KAHVE MOLASI

ABONE FORMU

ABONE OL
ABONELiKTEN AYRIL
HTML TEXT
kmarsiv.com
Arşivimiz
Yazarlarımız


FORUM ALANI

Sohbet Odası
E-Kart Servisi
Sizden Yorumlar
İletişim
Reklam
Gizlilik İlkeleri

Kim Bu Editor?
467254


Kahveci Soruyor?


Mynet Arkadaşım


Milenyumun Mandalı

 18 Ekim 2002 - Bu çocuk kimden arkadaş?


Merhaba kahveciler,

Bir Azeri dostumla şirketinde sohbet ederken, açık olan televizyonun Rus kanalında bir program başladı. Azeri arkadaşım "Çok yahşi programdır haa, gel seyredelim" deyince, koltukları çevirip seyretmeye başladık. Bir gece önce yayınlanan programın tekrarıymış. Erman Hoca'nın "Karar Anı" na benzer, Fransız TV5'te yayınlanan "Özel Hayatlar" (La vie privée)'ın hık demiş burnundan düşmüşü. Bir mağdur gelip problemini anlatıyor, konuyla ilişkili insanlar tanık olarak dinleniyor, seyircilerinde katılımıyla, dedikodulu, seyrine doyum olmaz bir magazin programı ortaya çıkıyor.

Günün mağduru 6 yıllık evli 30 yaşlarında bir adam. Girizgah faslından sonra sorununu özetliyor: "Karımla 6 yıldır evliyiz, 5 yaşında bir oğlumuz var. Çocuk kesinlikle bana benzemiyor. İçimde uyanan şüpheleri gidermek için, Karıma DNA testi yaptırmayı öneriyorum ama beni her defasında tersliyor ve kesinlikle olmaz diyor. Lütfen bana bir yol gösterin."

Tam burada seyirciler devreye giriyor. "Yuhhh, utanmıyormusun karına iftira etmeye..." benzeri sloganlar gırla gidiyor. Sunucu ortalığı yatıştırıyor ve kadını çağırıyor. Kadının "Sen bu işe ne diyorsun?" sorusuna verdiği yanıt adamı doğrular nitelikte. "Bu adam saçmalıyor. Bal gibi ikimizin çocuğu, belki dedesine, belki dedesinin dedesine benziyor. Böyle saçma bir iddia için DNA testi yaptırıp kadınlık onurumu çiğnetmem." diyor. Seyirciler gene adama yüklenip, türlü hakaretlerde bulunuyorlar. Adam, yer yarılsa da yerin dibine girse durumunda. Araya bir reklam giriyor, reklamın ardından sunucu bir başka adamı çağırıyor içeri. Adam kocayla aynı yaşlarda, kocanın tersine zayıf çelimsiz biri.

Sunucu kadına soruyor: "Bu adamı tanıyormusun?" Kadın biraz düşündükten sonra "Düğünümüzden hatırlıyorum, bu da misafirler arasındaydı." diyor. Sunucu yeni gelen adama dönerek "Sen anlat bakalım." diyor ve adam başlıyor konuşmaya: "Bu kadınla evlenmeden önce arkadaştık ancak hiç cinsel birlikteliğimiz olmadı. Düğününden 2 gün önce bana gelerek '2 gün sonra evleniyorum, belki birbirimizi birdaha hiç göremeyeceğiz, istersen bu anı değerlendirelim' dedi ve o gece birlikte olduk. O çocuk benimdir. Babası benim." Bu laflardan sonra salon yıkılıyor. Seyirciler kahkahalar arasında bağırıp çağırırken, şaşkına dönen koca, haklı çıkmanın gururuyla(!?) seyircilere "Ben dememişmiydim" hareketleri yaparken, arada bir karısına dönüp küfrediyor. Kadın "Hayır o senin değil benim çocuğum" diye başı önde sürekli mırıldanıyor ve hep aynı şeyi söylüyor." O senin değil, benim çocuğum." Yıkılmış ama gururlu koca, "Tamam senin çocuğun da, babası kim ben mi? O mu?" diye sürekli soruyor.

Bu tantana yaklaşık 15 dakika kadar sürdü. Araya bir iki reklam da girdikten sonra tam sunucu programı kapatmaya hazırlanırken, kadın kıpkırmızı bir suratla yerinden hışımla kalktı, masanın diğer yanına tam 2 adamın karşısına geçti ve günün anlam ve önemini doruğa çıkaran laflarını sıraladı: "Yeter artık yeter. O çocuk ne senden, ne de senden." Kocasına dönerek "O çocuk senin abin Gena'dan. Çocuğumun babası Gena'dır." deyince ben kopmuşum. Zira yanımızda aynı şirkette çalışan bir başka Rus var ve adı Gena. Programı da birlikte seyrediyoruz. Bu arada programı bana Azeri dostum tercüme ediyor. Hani Rusça bildiğimi sanıp, tercüme falan yollarsınız diye söylüyorum. Ben Rusçaya Fransızım. Bir "Da" bilirim bir de "Nazdrovya".

Onlar için oldukça dramatik, bizler içinse super komik olan bu olayın benzerlerini memleketimizde de yaşadığımızdan eminim. Erman Hoca abuk konuları bırakıp, bu türden aile içi trajikomik öyküleri bulsa, valla reytingleri altüst eder, bir daha da sırtı yere gelmez. Böyle bir programda "Oynatalım Uğurcum" diyebileceği öyle çok enstantane bulurki kendi bile şaşar Allahıma. Hepinize huzur dolu bir haftasonu dilerim.

