|
|
|
24 Temmuz 2002 - Nankörüz nankör |
Mutlu bir gün daha hepinize,
Günlerdir bunaltan hava biraz üşüdü de, biz de rahat bir nefes aldık. Şu insanoğlundan daha nankör bir başka yaratık varmıdır bilmiyorum. Kışın donar, yaz gelse deriz, yaz gelir ısınırız, yeter diye bağırırız. Kurtar bizi ağam diye adamı seçer, yaşlandı, hastalandı diye sırtımızı döneriz. Yıllarca peşinden koşar, ayartıp evlenmek için yapmadığımızı bırakmayız. He dedirtip evlenince de, görevini tamamlamış muzaffer komutan edasıyla gözümüzü dışarı çeviririz. Bir sürü örnek saymak mümkün de, inanın şu anda sayacak yerlerim acıyor. 1 saat önce başlayan göz ovuşturma seansı, şimdi yanına bir de esnemeyi ekledi. Alalah Allah nazar falan değdi galiba bana. Ahh şimdi rahmetli annanem olacaktı yanımda da bana şöyle tüküre tüküre bir dua okuyacaktı. Şıp diye keserdi valla.
Televizyonda da bir film var ki insanın içini ferahlatıyor(!?). Ozon tabakası delinmiş, güneş ışınları Los Angeles'in üzerinde boza pişiriyor. Eğer deliği kapatamazlarsa koca şehir birkaç saat içinde yokolacak. Tek çareleri de yeni geliştirdikleri bir çeşit atom bombasını deliğin yanında patlatıp, nasıl olacaksa deliği yamayacaklar. Hani diyorum bir de bizim için bir bomba yapsalar da memleketin üzerinde patlatsak, acaba pantolonumuzdaki delikler kapanır mı? Hoş onlar üzerinde IMF yazan bombaları hababam yollayıp duruyorlar. Ama bizim bağışıklık sistemimiz öyle bir hal almış ki, her tedaviye yeni bir kalkan oluşturup başarıyla savaşıyoruz. Sonunda BDDK el koyacak Dünya Bankasına görecekler günlerini.
Bugünkü sayı epeyce kalın oldu umarım beğenirsiniz. Sizi fazla yormamak için de ben kısa kesiyorum. Yalnız siz kısa kesmeyin, uzun uzun yazın lütfen.
Bir sonraki sayıda buluşuncaya kadar bulunduğunuz yerden bir adım öne çıkın. Sevgiyle... Cem Özbatur
|
Açılası CD-ROM'lar
Superoffline ile ilgili yayına bugünlük ara verip size CD-ROM'lardan bahsetmek istiyorum. Özellikle 1 yılı aşkın süredir kullandığınız CD veya DVD ROM'ların okumaz, açılmaz hale gelmelerine şahit olmuşsunuzdur. Özellikle içi boş CD-ROM'ların açılmakta güçlük çıkarması insanı deli eder. Bunun nedeni, tam ortada bulunan CD yi optik okuyucuya iten baskı ünitesinin zamanla mıknatıslaşarak üst tarfa yapışmasından ileri gelir. CD-ROM'u açarak içini temizlemek, manyetik alanı ortadan kaldırmak mümkündür, ama bu işi sizin yapmanızı söylemek te haksızlık olur. En pratik çözüm, kolay okunan temiz bir CD'yi sürekli CD-ROM'un içinde bırakmaktır. Bu durumda, eğer başkaca bir sorunu yoksa her seferinde kolaylıkla açılacaktır.
Kimi CD'lerin okunamaması durumunda da ilk deneyeceğiniz şey, CD'yi temizlemektir. CD'yi yumuşak bir bezle içerden dışarı doğru ovarak temizleyebilirsiniz. Kolonya, alkol gibi şeyleri, sert kumaştan bezleri kesinlikle kullanmayınız. Hala CD'yi okuyamıyorsanız, mümkünse bir başka CD-ROM'da denemenizde yarar vardır. Bir başka yerde düzgün çalışan bir CD'niz varsa, CD-ROM'unuzdan veya makinamızdan şüphe etme zamanı gelmiş demektir. O takdirde size en yakın bir bilene danışmanızı öneririm.
|
1. Ulusal Çocuk Tiyatroları Festivali
Tiyatroom - Ağustos Böceği ile Karınca
Selamiçeşme Özgürlük Parkı Amfitiyatrosu, 24 Temmuz, 21.00 - Ücretsiz
|
Ankara'dan : Cumhur Aydın |
İsmail Hakkı Amca
ODTU'nün lacivert servis otobüslerinden bir bölümü, DMO kavşağından Sıhhiye yönüne giderken, diğerleri, üzerlerinde 'Tunus' yazanlar, düz devam ederler, Akay Kavşağından sağa döner, Tunus caddesine girip, son durak yaparlardı. Ankaralı ya da yurtta kalan öğrenciler buradan şehre dağılırlardı. Yıllar yılı bu böyle sürüp, gitti. Şimdi anılarda kaldı.
