KAHVE MOLASI
ISSN: 1303-8923
ABONE FORMU

ABONE OL
ABONELiKTEN AYRIL
HTML TEXT
Arkadaşlarınıza önermek ister misiniz?

 SON BASKI
 Ana Sayfa
 Arşivimiz
 Yazarlarımız
 Manilerimiz
 Forum Alanı
 İletişim Platformu
 Sohbet Odası
 E-Kart Servisi
 Sizden Yorumlar
 Kütüphane
 Kahverengi Sayfalar
 FİNCAN/SİPARİŞ
 Medya
 İletişim
 Reklam
 Gizlilik İlkeleri
 Kim Bu Editör?






Kahveci Soruyor?



KAHVERENGİ SAYFALAR



KAPI KOMŞULARIMIZ

Üç Nokta Anlam Platformu


İstanbul Kültür ve Sanat Vakfı Etkinlikleri
Yazılan, Okunan, Kopyalanan, İletilen, Saklanılan, Adrese Teslim Günlük E-Gazete - Yıl: 3 Sayı: 545

 13 Temmuz 2004 - Fincanın İçindekiler

 Editör'den : " Adı Aşk Olsun "


Merhabalar,

Haberi duyunca şaşırdım, kızdım, kızardım, lanet okudum. Bir de arkasından verdiğim oylar gözünüze dizinize dursun dedim ama rahatlamadım. Sosyal demokrasimizin file bekçisi, gururumuz, umudumuz, medarı iftiharımız CeHaPe'mizden 10 gün önceki kurultayda Baykal'la dalaşıp ayrılan 2 tilki demokrat vekil törenle AKP'ye katılıyorlar, iyi mi? Baykal'la hiç işimin olmadığını bu sütunlarda çok kez dile getirmiştim ama bu son olayda söylediği "Çapulcular" lafında ne kadar haklı olduğunu gördüm ve içim acıdı. Yazıklar olsun, haram zıkkım olsun aldığınız oylar. Bu kadar ucuz mu yahu politika? Yok mu bunun bir etiği? Meclis'e kapağı atanın hangi görüşten olduğunun önemi kalmadı mı artık? Herşeyin ötesinde, biz bu adamları hakediyor muyuz? Madem seçiyoruz tabi hakediyoruz. Ben size verdiğim oyu helal etmiyorum. Gırtlağınıza batan balık kılçığı olur inşallah!..

Aslında güzel şeyler yazacaktım ama haber beni altüst etti inanın. Neyse bir an için unutup güzelliklerden dem vuralım. Bizim demli güzelliklerin Şarapova ya da Azra Akın'la uzak yakın bir ilişkisi yok. Ben alışık olduğum üzere dizi dizi dizilerden kavak boyu yarışmalardan söz ederim bilirsiniz. Yazlık dizileri seyretmekten bunaldığımı, hasetimden çatırdağımı söylemiştim. İşte o gün bugündür denizli, havuzlu dizilerden vede bol kalçalı, az havlu çok tanga iskele üstü görüntülerden mümkün olduğunca uzak durmaya çalışıyorum. Ama biliyormusunuz tüm bu karmaşanın arasında geçen hafta bir dizi başladı. İsmi "Adı Aşk Olsun". Oktay Kaynarca'nın yapımcılığında bir Fikret Kuşkan dizisi. Denizden havuzdan eser olmadan yepyeni, sıcacık harika bir dizi. Günümüzün sms aşklarına nazire yapar bir senaryo. Tek görüşte aşık olduğu kızdan telefon numarası yerine mektup adresini isteyen, ikinci mektubunu İstanbul'dan Ankara'ya bizzat götüren bir aşığın hikayesi. Sanmayın ağdalı bir melodram. Herşeyi dozunda ayarlanmış, kıkır kıkır, fıkır fıkır, ama alabildiğince duygusal bir yapım. Seyretmediyseniz haftaya sakınola kaçırmayın. Zira bu dizi enflasyonu içinde her an kimvurduya gidip yayından kaldırılabilir. Göbek görmek isteyene göre olmadığından reytinglerde geri kalabilir, bu da ölüm fermanı olabilir. Yani benden söylemesi. İnşallah korktuğum olmaz ve bizler ağız tadıyla hoş bir hikayeyi anılarımızı canlandıra canlandıra seyreder sonra da birbirimize ballandıra ballandıra anlatırız.

KM'yi sizlere ulaştıran posta güvercinimin yolunmuş tüylerini dün yenileriyle değiştirmeyi denedim. Ancak yapıştırıcı yani posta programını iyice tanımaya fırsat bulamadığımdan yarıdan fazla kahveciye KM ulaşmadı. Tekrar yollamayı da göze alamadım. Bugün biraz daha tecrübeli olarak güvercini uçuracağım. Bir sorun olmayacağını umuyorum. Ama olursa kusuruma bakmayın olur mu? Yeni tüylerle güvercin epeyce parlayacak, çekilen sıkıntıya değecek. Hepinize güzel bir gün diliyorum. Hoşçakalın.

Bir sonraki sayıda buluşuncaya kadar bulunduğunuz yerden bir adım öne çıkın. Sevgiyle...

Cem Özbatur

16 Yorum var. Yorum Yaz / Oku

 PASTORAL EFEMER : Zeki Yıldırım


AİLE DİYALOGLARI

- Evet sayın seyirciler Yunanistan Portekiz milli takımları arasındaki final maçının onbeşinci dakikasındayız......
- Baba sen hiç futbol oynadın mı?
- Evet!
- Baba niçin şimdi oynamıyorsun?
- ...
- Baba neden bu kadar çok insan oynuyor ve bu kadar çok insan onları seyrediyor?
- ...
- Baba sen hiç futbol oynadın mı?
- ...

- Esma, sen benim yanımda olursan evlenebiliriz......
- Anne, "Bir İstanbul Masalı" ne zaman bitecek?
- ...
- Anne bana ne zaman masal anlatacaksın?
- ...
- Emre'nin annesi her gün ona masal anlatıyor, sen de bana anlat!
- ...
- Hadi anne bana masal anlat!
- Üf üf üf!!!

- Baba sen hiç futbol oynadın mı?
- Sema şu kızınla ilgilensen, kırk yılda bir final seyrediyoruz!!!
- ...
- Aloooo, sana diyorum!!!
- ...
- Semaaaaaaaaaa!
- Adımı mı ezberliyorsun beyefendi, akşamdan beri ben ilgileniyorum, biraz da sen ilgilensen!!!

- Anne bana ne zaman masal anlatacaksın?
- Baban anlatsın biraz da!!!
- Bu kadın beni deli edecek!!!
- Bu kadın olduk şimdi de!!!
- ...