Bir sonraki sayıda buluşuncaya kadar bulunduğunuz yerden bir adım öne çıkın. Sevgiyle...

Cem Özbatur

 Kahvecinin Günlüğü


  • EFES PİLSEN BLUES FESTİVAL İSTANBUL
    13.Efes Pilsen Blues Festival bu yıl, 18 - 19 Ekim tarihlerinde İstanbul'da Lütfi Kırdar Rumeli Salonu 'nda müxikseverlerle buluşacak...
    Lütfi Kırdar Uluslararası Kongre ve Sergi Sarayı
    18 Ekim 2002 19:30 - 19 Ekim 2002 19:30
    22.500.000 TL. (Tam) - 14.000.000 TL. (Öğrenci)


  • HAFTANIN FİLMLERİ
  • S1m0ne

    Konu : Bir zamanlar Oscar'a aday gösterildiği halde artık popülaritesini yitirmiş bir yönetmen olan Viktor Taransky, son filmi 'Sunrise Sunset'in çekimleri sırasında baş kadın oyuncu Nicola Anders yüzünden sinirlenerek seti terk eder. Nicola'yla beraber, kendine olan saygısını da yitirir. Stüdyo şefi olan eski karısı tarafindan işine son verilen Taransky'nin, Karısı ve kızları Lainey ile sürdüğü eski yaşamına dönme umudu da yoktur. Bu sırada karşısına bilgisayar dehası Hank Aleno çıkar. Kendi farklı dünyasında yaşayan ve bir bilgisayar dehası olan Hank, yeni buluşunun Taransky tarafından en iyi şekilde değerlendirileceğinden emindir. Taransky, Hank'in bu önerisini önemsemez fakat ısrarlarına dayanamayıp hayatını ilelebet değiştirecek olan 'Birinci Simulasyon' yazılımının olanaklarını izlemeyi kabul eder. Bir kaç düğmeye basılır ve ortaya inanılması güç harikulade bir sonuç çıkar: Simone. Etten kemikten meslektaslarının aksine Simone hiç yaşlanmayan, asla kilo almayan bir aktris. Asla sarhoş olmuyor ve asla provaya ihtiyaç duymuyor. Okuduğu bütün senaryolan beğenecek şekilde programlanmış. Parayla ilgilenmiyor. İhtiyacı olan tek şey bir elektrik prizinden gelen enerji…

    Yönetmen: Andrew Niccol
    Oyuncular: Al Pacino, Catherine Keener, Evan Rachel Wood, Jason Schwartzman, Winona Ryder, Rachel Roberts

    Resmi Web Sitesi: http://www.s1m0ne.com




  • SIGNS / İŞARETLER

    Konu : Basit bir çiftçi olan Graham Hess'in (Mel Gibson) hayatı, bir gün tarlasına yapılmış garip dev işaretlerden oluşan mesajla değişir. Kardeşi Merrill (Joaquin Phoenix) ile birlikte gizemi araştıran Graham, çok şaşırtıcı ve inanılmaz olayların içinde kalır. Altıncı His ve Ölümsüz filmleriyle Hollywood'un en dikkat çekici yönetmenlerinden biri haline gelen M. Night Shyamalan, önceki iki filminde olduğu gibi, doğa üstü olayların normal insanlar üzerindeki etkisini çok başarılı bir şekilde seyirciye sunuyor.

    Yönetmen: M. Night Shyamalan
    Oyuncular:Mel Gibson , Joaquin Phoenix , Rory Culkin

    Web Sitesi: http://bventertainment.go.com/movies/signs/
  • Cumhur Aydın

     Ankara'dan : Cumhur Aydın


       Zamanın Manzarası

    Mehmet Eroğlu'nun yeni çıkan yedinci romanı 'Zamanın Manzarası' hakkında neler söylenebilir? Hele yazarı kıyısından köşesinden tanıyorsaniz ve edebiyat eleştirmenliğine soyunamanın haddiniz olmadığını biliyorsaniz... Neyse, becerebildiğimiz kadar bir şeyler karalayalım bakalım..

    Yazarın romanları, en büyük tutkularım dediği komunizm, aşk ve dostluk temaları üzerinde dolaşsa da, kuşkusuz her yazar gibi, yazıldığı dönemlerin ve olasılıkla bu sürede yazarın yaşamışlıklarının da somut izlerini tasiyor.. Eroğlu'nun 1968 kusağını anlattığı ilk beş romanı, son ikisiyle olağanüstü insan portreleri, bu portrelerin anlık duyguları ve görünüşlerinin ayrıntılı, neredeyse yorucu betimlemeleriyle benzerlikler taşısa da, bizce yine de ayrı değerlendirelecek yoğunluklara sahip..

    Son iki roman, "Yüz:1981" ve "Zamanın Manzarası", yazarın ilkinde kitabın hemen her köşesine kazıdığı, "Suçluysam, kirlenmişsem, en fazla sizin kadar suçluyum" peşin özürüne ve her ikisinde de satır aralarında değişik kahramanların ağzından ve yaşadıklarından verdiği çelişkiler, pişmanlıklar ve kendilerini suçlamalarına karşın yine de dönemin ve dönenlerin köksüzlüğüne koşut, yaşam öykülerinin ve kurguların yapaylığını tümüyle ortadan kaldıramıyor.. 1980'lerden başlayarak 2000'lerin başına kadar Türkiye'nin ve özelinde yazarın ait olduğu kesimin yaşadığı farklılaşmalar ve zenginlik arayışları içinde eski değerlerin tuz-buz oluşu, bu değerlere hala tutunanlara oykünüş ya da onların yaşamayı sürdürdükleri acının verilişi satır aralarından yazarın kendi ikilemlerinin de dışa vurumu niteliğini taşıyarak belirli bir objektifliği yansıtsa da, doğallıklarının kuşku götürür yanını yine de gizleyemiyor..

