KAHVE MOLASI
ISSN: 1303-8923
ABONE FORMU

ABONE OL
ABONELiKTEN AYRIL
HTML TEXT
Arkadaşlarınıza önermek ister misiniz?

 SON BASKI
 Ana Sayfa
 Arşivimiz
 Yazarlarımız
 Manilerimiz
 Forum Alanı
 İletişim Platformu
 Sohbet Odası
 E-Kart Servisi
 Sizden Yorumlar
 Kütüphane
 Kahverengi Sayfalar
 FİNCAN/SİPARİŞ
 Medya
 İletişim
 Reklam
 Gizlilik İlkeleri
 Kim Bu Editör?






Kahveci Soruyor?



KAHVERENGİ SAYFALAR



KAPI KOMŞULARIMIZ

Üç Nokta Anlam Platformu


İstanbul Kültür ve Sanat Vakfı Etkinlikleri
Yazılan, Okunan, Kopyalanan, İletilen, Saklanılan, Adrese Teslim Günlük E-Gazete - Yıl: 3 Sayı: 553

 23 Temmuz 2004 - Fincanın İçindekiler

 Editör'den : HEYYY İSTİFA EDECEK MİSİNİZ?


Merhabalar,

4 Haziran'da davul zurna ile başlayan vurdumduymazlık destanı dün gece birbirinin üstüne binmiş 6 vagonla son buldu. İlk dakikadan itibaren konuşan tüm yetkililer yalan üstüne yalan söyledi. Politika sahnesinde gerdan kırıp para toplamak adına, hiçbir altyapı çalışması yapmadan, alınan bir hızlı lokomotifin peşine takılan eski vagonlarla oluşturulan 'hızlandırılmış tren' onlarca cana mal oldu. Bilimi hiçe sayarak Allaha emanet bir gösteri yapan RTE ve ekibi şimdi bir yol ayrımında. İnandırıcı olmaktan uzak, samimiyetsiz politikaları direkt cana malolmaya başladı. Ya bu durumu kulu kölesi oldukları AB ve ABD normlarına göre değerlendirip, aynı o memleketlerdeki meslektaşlarının yaptıkları veya yapacakları gibi tüm sorumluluğu üstlerine alıp başları önde istifa edecekler ya da yol bildikleri zihniyetin emrettiği gibi sorumluluğu kadere yükleyip 'Allahın verdiği canı gene o alır.' diyerek yalancı dolmalar gibi vitrin süsleyecekler. Cevabını bildiğim bir soruyu soruyorum. Onun için de cevap beklemiyorum. Ama ben hiçbir zaman, Allahın verdiği canı, başında kırmızı kasketi, elinde ışıklı aleti ve ağzında çaldığı düdükle, bizzat başbakan ve bakanların aldığını unutmayacağım. Dilerim kaza kurbanları da unutmazlar. Bu sorumsuz sorumluları her platformda şikayet edip haklarını arasınlar. Bu kaza Amerika ya da Avrupa da olsaydı kurbanların demiryollarını ne hale getireceklerini iyi öğrensinler. Hiç korkmadan, çekinmeden haklarını AİHM'de arasınlar. Türban takamadı diye içinde bizzat bulunduğu devleti Avrupaya şikayet edenleri, en doğal can güvenliği haklarını bilerek ve isteyerek ellerinden alanları dünyaya ilan etsinler. Haydi bakalım Sayın Başbakan, içinde biraz saygı, biraz insan sevgisi, bir cıncık haysiyet, bir tutam sorumluluk bilinci, biraz hak adalet duygusu kaldıysa, çık "Tüm bu olanların sorumluluğu bana aittir ve benim bu makamda işim yoktur." de ve çek git. Heyyy size diyorum, istifa edecek misiniz?

İnanın hala elim ayağım titriyor. Duyduğum andan beri infial içindeyim. Oysa kısacık bir veda metni yazıp tatile çıkmaktı amacım. Ama olmadı işte. Aymaz ordusu gene işbaşındaydı ve dertsiz başımıza dert açmakla meşguldüler. Evet bugünden başlayarak KM 2 haftalık bir tatile giriyor. Dün bu haberi verdikten sonra günboyu gelen epostalardan 2 hafta benim tatil yapacağımın anlaşıldığını öğrendim. Tabi ki böyle birşey söz konusu değil. Keşke olsaydı. Ama iş yoğunluğu nedeniyle sadece haftasonu dahil 4 günlük bir tatil yapacağım. Onda da elimde telefon önümde bilgisayar eksik olmayacaktır inanın. Çarşamba gününden itibaren de masamın başındayım. Peki o zaman KM ne demeye tatile çıkıyor derseniz onun da cevabı var. Hergün yeni bir sayı yapmaya çalışırken altyapıyla ilgilenmek mümkün olmuyor. Bu 2 haftalık tatil döneminde altyapıda birtakım iyileştirmeler, görsel yenilikler yapmak mümkün olacak. Ve tabi birbirimizi özleyip yeni yayın dönemine daha bir güçlü başlayacağız. Bana yazılarınızı yollamaya lütfen devam edin. Bu arada sepeti doldurmayı becerirsek beni büyük bir yükten kurtarmış olacaksınız. Eğer dayanamayıp erken baskı yapmazsam 9 Ağustos 2004 Pazartesi günü yine yeniden buluşmak üzere şimdilik hoşçakalın. Kahve Molasına ilginizi eksiltmeden kendinize iyi bakmanızı, hızlandırılmış tren, yavaşlatılmış vapur, tamir edilmiş uçak gibi gayriciddi ulaşım araçlarından uzak durmanızı rica ederim.

Bir sonraki sayıda buluşuncaya kadar bulunduğunuz yerden bir adım öne çıkın. Sevgiyle...

Cem Özbatur

28 Mesaj var. Editör'e mesaj bırakabilirsiniz.

 Café Azur : Suna Keleşoğlu


Günaydın

"Bir yerlere sığmıyoruz, belki de hep sığınıyoruz..".
Dünden kalan bir cümle ile başlamalı.
Şimdi bugün.
Artık yüzünde bir gülümseme var. Aynada kendini seyretmekten hoşnutsun.

-Günaydın.
-Sana da günaydın.
Bir çırpıda göz atılan gazete sayfalarının hışırtısı. Telefonla birbirine ulaşan iki ses. Uzun-kısa, kadın-erkek,ana-çocuk,yaşlı-genç...
Kim bilir? Henüz orası yazılmadı. Bir kahvaltı esnasında karşılıklı arama isteği.
-Yumurtanı nasıl alırdın? diye sorarak başlamıştı güne. Şimdi bir ses karşı taraftan soruyor.
-Nasılsın?

Günübirlik kalabalıklar peşinde koşmaktan yorulmadık mı?
Şimdi nereden çıktı bu söz. Bir yerlerde senaryolar mı karıştı? Yoksa nasılsın demenin zor kısmı mı? Sadece bir iç ses.

Bir tarafta demlenen çayın buğusu, ocakta pişen yumurtalar. Dört kişilik masanın etrafında üç uykulu surat. Kadın telefonla konuşuyor.
Diğer tarafta keskin bir kahve kokusu. Sert, geceden kalma bir ayılma isteği. Aynı yaşlarda başka bir kadın, bir elinde telefonu tutarken diğer elindeki kahve fincanından çıkartıyor öfkesini. Bir gece, bir çok gece öncesinin tüm öfkeleri birikmiş sanki.
Yumurtalara göz atan karşı taraftaki kadın henüz cevap vermeden yineliyor
-Nasılsın? diyor bir yudum kahve eşliğinde.
-Asıl seni sormalı, bir şeylere mi sıkıldın?
Yılların verdiği alışkanlık. Birbirini iyi tanıyan iki kadın. Hangi ses tonunun hangi soruya karşılık geldiğinin çözüldüğü bir arkadaşlık. Yanıt bulunamadığı zaman susmayı bilme becerisi. Sessizce dinlemenin ve gerekince konuşmanın doğru zamanlaması. Ocaktan aldığı yumurtaları sofraya koyarken aynı anda kocası ve çocuklarının bakışlarına gözleri ile kısa bir cevap verir.
Diğer taraftaki sessizliğini bozmaz. Konuşmaktan çok, birbirlerinin nefesleri ile yetinebilme alışkanlığı. Karşılıklı suskunluk. Bekleyen sadece başkaları.

Aslında ortak noktamızda yok. Kendi orta noktamızdan da yoksun, yalnızca bir çemberin ortasındayız. Ne kadar süre susmalıyız böylece. Sustukça diner bazı acılar.

Nihayet kahvesini içen kadın konuşmaya karar verir.
-Bugün açıkladılar, listede benim adım da var. Anlayacağın bu sefer kurtaramadık. Üç ay içinde tası tarağı topla git diyorlar. Elimdeki proje bitinceye kadar zamanım var.
-Bunu başından beri biliyordun.
-Asıl canımı sıkan o değil. Birden boşlukta kaldım. Ne bileyim, açıklaması zor. Sahi sen neler yapıyorsun?

Nerede kalmıştık? Hep böyle giden diyaloglar aslında. Bitirdiğimiz yerden yeniden başlar, başladığımız yerde bitiririz belki de.
Araya giren zaman değil. Araya giren bizleriz.
Artık sabırsızlaşan eş ve çocuklarının bakışlarından bunalan kadın çareyi karşısındakine hoşça kal demekte arar.
-Bizimkiler sabırsızlanıyor, kahvaltı bitsin ben seni ararım.
-Tamam, öp benim için onları. Ben de birazdan çıkarım. Ben öğleden önce seni ofisten ararım. Belki birlikte yemek yeriz. Görüşmek üzere.
-Fazla üzme sen de kendini. İşte nihayet uzun bir tatil.
Yine bir sessizlik. Daha fazla uzatmamalı.

Dört kişilik ailenin kahvaltısı biter. Kadın sofrayı toparlar, hep beraber evden çıkarlar. Önce çocukları okullarına bırakır sonra eşini iş yerine, arabasını kendi bürosuna doğru sürerken radyoda dinlediği şarkıya eşlik eder ıslığıyla.
Kahvesini bitiren kadın, yatak odasında ceketini giyen eşinin yanağına bir öpücük kondurup çıkar evden.
Başka yerde bir kadın markette sabah alışverişini yapmaktadır, diğeri bulaşık yıkıyordur, bir diğeri çocuğunu besliyor ve bir diğeri.....

