|
|
|
Yazılan, Okunan, Kopyalanan, İletilen, Saklanılan, Adrese Teslim Günlük E-Gazete - Yıl: 3 Sayı: 543 |
9 Temmuz 2004 - Fincanın İçindekiler |
|
Editör'den : Sosyolojik açmazlardayım!.. |
Merhabalar,
Dün yaşadığım teknolojik yoksunluk hali bugünde ziyadesiyle devam ediyor. Yeni sezonda iyi bir iyileştirme planı yapmak zorundayım. Aksi takdirde bu iş uzayacak, sizlerde benden yoksun kalacaksınız:-))) Ba..ba..baaa... Bu kadar gevezelik edecek vakit buluyorsun da ne demeye 2 satır ciddi olamıyorsun diyebilirsiniz. Buyrun deyin. Ben de size durumu kısaca izah etme şansı bulayım. Ciddi bir şeyler yazmak gerçekten ciddi bir iş. İki arada bir derede, 2 salla 1 yokla durumlarıyla geçiştirilebilecek birşey değil. En azından başka hiçbirşey düşünmeden 1-2 saati bu işe ayırmak gerek. Konuya karar verdikten sonra gerisi kolay geliyor ama konu seçimi için de çalışmak lazım. Şu anda olduğum gibi 20 saat dört duvar arasında kalınca bunlardan yoksun kalıyor insan. İşte teknolojik yoksunluk gereği sosyolojik açmazlara düşme hali de böylece gerçekleşmiş oluyor. Aaaa.. Ne dedim ben yahu? Gördünüz işte, beş dakikada Karagümrük yapınca saçmalıyorum. Daha fazla sizleri sinirlendirmeden ben çekileyim huzurlarınızdan ve sizleri bugün için özenle seçtiğim 4 ağır abi ve 1 çiçekle başbaşa bırakayım. Hepinize güzel, pırıl pırıl bir haftasonu diliyorum. Kendinize mukayyet olun, başınıza güneş geçmesin.
Bir sonraki sayıda buluşuncaya kadar bulunduğunuz yerden bir adım öne çıkın. Sevgiyle... Cem Özbatur
|
Deniz Fenerinin Güncesi: Seyfullah Çalışkan |
GECELER HALDEN ANLAMAZ
Ben geceleri severim. Bana kendimi yaşamak, kendi sesimi dinlemek için gündüzlerden daha cömert davranıyor. Daha dingin, daha duru ve yalnız olabiliyorum. Şimdi aklıma gelmeyen, söyleyemediğim binlerce başka nedenden ötürü ben geceleri daha çok seviyorum.
Gündüzler daha kalabalık ve yorucudur. Yetişmesi gereken işler, amansız bir koşturmaca vardır. Kendime soluk alacak kadar bile zaman ayıramam. Sanki gündüzlerim hep başkasınındır. Benim olmayan, bana eziyet olarak verilmiş zamanlar gibidir. Oysa geceler sabaha kadar benimdir. O zifiri karanlığa, karanlıkla birlikte geçirdiğim zamanlara kimse elini uzatamaz. Çelik bir zırh gibi beni bütün dünyadan korur. İşte o saatlerde ben bir başıma kalabilirim. Kendimle baş başa ve kendime çok yakın olmak hoşuma gider. Bu yüzden işte ben geceleri daha çok seviyorum.
Gecelerin zamanı daha sahici sanki. Yaşadığımı ancak geceleri anlayabiliyorum. Karanlık bütün rezilliği örtüyor. Eski binaları, yıkıntıları, çöpleri ve bütün çirkinlikleri saklıyor. Bir otobüs terminalindeyim diyelim. Yada istasyonda, vapur iskelesinde filan. Birlikte otobüs, vapur yada tren beklediğim insanları kendime daha yakın buluyorum. Geceleri insanların görünüşü bana daha sıcak, daha başka, daha güzel geliyor. Kendimle yüksek sesle konuşmak, bağıra çağıra şarkılar söylemek, deli, uçuk kaçık bir şey olmak bile geceleri bana daha olağan geliyor. Geceleri daha çok kendim olabiliyorum.
Geceleri gündüzlerden daha çok severim. Sabahtan akşama kadar insan ve araba kaynayan caddeler karanlık çökünce rahat bir nefes alır. Gündüzün telaşı bizi oradan oraya savurur. Evimizin bulunduğu sokaktaki tesbih ağaçlarının çiçek açtığını, borazan sarmaşıklarının bahçe duvarlarından aşağıya uzadığını, teneke kutulara ekilmiş fesleğenlerin çiçeklenmeye başladığını sokaklara karanlık çökerken, akşamları işten dönerken fark ederim.Gündüzün telaşı bütün güzellikleri bizden saklar. Kediler bile sokaklarda sadece gece olunca rahat rahat dolaşabilirler. Gece, siyah kadife bir örtü gibidir. Yumuşak, pürüzsüz ve kaygan. Gece güzel bir kadın gibidir. Güzel ve baştan çıkarıcı…Geceyi sevmek için daha binlerce nedenim var.
Geceleri böyle tutkuyla anlatan, sıcacık ve kendine yakın bulan başka birini hiç tanımadım. “Sen geceyi mi, yoksa gündüzü mü daha çok seversin ?” diye sorduğum kişiler genellikle bir tercih yapmanın uzağında durmayı seçerler. Yuvarlak ve çok beklediğiniz cümlelerle yanıt verirler. “Gecenin de gündüzün de kendine göre güzel yanları vardır.” türünde birkaç cümle söyleyip geçiştirirler. O tam anlamıyla gece yaşamayı seçen, yaşadığını duyumsayan birisiydi. Ben yaşamak için gündüzü, kendime eziyet etmek için geceyi beklerim. Keşke hiç gece olmasa, güneş dağların ardına kaçıp saklanmasa. Akşama doğru güneş biraz solgunlaşsın ama gece yerine yeniden serin bir sabah başlasın.
Çünkü gece hep çok uzun ve sıkıntılıdır. Gün içinde aklımdan uzak tutmayı başardığım her şey karanlığın içinden çıkıp koşarak gelir. Nefes almama bile fırsat tanımadan üzerime çullanır… Belleğimin uzaklarına attığım, gizlediğim , unutmaya çalıştığım binlerce konuda bana hesap sorar.. Karanlık insana kaçacak delik, gidecek yer bırakmaz. Evin, sokakların ve kentin en kuytularına köşelerine kadar sokulur. Yıldızlar solmaya başlamadan, sabah olmadan huzur bulamam.