    Zamanın Manzarası Karaburun'dan gözlenmeden önce roman, Eroğlu'ya özgü benzersiz betimlemelerle yüklü iki anahtar cümle ile başlıyor:

    "Mücevher takmamıştı ama gözleri vardı."

    "Benim kadar acı çekmedikçe Tanri'ya inanmamı beklemeyin benden"

    Kitabın adandığı "Kuşak edinememiş nesil"den 1965 doğumlu asıl kahraman Barış Utkan askerliğini asteğmen olarak Bitlis dağlarında PKK ile savaşarak yapmış. (Ah bu Eroğlu'nun asteğmenlikten çektikleri!) Geri döndüğünde, akıp giden yaşama fazlaca tutunamamış, okunmayan ilk ve tek romanının ardında Kuzguncuktaki evinde yalnız, uykusuz, azcık gariban bir halde günlerini geçiriyor.. Derken günün birinde kapısı güzelliği tarif dışı, hoş ve zengin bir hanım, Elif tarafından çalınıyor.. Hanımefendinin isteği öyle herkesten talep edilecek, kolay akla gelebilecek türden bir şey değildir. Her ne kadar sözü annesinin yaşamını yazmasını istemekle açsa da, Barış'tan, sonradan belirecek temel isteği kendisi icin azcık gecikerek te olsa 'ona yaşamayı oğretmesi, kılavuzluk etmesidir."

    Boğazın karşı kıyısında Bebek'te, olağanüstü ihtişam ve debdebe içinde ancak beklendiği gibi yalnız ve mutsuz yaşayan bu kraliçeyle, kendine eziyet eden, hesaplaşan tek kitaplı yazarın yolları hangi vesileyle kesişmiştir? Onu da hemencecik anlıyoruz.. Barış dönüşte, bir parmağını feda ederek yaşamını kurtardiğı askerlik arkadaşı Talat'ın kendini toparlaması için istemeden beraber gitmeyi kabullendiği seansların psikayatristi 'büst', mutsuz kraliçeye de hizmet vermiş ve ona yaşamayı öğretecek kişi olarak yazaramızı önermiştir.

    Elif, Barış'ın "Ayın Gölgesinin Düştüğü Yer" adlı kitabının rastgele çevirdiği bir sayfasında mücevher gözlerle karşılaşıp, satır aralarında "..Sorun yargılanmayı değil yargıçları reddetmemde.. Neye mal olursa olsun kendi ahlak felsefemi kendim yaratacağım… Çoğu insan gururla kendini beğenmislik arasındaki farktan bile habersiz.. Ancak kimsenin bana ders verecek kadar dürüst olduğuna inanmıyorum, herkes en az benim kadar suçlu.. Evet kötüyüm, iyi olsaydım, var olmazdım.." gibi özel yorumlarına kendini kaptırıp, soluğu onun karşısında almıştır..

    Barış giderek karşılıksız bir aşkla bağlanacağı bu güzellik karşısında, zenginler kulübüne geçici terfi etmeyi kabul eder, bir yandan geçmişine ait olan şeylere sırt çevirmemeye calışarak.. Bir yandan, seanslar sonrası kendini toparlayıp büyük paralar kazanıp, toplu seks partileri düzenleyen arkadaşı Talat'tan güya çevirilerine karşılık zarf içinde aldığı paraları yaşamında tek gerçek sevdiği olan Semra'ya vererek onun hayatını adadığı ölüm oruçlarına yatan kocası Tuncer'e ve oğlu Murat'a destek olmaya çalışıp bir çeşit modern Robin Hoodculuk oynarken, diğer yandan gariban komşusu Seniha Hanım'ın öğretmen kızı Feride'nin kendisi anne olmamasına karşın, babasının zulmune dayanamayip intihar eden küçücük öğrencisi Hasan'a duyduğu dayanılmaz yürek vurgunuyla kendini öldürmesini geciktirmesi icin destek olmaya çalışır..

    Romanın karekterleri ve Barış'ın yaşamışlıkları bunlarla da sınırlı kalmaz kuşkusuz.. Elif'e vurgunluğu yoğunlaşmadan önce yine Talat aracılığı ile tanışıp, kadın bedeni susuzluğunu giderdiği eski komunist sevgilisinin ardından sevişirken bile toplumsal sorular sormayı adet edinen Piraye, bir yıl öncesine kadar tutkulu ancak birbirlerini tüketici bir aşk yşsadıkları Sevgi, Elif'in banka hortumlayıp yurtdışına kaçan eski kocası Sedat, birlikte bir kaç kez parıltılı lokantalarda balık yiyip göz süzdükleri Sedat'in avukat ortağı Esin, son günlerinde elinden tutan onu savastığı topraklara bu kez de rehberlik için goturen Birsen ve yine dağlarda bombalarla ayaklarını yitiren, karısı Keriman'in kendisini terkettiği, elinde devletin hediye ettiği madalya ile kalan ve sonunda kimseye haber vermeden Avustralya'ya gitmeyi-ölmeyi- seçen askerlik arkadaşı coğrafya öğretmeni Nihat..

