|
|
|
21 Ekim 2002 - Aydın havası |
İyi haftalar olsun hepimize,
Efendim haftaya biraz yüklü bir sayıyla başlıyayım dedim. Mizanpajı yaptıktan sonra baktım bana yer kalmamış. Oysa yeni BBG güllerini sizler için binbir meşakkatle seyredip resmetmeyi düşünüyordum ama izin verirseniz bugün kısa kesip sizler için bir Aydın havası çalayım diyorum.
Bu aralar keyfim yerinde. Yeni yazarlarımız hafif hafif kendilerini göstermeye başladılar ama tabiki yeterli değil. Okuyan olmazsa "Kahve Molası" bir hiç biliyorum ancak yazan olmazsa hem öksüz hem de yetim kalır ki, buna da sizin izin vermeyeceğinizden adım gibi eminim. Siz yazın, benim Aydın havası bitti.. hoşçakalın...
Bir sonraki sayıda buluşuncaya kadar bulunduğunuz yerden bir adım öne çıkın. Sevgiyle... Cem Özbatur
|
Entel Kahveci: Mustafa Uyal |
Jacques, Dario ve Tenten..
Fransızlar ve Belçikalılar birbirlerini pek severler (!) . İkisi de birbirlerinin otellerdeki döner kapıları kapatmaya çalıştığını, Sahra çölünü dünyanın en büyük plajı zannettiklerini söylerler. Konuştukları dil aynı omasına rağmen aksanları nedeniyle birbirinle dalga geçerler.Bu iki ülke arasında her anlamda çekişme yaşanır. Brükseldeki restoranlar Fransız mutfağının zorlama tatlarıyla alay eder Fransız ahçılar Belçikayı Benelüksün Tereyağ stokunu eritmeye çalışmakla itham eder. Belçika Fransa maçları bizim derbi maçları |
|
gibidir. Buna düşmanlık diyemeyiz ama dostluktan asla bahsedemeyiz. Bu düzeyli komşuluk ilişkilerinin herşeye rağmen tüm dünya çekişmelerinde olduğu gibi hafiflediğini görebilirsiniz. Nasıl genç kuşak Yunan ve Türkler arasında veya Japonlarla Koreliler arasında yumuşama olduysa Belçikalılar da Fransızlar da epey yumuşamış görünüyorlar. Bu rekabetin çok daha yoğun olduğu yıllarda yani 50- 60 yıl önce bir iki Belçikalı Fransayı içten ve kalpten fethedebilmişti. İkisi de malumunuzdur. Önce 1930 lu yıllarda Gazeteci Tenten köpeği Fındık, Arkadaşları Kaptan Haddock, Profesör Turnusol , DuPont biraderler , Kontes Kastofiore ile tüm Dünyayı Fransadan başalayarak altüst etmişti. Tabii Tenten'in aksanı yoktu, heryerde uygun davranıyordu ve tüm dünya arkasındaydı. Yani Herge onu çizerken avantajlarını öne çıkartıp dezavantajlarını saklayacak imkana sahipti.
|
Peki ikincisi ? Yani Jacques Brel ne yapsaydı? 1953 yılında Henüz memleketinde bir yıldız olmadan onu keşfeden Jacgues Canetti'ye uyarak cebinde yazdığı beş on balladla Parise geldiğinde derin aksanıyla , gülen ayı balığı lakabıyla ve tipik bir Flaman görünümüyle Tentenin tam tersi her türlü dezavantaja sahip olarak başlangıç yapmıştı. Alay edilmiş, dikkate alınmamıştı ama George Brassens, Juliet Greco ve diğer genç sanatçı takımının ondaki derinlikleri keşfetmeleri uzun sürmedi. Jacques Brel "Sadece Aşk Olsaydı"(Quand on a que l'amour) yı yazdığından itibaren büyümeye, yakışıklı olmaya, aksanı kaybolmaya (!) başladı. Artık bu Brüksel doğumlu flaman dinleniyor, şarkıcılar onun eserlerini seslendirmek istiyorlardı. Ozan mı, şarkıcı mı, besteci mi, şair mi , tiyatrocu mu, aktör mü tartışmaları arasında etrafına ışıklar saçarak büyüyerek Fransa ve Avrupayı fetheden Brel bu ünvanı hakeden ikinci Belçikalı olmuştu. Müzikal yapıdan çok derin ve çok iyi kullanılmış söz yapısıyla dikkati çeken ve her parçada etrafı sarsacak fikirler öne süren veya eleştiren inanılmaz eserler üretiyordu. Tabi Aşk ve arkadaşlık ve |
yaşadığı şehirlerin öykülerini anlattığı parçalar daima iki üç adım öne çıkıyordu Mesela Bruxelles, Amsterdam, Ne Me Quitte pas, Jef , Kadınlara kızgınlığını ortaya koyan Les Biches, Sıaradan aşkları ve duygu yoksunluğuna tepkisel Au Suivant ( sıradaki) ortalığı kasıp kavuruyor, Frank Sinatra, Neil Diamond, Elvis PresleyTerry Jacks,Shirley Bassey, Mort Schuman Brel şarkılarını söylüyor, dünyada Ne me quitte pas, If you go away, Beni terketme gibi binlerce isimle aşıkların favori şarkılarından biri oluyordu. Hatta Brelin Le Moribond'u 1974 yılında Terry Jacks tarafından "Seasons in The sun" olarak lanse edildiğinde büyük başarı göstererek POP listelerini altüst ediyordu.