Karanlık önce benim gözlerimi bağlar. Sonra da kollarım ve ayaklarımı. Beni çaresiz, yapayalnız ve kimsesiz bırakır. Bütün sokaklar tutulmuş, bütün yollar kapatılmış gibi hissederim. Korkularımı ve kaygılarımı çağırır. Gece, o sonsuz ve sınırsız karanlık canımı acıtır. Büyük bir iştahla acılarımı kanatır. Bütün şarkıları hüzün ve ayrılıklar üzerinedir. Üşürüm…
Bu şehre karanlık çökünce seni düşünürüm. Sen de benim kadar yalnızsın. Karanlıklarla kuşatılmış ve çaresizsin. Kendini teselli edecek nedenler bulamıyorsun. “Onun için geceleri sık sık ağladığını bile bilmiyor. Bilmediği daha iyi, o zaten sulu gözlü kadınları sevmezdi” diye düşünüyorsun. Sadece yarım şişe şarabın var. Seni sabaha çıkaracak sadece yarım şişe şarap. Küçük küçük yudumlarla içiyorsun. Yine gözlerin kan çanağı gibi kıpkırmızı ve başında kocaman bir ağrı var. Yine uykusuz, bitkin ve sarhoş yeni bir sabahı bekliyorsun.
Ben geceleri hiç bir zaman sevemedim. Dağları, denizleri, ormanları ve çölleri örten karanlık kimsesizliğimi saklayamaz. Her fırsatta gelir yüzüme vurur. Bir geceliğine bile olsa gözlerim kendiliğinden kapansın. Farkına bile varmadan derin bir uykuya dalayım isterim. Yatakta saatlerce dönüp durmadan, kalkıp defalarca sigara içmeden, uzandığım kanepede kendimden geçebilmeyi isterim. Uyuyabilmek için her yolu denedim. Koyunları saymak, bal karıştırılmış süt içmek, kitap okumak, ılık duş almak… Okuduğum yada başkalarından dinlediğim her şeyi… Hiç biri gece ve uyku ile beni barıştıramadı.
Bu gece ay var. Balkona çıktım. Ay ışığı sahildeki ağaçlardan başlayarak limanın ortasına kadar uzanan altın rengi bir yol olmuş. Dolunay ışıltılı ipliklerle çok güzel bir yaz gecesini kocaman denizin üzerine ilmek ilmek işliyor. Siyah dalgalara yağan pırıltıdan arta kalan sisli bir aydınlık şehrin üzerine düşüyor. Sokak lambalarıyla birlikte ay ışığı evlerin, sokakların, kale burçlarının siluetini kalın uçlu bir kalem gibi çiziyor. Gece ve ay sihirli elleriyle bu kenti, denizi ve geceyi eşsiz bir tablo gibi yeniden yaratıyor. Ben yine uykusuzum. Uykusuzluk gözlerime iğneler batırıyor.
Bütün bu güzelliğe rağmen ben yine uykusuz ve yorgunum. Uyumak istiyorum. Şimdi bir öğlen vakti düşlüyorum. Haziran ortasında sıcak bir öğle üzeri. Kestane bir kayık denizin ortasında hafif hafif oynaşıyor. Bir ayağım kenarından sarkıp denize uzanmış. Ben kayığı gölgeleyen kirli beyaz bir tentenin altında uyuyorum. Sahilde küçük bir kulübeye de razıyım. Dalga gelip çakıllarda yuvarlansın. Hiç susmasın yeter.
Deniz , kayık, dalga filan yok diyelim. Kocaman bir ovanın, ekinleri henüz biçilmemiş bir tarlanın ortasındayım. Dağlar uzaktan düş gibi belli belirsiz görünüyor. Yeni yeni olgunlaşan başaklar aşağıya doğru eğilmiş. Bu kocaman yeşil denizinin ortasında eğri büğrü bir ahlat ağacı var. Bütün tarlalar ve Haziran gelinciklerle kırmızıya boyanmış. Üzerimden küçük sürüler halinde üveyikler uçuyor. Tarla kuşlarının ve serçelerin sesleriyle, gelinciklerin kırmızısıyla iyice afyona dönüşen o öğle üzeri ben ahlat ağacının altında uyuyorum. Sokakta oyundan yorgun düşmüş bir çocuğun, akşam yemeğini bekleyemeden uykuya teslim olması, yenilmesi tadında huzurlu ve derin bir uykudayım.
Uykusuz gecelerin hepsi uzundur. Koyu karanlık ve gecenin ıssız saatleri bizi kendimizle hesaplaşmaya çağırır. “Bu gece gelmesem olmaz mı? Gel, bu gece de beni kendi halime bırak. Kanepenin üzerinde kıvrılıp yatayım.”diyemezsiniz. O ne halden, ne de sözden anlar. Birikmiş bütün pişmanlıklarımızı, yenilgilerimizi, kucağımıza bırakıp gider.
Gecenin ilerleyen saatlerinde seni düşünüyorum. Neden her şeyi yerle bir edip gittiğimi sana anlatmadım. Sen benim için her şey çok kolay oldu sanıyorsun. Sadece haklı olduğunu düşünmeni istedim. “Ben elimden geleni yaptım. O beni zaten sevmedi. Benim sevdiğimin onda biri kadar bile sevmedi.” diyebilmenin rahatlığını sana bıraktım. Sana hiçbir zaman tenime sindiğini, kanıma karıştığını söyleyemedim. Söylesem de o fırtınanın ortasında nasılsa beni anlamayacaktın. “Konuşulacak ne kaldı ki? Bitti işte. Buraya kadarmış.”diyebildim. Kestirip atmayı, en aceleci sonu yaratmayı, bir oldu bittinin kolaycılığına saklanmayı seçtim.
Ben güneşin altında yaşananların çiğ gerçekliğini karanlığın illüzyonlarına tercih ederim. Gece günah tadında, şehvet kıvamında bir şeydir. Karanlık saatler hırsızlara arkadaşlık eder. Katilleri ve fahişeleri, ihaneti ve cinneti gizler. Gece hain bir pusu, kör bir tuzaktır.