    Zamanin Manzarası'nın yazınsal kurgusu da ilginç.. Okuyucunun her halde daha fazla kafası karışmasın diye her seferinde başlık olarak hangi zamana ait olduğu belirtilen bölümlerle, geçmiş ve şimdiki zamanı biliyorduk ta, bunlarla birlikte gelecek zaman da birbirleriyle öyle böyle bağ kuracak şekilde birlikte anlatılıyorlar.. Gecmiş zamanda temel olarak, psikiyatrist bayanın seansları eşliğinde Barış'ı doğururken ölen yüzü bile bilinmeyen anne, geri donecek diye beklenilen ancak gittiği yerden dönmeyen baba ve romanın onlarca diş geçirdiği tema içinden öne çıkanlardan Tanrıyla Hesaplasma (Romanin ikinci anahtar tümcesi de bayan buste gitmiş.) ve elbette Barış'ın kendisiyle hesap alıp vermesi değerlendiriliyor.

    Gelecek zaman'ın bugünle birlikte verilmesi okuyucuyu bir çesit kahinlikten kurtarırken, bugunün varliğına dokunmadan bizce bir hoşluk yaratmış.. Barış'in Elif'le ve yaşamla birlikteliğinin Eroğlu'nun yinelemek gerekirse gerçekten özel betimlemeleriyle satırlara döktüğü yoğunluğu ve romanın sonu, kuskusuz okuyuculara bırakılmalı.. Ancak, Zamanın Manzarası'nı onu yakalayarak izleyen, bir zamanlar göçüp giden karısı ve kızının arkasından kayıtsız kalıp, şimdi foklarla oyalanan, Barış'ın yer yer babasıyla özdeşleştirdiği gizemli son bölümler kahramanını da unutmadan anmış olalım..

    Tanıtım yazısı olma ölçüsünü azcık aşan bu yazımızı sonlandırırken: "Aşkın sayısız tanımı olduğu iddiası sadece bir varsayım. Aşk her seferinde yalnızca kendine benzer. Onu değişik sözcüklerle tanımlamamız, olsa olsa karşılaştığımızda bütünüyle kavrayamamızdandır" cümlelerinin yer aldığı romanda Barış'ın romanın odağına yerleşen Elif'e olan aşkını "bir okuyucu olarak", benzersiz duygu yüküu satırlara karşın yine de hissedemediğimi soylemeliyim. Bunda, okuyucunun evdeki yemeğini yiyip, çocuğunun ödevlerine yardım ettikten sonra romanın sayfalarını çevirmesinin etkisi olabileceği gibi; Barış'ın, trilyonluk yalıda, azman köpeklerin korumasındaki rüya odada Elif'in benzersiz güzelliğini yudumladıktan sonra, ölüm oruçları planlarına kafa yorması ya da bacaklarını yitiren asker arkadaşına sarılmasındaki izin hazmedilmesindeki zorluğun da payı da olabilir.

    Ancaak.. Her ne olursa olsun Mehmet Eroğlu bizce; yeteneği, romancılığını zaten tartışma dışı tutmak koşuluyla, insan derinlikleri betimleme üstadı olması bir yana okuyucusuna karşı çok açık ve dürüst bir yazar.. Her ne kadar kurgulardan hareket etse de, temel olarak 'savaşta' da 'barışta' da yaşadığı deneyimlerini ve yüreğinden damıttıklarını, tüm ikircikliklerini açık olarak okuyucusuyla paylaşıyor . Beğenene ne ala.. Beğenmeyene de laf hazır..

    Herkes en az benim kadar suçlu!

    Yine de "Romanın odağında her zaman insan olmalıdır" diyen Mehmet Eroğlu'ya haksızlık yapmamış olmayı umarak, hem bizi, hem de kendisini rahatlatan yine son kitabından bir alıntıyla sözlerimizi tamamlayalım:

    "Doğruyu söylemek gerekirse, Stein" dedim. "Buraya ilginç bir mahluktan söz etmeye geldim."

    İnanmayan, gülünç bir hevesle, "Kelebek mi?" diye sordu.

    Birden cesaretim kırıldı, garip, derin kuşkulara kapıldım: "Öyle mükemmel bir şey değil sözünü ettiğim" diye cevap verdim..

    "Bir insan"

    Cumhur
    cumhura@atilim.edu.tr

    Meraklısına:
    Mehmet Eroğlu'nun tumu yeniden Everest Yayınlarınca basılan kitapları:
    " Issızlığın Ortasında (1979 Milliyet Roman Ödülü, 1984'de basildi..)
    " Gec Kalmış Ölü, 1984
    " Yarım Kalan Yürüyüş, 1986
    " Adını Unutan Adam, 1989
    " Yürek Sürgünü, 1994
    " Yüz:1981, 2000
    " Zamanın Manzarası, 2002
    - Issızlığın Ortasında ve Geç Kalmış Ölü adlı romanları ayrıca Orhan Kemal ve Madaralı roman ödüllerini kazandı.

     Marmaris'ten : Osman Günay


    Lüfere gel lüfere

    Aman da aman lüfer-palamut bolluğuna bakınız.. Marmaris lere kadar ulaştığına göre "İstanbulum, yedi tepeli cinnet metropolüm"de bayram yapıyordur hem balıkçılar, hem ağız tadını önemseyenler. Üstelik daha birkaç ay devam eder bu bolluk.. Etsin de hem herkes bol ve ucuz balık yesin, hem karnımız doysun, hem de balıkçıların "parası pul" olmasın.. Bütün bunlar için de denizi ve canlılarını korumak en önemli görevlerimizden biri olmalı. Bu konuda da kanun-nizam gücüyle korumadan bahsetmiyorum, insanca, saygılı ve uygar yaşayanlar çevrelerini korurlar gerektiği gibi..Denizciler de bunların başında gelir. Siz bakmayın Marmara nın haline, o güzelim denizi denizci-balıkçı takımı bu hale getirmedi, herkes hangi anlayışın marifeti olduğunun farkında.. Bırakalım tatsız konuyu da lüfere gelelim isterseniz....