1970'lerin en hareketli günlerinde, ağabeyim ve can arkadaşı Faruk'ta, bazen zaman geçirmek, bazen de can korkusuyla, buradan servisten indiklerinde, hemencecik yukarı kıvrılırlarmış. Bülten ve diğer sokakları aşıp, Esat Caddesine çıktıklarında, köşe başında Ankara'nın o kömür kokulu eski ama tipik apartmanına dalarlar, üçüncü kata tırmandıklarında, çayı demlikte, ocağında yemek kaynayan Faruk Ağabeyin Babası İsmail Hakkı Amca'nın evine kapağı atar, soluklanırlarmış. İki metreye yaklaşan boyu ve iri cüssesiyle Hakkı Amca görüntüde yumurta gibi dışı sert içi bir o kadar yumuşak bir adammış. Ya evin annesi? Tam tersi, kısacık boyu, kücücük yüzü ile, şevkatli bir anaç kedi. Hiç unutmuyorum, ODTU'ye boykot kırmak için Hasan Tan döneminde alınan işçilerin, gençlerin üzerine bomba yağdırdığı günün akşamında, Izmir'de soluk suluğa annem, babam birbirimize sarılmış, radyo bültenini dinlerken, Hakkı Amca'nın telefonu ile rahatlamış, "Merak etmeyin, çocuklar bizde" sözleriyle burukluk içinde sevinç gözyaşları dökmüştük. .
İsmail Hakkı Amca, 80'lerin başına kadar Enerji Bakanlığına bağlı Petrol İşleri Genel Müdürlüğünde üst düzey yöneticilik yaptıktan sonra, neredeyse Devletin en üst kademesinden, Müsteşar Yardımcılığından, emekli oldu. Sapına kadar dürüst, tam bir Cumhuriyet kuşağıydı, vatanseverdi. Bu evle ve evdekilerle benim yolum, Ankara'ya ilk adım attığım 1983'te kesişti. Ürkek bir yeni Ankara'lı olarak onları evlerinde birkaç ziyaret ettim, yemeklerini yedim. O sıralar Faruk Ağabey şantiyeler peşinde çoktan Libya yollarını tutmuş, evin ikinci oğlu Haluk ise, değişik dergiler çıkarmakla meşguldü. Bana verdiği adresten, koskocaman, Ankara'nın neredeyse ikinci büyük caddesi, Mithatpaşa'yı, saatlerce aramış, onu bulduğumda uzun uzun edebiyat-dergiler üzerine konuşmuştuk. Sonra biraz palazlandım ya, Ankara'yı öğrendim, daha seyrek yolumu düşürür oldum Hakkı Amca'lara. . Bütün emekli ikramiyesini bankerlerde batırdığını, Ballıbaba Sokakta bakliyat toptancılığı bile yapmaya kalkıştığını, edebiyatçı oğlu Haluk ve pırıl pırıl kimliğiyle, Özal dünyasından okkalı tokatlar yiyip, hemen tüm küçücük ayakta kalma girişimlerini yaşatamadıklarını azcık uzaktan izledim.
Bu Cumhuriyet Ailesi'ni yeniden aklıma düşüren, geçen gün aldığım telefon oldu.. Evin küçük oğlu Haluk, bu dünyaya dayanmak için giderek fazla içtiği içkinin kurbanı olarak, henüz kırkbeş yaşında ölmüştü. Nerede bulacaktım onları ben? Esat'taki o elli yıllık kirada oturdukları ev çoktan kayıplara karışmıştı. Yerine, izbandut gibi dev bir iş hanı yükseliyordu. Adresten karşıma, Ankara'nın elli kilometre dışındaki Eryaman Toplu Konutları çıktı. Gece, sürekli yağmur yağarken yollara düştüm, adı modern konutlar, altyapısı ucube Eryaman'da bir yarım saat dolandıktan sonra evi bulabildim.
Oğlunu yitiren ev nasıl olur? İşte öyle bir ev. İsmail Hakkı Amca, neredeyse tam ortadan ikiye bükülmüş. Yine bir dev ama kanadı, kolu hepten kırılmış. . Teyzeyi elle göstermeseler, odada seçemeyeceğim, nokta kadar kalmış. Yeni sayılan çek-yatlar, duvarlarda fotoğraflar, mutfakta yine çayın dumanı. Ancak, bu yeni evin her şeyi öylesine iğreti ki. Nerde, Esat'ın eski apartmanı, Amca'nın Heybeti, her köşesinden geleneksellik ve sıcaklık kokan halılar, koltuklar, duvarlar. . İsmail Amca, o gün bile nüktedanlığından, vakurluğundan ödün vermiyor. . Eryaman'da kiracılıkla gezilen üç-beş evden sonra, büyük oğlundan gelen birkaç kuruşla, seksenine yaklaşırken kendine ait bir konuta girmiş ama ne girme. Anahtarı vermişler, suyu-elektriği bağlamamışlar. Bir ay öncesine kadar, Haluk'la çeşmeden bidonlarla su taşıdıklarını anlatıyor. Üç ayda bir aldığı 585 milyonu, taksitleri ödemek için gittiği şimdi kapanan bankada memurların onu buyur edip, "Hakkı Amca, ne olur, su büyüklere hikayeni anlat, küfürleri de unutma, seni çok özledik" deyişlerini.
Hakkı Amca'nın, bu vurgun operasyonlarına aklı hem eriyor, hem ermiyor. "Modernleşme, pazar masallarıyla bizi uyuttular, 'üzerine basacak' yerimiz kalmadı" diyor. "İthal ettiğimiz petrolden bir cente tamah etmek aklımızdan geçmedi ama iş çıkışında memurlar lokalinde bir kahve parasını karşıdakinden almak için çok kafa patladırdık" diye ekliyor. Hakkı Amca, Ankara'yı o çok saygın politikacılara, iş adamlarına, yeni yetme zenginlere bırakmış, kendi kilometrelerce uzakta, bir göz evde oğlunun ardından değil de, ülkesinin ardından yas tutuyor. .