- Baba, Anne Emre bana pipisini gösterdi.
- Ne?
- Neeee?
- Ne dedin sen bakayım!!
- Duymadın mı beyefendi, komşunun oğlu kızına pipisini göstermiş. Sen maçlarda, kahvehanelerde gezerken elin oğlu pipisini gösteriyor.
- Ne diyorsun sen be kadın, asıl sana bakalım dişi kuş. Senin yetiştirdiğin çocuk bu kadar olur. O boya küpü arkadaşlarınla ilgileneceğine kızınla ilgilen.
- Ben senin maço arkadaşlarına bir şey diyor muyum? Birazcık evinde olsan, babalık yapsan bunlar olmazdı.
- Yarın gösteririm ben o ahlaksız çocuğa. Beş yaşında filan dinlemeyeceğim basacağım sopayı. Sonra da ailesine gidip onlarla konuşacağım, güzel terbiye etsinler çocuklarını. Sema sen de bu aptal dizileri bırakıp birazcık kızınla ilgilensen.
- Aptal dizilermiş, senin televolelerine, maçlarına ne demeli peki. Asıl çocuk bunları seyreden senin eksikliğini hissediyor, bu programlardan da kötü etkilenmesi tuzu biberi...
- Anne, Baba. Ben size yalan söyledim, öyle bir şey yok. Sizi kandırdım.
- Kızım ne ayıp bir daha böyle şeyler duymayacağım tamam mı?
- Kandırdın mı, bende gerçek sanmıştım. En iyisi o çocukla oynamasını yasaklayalım hanım.
- Tabi canım en iyi çözüm şimdilik bu.

- Evet sayın seyirciler Yunanistan Portekiz milli takımları arasındaki final maçının ellibeşinci dakikasındayız......
- Baba sen hiç futbol oynadın mı?
- ...

- Esma, kader bizim birlikte olmamıza izin verecek mi?.....
- Anne dizi bittikten sonra bana masal anlatacak mısın?
- ...

Işıklar hafifçe kararır, yan odalardaki TV kutusu şeklindeki yapma modellerin ışığı söner. Hoparlörlerden verilen TV sesleri azaltılarak kapatılır. Küçük kız elinde yastığı olduğu halde odasına gitmek üzere sahneyi terk ederken yavaş yavaş perde kapanır ve tek perdelik oyun sona erer. Seyircilerin alkışları arasında perde yeniden açılır, oyuncular sahnede belirirler. Ortada sadece beş yaşlarında küçük bir kız çocuğu görünmektedir. Hiç kimse sahnede anne babayı göremez. Bu sahnede asla anne baba yoktur. Ben göremedim, gören var mı?

Zeki Yıldırım
zekiyildirim@kahveciyiz.biz

Yukarı

 Gülümse'nin Dilinden : Gülcan Talay


Empati Dedikleri...

On sene önce hiç duymadığım, şimdi ise herkesin diline doladığı bir yaşam sanatı empati... Bende çeşitli kaynaklara da göz atarak, farklı bir açıdan anlatmak istedim sizlere. İşte empati dedikleri:

Bence bir insanın empati sahibi olabilmesi için, geçmişte başkaları tarafından kırılmış olması gerekir. Yani, empati yoksunu insanlardan çok çekmiş olması kişiye empati kazandırır. Başkaları da "benim gibi .oktan hissetmesin ve aynı özgüven kırıklıklarını yaşamasın" ister. Sonucunda sözlerinde, mimiklerinde, davranışlarında dikkatli bir insan olur. Bu durum abartıldığında ucu ikiyüzlülüğe kadar dayanır.

Kişiyi; bir konuda %100 haklı olsa bile, karşıdakinin davranışlarını sebebini düşünen, "neden öyle yapmış olabilir?" diye soran, kendisini suçlamakla olayı bağlayan, "neden daha anlayışlı olamadım?" diye kendine kızan, vicdan azabı duyan mazoşist bir insan modeline de dönüştürebilir. Bir yerden sonra insana rahatsızlık veren bir olay halini de alabilir. Şöyle ki; kimseye kötülük yapamaz, biri küfretse onu dövmektense, ona küfretmenin kötü bir davranış şekli olduğunu anlatmaya çalışır... Yalan söyleyemez... Hele hele sevgiliyi asla aldatamaz... Gayri meşru yollardan para kazanamaz... Çok delice araba kullanamaz... İnsanlara haksızlık yapamaz bir insana dönüştürür... Kısacası empati sayesinde çok iyi bir insan olunur, ama bu dünyada ayakta kalmakta zorlanılır. Ancak gururlu ve onurlu ölünür.

Empati yoksunu bir kişiye "Bir de kendini benim yerime koysana" dense "şu dünyada şükür ettiğim tek şey varsa, Allah' ın cezası, o da senin yerinde olmamamdır.." diyecektir. Oysa empati sahibi olan bir kişi "Haklısın" diyerek düşüncesizliği için özür dileyecektir. Karşıdaki insanın o anki haleti ruhiyesini tam olarak kavramak genelde mümkün olmadığından, empati bir yere kadar yardımcı olabilir... Örneğin; tuttuğunuz balığın can çekişirken neler hissettiğini anlamak için, kafanızı suya sokarsanız ve bu size ancak bir yere kadar yardımcı olur.

Empati, "Ceketi bir de tersten giymek" deyimini tek kelime ile açıklayabilir. Karşılıklı yapılabildiğinde anlayış sağlar. Tek taraflı yapıldığında ise, zamanla sürekli sadece karşımızdakileri düşünüp, onlar nedeniyle adım atamamamıza neden olacaktır. Sürekli karşımızdaki kişinin yerinde olma düşüncesi, hayatınızı gerektiği gibi yaşamamızı önleyecek, çevremize sınırlar koyacaktır.

Empati sahibi olmak, bir şans olmaktan çok, bir ceza haline de gelebilir. Yüksek empati sahibi kişiler yoğun bir duygusallığa sahiptirler. Bu nedenle karşılarındaki kişinin acısından ve kötü talihinden çok etkilenirler. Psikolojileri çok çabuk bozulabilir. Örneğin, bu insanlar bir kitabı sadece okumazlar, yaşarlar. Potansiyel olarak büyük tehlike altındadırlar. Ancak güçlü bir karakter ve savunma mekanizmaları var ise zarar görmeyebilirler.

Duygusal zekanın önemli bileşenlerinden birisidir empati. Pek çok standart EQ testinde öncelikle empatiyi ölçen sorular yer alır. Mesela, televizyon haberleri izlerken spiker bir hata yaptığında kanal değiştiriyor ve bunu "dallamaya bak daha doğru düzgün konuşamıyor bile" düşüncesiyle değil de, onun adına farkında olmadan kaygılanıp daha fazla izleyemediğiniz için yapıyorsanız empatiksiniz demektir. Ya da bir garson elindeki tepsinin içindekileri yere devirip, endişeyle toplamak için yere eğildiğinde, olay yerinden dayanamadığınız için uzaklaşıyorsanız empati duygunuz tehlikeli boyutlara ulaşmış demektir. Allah ıslah etsin.

Empatiye sahip olduğunu sanmak ve gerçekten sahip olmak arasındaki fark, kişinin ne kadar kendisine düşkün olduğuyla doğru orantılıdır. Sürekli kendisinden bahseden ve empati sahibi olduğunu iddia eden bir insan -yeterince aptalsa kendisini, değilse- sizi kandırmaya çalışmaktadır.

Empati karşılıklı yapıldığında adı telepati olmaktadır. Telepati; bilinç düzeyinde algılanamayan ve işlenemeyen verilerin, kör cahiller tarafından özel bir yetenekmiş gibi tanımlanmasıdır. Örnek: "Beni sevdiğini düşündün" (e belli zaten seni öpüyor güzelim) yada "İçinden bana gıcık kaptın" (yumruktan anlaşılmıyor mu?) gibi.