-Günaydın.
Artık yüzümde bir gülümseme var. Sığındığım yer ise kendi kabuğum. Ben aslında cümlelerini sırtındaki evde saklayan bir kaplumbağayım.

SunA.K. Grasse
sunak@kahveciyiz.biz

Yukarı

Leyla Ayyıldız

 YazıYorum : Leyla Ayyıldız


   HER SABAH BAKİR UYANIYORMUŞ

- 'Seni kim icat etmişti?'.

Dolu dolu ama bir o kadar da yorucu geçen hafta sonlarının ardındaki pazartesi sabahları çalan saate genellikle bu soruyu sorarak uyanırım: 'Seni kim icat etmişti?'

Perdenin arasından süzülen rüzgar ile kendisine sızacak boşluklar bulan arsız güneş ışınları sözleşip, cilveleşerek beni uyandıracaklarını sansalar da, onlara inat tek gözümü açıp, saati 20 dakika sonrasına yeniden kurdum. Koyu, karanlık, dipsiz uykuma geri döndüm. Damağımda yarım kalmış rüyamın tadı vardı ve biliyordum ki devam edecekti...

Bir dönem nasıl da anlamlı rüyalar görüyordum; hani şu geleceği gösterdiğine inanılan rüyalardan. Bu da belki onlardan biriydi. Oysa bu aralar şekilsiz ve isimsiz rüyalarım. Yüzler belirsiz ve yabancı... Yine de, az da olsa huzur vardı dibinde, bir daha batıp, çıkmalı.

İkinci kez çaldı saat işte, 'Sahi, kim icat etmişti seni kuzum?'

Bugünn? Bugünnn??? Bugün için özel bir şey var mıydı? Hani şu her gün yapılanlardan farklı, herhangi bir şey? Yoksa yine diğerleriyle aynı olmaya aday bir gün mü bekliyor beni? Yataktan çivi gibi çıkmamı sağlayacak, banyoya giderken şarkı mırıldandıracak bir şey var mıydı? Hmmmm var mıydı? (Depresyonun eşiğinde misin yoksa, bu cümleler oradan sesleniyor sanki.)

Aman sen de. Hafta sonları böyle miyim?... Her gün aynı saatte kalkıp, aynı hazırlıkları yapıp, aynı saatlerde kahvaltını geçiştirip, otopark görevlisine 'yine çok canlıyım' (külahıma anlat) gülümsemesi ile 'gü-nay-dınnn' deyip, yola çıkıp, aynı yollardan gidip, aynı yerde park edip, park ederken hani beceremezsin ya, 'az sağa kırın, az sol, tamam şimdi oldu' diyenlere, 'becerebildim di mi' gülümsemesi atıp, bi de üstelik yardımları için teşekkür edip, işyerine girsen ve rutin işlerini yapsan, sen de yataktan böyle kalkarsın.

Haftanın beş günü benzer işleri yapanların ortak sorunu bu. İşimi sevmiyor muyum? Yookk, seviyorumm... Ama aylardır süre gelen benzerliği beni bunaltıyor. Bu mesleğe aşık değil miyim? Evet, aşığımmm, ilk günkü kadar olmasa da hala aşığım. Bir daha dünyaya gelmek istesem yine bu işi yapar mıyım? Evet, yaparım!...

Bu aralar tasarım yapmıyorum ya, belki tüm sorun bu. Bu aralar beslenemiyorum sanki. Yaptıkları eser her ne olursa olsun, bitirilmiş bir örgü kazak dahi olsa, bittikten sonra bakıp, yüreklerinden ılık ılık bir şeyler akanlar beni anlayacaktır. Epeydir damarlarımda o ılıklığı hissetmedim. Epeydir de işte böyle ruhsuz kalkıyorum, işe giderken.

-Bu sabah daha mı erken çaldı saat? Ahh, evet, bugün diğerlerinden daha başka olacaktı ya, nasıl da unutmuşum. İşte, zıpkın gibi fırladım yataktan şimdi. Banyoya telaşla koşup, elimi yüzümü yıkadım, dişlerimi fırçaladım bile. 'Bronz ten yakışmış' diye fısıldadım kendime.

O-leyyyy bu sabah farklı bir sabahhh. Akşamdan karar vermiştim, işe yürüyerek gidecektim... O-leyyyyyyy...

Pşşttttt lütfen dudak bükmeyin, bırakın da bu farklılığa sevineyim. Yürüyerek yaklaşık bir saatlik mesafede gideceğim yer. Ve bunu ilk kez yapacağım. Bu benim için çok farklı, heyecan verici bir durum.

Topuklu ayakkabılarımı, ütülü gömleğimi, fularımı, pantolonumu çantama yerleştirdim. Hatta topuklu ayakkabılarıma uygun çantamı da spor sırt çantamın içine koydum. Üzerime ise rahat pamuklu bir tişört ve kot pantolon geçirdim. İş yerime ulaşınca üzerimi değiştireceğim.

Hafif bir makyaj yapsam? Hafta içi şart sanki bu boyaları sürünmek. Kapıdan çıkarken makyajsız olduğumda eksik hissediyorum kendimi. Sadece göz kalemimi süreyim. Ulaşınca gerisini tamamlarım. Du bakiyim aynaya, hiç de fena olmadı.

A-haa gerçek suçlu işte gülümsüyor bana. Sabah sabah huzur dolu rüyamı bırakıp senin için yollara düşeceğim. Sen, 35 yaşın ısrarcısı, minik göbek. Sen hain şey... Az dikkat etmeyeyim, bi daha bi daha çıkıyorsun karşıma. Biliyorum ki; bundan sonra ya seninle yaşamayı öğreneceğim, ya da her günüme işte böyle anlam katacağım.

.....

Hmmm nasıl da temiz bir hava varmış. Demek sokaklar bu kadar bakir uyanıyor sabahları. Demek bu kadar duru bir gün bekliyor bizi dışarıda... Neden bunu daha önce yapmadım sanki. Taze ekmek, poğaça kokulu sabah çoktan uyanmış, gözlerindeki mahmur çapağı temizlik işçilerine temizlettiriyormuş oysa...

Kurumuş yaprakları süpürüyor çöpçüler. İlahi bir hışırtı çıkarıyor yapraklar, vaktin tamamlandığını gösteren kutsal bir törendeler sanki. Bu sesi kaçırmışım şimdiye dek. Her ölüm bir doğuma sırasını verir değil mi? Bu hışırtı da onu anlatıyor.

İyi ki düşmüşüm yola. Her gecenin ardında böyle bakir bir sabah mı gizliymiş?

Bu gece, bu şehirde hiç acı yaşanmamış sanki. Gecenin karanlığına kaç acıyı gömüp, yeniden doğdun be şehir? Şu kırık şişenin yanından bir cinayetin çığlığı yükselmemiş, dükkanların loş vitrinlerine kırmızı pabuçlu bir fahişenin aksi yansımamış sanki. Polis düdükleri, siren sesleri geçmemiş bu şehirden. Sancılarını koyu karanlıklara gömüp, yeni bir sabah mı doğurdun şehir?

En güzel gülümsemenle uyanmışsın bu sabah. Bedenleri yeniden umutlandıracak kadar bakirsin...

Biz çok şanslıyız değil mi? Sadece içinden su geçen şehirler her sabah böyle yıkar yüzünü, iyot ve yosun kokusuyla yeniden doğarlar. Böyle şehirlerde yaşamak çok kişiye kısmet olmuyor oysa. Bu sabah baştan çıkaracak kadar güzelsin şehir.

Rengine maviyi katmış şehirler adamı şair yapıyor be şehir. Arada sızlanıp, 'Çek Ellerini Yakamdan İstanbul' desem de, çekme be şehir, çekme ellerini... İyi ki gelmişim sana bu sabah, iyi ki girmişim sabah mahmurluğundaki koynuna...

.....

Rutin ama yoğun işlerimden dolayı çok ihmal ettim yazmayı. Oysa yazmak epeydir uzaktaki sevgilim tasarımın yerine doyurmuyor muydu ruhumu? Bu gecemi kitabımı okumaya ve klavyeme adamalıyım. Bu gece başka hiçbir şey yapmayıp, ayaklarımı uzatıp yarına yeniden doğmaya hazırlamalıyım bedenimi.

Bu gece aslında her sabahın yeniden doğduğunu bir daha anlamalıyım, anlatmalıyım. Ve okumalıyım, yine, yeniden doğmuş cümleleri. Ve fark etmeliyim; aslında her şeyin ifade edildiğini, aslında her şeyin yaşandığını, aradıklarımı bir zamanlar başkalarının çoktannn bulduğunu, bana sunulanın ise sadece yarın benim işitebileceğim bir sabahın sesinde yükselen yaprak hışırtısında gizli olduğunu...

Leyla Ayyıldız

Yukarı

Ahmet Şeşen

 Enişte'den Erişte'ler : Ahmet Şeşen


   DJ'iniz Sizlerle - 1

Günaaaaaaaaaaayyyyyyydıııııııııııııııııııııııın KM FM Müptelaları ..! Hepinize bu sabah yine 41.5 kere maşallah diye sesleniyorum çok kısa dalga radyomuzdan. Bugün rahatız... "Cem the HazırTatilModunaGirmişHelvaEdit" iniz tarafından mikrofonu eline tutuşturulan, "eniŞTe the ÇiçeğiBurnundaDJ"iniz olarak karşınıza çıkışımın rahatlığı mı desem ? Sanırım; bunca zamandır yazılarıma yorumlarıyla destek veren dostların, mikrofondaki sürçü lisanımı da hoşgörüyle karşılayacağına olan güvendir bu rahatlık.

Her neyse ..! Kahveler hazır mı ..? Fıkır fıkır bir sabah müziği sizleri bekliyor ..! Hüüüüüpletirken çıkardığınız sesi önlemek için biraz daha açıyoruz düğmesini ...
Radyonun elbette ...

