|
Milenyumun Mandalı : Sait Haşmetoğlu |
|
Çözülme Bölümü:
Önceki bölümde gördüğümüz uyanış rüyasının anlamını çözmek için düştüğümüz yollarda mesleki yaşamımızdaki derin sıkıntılarımızın temel kaynağının davranışlarımıza yön veren kalıplar olduğunu, kalıplara tutsaklığımızın sadece bizleri bunaltmakla kalmayıp gelişmekten de alıkoyarak hesapsız zararlara yol açmakta olduğu gerçeğini küresel bir örnek olan kentleşme süreci üzerinde görerek kavramıştık.
Kalıplar bizleri içimizden gelen doğal dürtüler, arzu ve istekler doğrultusunda davranarak yeni keşiflerde bulunma coşkusundan alıkoyuyordu. Özellikle kamu sektörü bakımından geçerli olan bu kalıplar nedeniyle biz kamu görevlileri için yapmakta olduğumuz işlerde o güne kadar ulaşılmış sınırların ötesine geçip yeni zaferler, büyük mesleki başarılar kazanma yolu kategorik olarak kapanmıştı.
Kamu yönetimimizin bugünkü boyutlarını ve eğitimden savunmaya, bayındırlıktan sağlığa kadar çok çeşitli alanlarda verilen kamu hizmetlerinde korunması gereken düzenliliği dikkate aldığımızda bazı işlerin belirli kalıplara göre yapılmasını işin teknik gereklerinden birisi olarak benimseyip onaylamaktayız... İşin sırrı da burada zaten. Truva Atı gibi, gerçek tehlike en masum ve sempatik görünümlü, en güvenilen, hatta belirli ölçülerde kutsal kabul edilip yüceltilen figürlerin arkasına saklanmış bulunuyor ve öndekiler hakkında sahip olduğumuz son derece masumane peşin yargılar bizi onların ardında gizli olanı araştırmaktan alıkoymakta.
Kentleşme örneğinde gözle görülebilen kalıplar sözkonsuydu. Durmaksızın kendi kendini tekrar eden bu kalıpları enine ve boyuna bir çift çizgi ile sembolize edebiliyor ve hemen her kentteki yapılaşma modelinde o kalıbı ayırt edebiliyorduk… Peki ya göze hiç görünmeyen düşünsel, zihinsel, duygusal ya da idari kalıpları nasıl algılayıp onlardan nasıl kurtulabileceğiz?
Kalıpları, daha doğrusu kalıpların sınırlandırıcı, alıkoyucu işlevlerini anlatacak bir senaryo olarak taş devrinde yaşayan bir kabile düşünelim. Kabilenin ileri gelenleri otoriteyi ele almış, kimin neyi nasıl yapacağına ilişkin kuralları kabileye dikte ettirmiş, karşı gelenleri ağır şekilde cezalandırarak kendi hükümlerini sürüyor olsunlar... Kabile de sadece ok ve mızrak kullanan erkekler aracılığıyla sürdürülen avcılık faaliyeti etrafında belirli bir düzen içinde geçiniyor olsun.
Yalnızca bu düzenin uzantısı olan etkinliklerin onaylanıp meşru sayıldığı, kökleri geçmişe uzanmayan hiç bir davranışın itibar görmediği bu toplumda genç adamların içlerindeki o yeni bir şeyler keşfetme dürtüsüyle mağaranın sınırlarından dışarı fırlayıp yeni serüvenlere atılmalarına izin verilmediğinden bu topluluğun atları evcilleştirme, ateşi kullanma, tarıma yönelme gibi gelişme aşamalarına geçmeleri de engellenmiş oluyordu.
Aslında o toplumun, ok ve yayı icat edip mızrak kullanma tekniklerini geliştirerek o günlere gelebilmesine imkan veren yegane şey işte o genç insanların yeni keşiflere atılma konusunda kendi doğalarından kaynaklanan his ve sezgilerden başkası değildi. Ancak kabilenin önde gelenleri, kurulu düzeni sorunsuz bir şekilde devam ettirmek adına genç adamları belirle davranış kalıplarına mahkum ederek onları bu doğal potansiyellerini kullanmaktan alıkoymakla kalmıyor, aynı zamanda kabilenin gelişimine de engel oluyorlardı...
Bu örnekte de görüldüğü üzere "kalıplar" mutlaka sırtımıza kırbaç, ayaklarımıza pranga şeklinde tezahür edecek değildi... Önemli olan husus, hangi görünüm altında ve hangi argümanlarla ortaya çıkarsa çıksın, tüm kalıpların insanın doğal yeteneklerini, doğal his ve sezilerini izlemek yönündeki güçlü güdülerini baskı ve denetim altına alarak ona bambaşka kurallar ve değerler içinde cereyan edecek farklı bir yaşam, inanç, düşünce ya da çalışma biçimini biraz zorlama, biraz ikna ile kabul ettirmekte olmasıydı.
Kalıplara muhatap olan insanlar ise çoğunlukla onların sınırlayıcı ve alıkoyucu özelliklerini göremiyor, onların uyumlu bir parçası haline gelerek muteber birer eleman kimliği kazanmaya çalışıyorlardı... Ne acıdır ki kalıplar ödüllendirme yeteneğinden de, duyarlılığından da yoksundular. Onlar sadece insanları kullanıp düzenlerini sürdürmeye ayarlanmış birer robot gibiydiler. Kalıplara uymanın muhtemel sonlarından birisi kullanılmak, yani birilerinin kor ateş üzerine atılmış bir çift dikey ve yatay çizgi üzerinde pişen bifteği haline gelivermekti...
İşte o taş devri kabilesinin genç mensupları gibi şunca yıllık ateşi bulma, atları evcilleştirme hayalleri peşinde koşma dürtülerimi susturamadığım için o kalıplara teslim olmamış biriydim ama, yine de kendimi onların tutsağı olarak görmekten kurtulamıyordum. Hayatımın en güzel yılları, en enerji dolu zamanlarım boşa gitmiş gibiydi. Üstelik şu son 5 yılın yolsuzluk belaları ayağıma dolanmasa halen her şeyin yolunda olduğunu sanacak, çevremdeki kalıplardan oluşan yapay dünyanın bir gün benim de kıymetimi anlayacağını sanmaya devam ederek daha kim bilir kaç projenin peşinde sabahlara kadar çalışıp dosyalar hazırlayacaktım.
Ne zaman ki duvara toslayıp kazın ayağının öyle olmadığını gördüm, ateşi bulma ya da atları evcilleştirme gibi hayaller peşinde koşmanın günümüzde bir değer ifade etmediğini, işin içinde başka dinamikler bulunduğunu anladım da bir kaç adım geri çekilerek yerimi ve yönümü uzaktan görerek kendime yeni bir yol çizmenin fırsatını yakaladım.
Yoksa tilkileri ve kurtları asla
düşünmeyen, ümit ve neşe dolu
saf bir kuzucuk gibi zıplamaya
devam edecektim sınırsız sandığım
çayırlarda...
|
|
|