Kısaca empati sahibi olmak iyidir. Fakat abartmamak gereklidir. Size yumruk sallayan bir kişiye "Kavga kötü bir şeydir. Şiddetle olaylar çözülmez" demek, o yumruğu yemenizi engellemez. Yumruğu tutmak, bileği bükmek (kırmak değil), pes ettikten sonra, sakinse konuşmak daha iyidir... Konuşulamıyorsa, sizde yumruk atın gitsin.

Empati = empathy (ing.) / einfuhlung (alm.) / empathie (fr.) / duygu sezgisi (tr.)

Şimdi siz empatik misiniz? Değil mi? Karar sizin... Ben mi? Duruma göre empatikim :)))

Gülcan Talay

Yukarı

 Kahveci : Mesih Eroğlu


Niçin okumuyoruz ve yazmıyoruz?

Ayrıntılı tahlillere ve beylik laflara hiç gerek yok: Yazmak için,"önce okumak" lazım... Yani, yazmak ancak belli bir "birikim"e dayanabilir... Öyleyse, "niçin yazmıyoruz?" sorusundan önce "niçin okumuyoruz?" sorusunun cevabını bulmak gerekir, diye düşünüyorum...

"Okuma alışkanlığı" olmayan bir toplum oluşumuz konusunda hemen her kes müttefiktir. Kanaatimce bunun çeşitli sebepleri vardır. Bunların en önemlisi, "kitapların tanınmaması" sebebiyle "kitap okumanın önemi"nin yeterince kavranamamasıdır. Öyleyse, kitap tanıtımından kısaca sözetmekte yarar var...

"Okumak, düşünmek ve fikir üretmek" , insanı diğer canlılardan ayıran en büyük özelliktir. Bu itibarla, kitabın ve kitap okumanın önemi konusunda fazla söz söylemeyi lüzumsuz sayıyorum.

Ülkemizde yerli-yabancı seksen bin'in üzerinde kitap basılmaktadır. Bunların bir kısmı tamamen ticari amaçlı ve "vitrin süsleyen" türden kitaplardır. Ayrıca bunlar, çoğu zaman, muhtevasını taşımadıkları isimlerle basılmakta ve konuya vakıf olmayan ve kitabı satın almadan içeriğini tahkik etme imkanı olmayan okuyucuları cazip isimleriyle yanıltmaktadırlar. Böylece insanlarımız, kendilerine hiç faydası olmayan kitapları satın almış olmaktadırlar. Tersi de söz konusudur: Yani muhtevası çok mükemmel ve gerçekten faydalı olan bir kitap, muhtevasına uygun bir isimle bastırılmadığı için çoğu zaman bilinmemekte ve layık olduğu ilgiyi görememektedir. Buna rağmen, bir çok konuda, ciddi ve gerçekten okunmaya değer kitaplar da yazılmıştır. Bu durumda çıkar yol, önce mevcut kitaplar arasından çok iyi bir seçim yapmak ve gerçekten okunmaya değer kitapları bulmak, sonra da insanlarımızın bu gibi kitapları tanıyabilecekleri bir zemin hazırlamaktır. Bu başarılabildiği taktirde "okumayan toplum" olmaktan kurtulacağız. Nitekim, "okuma oranının düşüklüğü"ne rağmen, ayakları yere basan ciddi ve bilimsel kitapların, yine de tahmin edilenin üstünde satması bir tek şeyin ifadesidir: İnsanlarımız, kendisine faydalı olacağına inandığı kitapları bulduğu zaman alıp okumaktadır.

Burada, medya'ya özellikle televizyon yoluyla çok büyük görevler düştüğüne inanıyorum...Çünkü, insanlık tarihini, "televizyondan önce" ve "sonra" diye ikiye ayırmak gerektiğini söyleyen abartılı düşüncelerin de vurguladığı gibi, tarih boyunca, hiçbir icat, televizyon kadar insanı esir alma, etkileme ve yönlendirme işlevini yerine getirememiştir... Derece derece, okulu, aileyi, kitabı, hatta yazılı basını aşan, daha doğrusu "yenen" bir üstünlüğü sözkonusudur....

Okumayan bir toplum oluşumuzun diğer bir sebebi de, içinde yaşadığımız sistemin bize empoze ettiği "hayat tarzı" içinde "okumanın, düşünmenin ve fikir üretme"nin yerinin olmamasıdır... Başka şeylerin yeri var: Para kazanmak, şöhret olmak, köşeyi dönmek gibi. İnsanlar -adeta- şunu diyorlar: Niçin kitap okuyayım? Kitaplar bana para kazandırıp benim sosyal ve ekonomik düzeyimi yükseltmeme yarayacak mı?

...Evet...Bütün bunları yenmenin bir yolu var: Kitabın, okumanın, düşünmenin ve fikir üretmenin önemini insanlara anlatabilmek... Bunu becerebildiğimiz taktirde, herkes, kendisinin kitaba ihtiyacı olduğunu kabul edecektir...

Sözgelimi; tamamen bilek gücüne dayanan işler yapan bir insan dahi, kendi branşıyla ilgili, daha önce başkaları tarafından yazılmış olan kitapları okuduğu zaman kendi işini daha iyi yapacak ve daha fazla para kazanacaktır; İş hayatının içinde olan bir müteşebbis, kendisinden önceki insanların iş dünyası ile ilgili tecrübelerini okuduğunda, işinde daha başarılı olacaktır...vs. Toplum olarak bugün yaşadığımız siyasi, ekonomik ve kültürel problemlerin ve keşmekeşin temelinde "bilgi noksanlığı"nın yattığı herkesin malumudur. Yaygın şekliyle bu "bilgi sahibi olmadan fikir sahibi olmak" şeklinde ifade edilmektedir. Çünkü toplum, bilgiyi kitaplardan almamaktadır. Kulaktan dolma bilgilerle de ancak bu kadar olur...

Demek ki, bugün bir çok problemimizi pratikte (fiilen) çözemeyişimizin sebebi, fikren çözemeyişimizdir. Başka bir şekilde ifade edecek olursak, "problemler, fikren çözülmeden fiilen çözülemez." Fikren çözebilmek için de önce, o konuda doğru bilgi sahibi olmak şarttır. Doğru bilgi sahibi olmanın en emin vasıtası ise şüphesiz kitaplardır. O halde bizim kaçınılmaz olarak müracaat etmek zorunda olduğumuz yegane adres kitaplardır. Öyleyse, yapılacak şey, toplumu, kendisine her konuda doğru bilgiler verecek kitaplarla buluşturmak ve mevcut keşmekeşin ve kafa karışıklığının önüne geçmektir.

...Peki, toplumu aydınlatması, topluma doğru bilgi vermesi gereken kitaplar, toplumun kafasının daha fazla karışmasına sebep olur ve onları yanlış bilgilendirirse ne olur? Ne yazık ki, günümüzde aynı zamanda böyle bir durumla da karşı karşıyayız. Konuyla hiç ilgisi olmayan ve bu konuda yeterli bilgisi de olmayan insanların yazdığı bazı kitaplar, toplumun kafasının daha fazla karışmasına sebep olmaktadır. Maalesef, eleştiri yapılmadığı için herkes kendi yanlışı ile kalmakta, toplum, "ben tamamlandım" deyip okuma ihtiyacı duymayan(!) "süslü tükenmişler"e dönüşmektedir.