"Kandıramazsın beniiiiiiiiiii, susturamazsın beniiiiiiiiiii, durduramazsın beniiiiiiiiiii ..."

Hiiiii ...! Hay aksi, bu Edi'nin sabotajıdır kesin... Adam boşuna "Cem the Külyutmaz" demiyor kendine... Yafff Edi'ciğim, bak iki gözüm önüme aksın bi daha arkandan laf edersem ne oliiim, töbe walla... Tamam bi daha yapmam, tamam...

"Kaçıncı oldu tamaaaam, daha da katlaaanamam, KM'i de FM'i deeee ....
Kimseyle paylaşamaaaam ..."

Dinleyecez mecburen, eti butu ne dememek lazım, Edi bu, budu da... Aaaa, bir dinleyicimiz arıyor, buyrun ..?
"Lem İhtiyar ..!"
..... Gulp ..! Kem küm... Yanlış numara herhalde... Aloooooo....
"Gözüm üzerinde ihtiyar, mikrofonu denk al, tatildeyim ama radyom açık, falso istemem... Cem the HödöHödö... O kadar ..!"
Edi'ciiiim... Daha neler ..? Yok canım ..! Anlaşıldı, elbette... Bir istek şarkınız varsa alayım, yoksa kafama göre çalayım diyecektim... Çekmecede program mı var ..? Ama Edi'ciiiim... Kapattı bile, hay ...

Neyse, Edi'nin seçmiş olduğu ve mümkünse ( ! ) çalmamızı istediği fıkır fıkır sabah şarkısını kahvelerimizi yudumlar iken dinledik, sanırım hepimizin afyonu patlamıştır.
Şimdi sizlere ( kendimce ) tüm zamanların en iyi şarkısını armağan ediyorum...
Elbette Beatles ve elbette "Let it be"... Haydi hep birlikte geçmiş güzel günlere...

Şimdi sizlere yıllar önce ismini kazağıma işlediğim, çok orijinal bir yazı stiline sahip bir grubu sunuyorum... Chicago... Ve "If you leave me now"...

Hemen arkasından en sevdiğim gruplardan biri geliyor.... Pink Floyd... Hadi sesini biraz daha açın bakiiimmm... "Wish you were here"....

Biraz daha hızlanalım mı ?.....
Duyamıyorum....
İşte Supertramp ve işte "Breakfast in Amerika"... Kahvaltınız biteli çok olsa da...

Biraz derinlere dalınca kimi buluyoruz ...?
Deeeeeeeeeeeeep........ Purple..... Veeeee "Smooooooke on the water"....

Hepinize mutlu tatiller dilerken, hep birlikte bir sirtaki...
Mikis Thedorakis.... Zorba....

Son şarkıyı; Cem the ZorbaGörünümlüYumuşakKalpliEdit'e armağan ediyorum...
Bu Müzik Kutusu'nu da bizlere sunduğu için kendisine vs.vs... hatta vs....

asesen@kahveciyiz.biz

Yukarı

Ebru Kargın

 Aklıma Estiği Gibi : Ebru Kargın


   PARDON ANLAYAMADIM ...

Aslında bu bir yazı değil...

Hatırlarsınız, geçen yıl Mehtap Akdeniz yapmıştı şimdi benim de yaptığımı... Ve kıyamet kopmuştu... Bir kan çıkmadı sadece. Nedense bazıları aşırı tepki göstermişti, olmazdı, hiç okuyanlardan gelen mailler, messenger da ısrarla soru sormaya çalışan, gecenin bir yarısı çöken insanlara verilen cevaplar yazılır mıydı... Yazılırdı, hem de fazlasıyla yazılırdı. En güzel örnek denebilir; tanımadığı birine sadece yazılarını okuyor diye istediği soruyu sorma hakkını kendinde bulan insanlara, istediğiniz cevabı vermekte ya da cevap vermemekte hak kabul edilebilir.

Ben de bir kısmını saklamışım, her nedense... Oturup çoğu üç- beş defa sorulmuş soruların en patavatsız ve gereksiz halini ve hak gördüğüm cevapları okudum tek tek. Ahlak kavramımızın dışına taşmayanları, aldım buraya yazdım. Bunu özellikle belirttim "ahlak kavramı" çünkü çoğu bunun dışında kalmayı başarmış. Adam gibi soru soran ve yine adam gibi cevabını alan yok değil. Seçimimi bazı şeyleri göz önüne alarak yaptığım için burada yazmadım sadece.

İşte başlıyoruz...

1. Deli misin sen ?
Sen ne kadar deliysen ben de o kadar deliyim...

2. Ben deli değilim ki !
Anlamadın sen, uzun et aklım, almıyor diyorsun anlaşılan. Sen ne kadar deliysen ben de o kadar deliyim. Senin deli olmayışınla benim deli oluşum arasında bir fark yok aslında. Küçük farklar var ki bu da sonucu değiştirmeye yetmiyor. Mesela, benim deliliğim dillenmiş, senin ki bunu becerememiş. Çünkü benimki cesurmuş, seninki korkak... Benimki kendini kabul etmiş, senin ki hala edememiş. Bu yüzden sana göre ben deli, sen değil, bana göre ise yok birbirimizden farkımız.

3. Bu ne biçim yazı, karmakarışık. Zorla mı yazdın bunu ?
Hayır canım, kolayla yazdım. 330 ml. kutu kola... Pipeti de vardı üstelik, süper yani...

4. Çok komiksin yani Ebru, güldürdün gecenin bu saatinde... Ne ilgisi var karışık işte...
İlgisi var, sahiden kolayla yazdım. Ayrıca hiç düşünmedim karışık mı, değil mi, ne bileyim ben ya... İyisi mi bir dahakine iyice bir karıştırayım da, dönme dolapta midesi bulanan çocuklar gibi kus üstüme...

5. O fotoğraftaki sensin yani öyle mi ??? Bence sen çirkin ve kompleksli bir kadınsın. Bu fotoğrafta sadece bir örtü ?
Doğru pek bana benzemiyor... Bu fotoğraf az kompleksli ve az çirkin... Daha çok anneme benziyor... Örtü deyince de aklıma geldi, geçen pazardan açık sarı renkte minicik çiçekli bir masa örtüsü aldım, pek şık... Pazarlık falan 15 milyona iş bitti. Lazım olursa diye söyleyeyim dedim...

6. Yine seni okumadan 1 verdim. Çünkü seni sevmiyorum...
Bana bu kadar kafa yorma, yoranlar söyledi, değmezmişim... Yazıma not verme konusuna gelince, valla zaten zahmet etme derim... Ben buldum çözümü; açıyorum bilgisayarımı, geliyorum yazıma. Bizim evde fincan var fazlaca, çıkarıyorum 10 tanesini sıralıyorum masanın üstüne ( yazımın altına gelecek şekilde ) hepsini dolduruyorum ağzına kadar. Al sana 10 dolu fincanlı yazı... Daha ne olsun... Yani sen 1 puan da versen 10 puan da versen fark yapmaz... Ben fincanları nasılsa üşenmeyip dolduruyorum...

7.Sevgilin var mı ?
Yoksa evlenecek miyiz ? Sen ve ben hani...

8.Terbiyesizliğe gerek yok, bir soru sordum hepsi bu !
Evlenmenin nesi terbiyesizlik anlamadım... Evlenmeden yapılan tonla şeye terbiyesiz denmiyorken, hangi yüzyıldan hortladın sen... Ayrıca bu soruyu bana yutturamazsın. Yan çizdim diye terbiyesizlik etmiş oldum güya,ama biliyor musun ben çok önce öğrendim, bir insanın sevgilisi var mı yok mu diye neden merak edilir ve üşenmeyip neden mail atılır... Dalga geçerse de neden kızılır, öğrendim iyice... Başka bahara inşallah... Başka baharı kollamak istiyorsan eğer, peşinen bilmen gereken, sıraya girmen gerekliliğidir. Ha şu da var, sıra gelir mi bilinmez. Gelirse de senden önce bekleyende biter mi onu hiç bilmem. Denemek istersen diye söylüyorum...

9.Devrik cümleler, imla hataları, saçma mecazlar... Tüm bunları bir araya getirmek için özel bir çaban mı var?
Zor değil hiç, kolay oldukça... Merci mi var benim bilmediğim, almam gerekli izin... Suç işledim öyle mi, gerekli asılmam... Böyle nasıl ?

10. Edebi estetiğe çok uygun olmayan kelimeler çarpıyor gözüme... Unutulmamalı ki edebiyatta bir sanattır... Ve sen bu sanata hiç uygun biri değilsin...
Öyleyim mi demiştim. Bak unutmuşum. Madem sen böyle uygun görüyorsun, çözüm var. En iyisi benim yerime sen yaz, ben yollayayım. Böylece ikimizin egosu için ortak bir şeyler yapmış oluruz. Her kendi halinde eli kalem sallayanın ardında mutlak bir edebiyat otoritesi olmalı ki, kendi halinde kalem sallamaktan kurtulsun. Üzüldüğün şeye bak,al sana gül gibi çözüm...

11. İki şeyi merak ediyorum; gözlerin ne renk ve burcun ne ?..
Bende üç şeyden nefret ediyorum. Birincisi adını öğrendikten sonra memleketini soranlar... İkincisi memleketini merak etmeyip, sınıflandırmasına yardımcı olması için burcunu soranlar ve sonuncusu da merak edecek başka şeyi kalmayıp, soluğu bende alanlar... Israrla cevap istersen; gözlerim bok rengi, burcum da solucan...

12. Yazılarını okurken, hayatı çok fazla ciddiye almaz bir kişiliğin olduğunu düşündüm nedense...
Nedeni yok, öyle... Dünyaya gelirken, daha minicik bir bebekken bile eline tutuşturulmuş gidilmesi zorunlu bir ölüm bileti var... Bu durumda neden ciddi ciddi kafa patlatarak yaşayayım ki dünyayı... Ama ben biliyorum, birkaç defa daha geleceğim dünyaya... Sen ne olursun bilmem...