Brel Valonlarla Flamanların, Burjuvalarla emekçilerin, din adamlarıyla ateistlerin aralarındaki çelişkileri herkesi tiiye alarak ve kızdırarak çözmeye çalışıyorken bir gün şarkı söylemekten sıkıldığını söyler ve Tiyatroya takılmaya Başlar. Manchalı Adam yada daha yaygın ismiyle Don Kişot ta inanılmaz bir performans sergiler. Burada en yakın dostu bize bildik tanıdık bir isimdir. Brel'e Sancho Panza rolünde İzmirli, büyük sanatçı Dario Moreno eşlik etmektedir ve gelmiş geçmiş en iyi Sancho diye anılır. Oyun yıllarca devam eder taki Dario Moreno Yeşilköy Havalimanında kalp krizi geçirip bir tane Doktor bulunamadığı için ölene kadar. Jacques derhal oyunu keser, dostum artık yok onun yeri dolmaz der. Keser atar. Biraz da küskündür; kadınlara, hayata, sahneye.. Bir kaç veda konseri verir. En son konseri dehşettir. Tüm şarkılarını söyler saatler boyu kendinden geçer insanları büyüler ve sahne arkasına gittiğinde alkışlar durmaz. Bu bis alkışlarına bir kaç kez geri dönerek sadece selamla karşılık verir ama yaklaşık bir saat boyunca kesintisiz süren kuvvetli alkışa rağmenartık şarkı söylemez. Biraz inatçıdır, biraz sıkılgandır, kravatı, papyonu sevmez. Eserlidir de. Öyle her yere gitmez, her ödülü almaz falan.
İşte bu Brel, 1968 yılında Kültür ve Turizm bakanlığımızın akıllı bir kararla Dario Moreno adına koyduğu ödülüne layık bulunmuştu. Her yıl bir içeriden bir dışarıdan sanatçıya verilmesi planlana ödül Brel ile beraber Esin Afşar'a verilmişti. Paris Büyükelçiliğindeki törene davet edilen Brel'in geleceğine hiç kimse ihtimal vermemişti. Brel , o bir saatlik alkışa cevap vermeyen, smokin sevmeyen, ödüllere hep ters bakan Brel tam saatinde özenle seçilmiş smokinini giymiş olarak bu ödülü almaya gelmişti. Dario Moreno'ya olan sevgisini saygısını böylece sembolik olarak gösterebileceğini açıklayarak ödülü aldı. Biz mi ne yaptık bir yıl sonra bu ödülü devam ettirmeyi unuttuk.. Dario Moreno gibi bir kıymeti de unuttuk. Sadece içiki masalarında "Deniz ve Mehtap" diye koro yapmayı bildik o kadar.