...Sonuç olarak; tekrar belirtelim ki, yazmak için önce okumak lazım...İnsanlara "okuyun" diyebilmek için de, "niçin okumalıyım?" sorusunun cevabını vermek ve okuyan insanlara değer vermek gerekmektedir...Burada da en büyük görev, 4.kuvvet olarak medyaya düşmektedir...Fakat ne yazık ki, özellikle televizyonların neyin peşinde oldukları çok açık...Onlar, Üstad Cemil Meriç'in, yıllar önce, "televizyon kültürü diye bir kültür tanımıyorum; kültürün, dün de bugün de bir tek taşıyıcısı vardır: kitaplar!" diye olmaması gerektiğini özellikle vurguladığı sözümona "televizyon kültürü"nü, onun da en müptezel, lümpen şekli olan "magazin kültürü"nü yaygınlaştırmakla meşguller!

Mesih Eroğlu

Yukarı

 Şifacı Kahveci : Ayşe Nur Doksat


KUNTER KUNT DAHRAN'DAN BİLDİRİYOR

Kunter Kunt vefat etti. TRT eski muhabirlerinden Kunter Kunt Ankara'da yaşamını yitirdi. 1951 yılında İzmir'de doğan Kunter Kunt, Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Basın Yayın Yüksek Okulu'nu bitirdi. 1979 yılında TRT Haber Dairesi Başkanlığı'nda muhabir olarak göreve başlayan Kunter Kunt, pek çok habere imza attı. Birinci Körfez Savaşı'nda çok zor şartlar altında Dahran'dan önemli gelişmeleri izleyicilere aktaran Kunter Kunt, Türk Silahlı Kuvvetleri'nin Kuzey Irak'taki operasyonlarında da başarılı bir gazetecilik örneği verdi. Kunter Kunt, 1993 yılında TRT'deki görevinden istifa etti.
23 Haziran 2004. www.journal.net


Yıllardan 1995. Aylardan Şubat. Kentlerden Ankara. Semtlerden Kavaklıdere. Binalardan TUBITAK. İnsanlardan Kunter Kunt.

Bu bizim ilk karşılaşmamızdı karşılıklı yüz yüze.

Merhaba.

Yıllardan 1997. Aylardan Mayıs. Kentlerden Ankara. Semtlerden Sakarya. Meyhanelerden Tavukçu. İnsanlardan ille de Kunter Kunt!

Bu bizim son karşılaşmamızdı karşılıklı yüz yüze.

Ne olur ne olmaz diye, elveda.

"TRT eski muhabirlerinden Kunter Kunt Ankara'da yaşamını yitirdi." haberini ilk okuduğumda, hiçbir şey hissetmedim. Bu, daha sonra hissedilmek üzere sıradan bir bilgi olarak belleğime yerleşti.

Ayakta durmayı başarmıştım işte. Ayakta duramasaydım eğer, biliyorum ki, Kunter Kunt da benimle birlikte devrilecekti. Biliyorum, çünkü bu ilk değildi.

Haberi okuduğumdan bu yana üç uç gün geçti. Hiç istifimi bozmadım. Neler yapmam gerekiyorsa, onları yaptım. Yemek pişirdim, bulaşık yıkadım, çamaşır yıkadım, ütü yaptım, işe gidip geldim, yemek yedim, televizyon seyrettim, yürüyüşe çıktım, gazete okudum, uyudum, arkadaşlarımla buluştum...

Bu üç uç gün içinde sadece bir iki telefon konuşmasında, "Biliyor musun, Kunter Kunt ölmüş" dedim ve karşısında konuştuğum her bir ses bana istisnasız, "Aa, Kunter Kunt kimdi?" diye sorduğunda, gururla Kunter Kunt Dahran'dan bildiriyor! dedim. Ve, hep aynı şaşkınlık sessizliğini dinledim. En azından benim kuşağım ya da bir öncesi ve bir sonrası Kunter Kunt ve Dahran sözcüklerini duyduğunda, bir parça duralıyor ve hatırlamaya çalışıyordu bu isimlerin kime ve neye ait olduğunu. Bu bile az şey miydi?

Üçüncü uç günün sonunda, hislerime yenik düştüm. Tam bir mağlubiyet hali değil yine de. Yani, tam olarak devrilmedim. Yalnızca, Kunter'i ne kadar çok özlediğimi, ona anlatacak daha ne kadar çok yaşantımın olduğunu, ona yürekli akıl danışacak ne kadar çok sorumun biriktiğini, ve onunla kadeh tokuşturacak ne kadar çok gurur edindiğimi fark ettim. Ve, bütün bunların asıl kaynağının onunla geçirdiğim o iki yıl olduğunu anladım. En çok da gururun. Ve, en çok da mesleki onurun!

Evet, 1991 yılında Birinci Körfez Savaşı sırasında Dahran'dan bildiren Kunter Kunt, TRT eski muhabirlerindendi.

1979 yılında TRT Haber Dairesi Başkanlığı'nda muhabir olarak göreve başlayan Kunter Kunt, pek çok habere imza attı. Birinci Körfez Savaşı'nda çok zor şartlar altında Dahran'dan önemli gelişmeleri izleyicilere aktaran Kunter Kunt, Türk Silahlı Kuvvetleri'nin Kuzey Irak'taki operasyonlarında da başarılı bir gazetecilik örneği verdi. Kunter Kunt, 1993 yılında TRT'deki görevinden istifa etti.

Kunter Kunt, 1993 yılında TRT'deki görevinden niçin istifa etti?

Bir belgeye dayanarak cevaplayacağım bu soruyu; bu belgeye www.sansursuz.com adresli bir sitede rastladım: Metin Aksoy'un (Gazeteci, eski ÇGD genel sekreteri) ÇGD Bursa Şubesi yayın organı Çağdaş'ın Nisan 2003 tarihli 53'üncü sayısında yayımlanan yazısı. Çağdaş Gazeteciler Derneği eski Genel Sekreteri, bu yazıda şöyle diyor:

Bir yanda "Mehmetçik gazeteci" ödüllerinin verildiği tören ve yemeğe katılmayan TRT muhabiri Kunter Kunt, Haber Merkezi'nden uzaklaştırılırken, diğer yandan da Güneydoğu'da operasyonlara katılan gazeteciler "askerlerle pusu attım, nöbet tuttum" diye haberler yazmışlardır. Bu durum öylesine ileri boyutlara ulaşmıştır ki Bosna Savaşı'nı izleyen Türkiye muhabiri Yusuf Sancak "Cephede Bir Sırp Vurdum" diye haber kaleme alabilmiş, gazetesi de bunu manşet yapabilmiştir.

Buradan anlıyoruz ki, Kunter Kunt TRT'deki görevinden istifa etmemiş, uzaklaştırılmıştır.

Ama, anlayamıyoruz ki Kunter Kunt niçin ille de TRT'deki görevinden istifa etmiştir. "İstifa" ifadesinin onun tercihi olduğunu sanmıyorum. Gerisini siz sanın ya da sanmayın. Bu saatten sonra artık hiç bir önemi yok. Var aslında ki, ben hala devrilmedim.