13. Öldükten sonra gene doğacağına inanıyorsun o halde ?
Ben inanıyorum da o bana çok inanmıyor. Hatta şüpheyle düşünüyor, beni bir daha dünyaya göndermek hayırlı bir iş olur mu, yoksa çok cıvıttım diye bir daha buralara gelmemem mi daha doğru... Henüz bilmiyor...

14. Yazılarına konu olan şeyler gerçek mi ?
Bu soru gerçek mi ?

15. Ne demek bu şimdi ?..
Geyik demek...

16. Çok ilginç bir özelliğin var mı, farklı bir şey...
Var... En ilginç ve farklı özelliğim, hiçbir özelliğimin ve farkımın olmayışı...

17. Mutlaka vardır, herkes gibi... Takıntıların olabilir...
Takıntılar ne zamandır özellikli yapıyor insanları ? Ayrıca benim takıntılarım sadece yaşamımı zorlaştırıyor, nesi özellik, bir çeşit saçmalık...

18. Lütfen söyler misin, nedir takıntıların ?
Umuma açık tuvaletlerde, her zaman en sondakine girerim. En sondaki dolu ve diğerleri boşsa durum yine değişmez, ben o tuvaleti beklerim... Biri konuşurken herhangi bir kelimeyi yanlış söylerse, içimden 10 kere doğrusunu tekrar ederim. Hiç kurşun kalem kullanmıyor olsam da, her kırtasiye önünden geçişimde mutlaka üç-beş silgi alırım. Hele ki renkli silgiyse hiç şansı yok, aynen bendedir. Yani önümüzdeki yüzyılda dünya insanı silgisiz kalmayacak ve böyle giderse tahminim kişi başına en az üç silgi düşecek...

19. Takıntıdan öteye geçmişsin... Başka var mı ?
O kadar çok ki... Kırtasiye dükkanı olan insanları, ne kadar kontrol etmeye çalışsam da acayip kıskanırım. Pek çok kadının saçmalığı gibi benim de bir oyuncağım var yanımdan ayırmadığım, dünyayı dolaştı nerdeyse çantam içinde... Ben neredeysem o orada güzel oyuncak filim. Yeter bu kadar keselim, sakın ola filimin adını falan sormaya kalkma...

20. Kedin varmış galiba ? Cinsi ne, ben de almayı düşünüyorum da...
Alacaksan al, ben alırken sana sormadım. Benim oğlan, beyaz bir İran kedisi, çok yaramaz değil... Rengi, su eklenmiş rakı rengi olduğu için adını Rakı koymuştum.

( Rakıııııı gel oğlum seni soruyorlar... )

21. Allah sevgiline kolaylık versin...
Allah' a dua ederken Ebru' ya da kolaylık versin demeyi unutma... Hem sana ne yaaa...

22. Sevgilinle nerede ve nasıl tanıştın ?
Ne bileyim çok oldu, tam hatırlamıyor gibiyim. Çok çok iyi hatırlasam da anlatmazdım zaten...

23. Sen kaç yaşındasın ki, sevgilinle tanışalı asırlar geçmiş sanki...
Bak canım, uzun etme gayrı, çeyrek asırlık birine göre uzun bir hikaye elbette... Hele ki çeyrek asırlık hayatının yarısından dört buçuk fazla yıl ediyorsa, sen düşün gerisini... İyi problem oldu, sen hesapla benim uykum geldi... Yarın hatırlat da, azıcık üç bilinmeyenli denklem çalıştırayım seni.

24. İzmir' in neresindensin ?
İçinden Atatürk caddesi, karakolun yanı... Allah allah yaaa... Neden soruyorsun, anneme kahve içmeye mi gideceksin ?

25. Doğru unutmuşum, sen İstanbul' da yaşıyordun. Neresiydi peki ?
Sen Anadolu yakasına geç, kime sorsan söyler... Bana kahve içmeye mi geleceksin ki ?

26. Seni seviyorum...
Ben de seni...

Yok vallahi üşendim, yeter bu kadarı... Şimdi bu kadar abuk soruyu bir araya koyup yazı yapmaz mıydım ?

Bundan sonra tırmalamak isteyenlere özel not; dilediğiniz kadar zorlayın, boş... Benim için değişen bir şey yok. Ne bozulurum, ne üzülür, ne de başka bir şey olurum. Ben en fazlasından eğlenmiş olurum.

Kendi sorusunu burada görenlere ise ayrı bir not, bu kadar başarılı olabilmişsin, yetmez, bir dahakine daha sağlam soru bekliyorum...

Cevap veremediklerimden de özür dilerim, mutlaka çok işim var diyedir.

" Etrafta bebek kokusu var... "

Ebru Kargın
ekargin@kahveciyiz.biz

Yukarı

Seda Demirel

 Pratisyen Kahveci : Seda Demirel


   ESKİ BURALILAR

Elli küreklik gemileri varmış.
Elli kürekle denizlere hakim olmuşlar.

O gemiler ile Adriyatik, Etruria, İberia ve Tartessos'u aşanlar hep "eski buralı"larmış. Yeryüzünün ilk uzun deniz yolculuğuna çıkan da yine bu "eski buralı"larmış.
Kimlermiş eski buralılar?
Kimlermiş bu eski Yunanlılar?
Phokaia'lılarmış...

Tartessos'ta ki ülkenin kralı Arganthonias, bu yaman Phokaia'lıları pek sevmiş, pek bir gözü tutmuş. Çok becerikli bir boymuş, çalışkanmış, akıllıymış, gözüpekmiş.

Kral Arganthonias kanadını uzatmış onlara doğru; şu İonia'dan ayrılın, gelin size toprak vereyim, yeriniz yurdunuz anavatanınız kanadımın altında olsun demiş.
Beğenmemiş bu bölgeyi bizim gözüpek Phokaia'lılar.
Olmaz demişler önce.
Kral akıllı olduğu kadar da öngörülüymüş aslında.
Gülümsemiş ve keseler dolusu altın saçmış bunların önüne.


"Med yakındır, alın bu altınları, bütün kıyınıza sur çekin, yaşayıp gidin" demiş...

Phokaia'lılar altını alıp surları çekmeye başlamışlar sahil boyunca, gözleriniz boyunca uzanan uzun mu uzun bir sur döşemişler kıyıya, kenti çevreleyip Med'den kurtulmuşlar.

İyi günler uzun sürmemiş.
Derken düşman Harpagos ordusu ile dayanmış kapılarına.

Perseus'dan Harpagos toprağı alırken kan ile sulamak istememiş. "Teslim olun" demiş Phokaia'lılara.
Phokaia'lılar düşünmüş ve taşın-maya karar vermişler;

"Askerlerini surlardan en az bir günlük yola geri çek, Harpagos, teklifini düşüneceğiz!" Demişler demesine de inanıp geri çekilen Harpagos onlara yetişemeden elli küreklik gemilerini suya indirivermişler. Çoluk çocuk gemilerine binip yine yollara düşmüşler.
Hiç mi anayurtlarına geri dönmeyi düşünmemişler yola çıkarken?
Elbette düşünmüşler.
Kyros'a varmadan önce söyle bir yolda durmuşlar.
Bir de bakmışlar ki düşman kentlerine bir garnizon bırakmış geri giderken.
Öfkelenmişler; bütün hepsini kılıçtan geçirmişler garnizonun. Sonra da büyük bir demir parçasını kızdırmışlar, denize atmışlar.
Kızgın demir suya düşerken de yemin etmişler açık seçik.
"Biz Phokaia'lılar, biz eğer biz isek, şu demir çubuk tekrar suyun üzerine çıkmadan bir daha asla Phokaia'ya geri dönmeyeceğiz!"

Pupa yelken gidilen yolda sıla hasreti ile yeminini bozanlar olmuş.
Ayrılmışlar diğerlerinden ve geri dönmüşler kentlerine.
Diğerleri ise yollarına devam etmişler; Marsilya kentini kuracakları Fransa kıyılarına varana dek dönüp arkalarına bakmamışlar yeminlerine sahip çıkanlar.

Zaman ilerlemiş.
Zaman Troya savaşlarına dek varmış.
Bir ara Yunan halkı toprak yetmezliğine bağlı olarak Balkanlardan gelen istilacıların da etkisiyle ülkelerinin dışına doğru sürüklenmişler.
Karşı yakaya doğru bir göçtür başlamış.
İlk varanlar, Akha - Aialia'lar, gelip dört bir yana hakim oluvermişler.
O topraklara yapılan bu ikinci büyük göçün Foça'nın asıl kuruluşu olduğu dillendirilirmiş.

İlk göç sırasında gelenlerden yemin bozup geri dönenler Marsilya'da ki akrabalarına selam söylüyorlarmış..

Foklar mı?
Görmek isteyen görmüş, görmek istemeyen de görmemiş..
Görmek isteyenler gün olmuş görememişler, görmek istemeyen ise gün olmuş, görür gibi olmuş.



Foça'ya ismini veren gerçekten de fok balıklarıymış, foklarmış, doğruymuş...
Bu foklar ise limanın önünde boylu boyunca uzanmış güneşlenen fok'lara benzeyen adalardan ve bu adalarda halen koruma altında olan foklardan başka bir şey değilmiş.


Kadın başlı kuş gövdeli Siren'lerin sesini dinleyip muhteşem Siren Kayalıklarına gemimizi çarpar mıyız bilinmez ama Foça'ya geç kalmamak lazım.


Akşamüstü Menendi de çay içmeye ve akşamına da Kenya Leylek'te demlenmeye davetliyiz.
Haa bu arada, Fokları gözlerinizle aramayı unutmayın..
Siren'leri artık duyan yok ama Foklar oradalar...

Seda Demirel

Yukarı

Osman Günay

 Marmaris Balıkçısı : Osman Günay


   Yalnız Denizci

"Yalnız Denizci" oldukça sık rastlanılan bir tamlamadır, yalnızlık pek yaraşır denizcilere, teknelere.. Bir topluluktayken bile, o yalnızlık hissedilir hem uzaktan, hem de yakından.. "Tuzlu su işleri bunlar, boşveer!" deyip geçmeyin, iki çift lakırdı ister yine de bu yalnızlık derdi deniz adamlarının !!.