Sizin, sizin babanız, anneniz?. Bu öyküden, sizin öykülerinizle örtüşenler var mı? Hakim, doktor, esnaf, öğretmen babanız, anneniz. .1920'lerde, 30'larda doğan Atatürk kuşağının son demlerini gözü yaşlı izlemiyor musunuz?
Bilgisayarlarınızın başından, günlük iş koşuşturmalarınızdan, ekonomi ve siyasi ulemalarının sözlerinden bir dakikacık olsun başınızı kaldırın ve pencereden koşuşturan insanlara, uzakta seçebildiklerinize bakın ve sorun lütfen: Değişim bu mu? Böyle yaşamanız ve yaşatmanız için mi üzerlerinize titrenildi? Kimlerden neler miras aldınız, neler bırakacaksınız?
Cumhur
|
Acı Kahve Hatırına : Çağhan Tansel |
Aldatma Sokağı, Ayrılma Caddesi, Devam Sapağı (2)
(1.Bölüm'den devam)
Terden sırılsıklam bir halde uyandı yataktan. "Ne garip bir rüyaydı" diye düşündü. Kabus gibiydi ama tam anlamıyla kabus denemezdi çünkü rüyanın sonunda bir şekilde içine düştüğü şeyden kurtulduğunu, çıkışı bulduğunu görmüştü. İçine düştüğü şey neydi ama? Çok da fazla kafasına takmadı, işe geç kalıyordu. Kalkıp hemen banyoya gitti. Duşunu alırken küçüklüğünden beri yaptığı gibi kendine güne hazırlıyordu, kendi yöntemiyle:"Bugün güzel geçecek. (melodiyle beraber) Bugün çoook güzel geçecek..." Şarkısını birden kesiverdi ve gayri ihtiyari şöyle dedi:" Bugün...güzel."
Erdem'in işyeri İstanbul'un gözde iş merkezlerinden Esentepe'deydi. Modern iş merkezlerinin örneklerinden biri olan, ofisinin bulunduğu bu çok katlı işyeri onun hep hoşuna gitmişti. Kendisine Amerika'yı, Amerikanvari binaları hatırlatıyordu. Hiçbir zaman bir Amerika hayranı ya da özentisi olmamıştı, isteyip de gidememek gibi içinde bir ukde de yoktu fakat çok iyi hatırladığı bir şey vardı ki orası en iyilerin birleşme yeriydi. Kendisini de işinde en iyi olarak görüyordu, dolayısıyla ofisinin bulunduğu bina ile kendi düşünceleri birbirini tamamlıyordu ona göre. Biraz çocukça bir düşünceydi bu ama yine de ona keyif veriyordu.
İşyerine şoförü Doğu ile geldi. Genç yaşında olmasına rağmen kendine özel bir şoför tutmuştu. Bunun nedeni gösteriş meraklısı ya da insanları kendine "Vay be bu yaşta özel şoförler, kendine ait bir büro ve ...." dedirtecek kadar saçmalık derecesinde hırslı olması değildi. Onun için zaman önemliydi. Trafikte bile boşa vakit geçirmek istemezdi, birçok projesini arabasında düşünürken ya da çalışırken bulmuştu ve planlamıştı.
Doğu'ya kendisini beklememesini söyledi. Doğu buna epey bir şaşırdı çünkü işe girdiğinden beri ki bu üç sene oluyordu, bir gün için bile Erdem bu şekilde belirsiz hareket etmemişti. Onun her zaman, ne zaman bir yerden çıkacağı veya bir yere gideceği belliydi. Ani durumlarda bile hemen bir program değişikliği yapar ve Doğu'ya söylerdi. Tüm bunlara karşılık Doğu tabii ki herhangi bir soru sormadı ve arabayı evin garajına götürmek üzere yola çıktı. Erdem de o sırada binadan içeri girmişti bile. Yine her zamankinin aksine, girişteki görevlilere selam vermeden kapıdan içeri girdi, şans eseri kapısı açık olan asansöre yöneldi ve yukarı çıktı. Ofise girdiğinde herkes çalışıyordu, son günlerde birçok projenin teslim tarihi üst üste gelmişti. Bu aralar inşaat sektöründe mevsim yoğundu ve dolayısıyla hem inşaat mühendisleri için hem de jeofizik mühendisleri için yoğun günler yaşanıyordu, tabi Erdem her ikisi de olduğu için genele göre daha özel bir konumdaydı.
