|
Milenyumun Mandalı : Sait Haşmetoğlu |
|
Tabii ki benimkisi sıkça rastlanmayacak türden, trajik bir dürüstlük hikayesidir; bunu kabul ediyorum. Çünkü ben, diğer meslektaşlarım gibi "nedenlerin adamı" değildim. Bu tür insanlar atacakları her adımda "bunu neden yapayım ki?" diye düşünür, olası tüm sonuçları hesaba katarak ölçüp biçerek işin ucunda büyük bir kazanç ya da büyük bir beladan kurtulma gibi bir ödül yoksa o adımı atmaktan vaz geçerler.
Ben ise her adımıma büyük bir saf dillik ve gani gönüllülükle "neden olmasın" diyerek başlar ve yolun sonunu pek düşünmeden, kartların açılmasını sağlayacak hamleyi yapar, yüzde yüz sakıncalı ya da tehlikeli bir durum ortaya çıkmadığı sürece de risk alıp o yolda yürürdüm. Çünkü insanları risk almaktan alıkoyan kötü olasılıklar çoğunlukla hiç gerçekleşmez, gerçekleştikleri hallerde de genellikle sanıldığı kadar kötü olmaz diye düşünürdüm.
O yüzdendir ki bankada benimle birlikte aynı şeylere tanık olanlardan hiç birisi onlara direnmedi... Arkadaşlarımdan tek bir tanesi bile "sen gereken dürüstlüğü göstermişsin, bravo!" dahi demediler; yaşlısı genci, tanıyanı tanımayanı "Oğlum sen delimisin? Bırak çalan çalsın; sana ne?" türünden gayet samimi ve son derece pratik sözlerle hatanın bende olduğu konusunda hem fikir oldular.
Doğrusu ben de, kendi çapımda yolsuzluklara direnerek dürüstlük adına bu denli ağır bir bedel ödedikten sonra, kimsenin önünü kesip "Sonuna kadar dürüst olun! Gerçekler sizi ezip geçinceye kadar gerçeklere aldırmadan ideal davranışlar göstermeye devam edin!" diye dürüstlük tellallığı yapabileceğimi sanmıyorum. Çünkü belirgin ve net bir biçimde korkuyorum. Meslektaşlarım benden daha uyanık ve daha ileri görüşlü olmalılar ki onlar böyle bir bedel ödemek durumunda kalmadan, kestirmeden gelmişlerdi benim şimdi bulunduğum teslimiyet noktasına. Tabi ki onlar da korkuyorlardı; fakat direnip benim gibi hırpalanmadıkları, aslanın ağzına kafalarını sokup sonra da canlarını güç bela kurtarmadıkları için onların korkuları daha teorik düzeydeydi...
Fakat sonuçta hepimiz aynı güvenli alanda diz çökmüş, aman dilemiş, başımıza gelebilecek o en kötü şeyden uzak kalmak için istenen her şeyi yapmaya hazır vaziyette bekleşiyorduk işte...
O esirler için can korkusu ne ise, bizler için de idarenin gazabına uğrayıp kısa sürede tepetaklak olmak korkusu da oydu... Objeler biraz değişik olsa da esaretin empoze ettiği davranışlar aynıydı... Bizler asla eski biz değiliz artık; kendimize güvenimiz tamamen kaybolmuş, istenen her şeyi yapmaya ve bize ne lütfedilirse onu kabul etmeye dünden razıydık. Daha iyisini talep etmeye ne mecalimiz, ne de cesaretimiz vardı. Korkularımız o esirlere göre farklı içerik ve düzeydeyse de aynı duygusal ve içgüdüsel tepkileri gösteriyor, tıpkı onlar gibi biz de itaat ederek kayrılmayı umuyorduk. Zira bizler için bu korku, en temel dürtü haline gelmiş, tüm diğer tartışmalar önemini yitirmişti... Bu korkular hayat memat meselemiz haline gelmiş ve duyarlılığımızın yegane odağı olmuşlardı.
İçine sığmaya çabaladığımız bu dar kalıplarda sorun çıkarmadan bizden bekleneni yapıp bir kap yemeği olsun garantilemenin bıkkınlık veren rolünü oynuyorduk.
Kafesteki bir kuşun sahip olduğu türden, basit bir kaçış planımız dahi yoktu bizim, zira kendimizi ve kendimize koyduğumuz sınırları aşamıyorduk...
|
|
|