KAHVE MOLASI
ISSN: 1303-8923
ABONE FORMU

ABONE OL
ABONELiKTEN AYRIL
HTML TEXT
 SON BASKI
 Ana Sayfa
 Arşivimiz
 Yazarlarımız
 Manilerimiz
 Forum Alanı
 İletişim Platformu
 Sohbet Odası
 E-Kart Servisi
 Sizden Yorumlar
 Medya
 İletişim
 Reklam
 Gizlilik İlkeleri
 Kim Bu Editör?
 SON BASKI
 PDF (~250-300KB)


PDF Versiyonu

Kahveci Soruyor?

KAPI KOMŞULARIMIZ

Xasiork Dergi

Üç Nokta Anlam Platformu


Yazılan, Okunan, Kopyalanan, İletilen, Saklanılan, Adrese Teslim Günlük E-Gazete - Yıl: 2 Sayı: 289

 23 Haziran 2003 - Fincanın İçindekiler

 Editör'den : Pek Yakında "Basur Baba"


İyi haftalar Kahveciler,

Haftasonu olunca pekçoğunuz gibi nevarneyok okumaya çalışıyorum. Hafta içi kaçırdığım pekçok konuya haftasonunda vakıf olmak iyi oluyor doğrusu. Biraz gecikmeli olsa da bir konuyu size hatırlatmakta yarar görüyorum.

Hatırlarsınız, 8 yıllık temel eğitime geçildiğinde bazı okullar için yeni yönetmelikler çıkarmak gereği doğmuştu. Bunlardan biri de meslek lisesi mezunlarının üniversiteye girişlerinin kısıtlanmasıydı. Örneğin İmam Hatip Lisesini seçen bir genç İlahiyat Fakültesinden başkasına giremeyecekti. Siyasi konjunktür gereği alınan bu karar, o anda bu liselerde okuyanları canevinden vurmuş, ancak karardan sonra imam hatiplere girenler seçimlerini bilerek, isteyerek yani tam anlamıyla taammüden yapmışlardı. Devran dönüp başımıza bu lise mezunları iktidar olunca, diğer pekçok konuda olduğu gibi bu konuda da sessiz ve derinden bir politika ile "Bu çocuklara haklarını vermemiz lazım." teranesiyle tabana gülücükler dağıtmaya başladılar. Ortada birtakım sayısal gerçekler varken seçimlerini taammüden yapmış gençlerin böyle bir istekte bulunmaya haklarının olmaması gerekir. Bu türde istekleri varsa bu okullara girdiklerine de pişman olmuşlar demektir ki, bu başlı başına bir tez konusudur zaten. Bu okullara gitmenin nedeni eğer Dinimizi daha iyi öğrenmek ise ki buna herkesin hakkı vardır, o takdirde normal liselere seçmeli kallavi bir din dersi koyarak işi çözersiniz. İlla İmam Hatipte okuyacağım diyenlerde girerken bildikleri koşullara harfiyen uyarlar. Demem o ki amaç üzüm yemekse asma yetiştirmeye gerek yok, alırsın yeterince salkım salkım, yersin doya doya, sonra da bakarsın işine. Yok illa asma alacağım diye tutturursan o zaman da yerin bağdır arkadaşım, atom araştırma enstitüsü değil.

Memleketimin insanından bir başka name daha; "Çiş Tedavisi". Evet yahu, altına işeyen çocukların tedavi için "çiş baba"ya adaklar adıyorlarmış. Hey Allahım milyarlık Petrus Şarabı bile beni bukadar şaşırtmadı. Ne idüğü belirsiz bir taşın etrafında 3 tur attırıp çocukları işetiyor ve iyileştiriyorlarmış(!?) Ç-işi abartıp kurban kesenler, taşları öpenler de varmış. Bu nasıl bir cehalettir anlayan varsa beri gelsin. "Bir daha işersen yakarım ha" demenin Arapçası bu olsa gerek. AB yolunda kokoreçten sonra ikinci engelde bu olacak anlaşıldı. Biraz bekleyelim yakında biri "basur baba"yı da icat eder herhalde. Çocuklardan ziyade büyüklerin ziyaret ettiği Basur Baba'ya işemek kafi gelmeyeceğinden varın durumu siz düşünün. Hey Allahım Heyyy seviyorum bu memleketiii...

Bir sonraki sayıda buluşuncaya kadar bulunduğunuz yerden bir adım öne çıkın. Sevgiyle...

