HiÇBiRYERDE - IN NOWHERE LAND
ABONE FORMU

ABONE OL
ABONELiKTEN AYRIL
HTML TEXT
 Ana Sayfa
 Arşivimiz
 Yazarlarımız
 Manilerimiz
 Forum Alanı
 İletişim Platformu
 Sohbet Odası
 E-Kart Servisi
 Sizden Yorumlar
 İletişim
 Reklam
 Gizlilik İlkeleri
 Kim Bu Editör?

 Milenyumun Mandalı : Sait Haşmetoğlu

Milenyumun Mandalı

Fizzan Nerededir Bilirmiydiniz?





Ertesi sabah rehberimiz güneş doğmadan gelip bizi aldı ve doğruca havaalanına gittik. Libya Hava Yollarına dış hat uçuşları da ambargo kapsamında yasaklanmış olduğundan tüm uçakları iç hat seferlerinde kullanıyorlardı. Bu yüzden pervaneli bir uçak yerine küçük bir jet uçağıyla gidecektik laf sırası geldiğinde "Taaa Fizzan'a kadar gelirim peşinden!" diyerek adını andığımız, ancak yeryüzünün hangi kıtasında bulunduğunu dahi bilmediğimiz o yere...




Trablus Havaalanından ülkenin en Güney ucundaki Fizzan kentine Uçuş 2 saat kadar sürdü. Trablus'tan ayrıldıktan biraz sonra başlayan Sahra Çölü kesintisiz bir kum denizi gibi hemen altımızda uçsuz bucaksız bir biçimde uzanıyordu. Kilometrelerce uzunlukta, dalga dalga, kıvrım kıvrım kum,sıcak ve güneş vardı aşağıda...


Çölün üzerinde ve uluslararası hava trafiğine kapalı bir alanda yol aldığımızdan uçağımız diğer uçak yolculuklarımıza kıyasla neredeyse yarı yarıya daha alçaktan uçuyordu. Bu sayede rahatlıkla çölü seyretmek ve fotoğraf çekmek imkanına sahip olduk.

Uzunca bir süre hiç bir hayat belirtisine rastlamadan yol aldık. Bazen bir çift devenin ayak izlerini görüp heyecanlandık. Kim bilir ne zaman ne yöne ve nasıl bir yolculuk ortamında geçmişlerdi buralardan...





Bazen de küçük bir vaha ya da cılızca da olsa bir kaç bitkinin simgelediği hayat belirtileri görünüveriyordu ne miktarını, ne de kapladığı alanı hesaplamaya güç yettiremediğimiz kumların arasından...







Çölün her yöresi farklı bir kum ve kaya yapısı arzediyordu ve bu yapısal farklılığın tadını çıkartmayı bilen yegane şey de kumları okşarcasına üfleyip onlara gönlünce şekil veren çöl rüzgarları olmalıydı...






Uçağımız inmek üzere alçalmışken dahi altımızdaki çöl görüntüsü kaybolmuş değildi.

Anlaşılan ineceğimiz bu kentin elinin altında olmasını istiyordu çöl hazretleri...





Fizzan'da bizi yine bir Türk Firmasının cana yakın elemanları karşıladılar. Doğruca şantiyeye gidip, elden geldiğince yeşillendirilerek çöl havasından uzaklaştırılmaya çalışıldığı anlaşılan bir bahçede, çaylarımızı içerken ilk bilgileri almaya koyulduk.

Ancak demli çayların ve özenle hazırlanmış bahçenin rahatlatıcı enerjisine rağmen çöl tüm ağırlığıyla insanın sırtına abanmışçasına oralarda bir yerde varlığını hissettiriyordu. Geri dönmek için uçak bulamasanız onu asla aşamayacağınız duygusundan olsa gerek, o koskoca çöl, aklınızın en derin köşelerine kadar uzanan en hakim düşünsel fon olarak beyninize yerleşmiş, varlığını unutmanıza asla izin vermeyecek uyuyan bir dev gibi zihninizi sürekli meşgul ediyordu.