Brel sahne çalışmalarını bırakınca müzikle çok ilgilenmez. Bazı film çalışmaları yapar bundan da sıkılınca sevgilisi Mandy ile beraber Karayiplerde Markiz adalarına çekilir. 1977 yılında bir telaş içinde Parise gelir Eddie Barclay'ın ofisine gelir ve Plak dolduracağını söyler. Bütün stüdyo derhal ayarlanır ve " Brel" albümünü doldurur. Brel'in telaşının bir sebebi vardır artık ölüm onu yakalamak üzeredir. Kanser son aşamaların gelmiş ve zamanını çok kısıtlamıştır. Plak ilk gün 650.000 adet satar,toplamda 3 milyondan fazla satar ve hala satmaya devam etmektedir. Brel 1978 Ekiminde ölür . Bugün hala Brükselde, Pariste, Amsterdam ve New Yorkta, İstanbulda , Londrada her mahsun şarkıcı If You Go away veya Ne me quitte Pas diye şarkıya başladığında Brel oradaymışçasına bir hava oluşur, titreşimler herkesi kaplar, duygular yoğunlaşır. Belki gerçekten de oradadır.
|
|
Enişte'den Erişte'ler : Ahmet Şeşen Vals Dediğin 3 Zamanlı Semai ( İlkokul Anıları - 5 ) |
|
Nihayet mezuniyet günü yaklaşmıştı ve merakla beklenen müsamere.. : Boylarımıza göre çiftler tablosu da belirmişti. En uzundan kısaya sırasıyla Timur ile Belgin, Ömer ile İnci Fulya, Canan ile ben..! Ve vals bile yapmasını öğreten sevgili öğretmenim...
1778 yılında doğmuş, 20 yaşında tekkede çile çekmeye karar veriyor, çilesi sırasında bestelediği ve bugün 204 yaşında olan şu mısralara bir bakın :
" Zülfündedir benim baht_ı siyahım
Sende kaldı gece gündüz nigahım
İncitirmiş seni meğer ki ahım
Seni sevdim, budur benim günahım..."
Buselik makamında bu eser tüm İstanbul'un diline düşüyor ve yine bir bestekar olan 3.Selim onu saraya davet ediyor. Çileden sonra Dede ünvanını alıyor Hammamizade İsmail Dede Efendi ve 276 tanesi günümüze taşınan 500'ün üzerinde eser bırakıyor. Saraydan bir kadınla 1802'de evleniyor ama şanssız adam 8 yıl içinde hem 2 oğlunu hem de annesini kaybediyor. İlk oğlu için de; " Bir gonca femin yaresi vardır ciğerimde.." isminde beyati makamnda bir bestesi oluyor. Daha sonra 2.Mahmud ve Abdülmecid padişahlar derken Mızıka-yı Hümayun kurulunca saraya alafranga müzik giriyor italyanlarla birlikte. Vals ritmini böyle kapıyor kulakları ve üç zamanlı semai usulüyle, vals de birşey mi deyip bombasını patlatıyor : ( hady siz de mırıldanın, eminim biliyorsunuz ! )
" Yine bir gül_nihal aldı bu gönlümü
Sim_ten, gonca_fem, bi_bedel ol güzel
Ateşin ruhleri yaktı bu gönlümü
Pür_eda, pür_cefa, pek küçük, pek güzel
Görmedim kimsede böyle dil_rüba
Böyle kaş, böyle göz, böyle el, böyle yüz
A'şıkın bağrını üzmeye göz sürer
El_aman, el_aman, her zaman, ol güzel..."
İşte bu vals ile veda ettim hem ilkokula, hem Canan'a :-) Şaka bir yana limonataları bile kendimiz yapmıştık geçmiş gün ! 17 yıl sonra o eli öpülesice kadın, beni bir kez daha hırpalamıştı yüreğimden. Kıbrıs biletini iptal etmiş ve İzmir'deki nikahıma bile gelmişti...
Koca beş sene, beş yazıya sığar mı ? sığmaz ELBET,
Böyle der, yazarmışım ilkokul anılarını İLELEBET
Aslında büyüyünce başıma neler geleceğini pekala BİLİYORUM
Bu yüzden eski anılara bakıp yenilerini beynimden SİLİYORUM
Bugün anlatılanlar itiraf, televole, baldır, bacak, POST
Bunlar yetmezse buyrun bilmem kimden kaşarlı TOST
Yanı başımızda gümbür gümbür çalıyor tamtam DAVULLARI
Umarım birileri siyasetten toplayacak artık BAVULLARI
Haklısın halkım, al sana kare kare vurulan bir BACAK
Sen düşünme bulunur elbet 14 milyarları cebe ATACAK
Reenkarnasyona devrettim bu devirdeki ŞANSIMI
" Yine bir gül_nihal.. " ile yapmışım ya ilk DANSIMI...