Cem Özbatur

 Deniz Fenerinin Güncesi: Seyfullah Çalışkan


BENİ ANILARA BEKÇİ ETTİLER

Kıştan, kardan çok önce akşamları açık kulaklarınızı deli gibi dişleyen, canınızı acıtan bir ayaz gelmişti. Önce karpuz, ardından kavun Kara Kulak manavın sokağa taşan tezgahını terk etti. Bütün yaz akşamları bahçe bahçe dolaşarak sigara, kuru yemiş satan Tahsin Amca geçen hafta işleri gelecek sezona kadar tatil etti. Balıkçı Osman’ın karşısına kestane kebap tezgahını kurdu. Bütün sokağa kestane ve mangal kömürü dumanı savurmaya başladı. Eskiden Manifaturacı Engin’in yanı başına salep kazanı da kurulurdu. Hazırları çıkalı beri mertlikte bozuldu. Birkaç güne kalmaz Köfteci Hüseyin de Balıkçı Hüseyin olur. Kırmızı tezgahına palamutları yan yatırıp garaj köprüsünü şenlendirir. Köşk Feneri ile Hurma Dibi arası deniz kuşlarıyla dolar.

Eskiden bu mevsimde yazın deli dolu rakı sofralarını geride bırakıp sahilde kuytulara çekilirdik. Bazen bulduğumuz meyve sebze kasalarını yakar, ellerimizde şarap şişeleri, ceplerimizde tuzlu leblebi derin ve mühim meselelere dalardık. Ateşin koru kararıncaya, ayaklarımız buz kesinceye kadar. Kimi geceler vatanı kurtarıp görülmemiş güzellikte cennet gibi bir ülke yaratırdık. Kimi geceler kasabanın o cılız gündemini kılı kırka yararak tahlil ederdik. Bizim tezgahımızdan hem dedikodular, hem basit sidik yarışları hem de çok ağır konular geçerdi. Kuş olsan uçamazdın, tazı olsan kaçamazdın. Elin mahkum, sohbetimize konu olmak boynunun borcu.

Aramızdan en erken Naci ayrıldı. Dayısı bir kız bulmuş. Almancı... Evlenip kapağı yurt dışına attı. Yazları düşer ama ne gören olur ne de oturup iki lafın sazını çalan. O artık iyiden iyiye zengin. Her sene gösterişli, pahalı başka bir arabayla çıkıp gelir. Bir iki gün kalıp annesinin, babasının elini öper. Güneyde bir yazlık yaptırmış dediler. Ortalıktan kaybolur, bir daha göremeyiz. Sözde karısı buna ”sen artık evli, çoluk çocuklu bir adamsın. Serserilik, avarelik sana yakışmıyor. Bırak o it kopuk takımını,” demiş. Kulağımız deliktir ya, bir yerlerden çalındı işte. Eh biraz gücendik ama elden ne gelir. Evde huzuru kaçmasın, bize takılıp tatsızlık çıkarmasın diye gelmeyişini, arayıp-sormayışını da sineye çektik.

Naci’nin ardından bir yıl sonra da İsmet’te İstanbul’a gitti. Tam askere alınacağı zaman Üniversite’yi kazanıp yırttı. Öğrenciyken üç beş gün demeden bütün tatillerde gelirdi. İsmet hakikatten hayırlı çıktı. Okudu etti ama bize hiç tepeden bakmadı. Öyle entel, dantel konulara dalıp kasılmadı. Van Gevaş’a öğretmen olarak tayini çıkıncaya kadar hiç kopmadık. Yaşı yaşına, boyu boyuna, huyu huyuna, suyu suyuna uygun bir öğretmen bulup evlendi. Yazları karısının memleketi olan Balıkesir’e de gittikleri için çok kalamıyor. Burada olduğu zaman gelip dükkana uğrar. Akşamları yine eski gibi birlikte takılırız. Neme lazım İsmet esaslı oğlan çıktı. Evlendiği yaz geldiğinde bizi eşiyle tanıştırdı. Köşkte bir masa donattık. Şöyle meyveli, ışıklı falan. Anam bacım olsun çok güleç bir kız. Konuştuğu zaman insanı ağzına baktırmayı beceriyor. Ne diyeyim... Allah ikisini bir yastıkta kocatsın.