Seyfullah seyfullah@kahveciyiz.biz
Yukarı
|
|
Hikayeci : Tarkan İkizler Bir otobüs yolculuğu... Ya da "Göz yanılması"… |
|
*sevgili okuyucularıma "bisküvi" kelimesini benim "püsküüt"
olarak telaffuz ettiğimi bildirmekte fayda görüyorum.
Şehirler arası otobüsteyim, muavinimizin "On dakika sonra mola vereceğiz." demesinin üzerinden yarım saat geçti. Hâlâ mola yerine gelemedik ve dışarıdaki karanlık yavaş yavaş yerini hafif bir laciverte bırakmak üzere aydınlanmaya başladı.
Noktaları görüyor musunuz?
Siyah karelerle beyaz olanların kesiştiği yerde gri noktalar göreceksiniz. Aslında orada olmayan bu gri noktalar, gözümüzde bulunan "Işık alan hüceler"in beynimizde yarattığı aldatıcı bir görüntü. Tam anlamıyla göz yanılması…
Elimdeki kartta böyle yazıyor, yazının üstünde de bir çizim var; dört tane siyah kareyi yan yana dizmişler, böyle dört sırayı da üst üste koymuşlar ve aralarındaki beyaz boşluklar kendiliğinden bir ızgara oluşturmuş. Son molada sabaha kadar okuyacak bir şeyler olsun diye aldığım "Bilim Çocuk" dergisinin küçük okuyucularına verdiği kartlar bunlar. Bu saate kadar sıkıntıdan dergiyi neredeyse iki kez okudum. Dergiyi bir kenara bırakınca elimde bir tek bu kartlar kaldı. Evirip çevirip, bakıp duruyorum, "Göz yanılmaları" serisiymiş… Ben "yanılsama" olarak bilirdim ama ısrarla her defasında "yanılma" olarak kullanmışlar. Bir bildikleri vardır herhalde.
Göz yanılması nedir?
Duyu organlarımız pek çok alanda yanılabilirler. Bunlar arasında göz yanılmaları en ilgi çekici olanı. Duyu organları uyaranlara yanıt verirken değişik uyum aşamalarından geçer. Bu da yanılmaların önemli bir nedenidir.
Her birine ayrı ayrı resimler çizmelerine rağmen aralarından anlayamadıklarım da oluyor, o zaman gözlerimi kısıp daha bir dikkatli bakıyorum. Böyle de anlayamazsam gözlerimi şaşı yapıp bir kez daha deniyorum. Otobüsün yetersiz loş ışıklarından iyice yorulan gözlerimi şaşılığından kurtarıp eski haline getirmek için de, yanımda oturan teyzenin başının üstünden dışarıya bakıyorum. Ara sıra teyzeyle göz göze geldiğimiz de oluyor. Böyle durumlarda teyze önce benim şaşı gözlere bakıp bir "Fesuphanallah!" çekiyor, sonra da başını cama doğru çevirip ilgilenmiyormuş gibi yapıyor ama olsun... Teyzenin camdan yansıyan yüzü ayrıntılar kaybolduğu için gerçek halinden daha genç duruyor.
Genç mi, yaşlı mı?
Resimde biri genç, biri yaşlı iki kadın var. Göz yanılmalarının en bilinenlerinden biri olan bu resimdeki kadınlardan siz ilk hangisini gördünüz?
Otobüsün şoförü radyoyu açıyor ve daha ne çaldığını anlayamadan mikrofondan araya giriyor; "Sayın yolcularımız firmamızın tesislerinde 15 dakikalık ihtiyaç molası veriyoruz. Çay içmek isteyenler lütfen para vermesin, çaylar şirkettendir." Otobüs sağ tarafta ancak yarısı tamamlanmış küçük bir binaya doğru yaklaşıyor.
Hiç böyle şelale olur mu?
Maurits Cornelis Escher resimlerinde göz yanılmaları kullanmasıyla ünlü bir ressam. Resimdeki gibi bir bina ancak kağıt üzerinde iki boyutlu olarak mümkün olabilir. Gerçek hayattaysa böyle bir binaya rastlamak olası değil.
"Çaylar şirketten." lafını duyan kapıya yığıldı. İtiş kakış, herkes çay ocağının önünde. Bu kalabalığa girmemek için önce bir paket *bisküvi alıp, henüz boşken masalardan yer kapmanın daha doğru olacağını düşündüm. Büfeden bisküviyi alıp açtım, içinden bir tanesini ağzıma atıp paketi ve kedi yavrusu gibi hep yanımda taşıdığım sırt çantamı boş masalardan birinin üzerine koydum. Evet, artık buranın bir sahibi var. Sırt çantam benim için masada yer tutarken ben de çay ocağına gidiyorum. Sabanın köründe gereğinden fazla neşeli bir çaycı anlamsızca yüzüme bakıyor.
Resimde ne görüyorsunuz?
Bu resime baktığınızda ilk gördüğünüz ne? Bir kadın mı, yoksa birbirine bakan iki yüz mü? Zemin rengi olarak siyahı ya da beyazı seçmenize göre ilk gördüğünüz şekil farklı olabiliyor.
Önümdeki tepsiye dizilmiş bardakları işaret edip "Bir çay lütfen... Otobüstenim..." diyorum. "Şirketten" çay alabilmek için "Otobüstenim" lafını bulmam bana çok saçma geliyor ama çaycı allahın dağında, bu saatte, "Zeplinden" olsam bile umursamayacak bir neşeyle başını sallayıp "Tamam abi." diyor. Çayımı alıp arkama bir dönüyorum ki benim masaya biri oturmuş. Masaya yaklaşırken önce "Her yer kalabalık, olabilir..." diye düşünüyorum fakat sandalyeyi çekip bardağı masaya koyarken acı gerçeği farkediyorum. Adam benim bisküvi paketini almış bir güzel çayına batıra batıra yiyor.
Bu bir daire mi?
Resimdeki birbirine paralel bu çizgileri bir daire olarak görüyoruz. Çünkü beynimiz çemberi tamamlamış gibi algılıyor.