Üç zamanlı semai imiş meğerse vals DEDİĞİMİZ
Tırmalar elbette hurma diye eskiden YEDİĞİMİZ
Hem talan hem yalanla gelmedik mi biz bu HALE ?
Anlayamadım gitti, ne bitmeyen devirmiş şu LALE :-))
asesen@turk.net
|
|
Marangoz, Bahçıvan ve de Kahveci : Ahmet Altan Bir Deneme |
|
Ben hata yapmam,
Yanıltılırım...
Ben ağlamam,
Gözüme bir şey kaçar..
Ben kızmam,
Sinirlendirilirim...
Ben korkmam,
Kaygılanırım..
Ben kavga etmem,
Münakaşa ederim..
Ben dayak yemem,
En az beş kişidirler..
Ben sevmem,
Sevilirim..
Ben bağırmam,
Yüksek sesle konuşurum..
Ben kaza yapmam,
Yol kaygandır..
Ben utanmam..
Kader utansın...
Ben işten kovulmam,
Kendim ayrılırım..
Ben unutmam,
Hafızam beni yanıltır..
Ben ateş etmem,
Silah ateş alır..
Ben yanlış konuşmam,
Yanlış anlaşılırım..
Ben ahlaksız değilim..
Rakam çok büyüktü..
Ben başarısız olmam..
Hedef yanlıştır..
Hasılı kelam;
Ben hıyarlık etmem..
Salatalıklık, belki..
aaltan@superonline.com
|
Has Kahveci : Tunca Tünay |
Sesleniş !
Ülkece zor günler yaşıyoruz, geleceğimiz belirsiz. Giderek umudumuz azalmakta ve de beklentilerimiz... Yarın ne olacağını bilemiyoruz. Yoksulluk, açlık sınırlarına varmış binlerce evde. İnsanca yaşama
sınırları hızla daralmakta. Güvensizlik ve tedirginlik yaşamı
yavaşlatıyor. Emek, belki de Cumhuriyet tarihimizin hiçbir döneminde böylesine ucuzlamadı. İşsiz kalmama uğruna verdiğimiz ödünler boğazımızda
bir yabani hayvan pençesi. Dünden daha kötü yaşamak korkusu göz
bebeklerimize yapışmış. Yaşamımız bir anda değişebilir. İşsiz kalmak
tüm ulusun karabasanı. Günlük yaşamın kısır döngüsü dışına çıkamaz olduk bir çoğumuz. Kuşkucu ve ürkek soluk alıyoruz. Nasıl geldik bu günlere?
Nasıl geldik bu günlere?
Bir imparatorluğun göçmüş ve yozlaşmış bedeninden ,coşku dolu,
gencecik ve özgüvenli insanlar olarak yeniden doğduğunda, onu yaşama
döndüren Atatürk'üne sahip çıkabildi mi Türk Ulus'u? Onun ilkelerini yeterince yaşatabildi mi, ödünsüz çağdaşlığa giden yolda tüm engelleri aşabildi mi? Bu sorunun yanıtı o koşullar içinde değerlendirildiğinde; "Atatürk yaptıklarının karşılığında sevgiyi doyasıya yaşamış bir liderdi." diyebiliriz hiç kuşkusuz.ATA'sına; " Senin önderliğinde yönetildiğimiz için umutluyuz. Yoksul olduğumuzu biliyoruz. Yaşamımız kısıtlı, koşullarımız zor ama geleceğe korkmadan bakıyoruz, sana ve kendimize güveniyoruz " diyebilen bir ulusun insanları olarak nasıl geldik bu günlere?
Nasıl geldik bu günlere?
Kurtuluş savaşı yapan atalarımızın, eski yazıyı atıp yeni yazıyı
öğrenmeleri; feslerini, poturlarını bırakıp çağdaş giysiler giymeye alışmaları, bir çırpıda takvimin, saatin değişimine, kısaca yaşamın
tümündeki bunca hızlı başkalaşıma uymaları kolay mıydı? 70 yaşındaki
ninelerimizin, yıllarca burnunun ucunu göstermeyen giysiler içinde yaşamaya alışmışken başlarını açmaları, dahası küçücük torunlarından okuma yazma öğrenme sevdasına kapılmaları kolay mıydı? Demokrasi, cumhuriyet, laiklik ve benzeri kavramları anlamak ve özümsemek kolay mıydı? Yaşam biçiminin bunca hızlı değiştiği bir ülkede yaşama katılmayı öğrenmek kolay mıydı? Tüm bu zorlukların üstesinden gelmeye alışkın bir ulus olarak nasıl geldik bu günlere?
