|
Milenyumun Mandalı : Sait Haşmetoğlu |
|
Bu konuşmalardan birkaç dakika sonra patronumun benim imza yetkimi kaldırması da beni öyle derinden sarsmamıştı. Ben ben olduğum sürece her ortamda kendimi kanıtlayabilir, her türlü sınavdan yüzümün akıyla çıkabilirdim. Kendime güvenim o kadar yerindeydi ki patronumun sinirleri geçince şimdi öfkeyle aldığı bu çocukça karardan geri döner, beni yine göreve çağırır diye düşünerek iyimserliği elden bırakmıyordum.
Birkaç ay sonra bankanın Personel Dairesinden gelen özel zarftaki "mesainiz yetersiz görüldüğünden bu yılki terfiniz yapılamayacaktır" şeklindeki anlamlı mesaja da gülüp geçmiştim. Bankacılıkta yeni ufuklara işaret eden ve hakikaten beğenilen kitabım o yıl yayınlanmış, İstanbul Ticaret Odasına gönderdiğim "Ülke Profili" içerdiği ticari bilgiler nedeniyle çoğaltılıp İTO üyesi işadamlarına dağıtılmış, bana da telefon açılıp teşekkürler edilmişken benim bankam bu mesaimi göremiyorsa bundaki kusur ve eksikliğin bende değil onlardaydı.
Yurtdışı görevimi tamamlayıp Türkiye'ye döndüğümde arşiv memurluğu gibi, bir tür kızak göreve atanmama içerlemişsem de bu beni yıldırmamıştı. Çünkü hakikatlerin er geç ortaya çıkacağına bir gün gelip herşeyin değişeceğine inanıyordum.
Yeni görevime başlayalı henüz birkaç olmadan ayağıma dolanan bir veznedarın 7,000 Dolarlık marifetinin bana fatura edilmek istenmesini de gayet soğukkanlı olarak karşıladım. Çünkü gerçek belgelere, makbuzlara ve dekontlara ulaşıldığı takdirde ortada bir zimmet dahi bulunmadığı ve bunun üzüm yemekten ziyade bağcıyı dövmek (yani devleti zarara uğramaktan kurtarmak için değil bana böyle bir meblağ ödetip bir anlamda "ders" vermek) gayesiyle yapılan bir tasarruf olduğu anlaşılacaktı. Bu noktada da bir şeylerin değişeceğine olan inancım tamdı.
İşte ilk kıvılcım bundan sonraki safhada gözüküyordu... Ne zaman ki ben olayı aydınlatacak ilave bilgiler vererek gerekli itirazlarda bulunmuş olmama karşın, banka yönetimi bu itirazlarıma kulak asmayıp maaşımın üçte birini kesmeye başlamıştı, o andan itibaren bendeki kendine güven hissi ve bir şeylerin değişeceğine olan inanç da azalmaya geçmişti... Bu gerçeği olayların tozu dumanı savrulduktan sonra, ancak şimdi geriye bakarken görebiliyordum.
300 milyonluk maaşımın sadece 200 milyonu bana ödenmeye başlayınca ve toplam meblağın 3-4 yılda anca geri ödenebileceği anlaşılınca ilk işim kapsamlı bir dosya hazırlayıp bunu bizim bankadan sorumlu Devlet Bakanına iletmek olmuştu. Bu haksızlığı sineye çekmeyi asla düşünmüyordum çünkü.
Daha önce rapor ettiğim yolsuzluğu hasıraltı eden ve usulsüz makam taşıtı alınmasına göz yumarak devlet kasasından en az 250 bin Doların buharlaşmasına ses çıkartmayan idarenin şimdi bana maledilebilecek 7,000 Dolarlık bir hesap hatasını soruşturmaya dahi gerek duymadan benden tahsil etmeye kalkışmasının haksız ve maksatlı bir uygulama olduğunu tüm ayrıntılarıyla anlatmış ve dürüstlüğümden dolayı bu şekilde cezalandırılmama engel olunmasını talep etmiştim.