Önce biraz şaşırdım ama sonra ne diyeceğimi düşünmem gerektiğine karar verdim; Hiçbir şey demiyecektim. Sonuçta alt tarafı bir paket bisküvi. Bir yandan kızdım ama bir yandan da adamın sakinliği hoşuma gitmedi desem yalan olur. Çayımı karıştırırken gözlerimi gözlerinden ayırmamam dikkatini çekmiş olmalı ki, o da artık hiç aralıksız bana bakıyor.
Kayıp dilim nerede?
Resimde bir kalıp peynir görülüyor. Ne var ki bir dilimi eksik. Peki kayıp dilim nerede?
Şimdi sıra bende, çayımdan bir yudum alıp, hiç bir şey yokmuş gibi adamın elindeki pakete uzanıyorum. Paketten bir tane bisküvi alıp ağzıma atıyorum, üstüne de bir yudum çay daha...
Eğri mi, doğru mu?
Resimdeki çizgiler ilk bakışta size eğri büğrü görünebilir. Bir kez daha bakın çizgilerin aslında birbirine paralel olduklarını fark edeceksiniz.
Ben adama, adam bana bakıyor ama tek kelime konuşmuyoruz. Göz kırpıp ne iş dercesine başımı sallıyorum. Kaşlarımı kaldırıp, kafamı ileri iterek bisküvi paketini işaret ediyorum adam da aynısını bana yapıyor. "Ne acayip insanlar var şu dünyada." diyen hafif bir gülümsemeyle başımı sallayarak adama bakıyorum. Kafasını yana çevirerek bir elini hafifçe havaya kaldırıp, derin bir iç çekiyor. Derken bisküviden bir tane daha alıyor, ben durur muyum? Hemen ben de bir tane alıyorum. İş, istemeden sıraya biniyor. Bir bisküvi bir çay, bir o bir ben. Sanki elimizden alacaklar da çabuk bitirmeye çalışıyormuşuz gibi. Adam birden yerinden fırlayıp ayağa kalkıyor, ben de peşinden... Sandalyelerin ayaklarından çıkan sürtünme sesleri ortamı biraz gerse de ikimiz de birbirimize sadece sinirli, sinirli gülmekle yetiniyoruz. Bisküvi ortada, ikimiz masanın iki yanında, ikimizinde önünde çay bardakları, ayakta devam ediyoruz; bir bisküvi, bir çay, bir bisküvi... İkimiz de kıpkırmızı olmuşuz.
Hangisi daha parlak?
Birbirini kesen bu iki sıradaki kırmızı noktaların hangisi daha parlak dersiniz? Aslında bütün kırmızıların tonu aynı. Onları çevreleyen beyaz ve yeşil bölgeler, renklerini farklıymış gibi algılamamıza neden oluyor.
Ben artık bu anlamsız oyunu bitirmek için duruyorum. Sırt çantamı alıp otobüse döneceğim. Çantayı masadan alıyorum ama almamla birlikte başımdan aşağıya kaynar sular dökülüyor. Çanta eğile eğile bisküvi paketinin üstüne doğru yatıp, paketin üstünü kapatmış. Benim bisküviler olduğu gibi duruyor.
Hangi hayvan?
Resime baktığınızda gördüğünüz hayvan ne? Bu resimde iki hayvan görmek mümkün. Bir eşek, bir fok.
Adam da, ben de neler olup bittiğini bir anda anlıyoruz. Ben rezil olmuş bir vaziyette kırk kez özür diliyorum. Adam da; "Ben de ne oluyor böyle... Allah, allah… Yok, istesen zaten veririm... Kendi malı gibi hiçte çekinmiyor diyorum." diyor.
Utana sıkıla "Siz de aynının almışsınız." diyebiliyorum ancak.
Yanılmaların pek çoğu beynin, duyu verilerini yorumlarken yaşadığı alışkanlıklardan kaynaklanır. Söz gelimi sinema bu tür bir yanılmanın sonucu olarak görüntüleri hareketliymiş gibi algılamamızı sağlar.
Valla çok merak ettim, gidince ilk fırsatta bu "Bilim Çocuk" u telefonla arayıp soracağım; "Bu yanılmalarda, hiç mi aptallığın payı yok be kardeşim?"
Otobüse biniyoruz adam önlerde bir yerlerde oturuyor. Birbirimize iyi yolculuklar diliyoruz. Ben yine teyzeyi bulup yanına oturuyorum. Otobüs hareket ederken gayriihtiyari teyzeye "Yanlışlıkla adamın bisküvisini yedim." diyorum. Teyze bütün gece bu anı beklemiş gibi cevabı yapıştırıyor: "Böyle sabaha kadar iki de bir gözlerini şaşı yapıp durursan, her boku yersin evladım!"
Altı çizili satırlar Tübitak Bilim Çocuk Dergisi'nin 2002 yılının Aralık sayısında verilen "Göz Yanılmaları Kartları"ndan aynen alınmıştır.
Tarkan İkizler tarkan@kahveciyiz.biz
Yukarı
|
Misafir Kahveci : Satı Şimşek |
ÇANTADA KEKLİK
İnsanın her zaman ihtiyaç duyacağı şeylerden biri de kendisidir. Hiç düşündünüz mü? Eşiniz yok, dostunuz yok, etrafınızda sevebileceğiniz bir hayvanınız yok. Biraz düşünün bakalım. Ne kadar yalnızlık hissedersiniz.
Belki de; sizin siz olmanızı sağlayan diğer varlıklar olmasa, siz; SİZ olmayacaksınız.
Zaman zaman etrafımdan kopar, kapanırım kendi içime. Kendimle başbaşa kalmam öyle çok uzun sürmez. Ben dostsuz, arkadaşsız kalamam! Etrafımda kimseler olmasa bile, kedim olmalı yanımda. Konuşmalıyım onunla, dökmeliyim içimi. Kedim olmasa klavyem olmalı, kalemim olmalı yazmalıyım kendimi.
Yazarız yazmasına da, dostla paylaşmak gibi olmuyor.Aynı anda atılan bir sevinç çığlığı, aynı anda hissedilen bir haz vardır eşle paylaşılınca, dostla paylaşılınca. Paylaşılmaktadır. Klavyem paylaşıyor mu? Sadece kanal oluyor yazıya dökmeme.
Öyle bir zaman içindeyiz ki, zaman diye tanımlanmış bir boyut var, hem de ne idüğü belirsiz bir boyut.Sevmiyorum zamanı. Zaman yetmez olmuş insana. Zamansızlıktan dem vurmuş, kendimizi esir etmişiz onun tuzağına.