Bürosunun bulunduğu 9. kata çıktı, ofise girip herkese üstünkörü bir selam verdi. Kendi odasına geçtiğinde sadece bir kahve istedi. Hizmetli kahveyi masasına bırakırken Erdem'in kendi kendine bir şeyler mırıldandığını gördü. Hizmetli "Başka bir isteğiniz var mı?" diye sorduğu anda Erdem istemediğini belirtir bir el işareti yaptı. Daha doğrusu hizmetli öyle anladı çünkü o sırada Erdem, aslında kendi kafasındaki olumsuz bir düşünceyi kovuyordu. Hizmetlinin yanlış anladığını fark edince, birden daldığı düşüncelerden çıkıp gülmeye başladı. Fakat gülmesi pek de uzun sürmedi. Aniden ciddileşti. Artık vakit gelmişti. Küçüklüğünden beri kafasında sorguladığı, yüzlerce kez kesin bir karara varıp sonradan vazgeçtiği, kendini en derin ahlak çatışmasına attığı konu sonunda kabuğundan çıkmıştı. Canlıydı artık ve Erdem'i test etmek için onun karşısında duruyordu. En kötü şey ise Erdem'in ona çok önceden söz vermiş olmasıydı. "Eğer" demişti, "...birgün gerçekten böyle bir noktaya gelirsem, kendimi bu teste sokacağım." O gün gelmişti. Yapması gereken tek şey, beklemekti çünkü test için gereken şeyin, yani güzel ve etkileyici, çekici ve tutkulu bir kadının kendisini bulacağını ya da buluşturulacaklarını biliyordu. Bu oyunda ya da sınavda diyelim, sadece böyle bir kadına ihtiyacı vardı. Gerçi böyle bir kadın da sadece kelimesiyle cümle arasında geçiştirilecek bir kadın olamazdı. Dolayısıyla tehlikeli bir oyun olacaktı bu. Evet, bu bir sınavdan çok tehlikeli bir oyun olacaktı. "Ya Berna'dan ayrılırsam? Ya Berna duyarsa? Evliliğimi bir saplantı uğruna mı yıkacağım! "
Düşünceler paranoyaya dönüşmüştü bile. Gerçekten küçüklüğünden kalma bir saplantı mıydı bu yoksa hayatındaki en zor sınav, pardon oyun demiştik, oyun mu olacaktı? Her oyunun bir kuralı vardır, peki bunun kuralı neydi? "Kurallar belli" diye mırıldandı. O sırada odasına sekreteri girmişti. Kapıyı tıklattığını bile duymamıştı sekreterin. Sekreteri hala dalgın halde duran patronunu aniden rahatsız etmemek için hafif kısık bir sesle,
"Kurallar formu geldi efendim" dedi. Bu sözler üzerine birden kendini rüyada hissederek irkilen Erdem paniğe kapılmış gibi aceleyle,
"Ne kuralları?" diye sordu.
"Yeni sınava alacağınız stajerler için istediğiniz kurallar formunu getirdim efendim"
"Stajerler...(Yarım ağız gülümseyerek) Bu kadar zaman sonra tekrar stajerlik sınavına gireceğim hiç aklıma gelmezdi"
"Aman efendim, sizin stajerler sınavında ne işiniz var. Sizin gibi usta biri..."
"Doğru...Demek ki benim de bir ustalık sınavına girmem gerekiyormuş."
Devamı var...
|
Misafir Kahveci : Jaques Prevert |
SEVGİ
Masumi Toyotome diye bir Japon yazmış. Dünyada sevilmek istemeyen kişi yok gibidir diye başlıyor. Ama sevgi nedir, nerede bulunur, biliyor muyuz diye soruyor. Sonra anlatmaya başlıyor: Sevgi üç türlüdür. Birincinin adı "Eğer" türü sevgi. Belli beklentileri karşılarsak bize verilecek sevgiye bu adı takmış yazar. Örnekler veriyor: eğer iyi olursan baban, annen seni sever. Eğer başarılı ve önemli kişi olursan, seni severim. Eğer eş olarak benim beklentilerimi karşılarsan seni severim. Toyotome en çok rastlanan sevgi türü budur diyor. Bir şarta bağlı sevgi. Karşılık bekleyen sevgi. Sevenini, istediği bir şeyin sağlanması karşılığı olarak vaat edilen bir sevgi türüdür bu diyor yazar. Nedeni ve şekli bakımından bencildir. Amacı sevgi karşılığı bir şey kazanmaktır. Yazara göre evliliklerin pek çoğu "Eğer" türü sevgi üzerine kurulduğu için çabuk yıkılıyor. Gençler birbirlerinin o anki gerçek hallerine değil, hayallerindeki abartılmış romantik görüntüsüne aşık oluyor ve beklentilere giriyorlar. Beklentiler gerçekleşmediğinde, düş kırıklıkları başlıyor. Sevgi nefrete dönüşüyor.
En saf olması gereken anne baba sevgisinde bile "Eğer" türüne rastlanıyor. Yazar bir örnek veriyor. Bir genç Tokyo Üniversitesi giriş sınavlarını kazanarak babasını mutlu etmek için çok çalışıyor. Okul dışında hazırlama kurslarına da gidiyor. Ama başarılı olamıyor. Babasının yüzüne bakacak hali yok. Üzüntüsünü hafifletmek için bir haftalığına Hakone kaplıcalarına gidiyor. Eve döndüğünde babası öfkeyle sınavları kazanamadın. Bir de utanmadan Hakone'ye gittin? diye bağırıyor. Delikanlı "Ama baba vaktiyle sende bir ara kendini iyi hissetmediğinde Hakone kaplıcalarına gittiğini anlatmıştın diyor. Baba daha çok kızarak delikanlıyı tokatlıyor. Çocuk da intihar ediyor. Gazeteler intiharın anlık bir sinir krizi sonucu olduğunu söylediler, yanılıyorlardı diyor yazar. Delikanlı babasının kendisine olan sevgisinin yüksek düzeydeki beklentilerine bağlı olduğunu anlamıştı. İnsanlar "Eğer" türü sevginin üstünde bir sevgi arayışı içindeler aslında. Bu sevginin varlığını ve nerede aranması gerektiğini bilmek bu genç adamın yaptığı gibi yaşamı sürdürmekle ondan vazgeçmek arasında bir tercih yapmakla karşı karşıya kaldığımızda önemli rol oynayabilir diyor Masumi Toyotome. İlginç değil mi. İkinci türe geçiyoruz. "Çünkü" türü sevgi. Toyotome bu tür sevgiyi şöyle tarif ediyor: Bu tür sevgide kişi bir şey olduğu, bir şeye sahip olduğu ya da bir şey yaptığı için sevilir. Başka birinin onu sevmesi, sahip olduğu bir niteliğe ya da koşula bağlıdır. Örnek mi? Seni seviyorum. Çünkü çok güzelsin (Yakışıklısın). Seni seviyorum. Çünkü o kadar popüler, o kadar zengin, o kadar ünlüsün ki. Seni seviyorum. Çünkü bana o kadar güven veriyorsun ki. Seni seviyorum. Çünkü beni üstü açık arabanla, o kadar romantik yerlere götürüyorsun ki.