Nasıl geldik bu günlere?
Ülkemize, kendimize inancımızı ve saygımızı ne zaman yitirmeye başladık? Kısıtlı olanaklarıyla üretebilmeyi beceren bir toplumu göz göre göre nasıl ilkel bir tüketim canavarı yaptık el birliğiyle? Giderek, birbirimizi ite kaka, bir sürü gibi yaşamaya başladığımızın ayrımına neden varamadık?
Kişisel ve toplumsal değerlerimizi yozlaşan artık değerler uğruna bir bir
yitirdiğimizi nasıl göremedik? Yalnızca daha çok kazanmak ve daha çok tüketmek amacıyla gidilen her yolu doğru bilenleri nasıl saygın insan gibi algılar olduk? Çocuklarımızı, özellikle kızlarımızı çağ dışına itmeye çalışanları nasıl yok edemedik? İnsanca yaşamanın sınırlarının her gün
biraz daha daralıp bizi bir köşeye sıkıştırdığını nasıl göremedik? Nasıl
geldik bu günlere?
Anneler! Babalar! Size sesleniyorum!
Ulusça zor günler yaşıyoruz. Çocuklarımızı korumamız ve onlara güvenli bir gelecek sağlamamız giderek olanaksızlaşmakta. Kucağına isteyerek ya da istemeden salıverdiğimiz tüketim toplumu çocuklarımızı aç kurt gibi beklemekte ve olanaklarımızı giderek daha çok zorlamakta. Onları, toplum
içinde yalnızca kendileri adına yaşamaktan kurtarmaya çalışmamız gerek.
Çoğumuzun unutmaya başladığı toplumsal değerleri yeniden ve sıklıkla
anlatalım çocuklarımıza. Özellikle Atatürk'ün devrimleriyle yaşamımızda
olan değişimleri anlatalım.
Çocuklarımıza, yaşama etkin olarak katılmaları gerektiğini, bunun ilk koşulunun iyi bir eğitim olduğunu, üretime katıldıkça çağdaşlaşacaklarını, çağdaşlaştıkça aydınlık özekinli çocuklar yetiştirebileceklerini anlatalım. Atatürk'ün önderliğinde kazandığı hakları savunmak ve dahası geliştirmenin onların görevi olduğunu söyleyelim ve bu hakları elinin tersiyle itenlere hoş görü ile bakmamaları gerektiğini vurgulayalım özellikle. Atatürk Devrimlerini basmakalıp sözcükler gibi değil içini doldurarak anlatalım onlara. Atatürk'ün Ülkemiz için yaptıklarını ve O'nun bunca emeği boşa giderse, bu olumsuzluğa bizim de katkımız olacağını anlatalım. Bu ülkeyi neden bize değil de gençlere emanet ettiğini, hiç bir şey için geç olmadığını bilmeleri gerektiğini, ama bundan sonra yeniden bir ulus olacaksak bunu kazanmak için uğraş vermemiz gerektiğini anlatalım. İnancımızı yitirmenin bizi çok yıprattığını ve çocuklarımızın yardımına gereksinimimiz olduğunu, iyi yetişip, uluslarına sahip çıkmaları gerektiğini açıkça söyleyelim onlara. Birlik olursak direnme gücümüzün artacağını, direncin bir zaman sonra inanca dönüşeceğini, inancınsa umutları yeşerteceğini onlara anlatırken biz de dinleyelim.
Tunca Tünay
ttunay@superonline.com
|
Milenyumun Mandalı : Sait Haşmetoğlu |
Üçüncü Hareket Noktası: Sanat
i- Sanatın Güçlendiren Etkisi
Van Gogh Ustanın mesajını alıp da sanatına dokunmamak olur mu? Elbette buralara kadar gelmişken onun sanatı kullanış biçiminden de hissemizi almak adına etrafa dikkatlice bakıyor ve "özgün bir kavrayışın topluma aktarılışında sanatın kullanılmasının yücelten, katlayıp çoğaltan bir etki yaptığı" sonucuna varıyoruz... Başka hangi yolla Van Gogh kendisini bu denli geniş kitlelere tanıtmış olabilirdi ki?