Bir hafta sonra aldığım sonuç adeta damarlarımdaki kanı çekip boşaltmıştı: hiyerarşik sıralamada sıra atlayıp bir üst makama başvuruda bulunmak suçundan dolayı disiplin cezası! Buz gibi olmuştum! Birkaç gün sonra kendime gelip olayı etraflıca düşününce bunun mümkün olamayacağı, sorumlu olduğu bankadaki yolsuzluk ve usülsüzlüklerle ilgili böyle bir dosyayı gören bir Bakanın "Tez Vurun Şunun Kellesini!" diye bir talimat veremeyeceği fikrine kapıldım. Bakan Özel Kalemi bir şekilde dosyayı bankanın personel dairesine iletmiş, onlar da derhal cezai işlem yapmış olmalıydılar... Derhal itirazda bulundum ve gönderdiğim dosyanın Sayın Bakan tarafından görüldüğünü kanıtlayan bir kaşe, kayıt, paraf ya da şerhin bana gösterilmediğini, dolayısıyla dosyamın Sayın Bakana ulaşmadığına inandığımı belirttim. Zira dosyam Sayın Bakana ulaşmamışsa bu suçun maddi unsurlarının tamamlanmamış olacağı, dolayısıyla teşebbüs halindeki suçlara disiplin cezası verilemeyeceği görülüyordu.
Bir hafta sonra bir darbe daha geldi: "... konulu itirazlarınız incelenmiş ve suçun işlenmiş olduğu sonucuna varılarak cezanız kesinleşmiştir!"
Ben amatörce kendimi savunuyordum işte... onlar ise bu işin kurdu olmuşlardı. Her şeye bir çareleri, bir kılıfları vardı onların. Bunu dava açmak için Adliyeye gittiğimde anladım... zira bana kestikleri ceza yargı denetiminin dışındaydı! Yani yüzde yüz ben suçsuz bile olsam, bu disiplin cezası için yargı yoluna başvuramıyordum. Aylar önce yüreğime düşen o ilk kıvılcım yavaş yavaş büyüyor, ortalığa hafif bir yanık kokusu yayılıyordu.
Bir ay kadar sonra evi geçindirebilmek için arabamı, müzik setimi, eşimin ziynet eşyalarını... kısacası satılabilecek herşeyi satmıştım. Evet evet... işte tam bu safhada prangamı kuşanıyordum... Her sabah, meslektaşlarımın daha yataklarından bile çıkmadıklarını bildiğim erken saatlerde sokağa çıkıp durakta otobüs bekliyor, 2-3 vasıta değiştirip epey de bir mesafeyi yayan yürüyerek, kan ter içinde büroya ulaşıyordum.
Öğlenleri mesai arkadaşlarımla bir yerlerde yemek yemeye param olmadığından kendimi yine yollara vuruyor, bütçeme uygun birşeyler bulunca da, bazen çay ve simitle, bazen yarım ekmek arası 50 gram peynirle öğünü geçiştiriyordum.
Akşamları yine uzun saatler otobüs bekleyip, egzoz dumanından göz gözü görmez vaziyetteki kent merkezinde 15-20 dakika yürüyüp bir başka otobüse binerek geç saatlerde eve varabiliyordum. Sokakta yaşıyor gibiydim artık... Bir evde oturuyordum belki, ama kirasını ödeyecek durumum yoktu... Aldığım maaş 4 nüfusun boğaz tokluğunu sağlamaya dahi yetmiyor, her ay birilerinden borç alıyordum. Bu haldeyken artık ne kendime güvenden söz edebilirdim, ne de bir şeylerin değişeceğine olan inançtan! Teslim olmuş, diz çökmüştüm işte!
Kısacası prangam şöyle görünüyordu:
|
|
|