Dostlarımın sayısı bir elin parmaklarını geçmeyecek kadar az. Birkaç dostum var. Hani şöyle canımı verecek cinsinden sevdiğim birkaç dost. Hani gecenin üçü beşi dinlemeden hadi gel dediğinde gidebilecek kadar sevdiğim. Ama gel görki, bu dostlar zamana öyle kaptırmışlar ki kendilerini; içlerinden birine, bir ihtiyaç duyup da ne zaman arayacak olsam; meşgul! Ne zaman birşeyi paylaşmak istesem zamanı yok!
Coşmuş nehirler gibi tavan yapmış heyecanımı bastırmanın, bende yarattığı o çocuksu hüsranı anlatmaya imkan yok! Pörsüyen bir heyecan olup çıkıveriyor. - ''Tamam peki ben sonra ararım'' diyorum ve sakin sakin kapatıyorum dünya harikası içine yandığım iletişim aracını. !..
Sonra; " Ne yapalım, meşgul işte, yapılacak birşey yok. Bir başka sefere yeniden ararız'' diye içten içe kendimi teselli ediyorum. Öyle ya, dostumla ilişkimi mi keseceğim? Meşgul. Zamanı yok! Şu an çok dolu! Dost dediğin anlayışlı olmalı. Hemen kaprise naza girişmemeli diye diye frenliyorum kendimi. Ve susturuyorum içimdeki kırgınlığı. Ulaşmamanın verdiği kırgınlığını.
Birkaç zaman sonra yeniden alevleniyor, yeniden ulaşmaya çalışıyorum, ve yine aynı döngü!
Yine meşgul canımı veresiye sevdiğim ARKADAŞIM! Yine yalnızdır heyecanım ve duygularım.
Ne kadar sürdürebilirim meşgul zamanların beni susturmasını bilemiyor, bir başka ZAMAN'a erteliyorum heyecanımı, coşkumu, sevincimi, üzüntümü.
Zaman; dostluk ve arkadaşlık bağlarını çalıyorsa eğer; zamana inat, dosta gel demeli. Dostunuz, sevgiliniz, arkadaşınız hep elinizin altında olmalı.
DOST, ÇANTADA KEKLİK OLMAMALI. Aksi halde; birgün kayıp giden bir yıldız olur, kayar evreninizden!
Dostlarınızla birlikte olmanız dileğiyle,
Sevgiyle,
Satı Şimşek
Yukarı
|
Ümitsiz kalmayın : Ümit Yoket |
AHLAK NE ?... ERDEM NE ?....(Felsefi Bir Söyleşi)
Bazı terimleri ve anlamlarını çok fazla irdelemeden, işittiğimiz gibi, kalıplaşmış bir biçimde kullanır dururuz. Ahlak ve Erdem de bu tür terimlerden bana kalırsa... Neden mi?... İşte "bana göre" yanıtım...
Okuduğumuz kitaplarda, köşe yazılarında, TV de ki açık oturumlarda ve en çok ta aramızdaki sohbetler de bu iki kavramın çok sık olarak birbirinin yerine eş anlamlı olarak kullanıldığını işitmişizdir. Oysa ki biraz anlamlarını deşelersek nerede ise birbirine taban tabana zıt iki kavramdırlar.
Bana göre Ahlak " Bireyden toplumun selametine uygun davranılmasını talep eden kurallar bütünü ve davranış biçimi" olarak tanımlanabilir. Orhan HANÇERLİOĞLU' nun felsefe sözlüğü adlı yapıtında ise "belli bir toplumun, belli bir döneminde gelenek ve göreneklere göre belirlenmiş bireysel ve toplumsal davranış kuralları" olarak tanımlanıyor. Yine bana göre Erdem' in tanımı "İnsanın kendini bilmesinde ve gelişmesinde ki motor güç" şeklinde yapılabilir.Erdem' i bir başka şekilde tanımlamaya çalışırsak "İnsanın psikolojik doğasını düzenleyen temel ilkeler ve kurallar bütünüdür ve bu ilkeler özü itibarı ile her kültür ve çağda geçerliliği ve uygulanabilirliği olan insan doğasının yönlerini ifade eder" diyebiliriz.
Ahlak ve Erdem kavramlarının içerikleri ve ön planda oluşları, tarih boyunca kültürel (din, sanat, edebiyat, felsefe vb...) ve ekonomik değişim nedenli savaşlara paralel bir seyir izlemiştir. İnsan birey olarak, aklı ve vicdanı ile ne zaman kendini ön plana çıkarmaya başlasa Erdemden, ne zaman aklı ve vicdanı tedavülden kaldırıp, edilgen ve köle zihniyeti ile yaşamışsa Ahlak kavramından daha çok söz edilir olmuştur. 2500 yıl önce Sokrates'in kendi erdemsel yönlerini inkar ettirme girişimini ret ederek ölümü göze alışı ve ardından Aristotales'in şu sözleri çok çarpıcı; "Erdem etkinliktir ve etkinlik insana özgü olan fonksiyonların ve yeteneklerin işlenmiş ve kullanılmakta olmasıdır. İnsanın amacı olan mutluluk, bu etkinlik ve onun uygulanmasının sonucudur." 500 yıl önce Spinoza ise şöyle diyor; "Erdem, kendi yararımıza olan şeylerden hareket ederek aklımızın ve vicdanımızın gösterdiği yolda etkinlik göstererek yaşamak ve kendi varlığımızı korumaktır." Tarihsel süreçte, insanlık beni 200 yıl sonra anlayacak diyen Nietzsche son noktayı koyuyor; "Ne olursa olsun daima istediğinizi yapınız. Bunun içinde, her şeyden önce bir şey isteyebilen insan olunuz. Yakınlarınızı kendiniz gibi seviniz, ama önce kendini seven insan olunuz."
Bu verilerden sonra, münazaraya kendi saptamalarım ile son vermek istiyorum...Bana öyle geliyor ki;
- Ahlak, daha güncel, daha yöresel ve daha toplumsal, yani aynı zaman dilimlerinde farklı toplumlarda, farklı zaman dilimlerinde ise aynı toplumda bile farklılıklar gösterebilecek bir kavram...