Yazar, Çünkü türü sevginin Eğer türü sevgiye tercih edileceğini anlatıyor. Eğer türü sevgi bir beklenti koşuluna bağlı olduğundan büyük ve ağır bir yük haline gelebilir. Oysa zaten sahip olduğumuz bir nitelik yüzünden sevilmemiz hoş bir şeydir egomuzu okşar. Bu tür olduğumuz gibi sevilmektir. İnsanlar oldukları gibi sevilmeyi tercih ederler. Bu tür sevgi onlara yük getirmediği için rahatlatıcıdır. Ama derin düşünürseniz, bu türün Eğer türünden temelde pek farklı olmadığını görürsünüz. Kaldı ki bu tür sevgi de, yükler getirir insana. İnsanlar hep daha çok insan tarafından sevilmek isterler. Hayranlarına yenilerini eklemek için çabalarlar. Sevilecek niteliklere onlardan biraz daha fazla sahip biri ortaya çıktığı zaman, sevenlerinin, artık ötekini sevmeye başlayacağından korkarlar. Böylece yaşama sonsuz sevgi kazanma gayretkeşliği ve rekabet girer. Ailenin en küçük kızı yeni doğan bebeğe içerler. Sınıfının en güzel kızı, yeni gelen kıza içerler. Üstü açık BMW'si ile hava atan delikanlı, Ferrari ile gelene içerler. Evli kadın kocasının genç ve güzel sekreterine içerler. O zaman bu tür sevgide güven duygusu bulunabilir mi diye soruyor Toyotome. Çünkü türü sevgi de, gerçek ve sağlam sevgi olamaz diyor.
Bu tür sevginin güven duygusu vermeyişinin iki ayrı nedeni daha var. Birincisi acaba bizi seven kişinin düşündüğü kişi miyiz korkusu. Tüm insanların iki yani vardır. Biri dışa gösterdikleri öteki yalnızca kendilerinin bildiği. İnsanlar sandıkları kişi olmadığımızı anlar ve bizi terk ederlerse korkusu buradan doğar. İkincisi de ya günün birinde değişirsem ve insanlar beni sevmez olurlarsa endişesidir. Japonya'da bir temizleyicide çalışan dünya güzeli kızın yüzü patlayan kazanla parçalanmış. Yüzü fena halde çirkinleşince, nişanlısı nişana bozup onu terk etmiş. Daha acısı ayni kentte oturan anne ve babası, hastaneye ziyarete bile gelmemişler, artık çirkin olan kızlarını. Sahip olduğu sevgi, sahip olduğu güzellik temeli üstüne bina edilmiş olduğundan bir günde olmuş. Güzellik kalmayınca sevgi de kalmamış. Kız birkaç ay sonra kahrından ölmüş... Japon yazar toplumlardaki sevgilerin çoğu "Çünkü" türündendir ve bu tür sevgi, kalıcılığı konusunda insanı hep kuşkuya düşürür diyor. Peki o zaman, gerçek sevgi, güvenilecek sevgi ne?