Ben çöl gerçeğine alışmaya çalışırken şantiyeye üç kişilik bir grup daha geldi. Onlar da bizim masaya davet edildiler ve hemen birbirimizle tanıştık. İçlerinde orta yaşlı olanı, Orhan Bey, Ankara'dan Bayındırlık ve İskan Bakanlığından geliyordu ve o da bizim gibi, kendi kurumu adına Türk Müteahhitleriyle ilgili bir çalışma yapmaktaydı. Yanındakilerden birisi Trablus'taki Büyükelçiliğimizin elemanıydı ve hem Orhan Beye refakat ediyor, hem de Türk işçilerinin sorunları hakkında bilgi topluyordu. Üçüncüsü ise yine bu firmada tercümanlık yapan genç bir Türk vatandaşıydı ve kendilerine rehberlik yapıyordu. Programın bundan sonraki bölümünü birlikte yürütecek ve 200 km kadar Batı yönünde, Çad sınırına doğru gidip akşam saatlerine Fizzan'a dönecek, gece ise Trablus'a uçup otelimize varacaktık.

Yanımıza bolca içecek alıp yola çıktık. Fizzan'dan çıkar çıkmaz karşımızda yine atalar yadigarı bir Osmanlı Kalesi göründü tüm haşmeti ve yalnızlığıyla...



Rehberimiz hem Osmanlı Tarihi ile, hem de etrafta kesintisiz şekilde devam eden inşaatlardan hangilerinin kime ait oldukları ile bilgiler verirken yüzlerce yıl öncesiyle bugün arasında gidip gelmemize sebep olan tatlı bir masal anlatır gibiydi. Osmanlılar taa buralara kadar gelmişler, Turgut Reis Akdeniz'i hakimiyeti altında tutan donanmasını Trablus'taki kalesinden idare etmişti. Ancak Afrika'yı sömürgeleştiren Batılı ülkelerin aksine, bu topraklar bir şeyler alıp götürmenin değil, çoğunlukla merkezden buraya aktarılan vergi gelirleriyle buraları imar edip su yolları, çarşılar, cami ve medreseler, hanlar ve kervansaraylar yaptırmak suretiyle Libya halkının gözünde farklı bir yer edinmişlerdi atalarımız.

Bunun da ötesinde, modern Türkiye'nin kurucusu olan büyük önderimiz Mustafa Kemal, Osmanlı Ordusunda genç bir subay iken askeri dehasını ilk olarak Trablusgarp Savaşında ortaya koymuştu. Anlatıldığına göre Trablusgarp'da eski bir Paşanın konağında akşam yemeğindelermiş ki bir Libyalı delikanlı koşarak gelip konağın İtalyanlar tarafından basılacağı haberini iletmiş. "Kaç!" demişler Mustafa Kemal'e, durma kaç!". "Hayır" demiş Mustafa Kemal, "onların istediği de bu! Kaçarsam beni mutlaka bulup öldürürler bu gece!" Ve kaçmak yerine kurnazca saklanmayı yeğlemiş. Trablus limanın az ilerisinde, sahile 70-80 metre mesafede, üzerinde bir adamın güç bela ayakta durabileceği kadar küçük bir kayalık varmış. Sandalla kendisini oraya bıraktırmış ve kimsenin gidip bakmayı aklına getiremeyeceği o kayacıkta kıvrılıp sabahlamış... sonra yerli halkın direniş için örgütlenişi ve acılı savaş yılları diye devam etti masalımsı sohbet.




İçinde yol aldığımız vadi de bu masalımsı ortama uygun bir dekor sunmaktaydı. Bir gidiş, bir geliş şeridi bulunan yolun her iki yanında yaklaşık bir kilometre ileride kum tepeleri yükseliyordu. Yolun sağında ise tek tük ağaçlık yeşillik bölgeler göze çarpıyordu... Rehberimizin dediğine göre bu vadinin tabanında bir yeraltı suyu akıp giymekteymiş. Bölük pörçük rastladığımız hurma ve palmiye ağaçları da bu su sayesinde hayatta kalıyorlarmış. Kum eşelenirse nemli ya da ıslak kuma ulaşılıyormuş. Ve mucizevi bir şekilde her fırtınada bu tepeler yer değiştirmekte, ufalıp tekrar büyümekte olsalar bile asla vadide 200 kilometre boyunca uzanan hayata bir tehdit oluşturmaz, o tepeler gelip bitkileri yok etmezmiş.






