|
Milenyumun Mandalı : Sait Haşmetoğlu |
|
O rüyadaki iki güzel insan bana kendimizi körü körüne içlerine kapattığımız kalıpları anlatmak istiyorlardı... Kalıplar, bizi gerçek potansiyelimize ulaşmaktan ve onu kullanmaktan alıkoyuyordu... Biz yıllar boyunca oluşan o kalıplara uygun hareket etmeye kendimizi şartlandırdığımız için, özellikle kamu yönetimi alanında, sadece kalıplara uygun davranma güdüsüyle hareket etmeye başlıyor ve bir süre sonra yaptığımız işin mesleki, teknik, hatta kanuni gereklerini dahi göz ardı edebiliyorduk... Kısıtlanan, bir şeylerden alıkonulan birey ise yaptığı işe yaratıcı katkılarda bulunup toplumunu daha ileri götürecek atılımlara yönelmekten uzaklaştırılmaktaydı... İşte bu nedenle kalıplar, toplumuzun ve ülkemizin gelişmesi ve kalkınmasına birer engel oluşturuyor, ulusal refahımız bakımından yıkıcı sonuçlar doğuruyordu.Kendimizi içlerine kaynaklanmış bulduğumuz ve farkında olmaksızın tutsağı haline geldiğimiz şey kalıplardan başka bir şey değildi...
Evler, apartmanlar, camlar arkasına hapsedilmiş hayatlar sadece bütünü anlatan ve "yıkıcı sonuçları olan kalıplar" olgusunu temsil eden, güçlü birer örnekten ibaretti sadece...
Bu yüzden " ne yaptığın değil, onu neden o şekilde yaptığın önemli " diyordu rüyamdaki o genç adam... Kısacası apartmanlar değil, apartmanları bir biri ardına yaptıran şeydi odaklanmam gereken şey...
Aynı kalıbın biteviye tekrarlanmasıyla yaratılmakta olan yapılaşma sadece yeryüzünün doğal yüzey yapısını yeryüzündeki canlılar aleyhine sonuçlar doğuracak şekilde değiştirmekle kalmıyor, aynı zamanda insanın mutsuz ve tutsak bir hayat yaşamasına sebep oluyordu.
İnsanı sadece doğal çevresinden değil, Tanrı vergisi duygularından, his ve sezgilerinden de uzaklaştıran bu yerleşim türünün üniteleri olan dev binalar içinde insan dalgaların ahenkle okşadığı bir sahilden toplanıp su dolu cam şişeler içerisinde denizlerden binlerce kilometre uzaktaki kentlerdeki mağazaların vitrinlerinde boy gösteren deniz yıldızları gibi yalnız ve kopuk bir durumdan kurtaramıyordu kendisini…
O deniz yıldızlarının dalgaların sesinden ve deniz suyunun hayat veren serinliğinden uzaklaşışları gibi, o binalar içinde de insan kendi potansiyelinden uzaklaştırılmasına bağlı bir ölgünleşmeyi yaşıyordu adeta…
Biliyoruz ki doğa güçlüdür. Doğanın kendisine bahşettiği güç ile küçücük bir tohumdan çıkan filizlerin asfaltı delip gün ışığına ulaşabildiğine kim kaç kez tanık olmuş ve hayrete düşmüşüzdür. Aynı şekilde, insanları belirli davranış ve çalışma kalıplarına hapsetmek yerine doğal sezi ve yeteneklerini özgürce kullanabilecekleri, sınırlandırıcı olamayan bir çalışma yöntemiyle buluşturabildiğimiz noktada onlar da yapmakta oldukları işlerin rutin boyutlarının dışına çıkıp bu ülkenin sofrasına ekmek getirmenin bin ayrı türden yolunu bulacaklardır. İşte bu küçücük nokta, "insanı kalıplardan özgürleştirip kendi yaratılıcığı ile bütünleştirme gereksinimi" olarak özetleyebileceğimiz kaygılar toplamı, bizim içine kapandığımız dört duvarlı evin dışına çıkıp çağ ile buluşmamızı sağlayacak olan bahçe kapımızın mandalıydı... Bu gerçek, bu basit ama ciddi barajı tutan şey Milenyumun Mandalıydı işte! Ya onu benimseyip, sevdiğimiz renklerde boyayarak (bizleri kalıplardan arındıracak bir tılsım gibi) yakamıza takacaktık...
Ya da bunu yapmaksızın birkaç yıl daha idare edip sonra da yozlaşma ve çürümenin dayanılmaz kokuları karşısında bu mandallardan birer tane edinip onları burnumuza takmak zorunda kalacaktık... Milenyumun Mandalı yadsınamayacak bir biçimde önümüzde duruyordu işte....
(Bölümün Sonu / Kitap Devam Edecektir)
|
|
|