Ve işte sevgilerin en gerçeği. Üçüncü tür sevgi benim "Rağmen" diye adlandırdığım türdür diyor yazar. Bir koşula bağlı olmadığı için ve karşılığında bir şey beklenmediği için? Eğer türü sevgiden farklı bu. Sevilen kişinin çekici bir niteliğine dayanıp böyle bir şeyin varlığını esas olarak almadığı için Çünkü türü sevgi de değil. Bu üçüncü tür sevgide, insan Bir şey olduğu için değil, Bir şey olmasına rağmen sevilir. Güzelliğe bakar misiniz. Rağmen sevgi. Esmeralda, Quasimodo'yu dünyanın en çirkin, en korkunç kamburu olmasına Rağmen sever. Asil, yakışıklı, zengin delikanlı da Esmeralda'ya çingene olmasına rağmen tapar. Kişi dünyanın en çirkin, en zavallı, en sefil insani olabilir. Bunlara rağmen sevilebilir. Tabii bu sevgiyle karşılanması şartı ile. Burada insanin, iyi, çekici ya da zengin konum edinerek sevgiyi kazanması gerekmiyor. Kusurlarına, cahilliğine, kötü huylarına ya da kötü geçmişine rağmen olduğu gibi, o haliyle sevilebiliyor. Bütünüyle çok değersiz biri gibi görünebiliyor ama en değerli gibi sevilebiliyor. Japon yazar yüreklerin en çok susadığı sevgi budur diyor. Farkında olsanız da, olmasanız da, bu tür sevgi sizin için yiyecek, içecek, giysi, ev, aile, zenginlik, başarı ya da ünden daha önemlidir. Bunun böyle olduğundan nasıl emin olursunuz? Hakli olduğunu kanıtlamak için sizi bir teste davet ediyor. Şu soruma cevap verin diyor. Kalbinizin derinliklerinde, dünyada kimsenin size aldırmadığını ve hiç kimsenin sizi sevmediğini düşünseydiniz, yiyecek, elbise, ev, aile, zenginlik, başarı ve üne olan ilginizi yitirmez miydiniz? Kendi kendinize yaşamamın ne yararı var diye sormaz miydiniz? Devam ediyor Toyotome: Şu anda en sevdiğiniz kişinin sizi sadece kendi çıkarı için sevdiğini anladığınızı bir düşünün. Dünya birden bire başınızın üstüne çökmez miydi. O an yaşam size anlamsız gelmez miydi? Diyelim sıradan bir yaşamınız var. Günlük yaşıyorsunuz. Günün birinde gerçek, derin ve doyurucu bir sevgi bulacağınızdan umudunuz olmasa, kalan hayatinizi nasıl yaşardınız? diye soruyor ve yanıtlıyor: Öyleleri ya iyice umutsuzluğa kapılıp intihar ediyorlar ya da iyice dağıtıp yaşayan ölü haline geliyorlar. Toyotome, hem de nasıl iddialı savunuyor Rağmen sevgiyi. Bugün yaşamınızı sürdürebilmenizin nedeni Rağmen türü sevgiyi şu anda yaşamanız ya da bir gün bu sevgiyi bulacağınıza inancınızdır. Son sözlerinde biraz umutsuz,
Toyotome. Bugün yaşadığımız toplumda herkesi doyuracak bu sevgiyi bulmak zor. Çünkü herkesin sevgiye ihtiyacı var. Kimsede başkasına verecek fazlası yok? diye açıklıyor. Anlatıyor: Yakınımızda olan birinin bu sevgiyi bize vermesini bekleriz. Ama o da ayni şeyi başkasından beklemektedir. Peki bu dünyada sevgi ne kadar var. Yazara göre, açlığımızı biraz bastıracak kadar. Ve de yemek öncesi tadımlık gelen iştah açıcılar gibi. Bu minnacık tadım, bizi daha müthiş bir sevgi açlığına tahrik ve teşvik ediyor. Bu minnacık tadım sevgiye ne kadar muhtaç olduğumuzu anlatıyor. Büyük bir hırsla ana yemeğin gelmesini ve bizi doyurmasını bekliyoruz. Hani nerede? Hepsi o.
Ve asıl çarpıcı cümle en sonda. DÜNYADAKİ EN BÜYÜK KITLIK, RAĞMEN TÜRÜ SEVGİNİN YETERİNCE OLMAYIŞIDIR. IYI DÜŞÜNÜN.......... Bu yılınızı iyi geçirdiniz mi? Sağlıklı olduğunuz için hiç sevindiniz mi? Bu yıl hiç gün ışığı ile uyandınız mı? Kaç kez güneşin doğuşunu izlediniz? Bir neden yokken kaç kişiye hediye aldınız? Kaç sabah yolda bir kediyi okşadınız? Bu yıl yeni doğmuş bir bebek parmağınızı sıkıca tuttu mu hiç? Ve siz onu hiç kokladınız mı? Yaz gecelerinde ne çok yıldız olduğuna hiç şaşırdınız mı? Kendinize bu yıl kaç oyuncak aldınız? Kaç kez gözlerinizden yaş gelinceye kadar güldünüz? Yaşlı bir ağaca sarıldınız mı bu yıl? Çimlere uzandığınız oldu mu? Çocukluğunuzdan kalan bir şarkıyı söylediniz mi hiç? Hiç taş kaydırdınız mı bu yıl? Kaç kez kuşlara yem attınız? Bir çiçeği dalındayken kokladınız mı? Bu yıl kaç kez gökkuşağı gördünüz? Ya da hediye alan bir çocuğun gözlerindeki ışığı? Kaç kez mektup aldınız bu yıl? Eski bir dostunuzu aradınız mı hiç? Kimseyle barıştınız mı bu yıl? Aslında mutlu olduğunuzu kaç kez fark ettiniz bu yıl? İyi bir yılın, bunlar gibi birçok "küçük şey"e bağlı olduğunu hiç düşündünüz mü bu yıl? Şimdi düşünün. Yayılın çimenlerin üzerine Acele edin.... Er veya geç... Çimenler yayılacak üzerinize...
Jaques Prevert
|
Çok sevgili kahvemolası yöneticilerine.