Cevat’ı askerlik dönüşü kaybettik. Terhis olup geldiğinde altı ay kadar kaldı. Kalıplı oğlandı, tutuğunu koparan, baba yiğit biri... Askerliğini komando çavuşu olarak Şırnak’ta yaptı. İstanbul’a dolaşmaya gidiyorum dedi. Şırnak’ta fazla bunalmış. Gidiş o gidiş bir daha dönmedi. Bankaya girmiş dediler. Koruma görevlisi olmuş. Bütün görüp göreceğimiz oymuş. Yıllar geçti ne geldi, ne de arayıp sordu. Arkadaşlarım içinde en çok Cevat’a darıldım. İnsan bu kadar mı hayırsız olur be kardeşim. Birlikte yediğimiz ekmeğin, içtiğimiz suyun hiç mi hatırı yokmuş. Çıkıp gelse yüzüne bile bakmam. Çok kırıldım Cevat’a, çok içerledim valla. Hani söylemeyeyim diyorum ama. Kendime mukayyette olamıyorum.

Rüstem en garibanımızdı. O’na kalsa buralardan kopamazdı. Anadan yok, babadan yok. Garibim, ekmek derdine girmediği boya kalmadı. Daha ilkokul yıllarında muavinlik yapardı. Bu yüzden de okuyamadı ya zaten. Adam gibi okula gelemezdi ki. Öğretmenimiz Fatma Hanım bir tek O’na kızmazdı. Defter, kalem, kitap hak getire. Kafası da zehir gibi çalışırdı ama elden gelen yok. Bir ara Bisikletçi Hulisi’nin yanında çırak durdu. Çaycılık, lokantada garsonluk yaptı. Seyyar köfteci Şükrü’nün tezgahında çalıştı. Seyyar çekirdekçilik, kestanecilik, balonculuk bile yaptı. Fazlı Usta’yla inşaatlarda harç kardı, beton attı. Ne yaptıysa kar etmedi, bir türlü tutunamadı. Hiç birimiz O’nun kadar çalışmadı, eziyet çekmedi. Bir türlü işi rast gitmedi. Ekmek derdine yenik düşmekten bıkıp usandı. Şimdi sanayide radyatörcü Hasan Kırık’la birlikte çalışıyor. Yukarıki köylerden kendi gibi fakir bir kız bulup evlendirdiler. İki oğlu bir de O’nu bir türlü rahat bırakmayan geçim derdiyle boğuşup duruyor. Arada bir uğrar, ayak üstü konuşuruz. Sanayiye işim düşerse yanına uğrarım. Apar topar bir çay kapıp gelir. Geceleri geç saatlere kadar çalışıp, sabah ezanında işe gider. Eskisi gibi görüşüp konuşmaya nerden mecal bulacak. Canin derdinde didinir durur. Avarelik etmeye ne vakti var, ne de hevesi. Gururlu çocuktur Rüstem, sağlam delikanlıdır. Açlıktan geberse bir parça ekmek veremezsiniz. Derdi dağ kadar olsa, çenesini bıçak açmaz.

Aslına bakarsanız bizi ilk Osman terk etti. Osman aileden pehlivandı. Boyuna posuna bakarsanız aldanırsınız. Şöyle yerden bitme, iki karış bir adam. Zaten bizim ilk tanışmamız da böyle oldu. Okulun bahçesinde esir almaca oynuyoruz. Buna bir çelme taktım. Seninki iki seksen yere serildi. Siyah önlüğü toz, toprak içinde. Ben zırıl zırıl ağlar diye bekliyorum. Osman hiç bozuntuya vermeden, üstünü başını bile silkelemeden yanıma geldi. Bakışlarında kavga edecek adam halinden eser yok. Bundan da epey kalıplıcayım. Nasılsa bana diklenmez sanıyorum. Ne oldu demeden kendimi yerde buldum. Bende ne ağız bıraktı ne burun. Bizi alıp öğretmenin karşısına götürdüler. Yediğim dayak yetmezmiş gibi öğretmen de cetvelle üzerine bir cila çekti. Kendi kavgamızla kalsak arkadaş falan olmazdık. Öğretmen ikimizi birlikte dövünce suç ortağı gibi olduk. Kafa dengi iki hayta gibi olduk. Üstelik bunu sevdik bile. O günden sonra ne o bana bulaştı, ne de ben O’na. Çok sıkı iki arkadaş olduk. Dayak yedikten sonra arkadaşı olduğum tek insandır Osman.