Yüz yüze merhabamızdan ve elvedamızdan çaresiz.

Öyle ya da böyle, "bu hayat"a lanet etmiş bir sürü insan tanıdım, ama Kunter Kunt gibisini hiç tanımadım. Kendi inine bu kadar nazik bir biçimde çekilen tek bir kişi daha tanımadım bu hayatta. Ben şanslı piçin tekiyim!

TUBITAK'ın Bilim ve Teknik Dergisi o yıllarda son derece özel bir yerdi. Yediden yetmişe, boyundan soyuna omurgalı insanların oluşturduğu bir cennet gibiydi. Ve, ben yine gururla söylüyorum, orasının o zamanlarda bir cennet olduğunu bana daha ilk göz göze geldiğimiz anda hissettiren Kunter Kunt oldu. Çünkü, gözünün gözüme ilk değdiği anda, "Hadi gel bakalım, ille de insan çıkarız biz buradan" dedi. Dediği gibi de oldu. Minnetarım oradaki varlığına.

Ve, oradan sonraki kendi varlığıma baktığımda, minnettarım Kunter Kunt'un bu gönlüme diktiği fidana da, artık yaraya da. Fidan büyüyor ve ben yara kapansın istemiyorum. Ne mutlu bana!

Senin.

ANur
(Ayşe Nur Köküöz)

Yukarı

Alper Kutay

 Kahveci : Alper Kutay


   Ekşimtrak sevgiler

Yalnızdım...
Bu bencilliğimin dile gelip yaptığı en acı itiraftı sanki...
Tüm coşkunluğunu sindirip köşesine sığdırdığım yüreğimin küskünlüğüydü...
Hep yarıda kalmış ekşimtrak aşklarımın verdiği ürkeklik ve tüm zaaflarımdan kaçışlarımın yarattığı bir tiryakilikti...
Oysa razıydım çeyrek çeyrek yaşadıım sevdaların gölgeleriyle sevişmelere de, bu vedasız gitmelere alışamamıştım bir türlü. Belki de bunca tecrübe sonrasında çoktan yalama olması gerekirdi duygularımın, her ayrılığın böyle burum buram hüzün kokmaması lazımdı...
Kaçtım...
Sanki tüm kadınlar bir potansiyel suçluydular gözümde ve kişisel alanlarıma her girişlerinde o hazmedeğim vedasız sonlara yenilerini ekleme olasılıkları bir kabus gibi çöküyordu üzerime.
Sonra sadece kendimde odaklamak istedim kendimi, tüm sevgilerimi kendime vermek, kendime aşık olmak, kaybettiklerimi kendimde bulmak istedim. Nasıl olsa ben beni öyle vedasız, bir hiç gibi bırakıp gidemezdim, nasıl olsa ben benin sevdalarını bir sigara izmariti gibi ezip geçemezdim...
Ve bir virüs gibi yayılırken bencilliğim damarlarıma, bir zamanın yüreği insan sevgisiyle, yaşam aşkıyla dolu delikanlısının özlemi kokuyordu nefesimde...
Yalnızdım...
Bu kaçıncı geceydi yazmakla geçen ve ne işe yarayacaktı bu müsfetteler? Uykularımın hükümsüzlüğünde içimin sızlamalarının sebebinin bu cürmü küçük yüreğimin özgürlüğüne kavuşmak için çırpınışları olduğunu daha kaç gece anlamamazlıktan gelecektim?
Dün bir mahşeri kalabalığın kucağındayken, bugün bir vatan haini gibi sürgündeydim tek başıma. Bilseniz, öyle karanlıktı ki içinde bulunduğum boşluk, üstelik artık umutlarımdan bir kibrit çöpü yapamayacak kadar da beceriksizdim... Kapatan bendim kapıları, köprüleri yıkan da ben, içimdeki ses hiç bir şey eskisi gibi olmayacak diyordu, renklerim birbirlerine karışmıştı, tüm şehri eşkiyalar basmış, duman duman yanıyordu mavi deniz ve yağmura karışmıştı bakıp dilek tuttuğum yıldızlar, birer birer düşüyordu üzerime. Aşina değildim artık hiç bir simaya, yabancılaşmıştı bu şehir gibi tüm suratlar, şiirlerimi de terketmiştim, insan hep kendine şiirler yazamazdı ya...
Yalnızdım...
İçimi bir ürperti kaplıyordu bunu söylerken, sanki eskisi gibi masum değildim şimdi, sabıkalı bir firari, bir şaki gibi kaçıyordum kalabalıklardan, nerede enselenecektim, nerede ele verecektim kendimi, nerede çuvallayacak, nerede yorgun düşüp pes edecektim? Bir tarafta özlemlerim, bir tarafta insanlığım, bir tarafta kanatlarını yolduğum özgürlüğüm, bir tarafta çocuksu düşlerim, hepsine birden aynı anda yakalanırsam hangisi yapacaktı infazımı?
Yalnızdım...
Siz bakmayın bu kelimeye geçmiş zaman eki kullandığıma, şimdi de yalnızdım, kimbilir belki yıllar sonra da... Kaybetmemenin kuralı sevgileri içinde saklamakmış, ekşiyenlerinden de turşular kurmak. Ne kadar acıtsada yalnızlık, kazanmak ve güçlü olmak tarafı ağır basıyordu; tüm kırılgan taraflarımı örtüyordum artık, "seni seviyorum" demenin bir acizlik, affedilemez bir zaaf olduğunu anladığımdan beri tıpkı yüreğime olduğu gibi dilime de yasaklar koyuyordum. Ya Türkçeyi yeterince çözememiştim, ya da ağır geliyordu bu edebiyat bana; sahi neydi bu cümlenin tam anlamı?
Seni seviyorum: "Veda zamanıdır artık, gitmelisin"
Seni seviyorum: "Yani iki ayrı dünyalıyız seninle"
Seni seviyorum: "Giderken bir veda bile etme sakın"
Seni seviyorum: "Korkma, sandığından kolay olur unutmak beni"
Şimdi engelleyemediğim sevgilerimi kendime yönlendirdim ve hiç korkmadan seviyorum kendimi; siz bencillik deyin, ben diyeyim aşkların en güzeli. Ben beni hiç olmadık zamanlarda terkedip gitmem ki, ben beni menfaatlerle sarmaş dolaş olmuş serseri aşklarla boğamam ki ve ben benden bir ömür boyu ayrılamam ki...

Alper Kutay

Yukarı

 Kahveci : Hülya And


MUTLULUK PERİSİ

Çok çok eski zamanlarda , ağaçların gövdelerini bile göremeyecekleri kadar karanlık bir ormanda, bir peri kızı yaşarmış. İsmi mutluluk perisiymiş. Ne tuhaftır ama mutluluk perisi bu karanlık ormanda dünyaya gelmiş. Bu ormanda otlar bile yeşil değilmiş. Simsiyahmış. Gökyüzü hep griymiş. Öyle çok yağmur yağarmış ki ! Şimşekler çakarmış, gök gürlermiş, ortalığı mutsuzluk ve kasvet kaplarmış.