Çağımızın en önemli iletişim bilimcilerinden Marshall Mc Luhan'ın "mesajın iletildiği ortam da kendi başına bir mesajdır" sözü burada kendisini doğruluyor. Kavga dövüş arasında da bağıra çağıra bir şeyler söylenebilir, ama o söyleyecek olduklarınızı sanatın ayıklayıcı, rafine edici süzgecinden geçirerek aktardığınızdaki etkiyi asla elde edemezsiniz... Dolayısıyla sanatı bir iletişim aracı olarak kullanmaya karar veriyoruz.
Ancak sanatı bir hareket noktası olarak seçmemin asıl nedeni zevkle, ilgiyle okunacak bir çalışma yapmak istememdir. Ülkemizde okuma alışkanlığı olmadığı bir gerçektir. Bunda ekonomik nedenler elbette önemli bir yer tutuyor. Fakat bence pratik nedenleri de göz ardı etmemeli.... Altı üstü 29 tane harfin matriks gibi değişik sıralamalarla peş peşe dizilerek kelimeler ve satırlar şeklinde sayfalara yerleştirildiği düz yazının tek düze ve sıkıcı olduğunu düşünüyorum. Bu tek düzelik içinde anlatılmak istenileni bulup çıkarmak için belirgin bir düşünsel faaliyet gerektiğinden insanlar görsel unsurları olan televizyon, gazete, dergi gibi kaynakları daha çok tercih ediyorlar belki de...
Oğlumun geçen akşam sevinçle yanıma gelip "Baba bak! Bir buçuk metrelik sakız aldık!" diyerek bana gösterdiği yuvarlak bir kutu içinde rulo şeklinde sarılı duran şerit sakızdan esinlenerek ben de şöyle 350-400 metrelik şerit şeklinde, tek satırlık bir kitap yazarak bu tek düzeliği kırabileceğimi hayal ettim.... Düşünsenize elinizde marangozların kullandığı şerit metre gibi, çektikçe içinden kağıt bir şeridin geldiği yuvarlak bir kutu var... Üzerinde yazarın adı, yayınevi falan yazılı... Sol elinizle çekip okuyacağınız kadar bir şerit koparıyorsunuz... Bitince canınız istiyor, 80-100 santimlik bir bölüm daha okuyorsunuz... O bitince bir daha... Bir daha... Ve sırf o kutunun içinden bir miktar şerit çekip okumanın eğlencesi hatırına benim kitap üç beş günde okunuveriyor. Hem de tüketilerek okunduğundan tekrar okumak isteyenler bir tane daha almak zorunda kalıyor. Bu sayede kitap satış rekorları kırıyor...
Eh, teknik olarak bunu yapamayacağımıza göre ben de yalın metinlerden uzaklaşmanın başka yollarını keşfetmek için sanatın mümbit topraklarına yönelerek çalışmamı olabildiğince görsel anlatımlarla süslemeyi tercih ettim.
|
Aslında böyle yapmaya da mecburdum; zira zihnimdeki zenginlik düz yazının sinir bozucu tekdüzeliğine ayak uyduramayacak kadar çoksesli...
O yüzden yazının yetersiz kaldığı yerde resim, fotoğraf, çizim ve karikatürlerin yanı sıra renklerden, şiir ve şarkı sözlerinden yararlanarak zihnimdeki tabloyu olabildiğince ayrıntılı ve tam olarak aktarmanın yolunu bulabileceğimi sanıyorum...
|
Zira bazen bir resim ya da bir karikatür sayfalar dolusu yazıdan daha etkin bir anlatım yüklü olabiliyor. Tıpkı "Le Monde Diplomatique" adlı gazetede edebiyatın çöllere hayat verişini resmeden sanatçımız Selçuk Beyin bu eserinde olduğu gibi...
ii- Sanatın Güç Kaynağı: Duyarlılığın Yakaladığı Detay
Sanatın özünde engin bir duyarlılık yatmaktadır. Sıradan insanların hiç fark etmedikleri, fark ettiklerinde ise etkilenmedikleri şeyleri bir sanatçı duyarlılık düzeyinin yüksekliği sayesinde (sanatçı ruhuyla) yakalar ve ona coşku veren bu yeni keşfinin etkisi altında detaylara odaklanarak eserlerini ortaya çıkarır.