Yük-yolcu gemilerinde çalışan kaptanların, deniz adamlarının genellikle evlerinde bekleyen kadınları, çoluk çocukları vardır. Onlar emekli olup, uzun yollarda ağır makina gürültüsü ve pervane vibrasyonu hislerini yok etmek için küçük bir bahçeyle meyva ağaçları, çayır-çimen, dalında domates ve sallanmayan yatak hayal eder dururlar. Onların deniz hayatlarını küçümsediğimiz düşünülmesin sakın, yaptıkları miller, gördükleri havalar, yerler, bir yatçının hayatında değil gidebilmek, düşünemeyeceği kadar çoktur.. Profesyonel balıkçılar da, "Ay aydınlık olsa da eve gitsem" düşüncesiyle sarılırlar işlerine genellikle. Onlar daha çok ekmek parası peşinde olduklarından bazen denizi-tekneyi boşlar, "ne kadar balık, o kadar ekmek" lafındaki gibi yaşarlar.. Gelelim bizim model denizcilere, ya da daha geniş anlamıyla "yatçı"lara. Biz bu yazımızda yalnız(!)ca onlardan bahsedeceğiz... Denizde, teknesinde yaşayanların genellikle evleri yoktur, olanların da pek kulak asmadıkları, tekne malzemelerinin konduğu, depo şeklinde gördükleri bir kapalı alandır sadece .. Dedik ya, yalnızdır bu denizciler diye, nedeni-niçini kurcalarsak karmaşıktır biraz, ama çoğunluğu öyledir, isterseniz etrafınızdakilere bir bakın !..

Kadınların çoğu, tekneleri kendilerine bir rakip, adamlarının ona vermesi gereken zamanı çalan bir hırsız olarak görürler. Adamlar için de, zaman zaman "fantazimtrak metres" yerine konduğu olur kayıkların.. (Cumhur Hocayla teknesi My Mistress i hatırladım, nedense! Bu isimde de hafif bir "stress" seziliyor ama, boşverin:) Ama gel de anlat bakalım, kadınlara rakip olabilir mi hiç, yelkenli bile olsa tekneler?. Eğer kadınlar baştan böyle düşündüyse değiştirmenin ne kadar zor olduğunu bilirsiniz, açıklama yapmayayım.. Tekne sahibi beyler de, bu konuda zorda kalmış taraf olarak, bir taraftan eşine-sevdiğine-sevgilisine mi arka çıksın, yoksa onu denizlerde gezdiren, uzaklara-yakınlara götüren, imparatorluk sınırlarının çevrelediği sevgili teknesine mi bilemezler...

Kadınlar bir de bu konuda karşı durulamayacak teoriler geliştirmişlerdir, doğal olarak!!. "Küçük burası, çocuklarım n'oolucak, annem denizden hoşlanmaz, deniz tutuyor beni söylemiştim, buzdolabı küçük, evimi özledim" gibi sonu gelmez şekilde sızlanır dururlar.. Haklıdırlar da bir yandan.. Hem tekne şartlarıyla ev şartları konfor ve olanak olarak pek benzemez birbirine, bir de aynı şey değil ki; biri ev, biri kayık!! Bu tür yaşayan adamlar kendilerine bir deniz-üstü dünya kurmuş ve kadının o dünyaya adapte olmasını beklemektedirler. Ama heyhat ki; kazın ayağı öyle değildir, kadınlar, olan bir dünyaya adapte olmak yerine o dünyaya yeni bir boyut getirmek peşindedirler.. Kadınca olmanın şartlarından, gerçeklerinden de biri bu değil mi?? Teknedeki takım sandığı, kayığın mutfağı, tentesi, yastıklar, çarşaflar, mutfak malzemeleri birden yer, hatta bazen nicelik ve nitelik değiştirir! Perdeler ve küçük, sağa-sola monte aksesuarlar belirir birden kamarada. Seyahat programları, demirlenecek koylar, rotalar, menüler "kadın fikri" almadan yapılamaz olur.. "Balık tutmak de neymiş, vahşi misin sen ?. Ben varken balık tutulmasın lütfen, dayanamıyorum!", ya da, " 'Yat-geber içkisi' de n'ooluyo, yemekte içtiniz ya, alkolik misiniz siz, yok içki falan!!" gibi talimatlar da sırada bekliyordur.. Talimatlara uymak bozmaz denizcileri, ama bu senelerdir keyifle yaptığın balıkçılığı, tuvalette gizli-saklı sigara içmeye benzetir.. Hem keyifle, hem yıldızların altında, hem de sohbete meze yapıp, ağız tadı olsun diye içeceğin "bir tık single malt"ı bile zehir eder bu tür yaklaşımlar!! (Arada anlattıklarım kadınları kızdırmasın n'oolur, hiçbirini uydurmadım, hep örnek-hep gerçek, hem vallahi-hem billahi !! Sonuçlarından korktuğumu da itiraf edeyim, kızgın kadınlarla karşı karşıya kalacağımla, 9 bofor* kafadan hava tercih ederim ben!!).

Ama kadınlar için böyle adamlar da pek hoş, pek aranır cinstendir; işin böyle bir yanı da var, pas geçmeyelim. Denizde yaşayan erkek genellikle atletiktir, tüm sene bronz renklidir, becerikli ve çalışkandır. Doğal olarak çoğunluğu oluşturan, kıravatlı, takım elbiselilerden, daralmış ruhlu, işinden başka şey düşünmeye hali kalmamış kent işadamlarından farklıdır.. Kadınlara prensesler gibi davranır, onları ağırlar, gezdirir.. Hepsinin ayrı ayrı anlatacak hikayeleri, geçmişleri, denize çıkış nedenleri vardır ki hepsi başka başka romanlar olur. Biraz uçukturlar, belki marjinaldirler, ama hepsi denizin ve mavi hayatın farkında olduğu için neredeyse bir filozof gibi işin aslını öğretir, hatta daha imajinasyonu geniş olan modeller, hikayeler, masallar anlatır, hiç bilmedikleri bir dünyanın kapılarını "cins-i latiflere" açarlar ki; kadınlar buna bayılır.... Ama tüm bunlar denizcinin yalnız kalmasını engelleyemez. Arada tekneye tayfa yazılmış(!) kadınlar, bir müddet sonra ya deniz hayatının sırrını çözememiş, ya da imparatoru teknesine ihanet ettirememiş şekilde deport* olurlar.

Bunun tam tersi de geçerlidir, tekneler ya bir marinada unutulur, ya da alelacele elden çıkarılır. Bizim efsane yatçı da kıravat-ceket, olmazsa bahçıvan salopetini takar üstüne çaktırmadan, denizi, mavi-laci suları ve beyaz bulutlarla sıcak güneşi düşleyerek yaşamına devam eder..

Bizim nesil hatırlayacaktır, Fransız şarkıcı Antoine vardı bir zamanlar.. Hatta galiba kendi çizgisi miydi neydi, yaka uçları göğse doğru upuzun, çiçekli, pastel renkli gömlekler modaydı o zamanlar, yakalara da "Antuan yaka" deniyordu. İşte bu Antoine, taa o zamanlardan denize gönül vermiş biri olarak pop starlığından paraları kapıp, kendine önce küçük bir yelkenli, sonra bir alüminyum "cutter" alıyor.. En güzeli oydu benim için, ismini de unutmuyorum "Om". Sonra da Pasifik e kafayı takınca, kotrayı da satıp bir katamarana sevdalanıyor.. Durmadan o okyanus senin-bu okyanus benim, o ada senin, bu ada hepimizin şeklinde dolaşıp duruyor, gezilerinin de yazı ve fotograflarını yayınlayarak, "hem iş-hem sipariş" konumunda, dalgalar arasında yuvarlanıp gidiyordu...Yalnızlık dedik ya, bu konuda Antoine'ın bir lafı hep aklımdadır "Denize yalnız çıkmayı seviyorum, ama çıktıktan az sonra yalnızlık dokunmaya başlıyor, ben de hemen ilk limanda bir arkadaş, dost, ya da sevgilimle buluşarak yoluma devam edebilme huzurunu, isteğini tekrar kazanıyorum"..

Oldukça yaman bir çelişki bu!. Yalnız yaşamın çelişkisi kendi içindedir amma, çözüm de yanındadır; bulabilene !!. (Felsefeyi bırakayım, iki satır yazıyoruz, sonra "Neymiş şu yan taraftaki çözüm, hıı?" diye bi soran olacak, göbeğini çatlat anlatamayana(!) kadar !!!)

Yalnız dolaşanlardan açılmışken söz, Pierre Auboireux dan da bahsetmemek olmaz tabii ki.. Bu Paris li bir taksi şöförünün hikayesi.. Denize, uzağa gitmeye gönül vermiş kahramanımız, Seine nehrinde bir arkadaşından aldığı ufak bir yelken kursundan sonra Fransa nın güney kıyısına gidip bir tekne satın alıyor.Tekne (isim Neo-vent) harap, döküntü ve oldukça yaşlı, benzinli ufak bir makina ve yaklaşık sekiz metrelik su hattıyla amaçtan oldukça uzak gibi gözükmesine rağmen, şöförümüz dünya seyahatini (biraz da şansla, kendi de itiraf eder zaten!) attırıyor, dönüş yolunda Kızıldeniz'de tekne artık "Kaptan, benden buraya kadar, bocileme*, gidemeyeceğim" deyince de turu tamamlayamadan bırakıyor.. Bir kısmında yolculuğun, "gittik gidiyoruz- battık ölüyoruz" diye düşündüğü için, benzin bidonlarından, su jerikanlarından dingisine takviyeler yaparak bir "life-raft" bile imal ediyor, kitapta can salının resmini görmek yolculuktaki herşeyi, tüm duyguları anlamak için yeterli emin olun!!. Hem lisana hakim, hem de çalışkan birileri çıksa da , türkçeye çevrilse bu deniz hikayeleri ne kadar hoş olur, pek duyulmadık, bilinmedik bu hikayeler anadilde ne keyifle okunur kimbilir?? Tamamlanamamış olmasına rağmen etkileyici ve yalnızlığı iyi anlatan dünya turu hikayelerinden biridir bu da..