Mutluluk perisini, o daha minicikken orman cinleri bulmuşlar. Bir gün, yine o kasvetli günlerden birinde , bir ağacın kovuğundan gelen acaip sesleri merak etmişler. Ve ne olduğuna baktıklarında bir bebek görmüşler. Öyle aydınlıkmış ki yüzü, gözleri kamaşmış ilk başta bakamamışlar. Sonra korkup kaçmışlar. Tekrar o garip sesler geldiğinde meraklarına karşı koyamayıp tekrar gitmişler yanına. Yine o inanılmaz ışıltıyla karşılaşmışlar. Orman cinler için çok yeniymiş bu. Onların karşılaştıkları tek ışık şimşekler olurmuş.Onun içinde ışıktan çok korkarlarmış. Ama bu gördükleri bambaşka bir şeymiş. Korkunç değilmiş. Her şeyden korkan orman cinleri bile bu bebeğin korkunç olmadığını anlamışlar. Yavaş yavaş dokunmuşlar. Bebek hiç korkmamış. Hep gülümsemiş onlara. Gülümseme de yeniymiş onlar için. Onlar hiç gülmezlermiş. Ağlamazlarmış da. İlk kez şaşırıyorlarmış hayatlarında. Onlar için hergün aynı başlar, aynı sıradanlıkla bitermiş. İşte böyle başlamış mutluluk perisinin karanlık ormandaki hayatı.

Mutluluk perisinin gelmesiyle, orman cinlerinin hayatı birden bire değişivermiş. O güne kadar monoton giden hayatları, her gün apayrı bir serüvene yelken açarak başlıyormuş. Öyle çok şey değişmiş ki hayatlarında.

Onların hep sabit duran bakışları değişmiş. Mutluluk perisi hep gülüyormuş ve mutluymuş. Orman cinleri için bu çok yeniymiş. Önce mutluluk perisinden görerek dişlerini göstermeye başlamışlar. Dişleri öyle pis öyle pismiş ki şaşırmışlar bile bu duruma. Nasıl oluyor da mutluluk perisinin dişleri öylesine beyaz , onlarınki öylesine kahverengimtrak bir yeşil. Ne yapsınlar, onlar yıkanmayı bile bilmiyorlarmış ki! Mutluluk perisine bakmışlar, o hiç üşenmeden ırmağın soğuk sularında yıkanırmış. Her sabah orman cinlerini de çağırırmış yıkanmaya . Ama onlar, su çok soğuk ya da bu suda canavarlar var bizi yer derler hiç girmezlermiş suya. İçlerinden en cesuru , bir gün usul usul gitmiş mutluluk perisinin arkasından, girmiş o da o soğuk suya.Hiç de kötü gelmemiş. Hatta çok iyi gelmiş. Vucudundaki ağırlık kalkmış. Kendini her istediğini yapabilecek gibi hissetmiş. Çok garipmiş. Hemen diğer arkadaşlarına da anlatmış yaşadıklarını. Her geçen gün yıkananların sayısı artmış.

Başka bir gün mutluluk perisi , burası çok karanlık demiş. Kimse bir şey anlamamış. Orası hep öyleymiş. Nesi varmış ki bunun. Bu normalmiş. Mutluluk perisi uçmuş uçmuş uçmuş yüksek en yüksek dallara kadar uçmuş. Oradan başlamış kuru dalları budamaya. Gökyüzü biraz açılınca , orada da canavarların yaşamadığına inandırınca orman cinlerini , onları da yardıma çağırmış. Orman cinleri yine de korkarak çıkmışlar ağaçlara. Ve bakmışlar ki orada ne cin yiyen canavarlar var ne de öcüler . Korkuları geçince, ağaçları budamaya başlamışlar. Nasıl da zevkliymiş budama. Yaşlı ağaçlar bu kuru dalları taşımaktan çok yorulmuşlar. Orman cinleri onları kestikçe canlandıklarını hissetmeye başlamışlar.

Ağaçlar orman cinlerine öyle çok teşekkür etmişler ki ; orman cinleri ve mutluluk perisi sadece bir günde bütün ormanı budamışlar. Sonra da doğru evlerine gidip iki gün boyunca hiç aralıksız uyumuşlar.

İki günün sonunda , uyandıklarında bir bakmışlar , bütün orman ağaçların yarısına kadar kuru ağaç dallarıyla kaplanmış. Toprak görünmez olmuş. Orman cinleri yine ne yapacaklarını bilememiş. Hatta ağaç dallarının altına şeytanın yerleştiği söylentileri bile başlamış. Orman cinleri hiç yaklaşmadan korku dolu gözlerle kuru dalarla bakıyorlarmış. Mutluluk perisi yine uçmuş ,uçmuş, uçmuş yakınlarda bir köy görmüş. Çok mutlu olmuş hemen karanlık ormana dönmüş. Tamam demiş bu kuru dalları ne yapacağımızı biliyorum. Yakınlarda bir köy var , bu köye taşıyacağız , oradaki insanlar bunları yakarak kışın soğuktan korunacaklar.

Mutluluk perisi çok mutluymuş. Ama orman cinleri hala kuru dalların altında onlara saldırmak için şeytanın beklediğine inanıyorlarmış. Mutluluk perisi artık cinlerin bu korkularına gülüyormuş. Ama onlarla hiç dalga geçmemiş. Önce yavaş yavaş kendi kaldırmış dalları. Onlara kuru dalların altında şeytanın bulunmadığını göstermiş. Orman cinleri , mutluluk perisine inanmışlar . Böylece hep birlikte işe başlamışlar. Bu iş daha zormuş. Çok zamanlarını almış. Tam üç gün boyunca hiç uyumadan kuru dalları taşımışlar .
Üç günün sonunda çok yorulmuşlar. Dinlenmek istemişler, evlerine gidip uyumuşlar.

Köydeki insanlar bu kuru dalları görünce çok sevinmişler . Onlar ağaçları çok severlermiş. Onlara kıyamadıkları içinde kesemezlermiş. Ama asıl neden karanlık ormana yaklaşmaktan korkmalarıymış. Bu kuru dalları köyün yakınında bulmak ,onlar için bir mucizeymiş. Köydeki çocuklardan biri; Bunları orman cinleri getirdi. Tam üç gündür taşıyorlar. Hatta ben bile onlara yardım ettim demiş.
Köy halkı korkuyla bakmış küçük çocuğa. Çocuk; Onlar çok iyiler. Hiç de öyle korkunç değiller. Bu kuru dalları tam üç gündür hiç uyumadan taşıdılar demiş.

Köy halkı çok şaşırmış, onlar bu güne kadar hep orman cinlerinden korkmuşlar. Onları hep vahşi, saldırgan olarak düşünmüşler. Küçük çocuğun yardımıyla , karanlık ormana gitmişler. Köy halkı kalabalık ve orman cinlerinden daha güçlü oldukları için kısa sürede kalan tüm dalları köye taşımışlar.

Ertesi gün orman cinleri uyandılarında , bir de bakmışlar ki , bütün ormanda tek kuru dal kalmamış. Her yer yeşil otlarla kaplıymış. Orman cinleri ilk kez mutluluğu hissetmişler kalplerinde.