Zihindeki renkli sayfaların başkalarına aktarmanın en etkili yollarından biri olan sanat, çıktığımız bu keşif yolculuğunda sadece bir araç olarak değil, aynı zamanda bir yaklaşım biçimi ve metodoloji olarak en önemli yardımcımız olacaktır. Yolculuk boyunca tıpkı sanatçıların yaptıkları gibi, duyarlılıkla seçilen bazı detayları özgün bir kavrayışla ön plana çıkartmaya çalışacağız.
iii- Birinci Bölümün Genel Değerlendirmesi
Bu bölümde temel hareket noktalarımızı sıralayarak bir anlamda önümüzdeki engeli aşmak için ne kadar gerildiğimiz yönünde bir his yaratmaya çalıştık... Sanatı ve yüreğimizi yanımıza alarak çıktığımız bu keşif yolculuğunda öncelikle bizi yeni topraklara adım atmaktan alıkoyan bağlarımızdan, korkularımızdan ve düşünsel kalıplarımızdan sıyrılabilmek için epeyce gerilip güçlü bir atlayışla zihnimizi özgürleştirmemiz gerekiyor.
Çünkü asla değişmeyeceğini sandığımız şeylerin değişebileceğine inanabilmek için bizi derinden sarsacak, ancak bize zarar vermeyecek gerçek bir enerjiye ihtiyacımız var. Hani çocukluğumuzda kendi sınırlarımızı aşmak ve özgüvenimizi kazanmak için o güne kadar hiç atlamadığımız kadar yüksekçe bir yerden toprağa atlayarak gerçekleştirdiğimiz o ilk deneyim gibi, bizi bu güne kadarki idrakimizin ötesindeki kavrayışlara götürecek bir sıçrayış için gerilmiş olduk bu bölümde...
|
Bir zamanlar Prag'da bir Sovyet tankını pembeye boyayarak ün yapan Çek Sanatçının Londra'da bulunan "Milenyumun Enteli" adlı şu heykeli adeta bu durumumuzu yansıtıyor: Bize dayatılan tutuculuğa ve tepkisizliğe inat, herşeye tanık olmanın ve değişimi savunmanın emsalsiz tehlikesi içindeyiz... Yine de bir elini umursamaz bir rahatlıkla cebine koymuş ve derin düşünceler içinde izliyoruz olup biteni... Böyle olduğumuzu ileride sizler de göreceksiniz...
|
O heykel belki Londra'ya
yukarıdan bakarken
Milenyum Çadırını
kuşbakışı görüyordu...
Biz ise bize özgü şeylerde
kendimiz göreceğiz...
| |
İşte gösterimiz başlıyor..!
İyi eğlenceler hepinize...
Gösteri bitip dışarı çıktığınızda yeni milenyumun hepimiz için başladığını göreceksiniz...
Bugüne kadar asla değişmeyeceğini sanarak yılgınlığa sürüklendiğiniz şeylerin bile değişmeye yüz tuttuğu fark edeceksiniz...
Bir şeylerin değiştiğin görmek bir yana ama, içinizde filizlenen "değişimin olacağına dair içten inanç" bile sizi derinden sevindirecek...!
| |
http://www.kmarsiv.com/xfiles/mandal_5.asp
Devamı var
|
Hangi Hastalığa Hangi Yiyecekler |
Rezene: İçerdiği potasyum sayesinde tansiyonu düzenler. Sağlıklı kan hücreleri için gerekli olan folik asidi de bol miktarda bulundurur. Rezene çayı sindirim için iyidir.
Tahıl: Kan damarlarını gevşeten ve rahatlatan bir tür fotosentez kimyasal maddesi içeriyor. Bu sayede kanın damarlardan daha rahat geçmesini sağlıyor. Tahıl yemek sebzelere oranla vücutta daha fazla kalori yakılmasını sağlar. Kalorinin azalması tansiyonu düzenler.
Un: Yapıldığı tahılın besin değerlerini içerir. B vitaminleri, E vitamini, demir ve magnezyum açısından oldukça zengindir.
Karaciğer: Sağlıklı bir bağışıklık sistemi, cilt ve keskin gözler için gerekli olan A vitamini açısından zengindir. Küçük bir porsiyonu günlük A vitamini ve demir ile aylık B12 vitamini ihtiyacını giderir.
Devamı var...
|
Bir kör aynam var
Dededen kalma
Çerçevesi sedef..
Bir pembe elbise
Kına gecesinden
Etegi sökük..