    Lüfer balığının ızgarası olur. Izgaradan başkası pek yenmez, yapılmaz da (yok mu lüferden ızgaradan başka birşeyler, yeni lezzetler çıkaran, bekliyorum!!).. Ben de sağda-solda yediğim lüfer ızgaralarda başarılısına pek sık rastlamıyorum. En düzgün ızgara lüfer, balıkçı sofralarında, kayıkhane mangallarında bulunur, bir de bu teşkilatın yemek yediği boğaz lokantalarında.. Yine de en iyisi "kendin pişir kendin ye" şiarıyla mangal başına geçmektir... Birkaç ufak ayrıntı verelim de belki daha lezzetli olur lüferleriniz, belki daha bir tadına varırsınız bu nimetin.. Lüferler taze olmalı her balık gibi..Ama dikkat isterim; canlı canlı tutulmuş lüferleri hemen ızgaraya atmak gibi bir hevesiniz varsa vazgeçin, balık ruhunu teslim ettikten sonra birkaç saat geçmeli pişirmek için, hem parçalanır, hem de etinin tüm lezzeti uçar gider... Kömür ateşi tam ayarında olmalı, ne yavaş ne hızlı, önce hızlı ateşte bir alt-üst yaparsanız, sonra ızgarayı biraz yükseltip ayarına getirirsiniz.. Balıklar biraz çiçekyağında yatsa iyi olur, zeytinyağı tavsiye etmem, zeytinyağı yanınca pek kötü bir lezzet verir.. Balıklarınızı mutlaka tuzlayın, temizlerken içinde hiç kan bırakmayın, ve sakın ola ki üzerini lokantalarda yaptıkları gibi çizmeyin.. Çizilen yerden hem balık yağı ateşe damlar alevlendirir, hem de balığın özsuyu, dolayısı ile lezzeti kaybolur.. Son ipucumuz da "et kanlı-balık canlı" derler ya o hesaptan, kılçık etten ayrılmaya yüz tuttuğunda balığınız pişmiştir, fazla pişen balık bir şeye benzemez, amman dikkat!! Bu aylarda palamutun da ızgarası pek enfes olur, kalınca dilimler halinde kestiğiniz palamutları ızgaraya atarsanız kokusu mahalleyi tutar, aman komşuları da hesabedin... Yanına kırmızı soğan-maydanoz piyazı, taze ekmek, roka salatası koyarsanız rakı içmeyenler hakkında suç duyurusunda bulunurum baştan söyleyeyim... Mangalınız ve ızgaranız da uygun olmalı, iki taraflı tel ızgaralar balık çevirebilmek için pek pratik olur, yoksa üçgen kesitli profesyonel ızgaralar idealdir.. Bir de koku tüyosu sıkıştırayım, balıklarınızı pişirdikten sonra mangal kenarda beklerken defne yaprakları atarsanız ateşe çevreniz pek güzel kokar, deneyin hoşunuza gidecek!!!!!!!

    Lüferden başladık ya küçük kardeşi çinakop balığını unutmak olmaz!! Benim favorim çinakoptur.. Hem ızgarası, yaprak halindeyken yumurtalı tavası, hem de buğulaması pek nefis olur.. Bir de çinakop buğulama tarifi yazalım... Çinakoplar güzelce ayıklanıp yıkansın, tuzlansın.. Ağzı iyi kapanan bir tepsi ya da kapaklı tavaya incecik limon dilimlerini dizin üzerine çinakopları yatırın.. Üzerine zeytinyağı gezdirip, bolca karabiber koyun, kısık ateşte bir tıkırdayınca tamamdır, ne su ne domates başkaca birşey istemez.. Hem pek lezzetli olur, hem balık tadı kaybolmaz.. Sadece limonunu fazla kaçırmayın, limon ekşisi sevmeyen olursa portakal dilimleriyle pişirin; o da denendi pek güzel oluyor..

    Yemesi kadar tutması da keyiflidir boğaz balığının...Balık tutarken de çoğunuz sandalda ya da teknede, bir yandan da ufaktan çekiştirirsiniz çay bardağından bilirim.. Balıktayken "sandal tipi"ufak bir balık mezesi tarif edeyim size.. Nasılsa balığınız vardır. Taze olsun da ne olursa olsun.. Özellikle kolyoz, palamut, sardalya pek güzel olur, bunlar yoksa taze her balıktan yapabilirsiniz.. Sardalyadan ya da kolyozdan yaparım ben, pek güzel olur.. Filetoyu çıkarın, kılçıklardan arındırın, balık tahtasında ince şeritlere kesin, tuz-karabiberi bolca serpiştirin, limonu sıkın üzerine.. On dakika sonra da ucundan ucundan tatmağa başlayabilirsiniz.. "Çiğ balık yemem ben" diyenler de yanlarında getirdikleri sandviçleri dişlerler "coca-cola" ile.!!!

    Bu seferlik te bu kadar, kendinize, imparatorluk sınırlarını belirleyen "gayık" larınıza iyi bakın, kayıkları olmayanlar da denize çıkmayı hayal etsin.. Beni de ihmal etmeyin bu arada..

    Rastgele.......