Bütün kuru dallar gittiğinde, yağmurlar yine yağmaya devam etmiş. Yine gök gürlemiş. Yine şimşekler çakmış. Ama orman cinleri artık korkmuyorlarmış.
Çünkü yağmur yağdıkça, yemyeşil çimenler, rengarenk çiçekler fışkırmış topraktan. Her yağmurda dans etmiş orman cinleri. Yaşlı ağaçların kovuklarında yaşamaya başlamışlar. Ağaçlarla dost olmuşlar. Onlarla konuşmaya ,dertlerini ,sevinçlerini paylaşmaya başlamışlar.

Hayat birdenbire tüm monotonluğundan çıkıp öyle güzel bir hal almış ki! Ağaçlar uyurken orman cinlerine masal bile anlatmaya başlamışlar. Kuşlar gelmeye başlamış. Ağaçların dalarına yuva yapmışlar. Kuşların cıvıltısı ,rengarenk çiçekler , ağaçların yemyeşil yaprakları mutluk veriyormuş.

Köy halkı da kuru dalları ormandan köye taşıdıkları günden sonra, orman cinleriyle dost olmuşlar. Ve tüm bu olanlardan sonra , diğer periler de gelmiş ormana. Kutlamışlar mutluluk perisini. Çünkü bu mutluluk perisinin ilk sınavıymış. Etrafına mutluluk ve neşe yayarak bu sınavı başarıyla geçmiş. Periler kraliçesi ona kocaman bir ödül vermiş. Kutlama bile yapmışlar. Bu kutlamada kara ormanın adını mutluluk ormanı olarak değiştirmişler.

Gerçekten de mutluluk ormanı olmuş kara orman. Hem köy halkına hem orman halkına hem orman cinlerine mutluluk veriyormuş. Aslında mutluluk perisi onlara çok güzel bir hediye vermiş. Bilinmezden korkmamayı öğretmiş. Ve o günden sonra etrafta canavarların , şeytanların dolaştığını düşünmeyi bırakmışlar. Eğer bir şeyden korkuyorlarsa, yanına gidip bakmışlar ne olduğuna. Ve çoğunlukla korktukları şeylere hep beraber gülmüşler.

Hülya And

Yukarı

 Milenyumun Mandalı : Sait Haşmetoğlu


Milenyumun Mandalı

Editör'den Önemli Not:Sevgili Sait Haşmetoğlu'nun e-romanı görsel öğelerle süslendiğinden, aşağıdaki adresten tek tıklamayla zevkle okuyabilirsiniz. Üşenmeyin... Tıklayın... Ayrıca bugünden itibaren duygu ve görüşlerinizi yorum olarak yazabilirsiniz.
http://www.kmarsiv.com/xfiles/mandal_1.asp

Devamı yok. BİTTİ

hasmetoglu@kahveciyiz.biz

Bu romanı arkadaşına önermek ister misin?

Rating: 8,578,578,578,578,578,578,578,578,57
              445 Kahveci oy vermiş.
58261 Yorum var. Yorum Yaz / Oku

Yukarı

 Dost Meclisi


BABA UNUTUR

Dinle oğlum: Bunları sen küçük ellerinden biri çenenin altında yumruk olmuş, sarı saçların terden ıslanmış, alnına yapışmış bir halde uyurken söylüyorum. Odana gizlice, tek başıma girdim. Sadece birkaç dakika önce, kütüphanede oturmuş gazetemi okurken, güçlü bir pişmanlık dalgası her tarafımı sardı. Suçluluk içinde kalkıp, yatağının başucuna geldim.

Düşündüklerim şunlardı oğlum: Sana kızmıştım. Okula gitmek için hazırlanırken, yüzünü havluyla şöyle bir sildin diye sana bağırmış, ayakkabılarını temizlemediğin için seni azarlamıştım. Eşyalarını yere attığın için öfke içinde haykırmıştım.

Kahvaltıda da hata buldum. İçeceklerini etrafa sıçrattın, yiyeceklerini alel acele yedin. Dirseklerini masaya koydun, ekmeğine tereyağını çok kalın bir tabaka halinde sürdün. Sen oynamak, ben de trene yetişmek için çıkarken, bana döndün, elini salladın ''Güle güle baba'' dedin. Ben ise irkildim ve ''omuzlarını dik tut'' cevabını verdim.

Öğleden sonranın geç saatlerinde herşey yeniden başladı. Eve gelirken seni dizlerinin üstünde eğilmiş, misket oynarken gördüm. Çoraplarında delikler vardı. Seni arkadaşlarının önünde, benimle eve gelmeye zorlayarak aşağıladım. Çoraplar çok pahalıydı ve eğer parası senin cebinden çıkıyor olsaydı, daha dikkatli olurdun. Bir düşün oğlum, bunlar bir babanın lafları.

Daha sonra, ben kütüphanede okurken, gözlerinde acı dolu bir bakışla nasıl çekingen çekingen içeri girdiğini hatırlıyormusun? Gazetenin üstünden, rahatsız edilmiş olmanın verdiği sıkıntıyla sana baktığımda, kapıda durakladın. Ben ise ''ne istiyorsun'' diye kükredim.

Hiçbirşey söylemedin ama aceleyle bana doğru koştun, kollarını boynuma dolayıp beni öptün. Küçük kolların Tanrı'nın yüreğine yerleştirdiği, sana yaptıklarımın bile solduramadığı o büyük sevgiyle boynumu sıkıyordu. Sonra koşa koşa merdivenlerden çıkıp gittin.

Evet oğlum, bundan hemen sonra gazetem ellerimden kaydı ve müthiş bir korku her yanımı sardı. Adetlerim bana neler yaptırıyor? Hata bulma adetim, azarlama adetim. Sana bir çocuk olduğun için verdiğim ödül bu mu? Seni sevmediğimden değil, ama bir çocuktan çok fazla şey beklemiştim. Seni kendi ölçütlerimle değerlendirmeye kalkıyordum.

Oysa karakterinin o kadar iyi o kadar güzel yanları vardı ki. Küçük yüreğin, dağların ardından söken şafak kadar büyüktü. Ve bunu gelip bana iyi geceler öpücüğü vererek gösterdin. Bu akşam başka hiçbirşeyin önemi yok oğlum. Karanlıkta yatağının başucuna geldim ve utanç içinde diz çöktüm.

Bu çok yetersiz bir af dileme çabası. Bunları sana sen uyanıkken söylersem anlamayacağını biliyorum. Ama yarın gerçek bir baba olacağım. Seninle dost olacak, sen acı çektiğinde bende çekecek, sen güldüğünde bende güleceğim. İçimden kötü sözler etmek geldiğinde dilimi ısıracağım. Sanki bir ayinmiş gibi kendime hep şu sözleri söyleyeceğim: O sadece bir çocuk, küçük bir çocuk.

Korkarım seni sanki bir yetişkinmişsin gibi gördüm. Ama şimdi seni yatağında dertop olmuş, yorgun, uyurken görüyorum da oğlum, hala bir bebek olduğunu anlıyorum. Daha dün başını omzunun üstünde koyduğun anneciğinin kucağındaydın. Çok fazla şey bekledim, çok fazla.