- Ahlak, kumaşı ve biçimi üst yapı tarafından belirlenip üzerimize giydirilmeye ve yakıştırılmaya çalışılan elbise... Erdem ise ipiliğinden kumaşını kendi tezgahlarımızda dokuduğumuz ve kendi ölçülerimize göre biçip diktiğimiz bir elbise....
- Ahlak kavramı, birey üzerine sosyo kültürel bir toplumsal edilgenlik bütünü iken, erdem tamamen bireysel ve dinamik bir kavram. Erdemli bir insanın Ahlakı konusunda pek söz söylenemez ama Ahlaklı bir insanın erdemli olup olamayacağı, kanımca epey tartışılır...
- Ahlak, bir kompozitör tarafından bestelenmiş bir müzik eserinin büyük bir orkestra tarafından seslendirilişi, Erdem ise insanın kendi ruhundan ve yüreğinden çıkan müziğin yine kendisi tarafından icra edilerek, çevreye dinletildiği yaratıcılık içeren bir müzik eseri...
Kendisi ile barışık olan ve kendini yaşamak isteyen insan, gelişim sürecinin merkezine kendisini koyar. Bu yürekliliği göze alabildiğinde, başlattığı sürecin sonuçları eninde sonunda yakın çevresini de etkileyeceğinden soyutlanma diye bir kaygısı asla olmaz... Kendimizi yaşayabildiğimiz ve gerek sosyal, gerekse iş çevresinde beraberliklerimize bir şeyler katabildiğimiz her ortamda sanıyorum ki mutluluk bizi bir şekilde bulacaktır.. Gerçek anlamda sevgi ve mutluluk, diğer insanları da kendimiz kadar sevebilmeyi içerir, ama hiçbir zaman kendimizden çok ya da kendi yerimize değil....
Peki nasıl bir yaşam amacındayım?..., neyin peşindeyim?.....
Ufak şeylerden zevk alabilmek
Lüks yerine zerafet aramak
Saygı beklemek yerine değerli olmak
Zengin olmak yerine, kimseye muhtaç olmamak
Sıkı çalışmak, sessizce düşünmek ve dürüst konuşmak
Yıldızları, kuşları, bebekleri ve bilgeleri,
Açık kalple dinlemek....
İşte benim amacım olan yaşam senfonim....
Son söz, "Erdemimin en net göstergesi VİCDANIM dır..."
Her şeyim ve her şeyiniz yeterli olsun...
Ümit Yoket
Yukarı
|
Café d'Istanbul par Mustafa Serdar Korucu |
Merhaba,
Bugün sizlerle ilk olarak eşsiz bir sese, muhteşem bir yoruma sahip olan Lara Fabian'ın son albümü "A Wonderful Life"ı, ardından adından da belli olduğu üzere tam bir İtalyan komedisi olan "Mambo İtaliano"yu ve son olarak Avustralya'nın binlerce yıllık yerlileri Aborjinlerin kültürlerine ayna tutan "Aborjin Efsanelerini" paylaşacağım.
Keyifle dinlemenizi, izlemenizi ve okumanızı dilerim.
A WONDERFUL LIFE / LARA FABIAN :
Buğulu sesi ve güçlü yorumuyla müzik dünyasının divalarından Lara Fabian yeni İngilizce albümü "A Wonderful Life" ile hayranlarının karşısına çıkıyor.
İngilizce, İspanyolca, İtalyanca ve Fransızca bilen ve bu dillerde eserler seslendiren Fabian, Celine Dion, Garou gibi bir Kanada francophone'u ancak Belçika doğumlu. İlk albümünü 1991'de yayınlayan sanatçının bugün albüm satışları milyonları buluyor. Türkiye ise bu mükemmel sesi biraz geç keşfetti. Bizler onu daha çok geçen albümündeki şarkılarla özellikle "Adagio" ile tanıdık aslında. Şimdiyse o İngilizce albümü "A Wonderful Life" ile karşımızda...
Müzik kariyerinde Barbara Streisand'ı ve Freddie Mercury'i örnek alan sanatçı, tek bir kalıp içinde müzik üretmeyen ender şarkıcılardan.
12 yeni şarkıdan oluşan albümünün sürprizi ise Black'den dinleyip sevdiğimiz ''Wonderful Life''ın Lara Fabian yorumu. Albümün diğer öne çıkan parçaları, çıkış parçası olan "No Big Deal", "The Last Goodbye" ve "I've Cried Enough". Fabian, müzik severleri albümünün adından da belli olduğu gibi muhteşem bir hayata davet ediyor. Eğer siz de kendinizi bu eşsiz sese teslim etmek istiyorsanız , "Wonderful Life" kaçırılmaz.
MAMBO ITALIANO / MAMBO İTALİANO :
İtalyanlar, hangi toplum içinde yaşarlarsa yaşasınlar kendilerini belli eden, asimile olmayan sıra dışı insanlardır. Öfkelerini, sevinçlerini, üzüntülerini doyasıya yaşamaları, toplumsal normlarına bağlılıkları ve hayata bakışları ile Türkler'e en çok benzeyen Avrupalı halktır onlar. Peki İtalyan bir aile Kanada'da yaşıyorsa farklılaşır mı? Cevap elbette ki hayır. Onlar yine İtalyanlıklarına devam ederler. "Mambo Italiano" da tam bir İtalyan komedisi olarak karşımıza çıkıyor.
Monteral'de yaşayan ancak geleneksel yapısına sadık İtalyan bir aileye sahip olan Angelo, yirmili yaşlarının sonuna gelmiştir ancak hala TV yazarı olmayı düşleyen bir turizmcidir. En yakın arkadaşı Nino ise 30'larındaki bir kanun adamıdır. Angelo'nun ailesi 1950'li yıllarda Kanada'ya göç etmiş olmalarına karşın hala bu yeni dünyaya alışamamışlardır. Hiç evlenmemiş bir öğretmen olan ablası Anna ise mutsuzluğuna bahaneler arayan yaşı geçkince bir kadındır. Annesi ise dul kalmıştır ancak hala çok bakımlıdır ve biraz da paraya düşkündür.
Maria ve Gino'nun hayatı cehenneme dönüşmek üzeredir. Onlara göre bir erkek çocuğunun evlenene kadar ailesiyle oturması gayet normaldir ve bunda bir sakınca görmemektedirler. Fakat biricik oğullarının en yakın arkadaşıyla beraber oturacağını öğrenince ailenin gönlüne su serpilir. Ancak sonrasında aldıkları haber hayatlarını altüst edecektir. Nino ile Angelo artık sadece en iyi arkadaş değil sevgililerdir.