Osman, hasta olmuş dediler. Hastaneye kaldırmışlar. On gündür yatıyormuş. Elma, armut, kolonya falan kapıp gittik. Olan biteni öğrenince başımızdan kaynar sular döküldü. Meğer doktora gittiğinde hastalığı son aşamaya gelmiş. Bir tür kanser dediler. Durduk yerde kemikleri eriyip kırılıyormuş. On beş gün içinde hastalık bütün vücudunu etkiledi. Ne ettilerse bir fayda olmadı. Osman’ı göz göre göre, son dakikalarını saya saya kaybettik. Ne olduğunu anlayamadık. Bu kötü bir şaka gibiydi. Acısı içimize, yüreğimizin tam ortasına oturdu. Günlerce ağzımızı bile açıp konuşamadık.

Lafı dolaştırıp çok yorduğuma aldanmayın. Aynı mahallede büyümüş altı çocuktuk. Delikanlı olduk ama kimsenin tavuğuna da kışt demedik. Her delikanlı gibi biraz top koşturduk. İspanyol paça pantolon giyip, favorileri, saçları uzattık ama kimsenin karısına kızına da yan gözle bakmadık. İçkinin ayarını kaçırıp bir iki düğünde kavga da çıkardık. Uzun boylu bakarsan hiç kimsenin canını da yakmadık. Ateş olduk, çıra olduk ama köz olmasını da bildik.

Aslına bakarsanız ben de bu kasabayı terk edip gitmek istedim. Babamın bakkal dükkanında ömür çürütmek iş değil. Şöyle bir insan seline dalıp, kıyalara çarpa çarpa akmak istedim. Olmadı, belki çok korkaktım. Akamadım... Kışın sert rüzgarlarında çatırdayan bu eski konakları, havanın kararmasıyla sessizliğe gizlenen bu nemli sokakları bırakamadım. Gidenler belki de iyi ettiler? Bilmiyorum... Yalnız haberleri olsun onlara dargınım. Beni kendi anılarına bekçi ettiler.

Seyfullah
seyfullah@kahveciyiz.biz

Yukarı

 Cafe Azur : Suna Keleşoğlu


Evden Ayrılırken -1

Merhaba,

Bir varmış, bir yokmuş masallarının dışında bir şeyler var bugüne karışan. Elleri olmayan adamlar kabusa dönüşen rüyalarda yelkenlilerinin iplerini boyunlarına dolamışlar...
Sadece rastlantı...
İç boğan havaların rüzgarla savrulmayan bir yerlerinde nefesimiz tükenir ya. Bir yudum suyu yutamaz olur boğazımız ve sadece suskunlaşırız.
Karmaşık olanı çözmeye çalışmaktan yorulmuş bir bulmaca çözerin el yazısı ile dolu gazeteler etrafa saçılmıştır.

Ortamda bir acı havası, acımtrak bir koku...
Ve sadece beyaz duvarlar vardır, mutluluğun resmini çizemediğiniz.
Bazen boş bulunuruz ya...Çok bıkmışken, hatta neden bıktığımızı bile hatırlamadan. O anlarda bir yerlerden çıkıp gelmesini beklediğimiz umutlar vardır yastık altlarında...Ancak yüzüstü yatmayı sevenlerin yastık kucaklayışlarında ellerine çarpan kırpık kırpık umutlar. Bir uçurtma kuyruğu olmuş uçmayı beklerler... Dedim ya sadece rastlantı. Bu sözcüklerin ardarda dizilmesi gibi...
Yakında tomurcuklarından fışkıracak pencere önü çiçeğim gibi bir haykırış var yüreğimde. Sanki bağıracağım da sesim kısılmış...

Su lekeleri gibi birikmiş izlerimiz. Ve şimdi gitmek ile kalmak arasında çok az zaman kaldı. Bir terkedişin cümleleri avuç içlerimde ve tıpkı göğün yıldızları gibi karmakarışık.
Bırakıp gitmek, neyi olursa olsun. Bir canlı, bir şehir ya da bir mekanı...
Geride tek bir sesleniş kalır "Elveda".
Havadandır bu titrek çırpınışlarım. Başımı zonklatan derin ağrılardandır. Belki de gidecek olmanın erken telaşı...