Ben 55 yaşında bir ev hanımıyım. üç senedir netle uğraşıyorum. Kendime ait bir
şiir ve gezi sitem var. Tesadüfen bulduğum sitenizin hastası oldum. Böyle
kaliteli bir site yaşattığınız için sizleri kutluyorum. Bende sizlere
katılmak istedim. Çok beğendiğim bir yazıyı size
gönderiyorum.Başarılarınızın devamını diliyorum. Sevgiler. Çiçekanne
http://www.cicekanne.net
cicekanne@hotmail.com
Eski bir Hint masalı şöyle der :
Bir zamanlar çok büyük bir ressam varmış. Eserleri
herkes tarafından beğenilirmiş. Ülkenin kralı bile onu
Onur madalyası ile ödüllendirmiş. Ona Hintçe'de
renklerin ustası anlamına gelen "Ranga Charya" adı
verilmiş. Ama hayranları ona kısaca "Ranga Guruji"
derlermiş. Ranga,yıllar içinde,alanındaki ustalığını kanıtlarcasına kendine özgün bir renk stili geliştirmiş. Çok çalışması, yorumu ve konuya kendini vermesi, kendinden sonra gelenlere örnek olmuş. Bir sanat okulu açmış ve orada oğrencilerine sanatın inceliklerini öğretmeye başlamış. Belli bir müfredatı ve süresi yokmuş okulun. Öğrencinin, yeteneğinden ve bilgisinden kendisi tatmin olduktan sonra, onu sanat dünyasına takdim etmesi okulun özelliğiymiş.
Kendince bir "Öğrenci Değerlendirme "yöntemi
geliştirmişti. Bu,onun çalışma yöntemi gibi dünyada
eşi olmayan bir yöntemdi. Bu okulda bir öğrenci olan
Rajeev çok aceleciydi. Allah vergisi bir yeteneğe
sahipti ve Ranga'nın aradığı özellikler doğrultusunda;
diğer öğrencilerden çok daha hızlı bir başarı
gösteriyodu. Ranga, ondaki bu gelişmeden çok memnundu.
Çok övgü ve teşvik almaktan dolayı Rajeev merakla
Ranja Guruji'nin onu artık bir ressam olarak ilan
edeceği ve hayatinın bu şekilde devam etmeye
başlayacağı günü bekliyordu. Bir gün, çok kibar bir
şekilde Ranga Guruji'ye final uzmanlık sınavını ne
zaman alacağını sordu. Ranga gülümsedi ve dedi ki:
"Rajeev,sen benim gelecek vaad eden öğrencilerimden
birisin. Çok kisa sürede sanatın inceliklerini
öğrendin.Sanırım simdi final sınavının zamanı geldi."
"Sınav konumun ne olduğunu söyler misiniz,Guruji? "
Rajeev mutluluğunu ve heyecanını saklamakta
zorlanıyordu. Ranga "Rajeev,bir resim yapmanı
istiyorum,bu senin en iyi resmin olmalı ve herkes
hayran kalmalı. Şimdi acele etme ve hayatının
şaheserini yap." dedi.
Rajeev gece gündüz çalıştı; en güzel resmini yaptı ve
Ranga Guruji'ye getirdi. Ranga:
"Şimdi bunu şehrin meydanında halkın beğenisine
sun."dedi. "Insanların senin eserini görmelerine izin
ver. Resmin altına büyük ve koyu harflerle, bu resmin
halkın değerlendirmesi için oraya konulduğunu ve
resimdeki hataların, izleyenler tarafından resmin
üzerine bir "X" çizerek belirtilmesini rica ettiğini
yaz."
Rajeev Ranga'nın dediklerini yaptı. Resmi şehrin en
merkezi yerine koydu. Birkaç gün sonra Ranga gidip onu getirmesini söyledi. Rajeev meydana giderken çok heyecanlıydı.Ancak oraya vardığında çok büyük bir hayal kırıklığına uğradı.Tüm resim baştan aşağı X işaretleriyle doluydu. Başarısızlığı böylece anlaşılmıştı. Büyük bir kalp kırıklığıyla resmi Guru'ya gösterdi. Ranga O'na asla umutsuzluğa kapılmamasını ve yeniden bir resim yapmasını tavsiye etti. Rajeev yeni bir sanat şaheseri daha yaptı. Ranga daha önce söylediği şeyleri tekrarladı. Ancak en son satırda değişiklik yaparak... Bu kez Rajeev'e resmin yanına boya ve fırça da koymasını söyledi. Resmin altına yazdığı mesajda izleyicilerin hataları bulması ve resmin yanında bulunan malzemeleri kullanarak düzeltmeleri istenmişti. Birkaç gün sonra Rajeev resmi almaya gittiğinde şaşırdı. Çünkü resmin üzerinde hiçbir isaret olmadığı gibi yanına konulmuş olan malzemelere de hiç dokunulmamıştı. Rajeev resmi Guru'suna sunarken çok mutlu olmuş ve kendine güven dolmuştu. Ranga yine gülümsedi ve "Rajeev bugün öğrenmiş olduğun bu dersle birlikte artık senin eğitimin tamamlandı." dedi. "Sevgili oglum,eger bu dalda mükemmellik ve yücelik istiyorsan sadece sanatta ustalaşmış olman yetmez. Ama insanların, eline fırsat verildiğinde hiçbir şey bilmedikleri bir konuda bile eleştirip, değerlendirme eğiliminde olduklarını da öğrenmen gerekir."
"Eğer dünyayı seni yargılayacak kişi olarak kabul
edersen hep hayal kırıklığına uğrarsın. Insanlar
hiçbir bilgisi ve ciddiyeti olmadan yargılamalarda
bulunur ve birbirlerine fikirlerini söylerler. Senin
ilk resmini X lerle doldurdular. Cünkü onlari
engelleyecek hiçbir risk yoktu. Ve çoğunun bu konuda
hiçbir yeteneği ve bilgisi de yoktu. Ama onlara
sunulan bu fırsatı memnuniyetle değerlendirdiler. Ama
aynı insanlar,hataları bulup düzeltmeleri istendiğinde
hiç biri bunu yapmadı.Çünkü bu kez onların bilgisi ve
yeteneği risk altındaydı; bu konudaki eksikliklerini göstermekten çekindiler. Uzak durmayı tercih ettiler."