"Kurun" adlı teknesiyle, dünya turunu tereyağından kıl çeker gibi yapan Toumelin in en büyük derdi de o hala başımıza dert açmaya devam eden dünya politikalarıdır.. İkinci Dünya Savaşının sonu gözükmüştür ama Avrupa hala savaştadır, millet birbirini boğazlamaktadır, ama o yelkenlisine binip savaşa sırtını dönerek oralardan uzamak istemektedir.. Savaş sırasında da "arazi olup" bir hangarda küçücük, randa armalı kotrasını imal etmiştir tüm olanaksızlıklara rağmen.. Gitmek isteyeni kim tutabilir?. "Vira bismillah" ı çeker, gider, üç sene sonra öbür taraftan geri döner; hem de makinasız teknesiyle!! Biz de şapkaları çıkartır, selam dururuz.. Başka ne denir??..

Son bir yalnız navigatörden daha bahsedelim de konuyu kapatalım artık.. Bernard Moitissier yine bir Fransız, hep yalnız gezmiş (eşi de zaman zaman yanında ama, denizde yalnızlığa övgüler yağdırır durmadan, şimdi kızı da önemli bir yekbaşına deniz gezgini/yarışçısı).. Üstadın en hoş hikayelerinden biri de Panama ve Süveyş i kullanmadan (dikkat isterim, Cape Horn bile var arada!) attığı non-stop dünya turunu tamamlamaya 1500 mil kalmışken, "Yahu yine karaya yaklaştık, öbür taraf daha iyiydi! " diyerek hiç durmadan dünya turunu birbuçuk porsiyon yapan ender denizcilerden!! Moitissier de denizde durmadan yaratan, durmadan deneyen, hiç bıkmadan yazıp anlatanlardan.. Teknesi hafiflesin, kumanyalar ağırlık yapmasın diye konserveleri denize funda* eden, protein ihtiyacını karşılamak için özel bir süzgeçle süzdüğü korkunç kokulu planktonları bile yemeğe kadar vardırmış biri.. Ama hakkını da teslim edelim, çoğu düzgün denizci gibi de balık tutmayı, tutulan balığı mundar etmeden, gerektiği gibi kotarıp, kemal-i afiyetle göçürmeyi iyi bilenlerden..

Yalnız yapılan yolların da tadı-tuzu ayrıdır, imkanınız varsa hazırlığınızı yapın, kısa-uzun bakmadan bir yol yapın, insanın kendinle baş başa kalabildiği, denize ve teknesine yakınlaşıp, en çok anlaşabildiği durumlardan biri de budur.....Üstelik denizde yalnızken insan gerçek huzurun, gerçek sessizlik ve deniz hayatının ne olduğuna daha iyi karar verebilir. Kendi başınıza kaldığınızda lacivert sularda mutlaka daha önceden bilmediğiniz, tatmadığınız duyguları tadar, yepyeni şeyler hissedersiniz. Kimbilir belki Antoine'a hak vermek bile gelir içinizden!! Üstelik yalnız yapılan her yoldan sonra limana vardığınızda denizcilik dağarcığınıza bir sürü yeni bilgi, tecrübe ve zevkin katıldığını ayrımsayacaksınız ki; bu da pek değerli bir hazinedir. Tecrübe edinmeğe gelince pek kolay ve faydalıdır, yalnız denizde olmak.. Hele benim gibi "düzayak akıllı"lar için on kere anlatılıp tarif edileceğine, bir kere görüp, zorunlu olarak bir kere de yapmak, meselenin çözümü ve tecrübenin düzayak kafaya yerleşmesi için yeterlidir. Ben kendi payıma yalnız döndüğüm her yoldan sonra pek memnun olurum, mutluyumdur. Sebebini sormayın; sormayın ama ben söylenmemiş bırakmayı sevmem söyleyeyim, hep "Şu deniz işine bulaşmamış olsaydım, tekne, yelken, balık, rüzgar nedir bilmeseydim, gözlerim açık giderdi, şükürler olsun ki, o kişilerden değilim" der, ayrıcalıklı hissederim kendimi... Bir düşünün onca milyarın içinde kaç kişiyiz ayrıcalıklılar!!..

Hepinize keyifli, kolayına ve mutlu seyirler diliyorum.. Görüşürüz..

Aydınlatıcı deniz dili ipuçları:
* bofor - Beaufort, denizcice rüzgar şiddeti skalası, 9 bofor yaklaşık 50 mil/saat civarında ediyor, bayağı bi rüzgar yani!..
* bocileme - "bocalama kaptan-ben gidemem" lafındaki bocalamanın denizcicesi, rüzgarı teknenin kıçına almak...
* deport - Gemilerde çalışan personelin, limana çıkarılıp tekneden yollanması...
* funda - Kadın ismi gibi duruyor ama, denizciler demirlemek, denize indirmek anlamında kullanır..

Osman Günay
osmangunay@kahveciyiz.biz

Yukarı

 Gülümse'nin Dilinden : Gülcan Talay


Umut Denizinde Çırpınış - III -

3. Bölüm:

(Telefon sesi ile yerinden fırladı. Oldukça geç olmalıydı. Telaşla ışığı bulamadı ve bacağını dolaba çarptı.)

Can - Ne oldu? İyi misin?
Derya - Bir şeyim yok. Bacağımı vurdum dolaba. Şu telefona bakıp geleyim. Sen uyu canım.

(Sekerek odadan çıktı. Bu saatte kim olabilirdi. Sonra Şermin geldi aklına. "Umarım kötü bir şey yoktur" diye geçirdi içinden.)

Derya - Efendim.
Şermin - Az önce buradaydı. (Hıçkırıklarla ağlıyordu.) Çok sarhoştu. Bağırdı durdu, açmadım kapıyı. Polise haber verdim, aldılar. Hesabını vereceksin diye bağırarak gitti.
Derya - Tamam sakin ol. Bak polisler götürmüşler. İcabına bakarlar. Dikkatli ol yinede. Gerekirse mahkemeden koruma talep ederiz. Şimdi git yüzünü yıka ve bir ilaç içip uyu. Yakında her şey bitecek. (Dediklerine kendi bile inanmamıştı. Ama Şermin' i sakinleştireceğini umuyordu.)
Şermin - Tamam. Dediklerinizi yapacağım. Ama eşinize söyleyin yarın mahkemede sinirlendirmesin yine. Çok teşekkür ederim. Rahatsız ettim.
Derya - Önemli değil. İyi geceler.

(Endişelerinde haklı olduğunu bilmek, daha da korkutmuştu. Odasına çıktığında uyumuş olan eşini uyandırmaya kıyamadı. Uyumak için yanına uzansa da, korkuları uyumasına engel oldu.)

Can - Günaydın hayatım. Ne zaman uyandın? Gerçi hiç uyumamış gibisin. Kimmiş gece arayan?
Derya - Şermin' di. Memduh gece kapısına dayanmış. Bağırmış, çağırmış. Çok korkmuş ve bende korkuyorum. Mahkemede daha ılımlı davran bugün... Lütfen!
Can - Kabadayılık yapan bir adama pabuç mu bırakacağız yani? Endişelenme diyorum sana. Emine Hanıma söyleyayim, sana bir bardak süt getirsin. Onu iç ve uyu lütfen çok perişan görünüyorsun.
Derya - Tamam...ama sende daha dikkatli olacaksın.
Can - Dikkat ederim. (Giyinip, eşini öperek çıktı odadan.)

(Mutfağa gidip, hazır masadan bir iki şey atıştırdı. Çocuklar çoktan kalkmış kahvaltılarını yapmaya başlamışlardı.)


Can - Emine hanım, bir bardak süt getirir misin Derya' ya? Sonra da mutlaka uyumasını tembihlediğimi yinele lütfen. Gece bir telefon geldi, doğru dürüst uyumamış. (Çocukları tek tek öpüp.) Sizde uyandırmayın annenizi. Benim çıkmam lazım. Güzel karneler bekliyorum sizden. Yarı yıl tatiline az kaldı.. Tamam mı? İyi dersler.

(Hep bir ağızdan babalarına söz verdiler.)

Derya - Yine mi ya? (Telefon acı acı çalmaktaydı. Saat 11'e geliyordu. Koşarak kapanmadan telefona yetişti.) Efendim!
Polis - İyi günler efendim. Eşiniz Şermin hanımın avukatıydı sanırım.
Derya - Evet. Bir şey mi oldu?
Polis - Memduh bey sabah ki davadan sonra eve gitmiş. Kapıyı çocuklar açmış.
Derya - Eeeee...
Polis - Karısı ile bağrışmaya başlamışlar... Adam karısını vurmuş... Komşular duymuş, koşmuşlar sese... Ama yetişememişler.
Derya - (Şok geçiriyordu. Korkuları doğru çıkmasın diye boşuna teselli etmişti hem kendini, hem kadını.) Peki çocuklar nasıl?
Polis - Çocuklar iyi. Teyzeleri gelip aldı.
Derya - Çok üzüldüm. Peki eşimin haberi var mı durumdan?.
Polis - Bende sizi bu yüzden aradım. Nasıl diyeceğimi bilemiyorum?
Derya - ........? Ne Oldu?
Polis - Memduh bey......eşini vurduktan sonra büronuza gidip.......eşinizi de vurmuş....Sonra da kendisini.
Derya - ....... (Telefonun ahizesi elinden düşerken yere yığıldı.)
Polis - İyi misiniz? Alo...Alo...

(Emine pazar alışverişi yapıp eve yeni dönmüştü. Derya' nın yerde yattığını görünce, poşetleri fırlatıp yanına koştu.)

Emine - Derya hanım...Derya Hanım...(.diyerek sirkeledi.)
Derya - (Zor bela kendine geldi. Emine' nin soran bakışlarını gördü. Çok bitkindi.) Emine çok kötü bir şey oldu. Aklım almıyor, inanamıyorum. Can' ı vurdular, canımı vurdular. Öldü Emine öldüüü..(Hıçkırıklar boynuna sarıldı.)
Emine - .....ne, nasıl?

(Derya olanı biteni hatırladığı kadar anlattı ağlayarak. İki kadın oracıkta saatlerce, konuşmadan ağlamaya devam ettiler.)