    Osman Günay
    osmangunay@superonline.com

     Medyatik : Selcan Lafçı


    Komik Durumlar

    Sizin hiç sözle veya davranışınızla olmayacak bir durumun içine düşüp, nasıl çıkacağınızı bir kaç saniye içinde düşünüp kıvranırken, bir yandan da durumu kurtarmak için konuşmaya devam edip daha beter battığınız, o anda yok olmak istediğiniz oldu mu? Ya da yıllarca eğlence konusu olmanıza neden olan dalgınlık, dikkatsizlik ya da umursamazlık sonucu komik durumlarla karşılaştınız mı? Mutlaka olmuştur. Benim de oldu, bir kaç kez.

    Arkadaşlarınız böyle olayları anlatırken 'Bu var ya bir gün...' diye başlarlar büyük bir keyifle söze, gözünüzün içine baka baka, biraz da abartarak, tadını çıkara çıkara anlatırlar. Bir iki vukuatım o kadar sık anlatılıyor ki beni tanıyan bir başkası anlatmadan itirafta bulunayım dedim.

    İşte birincisi:
    Yıllar önce aynı şirkette çalıştığımız ve yakın oturduğumuz bir arkadaşım vardı. Her sabah onun evinin önünde buluşur, şirketin şoförünün gelip bizi almasını beklerdik. Bazı sabahlar arkadaşımın veya benim işim çıkar, birbirimize telefon eder "Bugün gecikicem, beni bekleme" derdik.

    Ben arabaları pek tanımam. Şirketin arabası siyah renkli bir Kartal'dı. Yine bir sabah ben buluşma yerine geldim. Sabah arkadaşım aramış, gelemeyeceğini söylemişti. Çok beklemedim, siyah renkli bir araba yanaştı ve önümde durdu. Hemen ön koltuğa geçtim, bir yandan kemerimi bağlarken bir yandan da "Günaydın. Bugün Gül Hanım yok, ben varım." dedim. O sırada gözüm yerde duran kadın çantasına takıldı. Şoföre döndüm " Bu çanta akşamdan mı kaldı?" derken koltuğunda geriye yaslanmış, hayretler içinde beni izleyen tanımadığım bir adam gördüm. Ne dediğimi o arabadan nasıl indiğimi hatırlamıyorum. İşin acı tarafı adam da arabadan indi, önünde beklediğim binaya gelmiş, kapı önünde arkadaşlarıyla konuşmaya başladı. Ben aynı noktada hala bizim şoförü bekliyorum. Görünürde yok. İçimden dua ediyorum "Allahım hemen gelsin. Bu adam da hala burdayken benim siyah bir Kartal'a bindiğimi görsün!" Ama o gün şoför gelmedi. Ben adamın ve arkadaşlarının önünde bir müddet bekledikten sonra bir taksi durdurdum ve bindim.Yanlış arabaya binilebilir, ama ettiğim laf aklıma geldikçe adamın ne düşündüğünü merak ediyorum: "Bugün Gül Hanım yok ben geldim!"

    Ve ikincisi:
    Oğlum ana sınıfındayken yıl sonu müsameresi için okula çağrıldık birgün. Dediler ki "Oğlunuz yedi cüce olacak. Kıyafetleri biz diktiriyoruz, siz de ip, fener, balta benzeri bir aksesuvarını alın." Düşündüm; iple uğraşmak gerek, yani sarıp bir şekil vermeli, çocuğun taşıması da zor, çözülür dağılır falan, vazgeçtik. Baltayı hemen geçtim, oyuncak baltayı nerden bulacağım? En kolayı fener. Şirkette bizim matbaa işlerini takip eden bir arkadaşımız var, işleri dolayısıyla sık sık Cağaloğlu'na gidiyor. O'na rica ettim, büyükçe bir fener almasını istedim. Fener geldi, şirkette arkadaşlar da oğlumun yedi cüce olacağını, fenerin bunun için alındığını biliyorlar. Herkes beğendi.

    Neyse gösteri günü geldi. Ben, eşim, babaanne ve dedemiz kurulduk koltuklara bekliyoruz. Derken bizimkilerin sırası geldi. Eşime dedim ki biraz önlere git de oğlanın resmini çek. Eşim elinde fotoğraf makinesi önlere doğru gittiği sırada çocuklar çıktı, ardından salonda bir kahkaha koptu. Ben ne olduğunu anlayamadan bakarken, eşimin gülmekten karnını tutarak yanımıza doğru geldiğini gördüm. "Fotoğraf falan çekemem" dedi. "O'nun annesi babası olduğumuzu belli etme, rezil olacağız!" diye devam etti. Ben ne oluyor derken durumu farkettim: Tüm anneler benim gibi düşünüp, çocuklarına fener almışlar. Tüm çocukların elinde yukardan tutulan gemici feneri türünde bir fener varken, oğlumun elinde ince uzun, gri, parlak metalik renkte, düğmesine bastıkça ışığı yanan bir fener var! Çocuk mutlu olsun diye biraz da büyüğünü almıştık ya görmemek mümkün değil.

    Ama ne yalan söyleyeyim o gün en mutlu çocuk, bizimkiydi. Bir tek O'nun fenerinin ışığı yanıyordu!

     Milenyumun Mandalı : Sait Haşmetoğlu


    Milenyumun Mandalı

    İkinci Hareket Noktası:Van GOGH

    Vincent Van Gogh, kusurlarına rağmen farklılık yaratan, yeni bir üslup geliştiren kişilerin başarıya ulaşacaklarını, ancak kendilerinin bu farklılığın anlaşılıp takdir edildiği günleri göremeyebileceklerini yaşamı ve sanatıyla ortaya koymuştur.


