu incelemekte.
Pricilla Roth, süperegonun gündelik hayatımıza bilmediğimiz etkilerini, davranışlarımızı etkileyişini, psikoterapi ve psikanalizdeki vakalardan örnekler göstererek gizli ve güçlü etkisini gözler önüne seriyor.
Toplumsal normların gündelik hayata etkisini ve bunların nesilden nesile nasıl geçtiğini, süper egonun yaşamımızda oynadığı önemli rolü gözler önüne seren "Süperego" konuyla ilgilenenler için kaçırılmaması gereken bir kitap.
http://www.kmarsiv.com/cafe.asp
serdar@kahveciyiz.biz
Yukarı
|
Fotoğraf : Hülya Galitekin
<#><#><#><#><#><#><#>
Kahve Molası, siz sevgili kahvecilerden gelen yazılarla hayat bulmaktadır. Her kahveci aynı zamanda bir yazar adayıdır. Yolladığınız her özgün yazı olanaklar ölçüsünde değerlendirilecektir. Gecikme nedeniyle umutsuzluğa kapılmaya gerek yoktur:-)) Kahve Molası bugün 4.208 kahveciye doğru yola çıkmıştır.
Yukarı
|
SOL EL KONÇERTOSU
Demek yazamadan
Demek okuyamadan
Demek konuşamadan
Hem de ölmeden yaşanabilirmiş
Ama sevmeden yaşanamıyor Üçgülüm
Bir ölüyle bir canlı
Bir bedeni bölüştük
Sağ yanım ölmüş
Sol yanım capcanlı
Demek yazamadan
Demek okuyamadan
Demek konuşamadan
Ama düşünebildiğim için seni yaşıyorum
Yaşayabildiğim için sevmiyorum
Sevdiğim için yaşıyorum
Bir kolum bir elim bir bacağım ve dilim tutmuyor
Öyle bir sevgi var ki içimde
O beni hâlâ diri tutuyor
Yazamasam da okuyamasam da konuşamasam da
Seviyorum seni Üçgülüm
Sevdikçe yaşıyor yaşadıkça seviyorum
AZİZ NESİN
Yukarı
|
KM 1. YAZ ŞENLİKLERİ ESKİ FOÇA / İZMİR
24 Temmuz 2004 tarihinde Eski Foça'da Kenya Leylek Restaurant'ta planladığımız KM 1. YAZ ŞENLİKLERİ akşam yemeğine bütün KM yazar, yorumcu ve okur dostları davetlidir.
Güzel bir yaz akşamı yemeğine sıcak bir sabah kahvesinin de eklenebileceği bu haftasonu organizasyonunda sizleri de aramızda görmekten mutluluk duyacağız..
İl dışından ve hatta yurt dışından katılacak yazar, yorumcu ve okur dostlarımıza konaklama konusunda yardımcı olabilmek için elimizden geleni yapmaya çalışacağız.
Konaklama ile ilgili kesin rakam ve aşağıda belirtilen ücretin 07 Temmuz tarihine kadar ödenmesi gerekmektedir.
Konaklamasını kendisi ayarlamayı düşünen ya da sadece Akşam Yemeğine katılacak dostlarımızın kesin sayısının da en geç 19 Temmuz 2004 tarihinde ilgili restauranta bildirilmesi gerekmektedir. Katılmayı planlayan dostlarımızın belirtilen tarihlerden önce bizimle iletişime geçmesi ricasıyla...
NOT: Konaklama bedelleri için ödeme havuzu olarak KM Fincan Siparişi sayfasındaki Hesap No'su kullanılacaktır.
Daha ayrıntılı bilgi almak için as.demirel@superonline.com adresinden organizasyonun İzmir ayağı olan Dr. Seda Demirel ile iletişim kurabilirsiniz.
AKŞAM YEMEĞİ:
KENYA LEYLEK RESTAURANT
TEL: 0 232 8126216
Limitsiz yerli içki ve zengin balık sofrası
35 Milyon TL (Pazarlık nakit ödeme üzerinden yapılmıştır)
Yemek saat 20:00 de başlayacaktır
KONAKLAMA:
AMFORA OTEL
Tel: 0 232 8122806
25 Milyon TL oda+kahvaltı
Sevgili Dostlar,
6 Temmuz yaklasiyor. Tam dokuz yil olmus aramizdan ayrilali.
Daha yasarken unutturulmak istendigini biliyorum. Söylerdi de pek inanmazdim, abartiyor sanirdim. Türkiye'ye geldikten sonra dinledigim tanikliklar ve yasadigim olaylar ne kadar hakli oldugunu gösterdi.
Vicdanlari sürekli rahatsiz eden biriydi sonuç olarak, neden anilsin ki!
Baskalarinin, sadece yapamadiklarini degil, yapmadiklarini da yapan, sadece bilmediklerini degil, bilip de söyleyemediklerini söyleyen, önünde kendimizi suçlu hissettigimiz, yüzümüze karsi gerçekleri söyleyen, hatta söylemeden bile gerçekleri bize duyuran biriydi. Acimasiz bir aynaydi.
Neden
unutulmasin ki!
Öldügü gün o kadar seveni oldugunu görüp sasirmistim. Hüngür hüngür agliyordu insanlar. Sanki benim degil onlarin bir yakini ölmüs gibi, kendi acimi bastirip onlari teselli etmistim!
