|
Milenyumun Mandalı : Sait Haşmetoğlu |
|
Sabahları kalkıp tıraş olmak, giyinmek, birşeyler yemeye çalışıp sokağa çıkmak çok anlamsızdı... İşe gitmem bile anlamsız geliyordu, zira işimle ilgili olarak zihnimde onca güzel şey, onca yararlı iş varken onların hepsini asla yapamamak üzere bir kenara bırakıp o alışılagelmiş, kısır uğraşlar peşinde tüm günün mesaisini harcamak, hele hele bunu ev kiramı karşılamaya dahi yetmeyen bir maaş karşılığında yapıyor olmak bana çok anlamsız geliyor... Beni işimle bütünleşmekten ve ona kendimi vermekten alıkoyan bir diğer önemli faktör de birilerinin kişisel saltanatlarına hizmet ediyor olabileceğimi düşünmekten kendimi alamamam...
Ayrıca tıpkı onun yeryüzündeki koşuşturmacaya yukarıdan sakin ve anlamaya çalışan bir edayla bakışı gibi, ben de, benden başka herkesin kendisini kaptırdığı kamu yönetimi koşuşturmacasına sakin ve anlamaya çalışan gözlerle bakmakta olduğumu söyleyebilirim.
Onun kadar tehlike içinde olduğum halde onun kadar rahat görünmem de bir başka ortak noktamız... Sağ eli o yaşlanmış vücudunun ağırlığını daha fazla çekemeyip her an çözülüverecekmiş gibi dururken o, sol elini büyük bir edayla pantolonun cebinde tutuyor... Tıpkı benim akşama eve ekmek götürmeye param yokken lacivert takım elbise, ipek kravat, beyaz gömlek ve boyalı ayakkabılarla ortalıkta boy göstermem; dahası, yarın işime son verilse başvuracağım ne bir aile dostum, ne yakınım, ne de bankada bir tasarruf hesabım yokken oturup bunları yazmam gibi...
Fakat ben ondan daha şanslıyım; zira cebimdeki elimde harika bir şey var
tüm dikkatimi kendisine çekerek ve güzelliğiyle beni büyüleyerek bu tehlikelerin benliğimi sarıp beni korkuya düşürmesine izin vermeyen,
beni gönlü ferah ve içi rahat kılan bir şey... Gözlerimi kapatsam bile ışıltısını yine de hissettiğim, en soğuk günlerde içimi ısıttığına tanık olduğum bir şey...
O bir mandal... Fakat özel bir mandal... Milenyumun Mandalı... Bakın bakın, daha dikkatli bakınca göreceksiniz... işte Milenyumun Mandalı avucumda sımsıcak, bana ışıldıyor... Bir yarısı özgürlük, diğer yarısı duyarlılık... ve bu ikisini yer yüzünün bilinen en eski enerji kaynağı olarak bir arada tutan şey, yani kanatları bir birine sımsıkı bastıran yay ne biliyor musunuz: insan olmanın ele avuca sığmaz, hoyrat ve tarifsiz zenginliği...
Milenyumun Enteli Londra semalarında dilediği kadar asılı kalıp bakabilir aşağıya... Ama ben göreceğimi gördüm ve gidiyorum... Yapmam gerekeni yapmaya, özgürlüğümü en küçük zerreciklerine, hatta tozlarına kadar yeniden kuşanmaya gidiyorum... Benim gibi yapıp özgürlüğe doğru bu ilk adımı atmayı başaracak diğer güzel insanlarla buluşacağım ve onlarla birlikte bu milletin sofrasından geçinen değil, onun sofrasına daha çok ekmek bulup getiren ve daha hoşnutluk veren bir kamu hizmetinin ilk taslaklarını hazırlayacağım... Hiçbir baskıya boyun eğmeden, ban dayatılan hiçbir şekle girmeden, hiçbir şahsın ya da zümrenin keyfi taleplerine aldırmadan...
Kendimi önemsiz biri gibi görüp kalabalığa karışmak yerine, Mustafa Kemal Atatürk'ün tembihlediği gibi, kendimi yarınki Türkiye'nin parıldayan beşeri kaynaklarından birisi olarak görüp önemsemem ve buna göre çalışmam gerektiğini biliyorum.
Sanmayın ki yel değirmenlerine savaş açan Don Kişot gibi bireysel kahramanlıklar peşindeyim. Ben sadece bu köhnemiş çalışma düzeninin gizli sicili, düşük maaşı, iddiasız görevleri, olumsuz birşeyler yapmaktan kaçınarak, fakat olumlu bir şeyler yapmaya da uğraşmaksızın, bekleye bekleye değer kazanmaya dayanan kıdem, derece ve katsayılarını devre dışı bırakarak serbest çalışan bir memur olmak istiyorum... Bu sayede son yıllarda sahiplendiğimiz siyasal ve ekonomik liberalizmden sonra, kamu yönetimine idari liberalizmi getirecek bir memur prototipinin ilk örneği olarak kamu sektörünün damarlarında gezinmeyi ve bir atom çekirdeğini parçalayan hızlandırılmış elektronlar gibi, onun betonlaşmış yapıları arasında alışılmadık bir hızla bilgi taşıyarak ona ihtiyaç duyduğu canlılığı, rekabeti, açıklığı ve yaratıcığı yeniden kazandırabileceğimi hayal ediyorum.
|
|
|