W. Livingston Larned

<#><#><#><#><#><#><#>

Kahve Molası, siz sevgili kahvecilerden gelen yazılarla hayat bulmaktadır.
Her kahveci aynı zamanda bir yazar adayıdır.
Yolladığınız her özgün yazı olanaklar ölçüsünde değerlendirilecektir.
Gecikme nedeniyle umutsuzluğa kapılmaya gerek yoktur:-))
Kahve Molası bugün 4.208 kahveciye doğru yola çıkmıştır.

Yukarı

 Tadımlık Şiirler


bana dair dipnot

kayıp dünyalara yolculuk eden bir çocuğum
kayıp duygularla yoldaşım ister istemez, ben kimlik bunalımı değilim
siyah beyaz filmler gibi gelir gözlerime çocukluğum ve ağlarken
yanaklarımda oluşan kir izleri ile bakarım dünyaya hala
saçlarım hep dağınıktır burnumu çeke çeke bitiremediğim sümüklerim vardır,
yarı güler yüzüm
karanlıktan korkarım ağlarım ansızın acır içim
ben ben olmaktan öte gidemem istesemde
bir yanımda anneme papatya toplayan çocuğum aslında
balık tutmak isterken balıklara üzülürüm hala
elimde bir oyuncak olur ansızın, kara şimşektir adı, arabam, diğer aşkım
bir elimde ucuz şeker
kucaklar dolusu taş toplarım hala
kuşlara atarım onları vurmak istemeden
annesi üzüluür derim kuşun çocuk aklıdır aklım
avuçlarımdan kum süzerim
ve ağlarım gece yatağımda uyandığımda
büyümedim halaa
ben büyümeyi istemedim
geceleri yatağımda ağlamak istedim hep
ağladığımda annemi istedim yanımda babamı istedim
ben avuçlarımda kum dolu geziyorum halaa
gözlerimin altında kirden oluşmuş gözyaşı izleri duruyor
bak ağlıyorum yine, ben büyüyemedim
burnumu çekiyorum durmaksızın
kucaklar dolusu taş ile dolaşıyorum
ama taşlarımı atmamı istemeyin benden
o taşlar benim
gözyaşı izlerim kadar benim
alışamayan ben kadar benim
büyüklerin dünyasını sevmiyorum
bırakın beni
kayıp dünyama gitmek istiyorum
yeniden çocuk olmak istiyorum

savaş yeşilağ

Yukarı

 Biraz Gülümseyin




Keyfe bak keyfe!..

Yukarı

 Kıraathane Panosu


DUYURU

"... Okulumuz 2002/2003 eğitim öğretim yılında açıldı. Devlet imkanları ile yaptırılmış 21 derslikli fiziki şartları iyi olan bir okul. Öğretmen sıkıntımız yok çünkü valiliğimiz ve Milli Eğitim Müdürlüğümüz bu konuda hassaslar. Bizim sıkıntımız bilgiye ulaşamamak. Bırakın interneti daha bilgisayarın nereden açılıp kapanacağını bilmeyen öğrencilerimiz var. Dikkatinizi çekerek söylüyorum, bu evlatlarım lise öğrencisi, onlardan teknolojiyi en iyi şekilde kullanmayı bekliyoruz ama imkan sunamıyoruz. Kan ağlıyorum. içim acıyor, imkansızlıklar belimi büküyor. Evden getirdiğim bilgisayarımla bütün öğrenci öğretmen ve yazışmalarımızı iyi kötü bir yazıcı ile idare etmeye çalışıyoruz. O da çökecek diye korkuyorum. Bakanlığımızın tahsis ettiği bilgisayarımızı henüz alamadık. Gelse nispeten rahatlayacağız. Öğrencilerime bir bilgisayar laboratuvarı kurmak, iyi donanımlı bir kütüphane ile onların derslerine yardımcı olabilecek bir ortam yaratabilmeyi bana inşallah sesimi duyanlar sağlayacaktır..."

Yukarıdaki sözlerin sahibi Diyarbakır 500 Evler Lisesi Müdürü Tolga Bileyzik.

Araştırdım ve bizzat görüştüm. Ses tonu ve minnettarlığı ona yürekten inanmama yetti. Siz de araştırın ve inanırsanız yardımcı olun.

Diyarbakır 500 Evler Lisesi
Tolga Bileyzik ( Müdür)
0 412 255 08 49
0 533 723 40 44
500 evler lisesi hesabı
Finansbank / Diyarbakır Mrkz Şube 10270061

Kütüphane , kitap ve bilgisayar(en çokta bilgisayar). Diyarbakır da işadamlarıyla fabrikalarla görüşmüş kendisi ama onlar uçak kiralayıp futbol maçına bedava seyirci götürmeyi yeğlemişler. Tolga Bey sorunların altında ezilmiş anladığım kadarıyla. İnanın sevinçten ağlayacak gibiydi sesi.

Şimdiden teşekkür ederim. Saygılarımla,
Pınar Özkan

Yukarı

 İşe Yarar Kısayollar - Şef Garson : Akın Ceylan
Yamağı : Ayşe Nur Gedik


en son çilek'te kalmıştık...

http://www.evyemegi.com/Receller/cilekreceli.htm Çilek mevsimi bitti bitiyor. Ben elimi çabuk tutup hemen yapıp yağmurlu günlerde güneşi hatırlatması için tel dolabıma kaldıracağım. Anne yöntemini de vermişler belki bu yaz onu denerim.

http://www.gecekusu.com/Icki/DisplayIngredient.asp?val=82 Çilekle hazırlanan alkollü ve alkolsüz kokteyl tarifleri hem çok hoş hem de çok romantik!

http://www.deppo.com/shop/group.phtml?id=5612 Siz de benim gibi "çilek varsa şampanya isterim" diyenlerdenseniz, buyrun deppo'ya... Her keseye ve zevke uygun bir şişe bulmak mümkün. Depp.com'dan alışveriş yapmayı ayrıca çok eğlenceli buluyorum.

http://www.dharma.com.tr/dkm/article.php?sid=24 Yok sadece içmekle yetinmesem biraz da geçmişini bilsem diyenlere şampanya'nın tarihçesi. Köpüklü şaraba da şampanya diyor olsak da ne kadar uğraş gerektirdiğini ve çok çabuk soğutulup içilmesinin uygun olmadığı öğrenince buz kovasında bir şişe şampanya hazır tutmaya karar verdim! Çilek de yanında geliyor nasıl olsa :)

Ayşe Nur

Yukarı

 Damak tadınıza uygun kahveler


CalendarPainter [1.68M] Win98/2k/XP FREE
http://www.waseo.de/en/Products/Freeware1/DateTimeSoftware/CalPaint1/calpaint1.html
Kendi resimlerinizi kullanarak değişik şekilllerde takvim yapmanız için geliştirilmiş bir program. İçinde bulunan örneklerden yola çıkarak kendinize özgü bir dizayn geliştiriyor sonra da yazıcıda basıyorsunuz. Güzel bir çalışma üstelik ücretsiz.

Yukarı

http://kmarsiv.com/sayilar/20040713.asp
ISSN: 1303-8923
13 Temmuz 2004 - ©2002/04-kmarsiv.com
istanbullife.com
Kahve Molası MS Internet Explorer 4.0+ ve 800x600 Res. için optimize edilmiştir.
Uygulama : Cem Özbatur - Her hakkı saklıdır. Yayın İlkeleri