Ortalık birden cehenneme döner. Küsmek ve kızmanın faydası olmadığını zamanla kavrarlar. Ancak oğullarını bu fikirden nasıl vazgeçireceklerdir? Aile de olayın dışında kalmaktansa içine girmeyi yeğler ve çocuklara "doğru yolu" göstermeye çalışırlar.
Angelo ve Nino ailelerinden gelen bu tepkilere karşı koyabilecekler midir? Nino'yu baştan çıkartmaya çalışan güzeller güzeli Pina hedefine ulaşacak ve böylece sorun çözülecek midir? Angelo ailesinin duruma karşı çıkmalarına karşın onlara kendini kabul ettirebilecek midir?
Aslında bir tiyatro oyunu olan ve yazarı Steve Galluccio ile Emile Gaudreault tarafından beyaz perdeye aktarılan "Mambo İtaliano", tipik bir İtalyan ailesinin yeni dünyada yaşadıkları kültürel çatışmayı gözler önüne seriyor. Büyük başarı kazanan "My Big Fat Greek Wedding"in (Kalbinin Sesini Dinle) kültürel komedilere açtığı yoldan devam eden film, genç yönetmen Emile Gaudreault imzasını taşıyor. Sıcak yaz günlerinde biraz rahatlamak ve bol bol gülmek isteyenler için "Mambo İtaliano" kaçırılmayacak bir komedi.
ABORJİN EFSANELERİ / DAVID UNAIPON :
İnsanoğlu varolduğundan beri içinde bulunduğu dünyayı anlamaya, anlamlandırmaya çalışmıştır. Bu uğraşı içerisinde ilk sorduğu sorulardan birisi de "Ben nereden geldim?" olmuş ardından etrafındaki canlıları ve diğer tabiat olaylarına anlamlar vermeye çalışmıştır. Bu çaba ister Avrasya ister Amerika isterse de bütün kültürlerden uzak bir şekilde yaşayan Avustralya halkı Aborjinler içinde olsun yine aynı sonuca götürmüştür. Bu toplumların kendi aralarında anlattıkları varoluş hikayeleri ile doğayla ilgili küçük mitler birleşmiş ve efsaneler ortaya çıkmıştır.
Bir zamanlar gerçekliğine inanılan ancak şimdi yalnızca masal olarak gördüğümüz bu mitler zaman ve mekandan bağımsız bir şekilde tanımadığımız Aborjin kültürünü bize anlatıyor. Onların doğaya olan saygılarını ve her mitten çıkarttıkları öğütleri.
"Aborjin Efsaneleri"nde sadece Avustralya'nın ilk sahibi olarak bilinen ve binlerce yıldır bu kıtada yaşadığı tahmin edilen bu halkın mitleri değil, yaşayışları, folklörleri, örf ve adetleri de bulunuyor. Hem de bütün bu bilgiler, 1920'lerde gerçek bir Aborjinin kıtada yaşayan farklı kabileleri de dolaşarak topladığı ve 1927'de yayınlanan bilinen en eski Aborjin efsaneleri kitabından geliyor.
Geçmişinde kültürel farklılıklar nedeniyle çok canın yandığı dünyamızın renkli kültürlerinden biri olan Aborjinleri konu alan "Aborjin Efsaneleri" tematik açıdan çağdaşı olan uygarlıkların mitlerine benzeyişiyle de insanı hayrete düşürüyor.
http://www.kmarsiv.com/cafe.asp
serdar@kahveciyiz.biz
Yukarı
|
Fotoğraf : Recep Pehlivanlar
<#><#><#><#><#><#><#>
Kahve Molası, siz sevgili kahvecilerden gelen yazılarla hayat bulmaktadır. Her kahveci aynı zamanda bir yazar adayıdır. Yolladığınız her özgün yazı olanaklar ölçüsünde değerlendirilecektir. Gecikme nedeniyle umutsuzluğa kapılmaya gerek yoktur:-)) Kahve Molası bugün 4.208 kahveciye doğru yola çıkmıştır.
Yukarı
|
Bir Resim / Bir Şiir
Mutlaka,
bakacak bir güzellik bulursunuz
son kullanım tarihi geçmiş
bu dünyada…
vardır elbet bir bildiğiniz
bizim bilemediğimiz
"saf katkısız" damgalı
süresiz kullanımlı
üretim tarihi koyacağınız
bir dünya yaratmak için…
A. Şengörenoğlu
Yukarı
|
Epeyce dalmış konuşmaya!..
Yukarı
|
DUYURU
"... Okulumuz 2002/2003 eğitim öğretim yılında açıldı. Devlet imkanları ile yaptırılmış 21 derslikli fiziki şartları iyi olan bir okul. Öğretmen sıkıntımız yok çünkü valiliğimiz ve Milli Eğitim Müdürlüğümüz bu konuda hassaslar. Bizim sıkıntımız bilgiye ulaşamamak. Bırakın interneti daha bilgisayarın nereden açılıp kapanacağını bilmeyen öğrencilerimiz var. Dikkatinizi çekerek söylüyorum, bu evlatlarım lise öğrencisi, onlardan teknolojiyi en iyi şekilde kullanmayı bekliyoruz ama imkan sunamıyoruz. Kan ağlıyorum. içim acıyor, imkansızlıklar belimi büküyor. Evden getirdiğim bilgisayarımla bütün öğrenci öğretmen ve yazışmalarımızı iyi kötü bir yazıcı ile idare etmeye çalışıyoruz. O da çökecek diye korkuyorum. Bakanlığımızın tahsis ettiği bilgisayarımızı henüz alamadık. Gelse nispeten rahatlayacağız. Öğrencilerime bir bilgisayar laboratuvarı kurmak, iyi donanımlı bir kütüphane ile onların derslerine yardımcı olabilecek bir ortam yaratabilmeyi bana inşallah sesimi duyanlar sağlayacaktır..."
Yukarıdaki sözlerin sahibi Diyarbakır 500 Evler Lisesi Müdürü Tolga Bileyzik.