    Vincent Van GOGH resimde şüphesiz yeni bir tarz ve üslup yaratan büyük bir ustadır. Tablolarındaki istisnai renkler kadar tek tek sayılabilecek denli belirgin fırça darbeleri de o güne kadar bilinen sınırların ötesindeki uygulamalar olarak kendisine ün kazandırmıştır.

    Onun özgün stilini ilk kez gerçek tablolarında gördüğümde Van Gogh'un bende yarattığı etki ise son derece cesaret verici olmuştur... Mükemmelin değil, basit fakat özgün ve yeni olanın peşinde olmak gerektiği yönündeki yepyeni bir fikir ilk kez onun eserlerinden oluşan Müzeyi gezerken bir şimşek çakması gibi, aniden belirdi zihnimde.

    Tarih 12 Mart 2000...

    Amsterdam'da Van Gogh Müzesini gezerken sanatçının yaşamından ve eserlerinden müthiş derecede etkileniyorum. 0 eserlerde fısıltıyla bana seslenen birşeyler var adeta...

    Ancak kısa süre içinde coşku ve hayranlığım duruluyor ve ben olumsuz hislere sürükleniyorum. Sebebi ise tabloların bulunduğu kata çıkıldığında kaçınılmaz olarak tam karşınıza denk gelen ilk tablo, sanatçının kendi portresi... Daha önce pek çok fotoğrafını gördüğüm ve diğer ziyaretçilerle birlikte, hayranlık ve beğeniyle izlemeye koyulduğum bu ilk tabloda farkettiğim bir resim hatası yüzünden hayal kırıklığına uğruyorum.


    Bu tablosunda kendisini resim yaparken resmeden üstad Gogh, yıllardır aşinası olduğu paletini boyarken bir perspektif hatası yapmış gibi geldi bana... Tablodaki adamın elinde duran bir paletin resmini yapmamış da, resimdeki adamın kendisine uzattığı palete resmin bu tarafından boyalarını yerleştirmiş adeta... Belki de boyalarını binlerce kez kullandığı o palete kendi stiliyle serpiştirmek konusundaki en derin alışkanlığının kurbanı olarak, onu tablodaki kendi suretinin elindeki paletin uzaktan görüneceği şekliyle resmetmek yerine, ona bizzat elinde tuttuğu kendi paleti gibi davranmış... Bir başka deyişe üzerinde boyalar bulunan bir palet resmi yaparken resmi unutup palet bizzat önünde duruyormuşçasına yerleştirmiş boyaları... Bu yüzden de paletin üzerindeki boyaları 30-40 derece eğimli bir yüzeyi karşıdan resmeder gibi -uzaktan yakma bir silsile içerisinde form ve renk değişimine uğratarak değil, doğrudan doğruya kendi paletine koyar gibi yerleştirmiş tabloya... Dolayısıyla paletin üzerindeki boyalar o tabloda resmedilen adam tarafından, yani resmin içinden konulmuş gibi değil, tam tersine resmi yapan kişinin eliyle resmin bu tarafından konulmuş gibi duruyor. Böylelikle resmin tamamında kenarlardan ortaya doğru daralan perspektif, paletin sınırları içindeki bölgede bozuluyor ve paletteki boyalar aşağıda solda temsil edilen şekilde perspektif içinden değil, sağdaki gibi tam tepeden gözüküyor.



    Palete dikkatlice baktığınızda uzaktaki bir tarlaya yerden ya da küçük bir tepeden 25-30 derecelik bir açıyla bakarkenki gibi değil, o tarlaya tam gökyüzünden 90 derecelik bir açıyla bakarkenkini andıran bir görüntüyle karşılaşıyorsunuz. (Bu gerçekten de böyle olmayabilir; resim otoriteleri farklı düşünebilirler, ben hatayı değil, hata sandığım şeyin beni götürdüğü yeri anlatmak için bunları yazıyorum.)

    Fransa'da yaptığı bir başka köprü resminde de benzer bir perspektif hatası yakaladığımda Van Gogh Ustayı biraz kusurlu bulmuş ve ona olan hayranlığımın düzeyini gözden geçirmem gerektiği fikrine kapılmış olsam da, daha müzeden çıktığım anda bu kusurlar benim için inanılmaz ölçüde değerli birer mesaja dönüşüyor: "Bak oğlum!" diyor Van Gogh Usta, "gördüğün gibi önemli olan mükemmellik değil... Formda ve renkte mükemmel olmak zorunda değilsin... Yapılabilmiş olanlardan oluşan güncel üretim alanına bir yenilik getirebiliyor; içinde hissettiğin o farklı kavrayışı kendine özgü yorumunla ortaya koyabiliyorsan, bil ki gerçekten önemli bir şeyler yapıyorsun."

    İşte ikinci hareket noktam bu benim: içimde hissettiğim bambaşka bir dünyanın ışıklarını olduğu gibi aktarmayı denemek istiyorum. Nasıl ki, Fransız Naturalist yazarlar Guy de Maupsant ve Emile Zola, Van Gogh Ustanın kendi deyişiyle, "hayatı bizim onu hissettiğimiz şekliyle" resmetmişlerse, ben de bugünkü uygarlığımızın odak noktasını oluşturan kamu yönetimi anlayışımızın temel yönlerini bizzat hissettiğim şekliyle resmedip karşınıza koymak istiyorum.

    Yüksek müsaadelerinizle efendim.

    http://www.kmarsiv.com/xfiles/mandal_4.asp

    Devamı var

     Hangi Hastalığa Hangi Yiyecekler


    DİŞ
    Ekmek: Şekerli yiyecek yenildiğinde içindeki asitler dişlere her 20 dakikada bir saldırır. Ekmek,dişleri korur. Gün boyunca 6 ila 11 dilim ekmek yiyin.