Duygularım iliklerime işlemiştir ya, ağaç gölgelerinde hayaller kuran kara gözlü çocuklardanım ya, gitmek böylesi dökülür içimden...Tane tane acıtarak...
Bu satırları okuyanlar belki benim terkedişime ortak olamazlar. Zira herkes kendi çevresinde dönmektedir. Ve belki de böylesi ayrılıkları ancak sevgililere yakıştırırlar. Bir evden ayrılışın öyküsünde sadece geride bırakılan eski anahtarlar saklıdır...

Oraya sığdırdığınız aşkınız, özleminiz, gelecek hayalleriniz, sevinçleriniz ve üzüntülerinizse zor gelir gitmek. Bahçesindeki yeşermiş maydanozlardan, fesleğenlerden yemeğinize katmışsanız, boy boy baklalar ile çorak toprağını canlandırmışsanız ve inatla yaşamayan çiçekler yetiştirmeye çalıştıysanız zor gelir...Sonra duvarlarındaki film afişlerine ve pencerelere en gizli sırlarınızı anlattıysanız, tüm yaşamınızın bir bölümüne kabuk ettiyseniz bu evi zor gelir ayrılmak...

Hele Haziran'da daha zordur, lavantalar çiçeklerini verirken. Ellerinizle diktiğiniz lavantaların rüzgarda kokularını çevreye dağıtışlarını seyretmek için iki yıl beklemişsinizdir. İlk yıl çiçeklenmeyeceğini bile bile lavanta kokularını hayal ederek toprağa bir lavanta kökü dikmişsinizdir şimdi koklamak için. Lakin çok az zaman kaldı...

Beş yıl önce beni yine lavanta kokuları ile karşılayan bu küçük kasabanın, şimdi bahçesinde lavantaları olan bu küçük evinden ayrılmamıza az kaldı.

Eşyalarımız paketlendi, yolumuz uzun...Hem bir bitişin, hem de bir başlangıcın titrettikleri bugün yüreğimde.

Biraz estikçe rüzgar, pencereden gelen lavanta kokuları düşüyor bu yazımın payına...

Suna Keleşoğlu
Mougins
sunak@kahveciyiz.biz

Yukarı

Ahmet Altan

 Marangoz, Bahçıvan ve de Kahveci : Ahmet Altan


   Salah Birsel için..

Üniversitenin ilk yıllarında, her sabah Milliyet gazetesini hevesle beklerdik, hatırlıyorum.. Çetin Altan bugün ne yazacak acaba diye.. Ve 'Şeytanın Gör Dediği' adlı köşesindeki yazılarını susamış bir koşucu gibi, bir çırpıda okur, üstünde tartışırdık.. Bu dönemler edebiyat ve felsefeye aç kurtlar misali saldırdığımız zamanlardı. Herşeye karşı, bitmek bilmez bir merak ve hevesimiz vardı.. O yıllarda tanıdım Salah Birsel'i de. Denemeleri ve bilgi birikimiyle ağzımı açık bırakırdı.. Hala dünya üzerindeki en kültürlü adamlardan biri olduğunu düşünürüm.

Arjantinli ünlü yazar Jorge Luis Borges için söylenir bu, Borges dünya üzerindeki en bilgili ve kültürlü kişidir derler.. 1899'da doğmuş, 21 yaşından itibaren de kalıtsal bir hastalık nedeniyle görme yeteneğini hızla yitirmeye başlamış, 1950'li yıllarda (yani 50 yaş civarında) da tamamen kör olmuştur. Tamamen görmez olduktan sonra yaklaşık 35 yıl yaşayıp 1986 yılında Cenevre'de ölmüştür. Demek ki Borges'in muhteşem bir hafızası vardı.. Kör bir adamın, okuduğu tüm kitapları anımsamaktan başka çaresi yok gibi görünüyor, yoksa nasıl olur da dünyanın en kültürlü adamı olarak anılabilir ki insan... Salah Birsel'de böyledir benim için. Yazdığı tüm kitapların sadece adları arka arkaya dizilse, herhalde küçük bir kitapçık edecek kadar çoktur neredeyse. Okumadan yazılamayacağı düşünülünce, hele bir de Birsel'in sayfalarındaki inanılmaz detay ve birikim göz önüne alınınca, bu payeyi hakettiğine inanmışımdır hep.. Bir süredir aklıma düşmüştü, uzun yıllar önce 'Kurutulmuş Felsefe Bahçesi' adlı bir kitabını okumuştum.. Nedense tekrar okumak istedim. Bu eski edebiyat adamını bir şekilde anmak geçti içimden.. Gezdiğim hiçbir kitapçıda bulamadım ne yazık ki.. Baskısı tükenmiş.. Pandora kitap söz verdi, sahaflarda arayıp bulacaklar.. Ama bu arada 'Yaşlılık Günlüğü' diye, daha önce tesadüf etmemiş olduğum bir kitabını buldum.. Gömüldüm içine.. Çokça gülümsetti beni yine. Kitap gerçek bir günlük formunda olduğu için yazarın yaşamı ve edebiyat savaşımı ile ilgili tadından yenmez ipuçları veriyor. Tabii denemecilik tarafı da hiç gündemden düşmüyor..