Derya - Çocuklara nasıl anlatacağım. Ben şimdi tek başıma ne yapacağım. Onsuz nasıl yaşayacağım. (Çok bitkindi. Gözleri ağlamaktan şişmişti.)
Emine - Çok zor biliyorum. Bende eşimi kaybettiğimde öleceğimi sandım. Ama ölemiyorsun. Birileri için yaşamak, mücadele etmek zorundasın. Şimdi sizde, çocuklarınız için yaşayacaksınız.

(Yirmili yaşlarında kaybettiği eşini hatırladı. O hayatta iken hiç paraya gereksinimi olmamıştı. Durumları iyi idi. İflas ettiğinde hastalanmış. Bu onun sonu olmuştu. İki çocuğu için her türlü işte çalışmış, on sene önce Derya hanımla tanışıp yanlarında çalışmaya başlamıştı.)

Derya - (Oturduğu yerden kalktı. En yakın dostunu, Hülya' yı aradı.) Alo...! Hülya.
Hülya - Efendim.. (Telefondaki ağlamaklı sese seslendi şaşkınlıkla.) Deryaa!
Derya - Çok kötü bir şey oldu. Sana ihtiyacım var. (hala hıçkırıklarla ağlıyordu).... Can öldü!
Hülya - Neeee! Nasıl?
Derya - Müvekkilinin kocası vurdu. Onu uyarmıştım... O yinede adamı kızdırdı. Lütfen çabuk gel. Çocuklara nasıl anlatacağımı da bilmiyorum.
Hülya - Ben gelene kadar bir şey anlatma. Ben konuşurum çocuklarla. Şimdi sakin ol. Bir ilaç iç uyu. Sen uyanana kadar gelmiş olurum. İlk uçakla hemen geleceğim.
Derya - Peki. (Arkadaşının gelecek olması biraz olsun güç vermişti. Dediğimi yapacak, uyuyacaktı.)

Arkası Tatilden Sonra...

Gülcan Talay

Yukarı

 Café d'Istanbul par Mustafa Serdar Korucu


Merhaba,

Bugün sizlerle ilk olarak Türk pop müziğinin yapı taşlarından, 70'lerin güçlü kadın vokali Nilüfer'in 1974 - 1978 yılları arasında yaptığı üç albümü içeren "Nilüfer Baştan Anlatıyor"u, ardından yükselen Japon sinemasından beyaz perdemize konuk olan "Ölüm Provası"nı ve son olarak Avrupa'nın kimliği ve yapısı üzerine başarılı bir çalışmayı, "Avrupa: Roma Yolu"nu sizlerle paylaşacağım.

Keyifle dinlemenizi, izlemenizi ve okumanızı dilerim.

NİLÜFER BAŞTAN ANLATIYOR / NİLÜFER :

İnsanlar geçmiş yıllarında dinledikleri şarkıları tekrar dinlemek istediklerinden hep var olmuştur nostaljinin ölümsüzlüğü. Bu nedenle eski şarkılara müzik piyasasının "can simidi" olarak bakılmıştır. En durgun dönemde bile piyasaya çıksalar asla değerlerinden bir şey kaybetmezler. Peki ya neden herkesin içinde hep o eski günler dolayısıyla eski şarkılar vardır? Bunun cevabı basit. Çünkü insanoğlu hep geçmişi bugününden daha iyi anar. Hep "nerede o eski günler" deyişi vardır mesela. Eskinin günümüzden daha iyi olduğu, şimdiyse her şeyin yozlaştığı düşünülür her dönemde. Bir de eski şarkıların içinde sakladıkları ve herkes için farklı anlamlar taşıyan sırları vardır. Biz bir parçayı dinlediğimizde onu yaşadığımız döneme çekeriz ve şarkı her çalışında biz de o ilk dinlediğimiz döneme geri gideriz. İşte "Nilüfer Baştan Anlatıyor" da eskilere, kimimizin çocukluğuna kimimizin gençliğine denk gelen muhteşem 70'lere götürüyor bizleri.

Türk pop müziğine damgasını vurmuş sayılı divalardan Nilüfer, 1974 - 1978 yılları arasında yayınladığı müzik kariyerinin ilk üç long playi "Nilüfer 1974", "Selam Söyle" ve "Müzik"i orijinal kayıtlarıyla sunduğu "Nilüfer Baştan Anlatıyor" serisi ile nostalji sevenlerin karşısına çıkıyor.

1970 yılında Haftasonu Gazetesi'nin düzenlemiş olduğu ve gününün rekor düzeyde katılımına sahne olan "Altın Ses" yarışmasından birincilik kazanarak önündeki engelleri yıkan Nilüfer, 1974'te çıkarttığı ilk albümü "Nilüfer 1974" ile müzik kariyerine başladı ve 1976'da çıkarttığı "Selam Söyle" ile 1978'de çıkarttığı "Müzik" albümleri sayesinde Türk popunda önemli bir yer edindi.

1998 yılında "Yeniden Yetmişe" albümü ile bir best of çalışması yapan ancak bu albümde eski şarkılarını "cover"layarak yeniden seslendiren güzel sanatçı, "Nilüfer Baştan Anlatıyor"da 80. kuruluş yılını kutlayan Odeon'un titiz arşivinden çıkartılan orijinal kayıtlarını kullanıyor. Böylece Nilüfer'in yıllar önce seslendirdiği parçalar üç albümle günümüze aktarılıyor ve bu sayede genç nesil de bu büyük Türk divasının 70'lerdeki performansına şahit oluyor.

Bu çalışmanın ilk albümü olan "Nilüfer 1974"te "Göreceksin Kendini", "O Sevince" ve "Dünya Dönüyor", ikinci albüm olan "Selam Söyle"de "Oh Ya", "Son Arzum" ve Selam Söyle", üçüncü ve serinin son albümü olan "Müzik"de "Kim Arar Seni", "Ne Olacak Şimdi", "O Bendim İşte" her parçası buram buram nostalji kokan albümlerde öne çıkan parçalar.

Siz de müzik kariyerine bir yarışmayla başlayan ancak sonrasında divalığa kadar yükselen bu muhteşem sese kayıtsız kalmak istemiyor ve o güzel yılları yadetmeyi düşünüyorsanız "Nilüfer Baştan Anlatıyor" üç albümlük kaçırılmaması gereken arşivlik bir eser.

ÖLÜM PROVASI (AUDİTİON) :

İnsanoğlu her zaman görünen şeylerle yetinmeye alışmıştır. Görünenin arkasına geçebilenler her toplumda çok az olmuş, çoğunluk hep madalyonun bir yüzünü görmüş, hayatı hep bu açıdan değerlendirmiştir. Belki de bu onlara daha kolay geldiğinden madalyonun diğer yüzüne bakmayı bir külfet görmüş, hayatı tek bir açıdan değerlendirmeyi kendilerinde kusur görmemişlerdir. "Ölüm Provası" işte bu tip bir insanın, sadece görünene aldanıp görünmeyeni merak etmeyen bir adamın başına gelenleri, görünmeyen karanlık bir yüzün insan hayatını nasıl alt üst edebileceğinin en iyi göstergesi.

Kariyerinde güçlü bir yere sahip olan Aoyoma, yedi yıl önce eşini kaybetmiş dul bir adamdır. Eşinin ona bıraktığı en güzel hatırası, 15 yaşındaki oğluyla kendi halinde sakin bir hayat sürmektedir. Ancak genç adam, çevresindekilerin evlenmesi, hayata yeni bir başlangıç yapması baskılarına daha fazla dayanamaz ve kendine uygun bir eş aramaya koyulur.

Film sektöründe bulunan bir arkadaşının tavsiyesi üzerine Aoyoma, eş bulmak için oldukça farklı bir yöntem seçer: Hayat arkadaşı bulmak için bir seçme düzenleyecektir. Ancak seçmeye katılan kadınlar bunun bir filmin başrolü için yapıldığını zannetmektedirler. Aoyoma ise seçmeye katılanlar içinden Asami adındaki genç ve çok güzel bir kadına aşık olur.

Kendisini koruyacak kollayacak güçlü bir erkeği arayan, korunmaya muhtaç, melek gibi bir kadın izlenimi veren Asami,.bu özellikleriyle ataerkil toplumda büyümüş her erkeğin hayallerini süsleyen bir kadındır. Ancak Aoyoma, gerçeğin aslında göründüğü gibi olmadığını, meleksi güzelliğin ardında şeytani bir ruhun barındığını ve bu karanlığın kısa süre sonra dışarı çıkacağını çok geç öğrenecektir...

"Halka", "Karanlık Sular" gibi filmler ile yükselişe geçen, uluslararası arenada büyük saygınlık kazanan ve ülkemize gelen her film ile biraz daha hayran olduğumuz Japon sineması "Ölüm Provası" ile önceki filmlerin aksine bizi doğaüstü güçlerle değil her insanın içinde olan (bazılarında tabii ki daha baskın) kötülük ile korkutuyor.

Çektiği filmlerle dünyanın dört bir köşesinden hayranları olan, Japon sinemasının uç yönetmenlerinden Takeshi Miike imzasını taşıyan film, küçük tesadüflerin insan hayatını değiştirebildiğini de gösteriyor.

Miike'nin uluslararası arenada bugüne kadar en çok ses getiren filmi "Ölüm Oyunu", 2000 yılı Rotterdam Uluslararası Film Festivali'nde FIPRESCI Jürisi tarafından En İyi Film seçildi ve Porto'da düzenlenen Uluslararası Fantazi Film Festivali Fantasporto'da Özel Mansiyon'a hak kazandı.

Japonya'da büyük yankı uyandıran bir romandan beyazperdeye aktarılan "Ölüm Provası"nın senaryosu ise ünlü Japon senarist Daisuke Tengan'e ait.

Yükselen Japon sinemasını takip eden ve gerilim - korku türünün meraklısı sinemaseverler için "Ölüm Provası" mutlaka izlenmesi gereken sıra dışı bir film.