    Meyve: (Her çeşit) Günde 2 ila 4 öğün meyve tüketin.

    Sebze: (Her çeşit) Günde 3 ila 5 öğün tüketin.

    Yoğurt veya beyaz peynir: Eğer yemekler arası atıştırırken diş sağlığınızı düşünüyorsanız,kalsiyum deposu olan bu iki yiyeceği tercih edin.

    Muz: Yüksek miktarda karbonhidrat içerir. Zengin bir potasyum kaynağıdır. Bu mineral, kalbin düzenli olarak çalışmasını ve tansiyonun düzenli olmasını sağlar.

    Devamı var...

    Günün Cikleti

     Tadımlık Şiirler


    OBELİSK

    biz birbirimize hiç gelmeyecektik
    eflatun renkli vapurlar
    denizlerin püskülünü yırtarak
    Kalamış'a yol alacaklar
    köşkler zarif bir alevin
    bakir sıcaklığıyla yanacaklar
    neveser makamındaki şarkılar notalarını kaybedeceklerdi
    biz birbirimize hiç gelmedik
    bu yüzden işte bu yüzden
    şaadet ettim GÜNAH'a...

    biribirimize hiç gelmeyecektik
    anjelüs çanı çalacaktı saikalarla
    mor bir zerafetle donacaktı kendi doğasında
    durmadan tartışılan fizik
    yine vapurların uskurunda
    nihayetsiz bir sedef kakmalı hüzün gibi
    açacaktı güzün çiçekleri

    şahdamarımda günah vardı bir ağlayış gibi
    en sonunda gülümsedin aşkıma
    mavi moncuklu bileklerinle
    iyi
    geldik işte
    şaadet ettik.

    Safa Fersal

     Biraz Gülümseyin


    Keşiş
    Bir keşis dünyanın en akıllı adamını bulmak için diyar diyar geziyormuş sıra Nasreddin hocanın köyüne gelmiş ve köylülere sormuş.
    - sizin köyün en akıllı adamı kim?
    demiş. Köylülerde:
    - Nasreddin hoca demişler.
    bunun üzerine keşiş köy meydanında hoca ile görüşmeye baslamış ve eline bir çomak almış yere bir daire çizmiş, Nasreddin hoca da çomakla daireyi ortadan ikiye bölmüş, keşiş bir doğru daha çizerek daireyi dörde bölmüş,hocada dörde bölünmüs dairenin üç dilimine çarpı işareti koymuş, keşiş elleriyle aşağıdan yukarıya doğru hareket yapmış,hocada yukarıdan aşağıya yapmış ve keşiş büyük bir hayranlıkla hocayı tebrik etmiş.

    Olup bitenden bir şey anlamayan halk keşişe ne olduğunu sormus keşişde :
    - Bu adam gerçekten dünyanın en akıllı adamı, yere dünya çizdim o ortadan ekvator geçer dedi,ben dünyayı dörde böldüm o da dört de üçü sudur dedi,ben yerden buharlaşma sonucunda ne olur dedim o da yağmur yağar dedi.

    Bu sefer hocaya neler olduğunu sorar halk hoca da:
    - Bu adam oburun biri, yere bir tepsi baklava çizdi ben de yarısı benim dedim, daha sonra tepsiyi dörde böldü o zaman dört de üçü benim dedim, o da tepsi altından ateşi hafif hafif almalı dedi ben de üstüne fındık fıstık eklersek daha iyi olur dedim.

     İşe Yarar Kısayollar - Şef garson: Akın Ceylan


    http://www.webokul.com/internetnedir/bolum_6/bolum_6.htm
    Birçok insan “Internet” kelimesini kullanırken aslında World Wide Web’den bahsetmektedir. Web Internetin en ilginç, en yenilikzçi, en görsel ve en hızlı gelişen bölümüdür. Web’in yaptığı gelişme patlaması Internet’e olan ilgiyi arttıran en önemli faktördür. İnsanlar “Internette surf yapmak” derken aslında kastettikleri şey World Wide Web’i kullanmaktadır... www nasıl çalışır..?

    http://www.showtvnet.com/hobby/eglenelim/bira/nasil.shtml
    ...evde bira yapımının en önemli aşaması, sıhhileştirme, steril çalışma bölümüdür. Bira ile ilişkiye giren herbir parça ekipman kaynatılmanın dışında ayrıca sterilize edilmelidir. Eğer iyi bir temizlik sağlanamazsa, bakteri oluşumu ile beraber bira bozulacak ve ekşimiş bir tat oluşacaktır...

    http://www.milliyet.com.tr/ozel/kitap/010901/tadimlik.html
    ...görece daha az kitap yayımladığı yaz ayları, bu yıl ekonomik kriz nedeniyle kitapseverler için duble verimsiz geçti. Eylül ayını iple çekiyorduk biz de. Aylık periyotlarla yayımlanan bu ilk sayımızda Tadımlık’ın konukları... Kitaplar ve yazarları.

    http://www.oxopixo.com/level4.asp?Id=573&Bolum=4b
    Bilim adamlarına göre bir çocuğun geceleri en az 9 saat uyuması gerekiyor. Yoksa okuldaki verimi düşüyor, derslere konsantrasyonu azalıyor. Daha da kötüsü; kaza geçirme riski tam dört kat artıyor. Araştırmacılar çocukların... Oxopixo ve çocuklar.
    http://kmarsiv.com/sayilar/20021018.asp 18 Ekim 2002 - ©2002-kmarsiv.com
    istanbullife.com