Benzer ifadeleri görüştüğümüz işçiler de kullanarak burasının bir hayat vadisi olduğunu, iki yandaki tepelerin hemen ardının ise ölüm demek olduğunu söylediklerinde benim çöl psikozum daha da belirgin bir hale geldi.



İşçilerimiz ölümün soğuk nefesini her an enselerinde hissederek, sevdiklerinden ve kendi topraklarından bu kadar uzaklarda ekmek savaşı veriyorlardı. Üstelik kaldıkları yerler de artık inşaat tahtalarından yapılmış, derme çatma barakalardan ibaretti. Etrafta da modern bir hayatın temsilcileri olan kilmalı ortamlarda alış veriş yerleri, lüks otomobiller ve alımlı binalardan eser yoktu. Oralarda henüz altmışlı yılların Anadolu koşulları hüküm sürüyor gibiydi. Vahşi doğal güzellik ve yoksulluğun simgesi yıkık duvarlar...



Akşam olurken hüzünlü, öfkeli ve üzgün bir halde döndük Fizzan'daki Türk Firmasının şantiyesine... Türk müteahhitlik firmalarının büyük bir kısmı işçilerini yüz üstü bırakıp kaçmıştı. Kimisi birikmiş alacaklarını alabilecekleri inancını yitirerek, daha büyük bir kısmı ise işin başındaki hafriyat ve temel atma aşamalarında hızla ödenen istihkakları Türkiye'de ya da başka ülkelerdeki başkaca işlere yatırıp burada parasal güçlükler içine düştükleri için bürolarını dahi kapatmadan kaçıp gitmişlerdi. İşçiler ise bir bir buçuk yıllık maaşlarını almamış durumda, ümitsizlikler içinde beslenen kör bir ümitle bekliyorlardı giden patronlarını... Sağda solda küçük tamirat işleri yaparak kendi karınlarını doyurup cep harçlığı yapacakları bir kaç kuruş kazanmanın peşindeydiler. Orhan Bey hepimize yansıyan bu hüznü bir anda dağıtacak bir sırrı açıklama ihtiyacı hissetmiş olmalı ki "Meraklanmayın arkadaşlar" dedi, "yakında iki ülke arasında bir anlaşma imzalanacak; Türk müteahhitlerinin birikmiş alacaklarına mahsuben Libya'dan petrol alacağız. Petrolün parası da Merkez Bankası tarafından bir fona yatırılacak. Müteahhitler Birliği ve ilgili Bakanlıkların Temsilcilerinden oluşan bir Komisyon aracılığıyla hak sahiplerine, tabi ki de işçilerimize belirli bir paylaşım yöntemiyle alacaklarının ödenmesi sağlanacak! Biz bunun hazırlıkları için buraya geldik zaten! Ancak bunu işçilerimize söyleyip yok yere ümitlendirmiş olmayı istemedim. Hele bir kesinleşsin, o zaman müjdeleriz elbet. Sizler de sadece bilmiş olun, yararlanın ama dışarıya sızmasın bu bilgi..."

Bu haber günün, hatta tüm Libya gezimizin en iyi haberi oldu. Zira böyle bir finans yönteminin devreye sokulması demek, Libya'daki geniş ticaret ve müteahhitlik hizmetleri potansiyelinin Türk firmaları tarafından kullanılmasının kapılarının açılması demekti. Eğer başarılı olunursa Şantiyelerin Türk mallarıyla dolması, durmuş vaziyette bekleyen inşaatların yeniden harıl harıl çalışır hale gelmesi işten bile değildi. Bunca faaliyet için onca paranın da el değiştirmesi ve bir yerlerden başka bir yerlere transfer edilmesi gerekecekti ki, bu da bizim için yeni bir ekmek kapısı demek olabilirdi. Neşeli bir yolculukla yorgun, fakat mutlu bir şekilde döndük Trablus'taki otelimize...

Duşumu almış yatağıma girerken tekrar baktım başucumdaki Libya haritasına; Fizzan'ın nerede olduğunu da, nasıl bir yer olduğunu da biliyordum artık ben!

Geri - 55 - İleri





Sitemiz ve sanal gazetemiz MS Internet Explorer 4.0+ ve 800x600 Res. için optimize edilmiştir.
Dizayn, programlama, uygulama ve yayınlama: Cem Özbatur