Ranga devam etti:"Böylece sevgili oglum, senin azmin,
senin yeteneklerin, senin bilgin, senin sanat
alanındaki çabaların, senin çok
çalışmanın ve içten uğraşılarının değerli bir
ürünüdür. Bunu dünyaya bedava sunma. O zaman çalişman
ilk resminin uğradığı sonuca uğrar. Kendinin yargıcı
ol ve değerini kendin belirle ama bunu adalet ve
eşitlik ilkeleriyle yap. Ve böyle davrandığında seni
temin ederim ki asla ne kendin ne de eserinle hayal
kırıklığına uğrarsın."
"Tanrı seni korusun! Oğlum."
Rajeev'in gözlerinde saygi ve nese dolu yaşlar
vardı.Kalbinin derinliklerinde, eğer bu son dersi
almasaydı eğitiminin eksik kalmış
olacağını hissediyordu.
|
|
Ben Sana Mecburum Bilemezsin
Ben sana mecburum bilemezsin
Adını mıh gibi aklımda tutuyorum
Büyüdükçe büyüyor gözlerin
Ben sana mecburum bilemezsin
İçimi seninle ısıtıyorum.
Ağaçlar sonbahara hazırlanıyor
Bu şehir o eski İstanbul mudur
Karanlıkta bulutlar parçalanıyor
Sokak lambaları birden yanıyor
Kaldırımlarda yağmur kokusu
Ben sana mecburum sen yoksun.
Sevmek kimi zaman rezilce korkuludur
İnsan bir akşam üstü ansızın yorulur
Tutsak ustura ağzında yaşamaktan
Kimi zaman ellerini kırar tutkusu
Bir kaç hayat çıkarır yaşamasından
Hangi kapıyı çalsa kimi zaman
Arkasında yalnızlığın hınzır uğultusu
Fatih'te yoksul bir gramofon çalıyor
Eski zamanlardan bir cuma çalıyor
Durup köşe başında deliksiz dinlesem
Sana kullanılmamış bir gök getirsem
Haftalar ellerimde ufalanıyor
Ne yapsam ne tutsam nereye gitsem
Ben sana mecburum sen yoksun.
Belki haziran da mavi benekli çocuksun
Ah seni bilmiyor kimseler bilmiyor
Bir şilep sızıyor ıssız gözlerinden
Belki Yeşilköy'de uçağa biniyorsun
Bütün ıslanmışsın tüylerin ürperiyor
Belki körsün kırılmışsın telaş içindesin
Kötü rüzgar saçlarını götürüyor
Ne vakit bir yaşamak düşünsem
Bu kurtlar sofrasında belki zor
Ayıpsız fakat ellerimizi kirletmeden
Ne vakit bir yaşamak düşünsem
Sus deyip adınla başlıyorum
İçim sıra kımıldıyor gizli denizlerin
Hayır başka türlü olmayacak
Ben sana mecburum bilemezsin.
Attila İlhan
|
|
İşe Yarar Kısayollar - Şef garson: Akın Ceylan |
http://www.nisan.com.tr/htm/portfolio.htm
Mustafa Turgut isimli fotoğraf sanatçısının istanbul enstantaneleri. Kendi tanıtımlarını yaptıkları bu sitede gerçekten hoş resimler bulabilirsiniz.
http://www.cankiriyaran.org/oturakoyunhavalari.htm
Atımı bağladım ben bir meşeye, Benden selam söylen nazlı Ayşeye, Ayşem gıdı gıdı da gel gel gel. Eller sarar ah yüreğime dert olur. Atımı bağladım ben bir arpaya, Benden selam söylen nazlı körpeye, Oğlan gıdı gıdı da gel gel gel, Yavrum gıdı gıdı da gel gel...iyi eğlenceler.
http://www.doktorhakan.com/ilkyardim/abc.html İLKYARDIM, hepimizin bilmesi gereken, ne zaman ve ne şekilde ihtiyacımız olacağını önceden bilemeyeceğimiz önemli bir konudur. İlkyardımın A, B, C'si...
http://www.kanyak.com/lyrics.html Istanbul was Constantinople. Now it's Istanbul not Constantinople. Been a long time gone. Old Constantinople's still has Turkish delight. On a moonlight night. Şiirin şair'i Heybeli adasında yaşayan Bob Bragner. Kendi web sayfasında hayatını ve fikirlerini paylaşan bir dünya vatandaşı.
|
Damak tadınıza uygun kahveler |
QuicKalendar v1.0.2 [430k] W9x/2k/XP FREE
http://www.trinfinitysoftware.com/quickalendar.shtml
Takvimle aranız nasıl bilmiyorum ama bu küçük programla, sitediğiniz şekilde ekranınıza bir takvim yapabiliyor. Eklediğiniz notlarla, gerçek bir takvim basabiliyorsunuz.
Diatris v1.0 [407k] W9x/2k/XP FREE
http://www.webruler.com/mtreciokas/
Tetris benzeri bir oyun daha. İçinde 3 çeşit tetris benzeri oyun barındırıyor. Vakit geçirmek için ideal.
|
|
|