Anılarım var
Renkleri ebruli
Tadları biberi
Umutlarım var
Yamalı, kırışık..
Boşluklara bakışım
Kuşlara hayran oluşum
Gereksiz gülüşüm
Gerekçesiz hüznüm
En çok da
Kırgın bir içim var benim..
Karşılığında bir tam günlük huzurun
Meraklısına satılık hepsi birden
Sahibinden
İhtiyaçtan
Acilen...
Not: Yazarını biz bulamadık, bilen varsa lütfen söylesin ya da sonsuza kadar sussun:-))
|
KIRILGAN
Kırılgan bir çocuğum ben
yüreğim cam kırığı
Bütün duygulardan önce öğrendim ayrılığı
Saldırgan diyorlar bana
Oysa kırılganım ben
Gözyaşlarım mücevher
Saklıyorum herkesten
Ürküyorlar gözümde ki ateşten
Ürküyorlar dilimde ki zehirden
Ürküyorlar o durdurak bilmeyen
gözükara cesaretimden
Diyorlar ki ; Bir yanı sarp uçurum
Bir yanı çılgın dağ doruğu
Oysa böyle yapmasam
Nasıl korurum
İçimde ki çocuğu
Bir yanım çılgın nar ağacı
Bir yanım buz sarayı
MURATHAN MUNGAN
..........<>..........
GÖNDER
Tüm dokunuşların,
En masumunu gönder bana.
Bir tebessüm kadar sıcak,
Bebek kadar safça olsun.
Bütün kokuların,
En yorgununu gönder bana.
Gömleğe sinmiş ter kadar ıslak,
Durgun sular gibi berrak olsun.
İçindeki korkuların,
En hoyratını gönder bana.
Naraların iliklerinden koparcasına çılgın,
Arzuların kadar, karşı konulmaz olsun.
Filiz Kaya
|
|
Kurt testi
Dört ayrı kavanozun içine dört tane bağırsak kurdu koymuşlar.
Birinci kurdu alkol dolu bir kavanozun içine atmışlar.
İkinci kurdu sigara dumanı dolu bir kavanozun içine atmışlar.
Üçüncü kurdu sperm dolu bir kavanozun içine atmışlar.
Dördüncü kurdu toprak dolu bir kavanozun içine atmışlar.
Bir gün sonra:
Birinci kurt ölmüş.
Ikinci kurt ölmüş.
Üçüncü kurt ölmüş.
Dördüncü kurt yaşıyor.
Bu hikayeden çıkaracağımız sonuç şu:
İçki içtiğiniz, sigara kullandığınız ve seks yaptığınız sürece
bağırsaklarınızda kurt olmaz.
|
İşe Yarar Kısayollar - Şef garson: Akın Ceylan |
http://www.sanalpsikolog.com/
'Sanal Psikolog' sitesi içeriği Saynur Nevres Kaya tarafından hazırlanan bir psikolojik danışma ve bilgilenme merkezi. Dikkat çekici ve özenle hazırlanmış sayfalarıyla başkalarıyla konuşmak istemeyeceğiniz ya da sıkılabileceğiniz konularla ilgili kısa, terimlerden arınmış bilgiler bulabileceğiniz bir referans sitesi.
http://www.pinkar.com/
Bir çoğumuz dergilerde gördüğümüz modeller gibi olmak isteriz; ancak gerçek o kadar da mükemmel olmayan yüz hatlarımızdır. Kemerli bir burnunuz, eşit olmayan dudaklarınız ya da küçük gözleriniz olabilir. Ancak unutmayın yüzünüze şahsiyet kazandıran bu kusurlarınızdır...
http://www.camarades.com/
Teşhircilik mi, merak mı, gösteriş merakı mı hâlâ adı konulamamış bir muamma web kameraları. Siz ne derseniz deyin, BBG tarzı yarışmaların bile pirim aldığı ülkemizde zaten internet meraklıları arasında yaygınlaşan web cam, mutlaka yerini bulacaktır.
http://www.afacancocuk.com/
Motoru olan ilk uçağı Orville ve Wilbur Wright isimli iki kardeş icat etmişti.1903 yılının 17Aralığın'da Kuzey Carolina’dan kalkan bu ilk uçağın uçuşu sadece 12 saniye sürdü! Bu zamana kadar insanlar sadece planör kullanmışlardı... Çocuklarımız için bilgi ve eğlence kaynağı.
|
|
|