Araştırdım ve bizzat görüştüm. Ses tonu ve minnettarlığı ona yürekten inanmama yetti. Siz de araştırın ve inanırsanız yardımcı olun.
Diyarbakır 500 Evler Lisesi
Tolga Bileyzik ( Müdür)
0 412 255 08 49
0 533 723 40 44
500 evler lisesi hesabı
Finansbank / Diyarbakır Mrkz Şube 10270061
Kütüphane , kitap ve bilgisayar(en çokta bilgisayar). Diyarbakır da işadamlarıyla fabrikalarla görüşmüş kendisi ama onlar uçak kiralayıp futbol maçına bedava seyirci götürmeyi yeğlemişler. Tolga Bey sorunların altında ezilmiş anladığım kadarıyla. İnanın sevinçten ağlayacak gibiydi sesi.
Şimdiden teşekkür ederim. Saygılarımla, Pınar Özkan
KM 1. YAZ ŞENLİKLERİ ESKİ FOÇA / İZMİR
- KATILIM İÇİN SON GÜN -
24 Temmuz 2004 tarihinde Eski Foça'da Kenya Leylek Restaurant'ta planladığımız KM 1. YAZ ŞENLİKLERİ akşam yemeğine bütün KM yazar, yorumcu ve okur dostları davetlidir.
Güzel bir yaz akşamı yemeğine sıcak bir sabah kahvesinin de eklenebileceği bu haftasonu organizasyonunda sizleri de aramızda görmekten mutluluk duyacağız..
İl dışından ve hatta yurt dışından katılacak yazar, yorumcu ve okur dostlarımıza konaklama konusunda yardımcı olabilmek için elimizden geleni yapmaya çalışacağız.
Konaklama ile ilgili kesin rakam ve aşağıda belirtilen ücretin 07 Temmuz tarihine kadar ödenmesi gerekmektedir.
Konaklamasını kendisi ayarlamayı düşünen ya da sadece Akşam Yemeğine katılacak dostlarımızın kesin sayısının da en geç 19 Temmuz 2004 tarihinde ilgili restauranta bildirilmesi gerekmektedir. Katılmayı planlayan dostlarımızın belirtilen tarihlerden önce bizimle iletişime geçmesi ricasıyla...
NOT: Konaklama bedelleri için ödeme havuzu olarak KM Fincan Siparişi sayfasındaki Hesap No'su kullanılacaktır.
Daha ayrıntılı bilgi almak için as.demirel@superonline.com adresinden organizasyonun İzmir ayağı olan Dr. Seda Demirel ile iletişim kurabilirsiniz.
AKŞAM YEMEĞİ:
KENYA LEYLEK RESTAURANT
TEL: 0 232 8126216
Limitsiz yerli içki ve zengin balık sofrası
35 Milyon TL (Pazarlık nakit ödeme üzerinden yapılmıştır)
Yemek saat 20:00 de başlayacaktır
KONAKLAMA:
AMFORA OTEL
Tel: 0 232 8122806
25 Milyon TL oda+kahvaltı
Yukarı
|
İşe Yarar Kısayollar - Şef Garson : Akın Ceylan |
...Dün akşam işten çıkmadan önce ablam telefon edip akşama komşularının misafirliğe geleceğini haber verdi. sabah aramızda konuşurken living dergisindeki tartı yapacağımı söylediğim için "hadi gelip bahsettiğin tartı yap" dedi. ben yine de yabancı bir tarifi misafirler için denemeyi göze alamayıp güvenilir tariflere yönelmeyi tercih ettim. iki tarifte karar kıldım. biri çikolatalı fransız keki ve portakallı ve haşhaşlı kek tariflerinin sahibi olan candan turhan'a ait olan bir kek tarifiydi. sağolsun candan benim ricamı kabul edip bana 2 yeni tarif göndermişti. (candan bu aydan itibaren maison française dergisinde şirince'deki yaşamını anlatan yazılar yazmaya başladı.) ikinci tarif ise portakal ağacının almanya'daki okuyucularından nükhet hanım'a ait olan kıymalı poğaça tarifiydi. yoldan ablamı arayıp börek için patatesleri haşlamasını ve buzluktaki kıymayı çıkartmasını istedim. böylece epey bir zaman kazanmış oldum. Kekin yapımı oldukça basitti. ben bir yandan kek yapıp bir yandan uykusu gelen 2 yaşındaki yeğenime yemek yapmayı sevdireceğim diye biraz uzun sürdü ama neyseki tam zamanında fırına girdi. Kekten sonra böreği yapmaya başladım... http://www.portakalagaci.com/oburcuk/ kısayolundaki web sayfasına girerseniz bu hoş sohbetin devamını da bulacaksınız. Valla ben rejimde olduğum halde bayıldım. Hadi bakalım bayılma sırası sizlerde.
İlk defa dalma denemesini tatil köyünün havuzunda yapmıştım. Ya fırsat bulamadığım ya da uygun bir ortam yaratamadığım için içimde ukte olarak kalmıştır dalgıçlık. Daha sonra bu sporu sadece dalgıçlık olarak isimlendirmenin yanlış olduğunu öğrendim. Ben yine de dalmayı sevenlerine bırakıyorum. Bu verdiğim http://www.amphoradiving.com/ kısayolu, neleri yakından görme fırsatını kaçırdığımı tek tek sunuyor. Vay be diyesi geliyor insanın. Demekki deniz altında da muhteşem bir dünya varmış.
Bazı arkadaşlar sık sık mail gönderip oyun isterük diye başımın etini yiyorlar. İşte sizlere tüm detaylarıyla bir oyun indirme sitesi. http://www.gamehippo.com/ Bu sitede tek kusur ingilizce olması. Ama zaten AB için hazırlanan bizlere sorun teşkil etmez diyorum. Seçtiğiniz oyunun tüm detaylarını dökümanlardan takip edebiliyorsunuz.
Hani sokakta dolaşırken gözünüz birşeye takılır ve dakikalarca bakmaktan kendinizi alamazsınız. Ben de sizlere, internette amaçsızca dolaşırken rastladığım ve dakikalarca sayfalarını incelediğim http://www.artofeden.de/bilder2001/bilder01.htm kısayolundaki siteyi tavsiye ediyorum. Daha fazla açıklama yapmadan, buyur gözüm seyreyle diyorum.
Akın
Yukarı |
|
|