AVRUPA: ROMA YOLU :

Hiçbir yüzyılda günümüzdeki kadar bir kültürün egemenliğine girmemişti dünya. Soğuk Savaş sonrası dünyanın tek kutuplu olmasını, Amerika'nın imparatorluklaşmasını ve internet aracılığıyla İngilizce'nin artık rakipsiz bir dünya dili haline gelmesini de göz önüne alırsak bu sonuç kaçınılmazdır tabii ki. Ancak günümüze egemen olan bu kültürün kökleri tam olarak neresidir? Cevap basit: Avrupa. Peki biz Avrupa'yı ne kadar tanıyoruz? Avrupa nedir ne değildir? Ya da başka bir açıdan bakarsak AB sürecinde olan ülkemiz gerçekten ne kadar Avrupalı? Aynı dili, dini ve kökeni taşımadığımız kesin ama Avrupa dile, dine ve ırka mı dayanıyor? Yoksa belli değerler var ve bunlara sahip olmak yetiyor mu? Kitap, "Bütün yollar Roma'dan geçer" sözünü kendine eksen alarak Avrupa gerçeğinin köklerine inmeye, Avrupa'nın tam olarak ne olduğunu, kim olduğunu bulmaya çalışıyor ve bizim için en önemli soruya geliyor: "Avrupa'yı Avrupa yapan koşullar nelerdir?"

Ünlü Fransız düşünür Rémi Brague'ın Türkçe'ye çevrilen ilk yapıtı "Avrupa: Roma Yolu", her dönem gündemde kalmayı başaran ve bütün dünyanın ister büyük buluşlarıyla ister yaşadığı acılarıyla hep önde olan kıtasını sorguluyor. Bu kitap Avrupa gerçeğini öğrenmek isteyenler için mutlaka okunması ve kütüphanesinde bulunması gereken bir yapıt.

http://www.kmarsiv.com/cafe.asp

serdar@kahveciyiz.biz

Yukarı

Gülseren Bağlar

 Gül Ağacı : Gülseren Bağlar


   

TEMMUZZ GELDİ...
Bir varmış, bir yokmuş
Aklı olmayana yapacak bir şey yokmuş.
Beni anam sizin için doğurmuş .
Hay olmaz olasıca ! da olabilirmiş....

......

1963 yılının Ekim ya da Kasım ayları tahminen
Soğuk kış günlerinin, herhangi bir gecesi
O malum gece de diyebiliriz...
Annemle babamın uykusu gitmiş
Nere gitmişse..? ( Gidesi gelmiş bize ne ? )
Başlamışlar kıpırdanmaya, üff... püff... diye
Pireler yorgana konuşlanmış
Yorgan kıpır kıpır
Tavanda ki koyunları saysalar ya! ya da çatlakları
Yok işte ! (Bela geliyorum diyecek illa ki)
O zamanlar DUR exmiş yani...!
Erzurum burası, çetindir kışları
Soba sönük, haliyle oda da soğuk
Dışarısı mı ?
Damda ki kedilere sormalı, ya da Evliya Çelebi ' ye.
Bııırrrrr... Belki eksi 35
Ee ? ne yapsın garipler
Mısır mı patlatacaklar gece vakti,
Türkü mü söyleyecektiler
" ceviz oynamaya geldim odana "
aman da aman....
hadi beeee !
üf... şeytan girmiş kafama
neler de düşünüyorum, hain evlat mıyım ne !
neyse...
Dandini dandini dastana
Devam edeyim masala...
Onlar masum aslında
Doğa suçlu, üşümüşler
Eh... demişler biraz ısınalım, doğal yollardan
Kikirdemiştir annem, şşşşşş.. demiştir babam.
Sus ! çocuklar duymasın (amaaannn sabahlar olmasın)
tek göz oda...
çoluk çocuk kollandı, paçalar sıvandı,
amele bedenler, ağır işe yollandı...
pireler bahane, ak-pak mitil şahane...!
oysa, üşümekten ölmezdiler...
kaçan uykuda aramalı her şeyi
ne bilsinler gelecek 9 ay sonra
baş belası çatlak bir afet
vallahi zorla uyurdular
gözleri ağrısa da kapamaktan
koyun moyun yallah ahıra,
sayamam ne akşama, ne sabaha.
Biz kerevete çoookkk çıktık
Darısı olmayanların başına
Derler ( di ).....
Ne yazık ki artık çok geç.. Çıktı geldi o afet
Aha karşınızdayım, 40 lara karışmaktayım.
Dandini dandini dastana, sakın girmeyin bostana
Havalar böyle giderse , dünya ne danalara gebe.
Havalar nasıl olursa olsun, sizin havanız hep temmuzz tadında olsun.
....

HAMİŞ : eğer uykun kaçarsa , bu masalı okusana....!
Derim....


Gülseren Bağlar

Yukarı

 Milenyumun Mandalı : Sait Haşmetoğlu


Milenyumun Mandalı

Editör'den Önemli Not:Sevgili Sait Haşmetoğlu'nun e-romanı görsel öğelerle süslendiğinden, aşağıdaki adresten tek tıklamayla zevkle okuyabilirsiniz. Üşenmeyin... Tıklayın... Ayrıca bugünden itibaren duygu ve görüşlerinizi yorum olarak yazabilirsiniz.
http://www.kmarsiv.com/xfiles/mandal_1.asp

Devamı yok. BİTTİ

hasmetoglu@kahveciyiz.biz

Bu romanı arkadaşına önermek ister misin?

Rating: 8,578,578,578,578,578,578,578,578,57
              445 Kahveci oy vermiş.
58261 Yorum var. Yorum Yaz / Oku

Yukarı

 Dost Meclisi



Fotoğraf : Şeref Bilgi

<#><#><#><#><#><#><#>

Kahve Molası, siz sevgili kahvecilerden gelen yazılarla hayat bulmaktadır.
Her kahveci aynı zamanda bir yazar adayıdır.
Yolladığınız her özgün yazı olanaklar ölçüsünde değerlendirilecektir.
Gecikme nedeniyle umutsuzluğa kapılmaya gerek yoktur:-))
Kahve Molası bugün 4.264 kahveciye doğru yola çıkmıştır.

Yukarı

 Tadımlık Şiirler


dokunamadım

sen yağmur gibiydin
oyle umarsızca yağardın üzerime
sen beni bilmezdin
ben senin tadına varırdım
gözlerinde bulut saklardın
kara kara bulutlar
bir değse birbirine
ağlardın
ağladığını bir gözyaşların bilirdi
bir de avuçların
sen bile görmezdin ağladığını
ben görürdüm
sen güneşin arka yüzüydün
gözlerim dayanamazdı bakamazdım
gizlenirdin kendinden bile
zaman derdim sana hep
bırak zaman halletsin
zaman tanımazdın susardın
hep karanlıktı bir yanın
çocuk bakışıydın buğuluydun
bir dokunsam ağlardın
dokunmadım

savaş yeşildağ

Yukarı

 Biraz Gülümseyin




Demokrasilerde çare tükenir mi?

Yukarı

 İşe Yarar Kısayollar - Şef Garson : Akın Ceylan
Yamağı : Ayşe Nur Gedik


Yünlü, pamuklu, ipek kumaşlar için elinizin altındaki sihirli leke çıkartıcıyı biliyor musunuz? Kuru fasulyenin haşlama suyu, içine tuz katılmadığı taktirde mükemmel bir temizleyicidir. Bunu sakın unutmayın. Ya şarap lekesi nasıl çıkar? Peki halıya damlayan mum lekesini çıkarmak için ne yapmalı? Siz en iyisi vereceğim kısayolu tıklayın ve lekeleri nasıl temizleyebileceğinizi öğrenin. http://www.ailem.com/templates/library/1760.asp?id=11879 Benin en ilgimi çeken ise fondoten lekesi oldu. Elbisenize bulaşan fondöten leke bırakmışsa, bunu etere batırılmış bir bezle silin. Oluşan hare sabunlu suyla yıkanınca yok olacaktır. Lekesiz günler.

Bağcılığın atasözü der ki: Toprak ne kadar kötüyse, şarap o kadar iyi olur! Şarap yapılacak üzüm, çok iyi drene edilmiş zemin ister. Toprak, sulu değil, ama nemli kalmalıdır. Çakıllı, kumlu ve balçık zeminler sıcak zeminlerdir, sıcağı tutarlar ve olgunlaşmayı hızlandırırlar. Killi zeminler soğuk zeminlerdir ve olgunlaşmayı geciktirirler. Taşlı zeminler ise gündüz güneş ısısını emerek toprağı sıcaktan koruduğu ve gece ısıyı geri verdikleri için serin bölgeler için avantajlıdır. http://www.maksimum.com/yemeicme/haber/63/3773.php kısayolunda şarap hakkında bilmeniz gerekenler anlatılıyor.

İstanbul'a ve İstanbullulara sıkı bir bağlantı noktası http://www.istanbul.com İl sınırları içindeki her türlü faaliyetten haberdar olmak için tıklayabilir ve hatta benim gibi üye olabilirsiniz.

Bol bol oyun oynamak için bilgisayarınıza güvenenlerdenmisiniz? http://absolutist.com/games.html kısayolunda deneyebileceğiniz ilginç ve basit oyunlar sizleri bekliyor.

Akın

Yukarı

 Damak tadınıza uygun kahveler


Skype - Beta v0.98.0.42 [8.4M] 2k/XP FREE
http://www.skype.com
Mükemmel bir P2P internet telefonu ve Instant Messenger. Icq benzeri bir rejistrasyonla mükemmel bir ses kalitesinde internet üzerinden telefon görüşmesi ve yazılı chat yapabiliyorsunuz. Tabi konuştuğunuz bilgisayarda da aynı programın yüklü olması gerekiyor. Özellikle kablonet ve ADSL kullanıcıları, mutlaka deneyin memnun kalacaksınız.

Yukarı

http://kmarsiv.com/sayilar/20040723.asp
ISSN: 1303-8923
23 Temmuz 2004 - ©2002/04-kmarsiv.com
istanbullife.com
Kahve Molası MS Internet Explorer 4.0+ ve 800x600 Res. için optimize edilmiştir.
Uygulama : Cem Özbatur - Her hakkı saklıdır. Yayın İlkeleri