Sahi, o seller gibi gözyasi dökenler neredeler simdi?
Bunun böyle olacagini da söylemisti bana yasarken, buna da inanmamistim.
Dokuz yil önce onun en yasayan eserlerinden birinin sorumlulugunu üstlendim.
Yasarken kendisine söz verdigim gibi... Çok büyük bir sorumluluktu.
Basaramasaydim, "babasi kurdu oglu batirdi" damgasini yiyecektim tarihin önünde. Ne yapip edip basarmaliydim, Oysa faturayla makbuz arasindaki ayrimi bilmeyecek kadar deneyimsizdim. "Saf matematikçi" diye kaziklamak isteyenler, kendi çikarlarini "iyilik" ambalajina saranlar, bir koyup bin almak isteyenler, kabaran ayranlarini rakiya boganlar, yerine getiremeyecekleri sorumluluklari üstlenenler, olmayan akillarindan cömertçe sunanlar, "Nesin Vakfi sonsuza dek yasayacaktir" üfürüp bir daha yüzlerini göstermeyenler, en büyük alçakliklari binbir özüre siginarak ve en yakinlarindan bile gizleyerek yapanlar... Neler yasadim, neler gördüm, kimleri tanidim... Güncel sorunlarla bogusmaktan zamanim olmadi ki bunlari bir yere yazayim. Oysa ne ilginç olurdu.
Sansim yaver gitti bugüne dek. Kaziklanmadim bildigim kadariyla. Üç buçuk liramizi akilli kullandim, dogru yatirimlar yaptim. Nesin Vakfi yasiyor.
Hatta geliserek yasiyor. Ama bilin ki kolay olmuyor. Bu toz pembe ve eglenceli mektuplara aldanmayin. Isin zor yanini sakliyorum. Davul uzakta.
Benden sonra gelenlere böyle agir bir yük birakmayacagim. Sanata, kültüre ve bagisa güvenilmemesi gerektigini erken anladim. Gayrimenkule güveniyoruz!
3 Temmuz Cumartesi günü Vakif'ta bir piknikle Aziz Nesin'i anacagiz. Saat 11:00'de AKM'nin önünden servis kalkacak. Sizi ve yakinlarinizi bekleriz.
Ali Nesin
www.nesinvakfi.org
Yukarı
|
İşe Yarar Kısayollar - Şef Garson : Akın Ceylan Yamağı : Ayşe Nur Gedik |
Bilgisayarınızın duvar kağıdı arşivinde neler var? Yoksa siz hala standart wallpaper seçeneklerinizle mi idare ediyorsunuz. Ufkunuzu biraz geniş tutun ve http://www.digitalblasphemy.com/dbgallery/ab.shtml#confluence kısayolunu tıklayın. Gözlerinize inanamıyacaksınız. İstediğiniz resmi seçip, istediğiniz çözünürlükte bilgisayarınıza indirip kullanabiliyorsunuz. Ayrıca, animasyon sayfasına da uğramayı ihmal etmeyin. Burada sizi daha orjinal bir sürpriz daha bekliyor.
Yeme içme konusunda kendinize sınır koymuyorsunuz. Öğün sayısı dikkatsiz olmanıza rağmen, asla ana öğünleri kaçırmıyorsunuz. Fazla yediğinizi farkedince mutlaka bir diet kola içiyorsunuz. Hafta sonu hem yemeği fazla kaçırıp, ardından da "bu böyle olmaz, hemen rejime başlamalıyım" diyormusunuz? Pazartesi başladığınız rejimi, öğleden sonra bırakıyormusunuz? Siz en iyisi http://www.diyetimiz.com/ kısayolundaki web sayfasına girip tavsiyeleri inceleyin. Ve mutlaka yemek konusunda "HAYIR" demeyi alışkanlık haline getirin.
Bilgisayar, cep telefonu, klima, fotograf makinası, oto müzik sistemleri gibi bir çok ürün için yerinizden bile kalkmadan onlarca mağazayı nasıl dolaşabilirsiniz? Elbette internet yardımıyla. http://www.akakce.com web sitesi istediğiniz ürün hakkında, kısa zaman içerisinde bir tarama yapıp, size fiyatlarıyla birlikte raporluyor.
Nesin Vakfı'nın amacı, eğitim olanaklarından yoksun çocukların, tükettiğinden çok üreten, toplumsal sorumluluğu olan, özgüvenli ve özverili, kendini sürekli geliştiren, kendine ve dünyaya eleştirel gözle bakan, topluma yararlı bireyler olarak yetişmelerini sağlamaktır. http://www.nesinvakfi.org/ kısayolundan web sayfasına ulaşıp, vakıf hakkında detaylı bilgi alabilir ve hatta yardımda bulunabilirsiniz.
Akın
Yukarı |
Damak tadınıza uygun kahveler |
AM-DeadLink v2.00 [780K] Win9x/2k/XP FREE
http://majorgeeks.com/download2880.html
Tarayıcımızı 'Sık Kullanılanlar' (Favorites) bölümü zamnla dolar taşar. Bu arada pekçok adreste erişilemez olmuştur. Tek tek kontrol edip temizlemek yerine bu programı çalıştırıyor ve tüm linkleri kontrol ettiriyorsunuz. Gerisi size kalmış, ister silin isterseniz turşusunu kurun:-)) Netçilere şiddetle tavsiye edilir.
Yukarı
|
|
|