'Dur okuyucu... gazlayıp gitme! Düşün bakalım burada, soluklan biraz' dediği bir yere tesadüf ettim.. Burayı yazarken bunu düşünmüş olmalı, şakacı ve muzip adamdır, böyle geçirmiştir içinden.. Aydınlara reçete düzmüş Birsel, şunu yap bunu yapma vs gibisinden bir liste.. Listenin sonunda ' Gençlikte çokça oynaşıp, kocamışlık şölenine geç kalmayın' diyor. Durup düşündüm bu lafının üzerinde.. Yaşlanmak.. bir şölen olabilir mi? diye.. Ve anladım ki, aslında yaşlanmak, eğer sağlıklı ise kişi, bir başka evren, bir başka yaşamdır. Yaşlı doğup gençleşerek ölmek yerine, mevcut düzen öylesine iyi ki.. Bunu mutlulukla alıp kabul ediyorum. Ve yaklaşmakta olan yaşlılığımın çabucak gelmesini diliyorum zaman zaman.. Hepimize gençliğin ve tazeliğin güzelliği anlatılıp durur.. Ama bu bir pazarlamadan başka bir şey değil aslında. Taze ve genç.. evet güzeldir, ama bu boş hatta zaman zaman değersiz bir güzelliktir. Bilgelik, sabır ve hoşgörü ile donanmamıştır. Çiğdir, pişmemiştir.. İktidar, kuvvet, şiddet ve benzeri fırtınalar barındırır içinde, oysa yaşlılık öyle mi ya? Adeta gönüllülükle atılmıştır bu zırhlar bir kenara.. Ve bu şölene katılmış olanlar, tanırlar birbirlerini.. Artık durulmuştur dalgalar ve nihayet zaman yavaş akmaya başlamıştır, ve farkındalıklar artmıştır. Salah Birsel'in çağrısına hak verdim. Şu gençlikte fazla da oyalanmamak lazım diye geçirdim içimden.

Hadi bu köşenin eski alışkanlığını yerine getirelim yine ve kitaptan birkaç pasaj paylaşalım okurla...

28 Temmuz:
Çokları kendi kafalarıyla değil, başkalarının kafalarıyla düşünür.
Nedense kendi yargılarını ayağa kaldırmak, kendi yargılarını geçerli kılmak insanları ürkütüyor.
Kendi düşüncelerini ortaya atıp eleştirileri üzerlerine çekeceklerine, başkalarının hüzzamlarına kapılıp kimseyle dalaşmadan yaşamayı yeğ tutuyorlar.
Bu biraz da bir yargıya varmak için bir takım incelemeler, araştırmalar yapmak, bir takım bilgi alanlarından geçmek gereğinden doğuyor. Çokları bunu göze alamıyor, yorgunluğuna katlanamıyor.
Takım tutmanın, elebaşılara bağlanmanın nedeninde de bu yatıyor, kafa tembelliği..

Kitapta, 1984 yılı 17 Kasımında yazılmış- her ne kadar tamamına katılmasam da-güzel bir Sabahattin Ali ve özellikle de 'Kürk Mantolu Madonna' eleştirisi buldum.. Bu bölüm, bir Sabahattin Ali hastası olan ben için, güzel bir sürpriz oldu.

Son olarak 1985, 9 Haziranında yazılmış, gülümsetecek bir anısı Birsel'in, isim benzerlikleri üzerine; .... Bizim Behzat Ay'ın da bir adaşı var. Ama bu adaşlıktan çok kan kardeşliği.

Behzat onun varlığına bir mektupla varmış. Günün birinde postacı bir mektup getirmiş ki, Behzat açıp okuyunca bir şey anlayamamış. 'Yarın sağlam kafayla okurum' demiş, ertesi sabah da bir şey çıkaramamış. Bir daha okumuş, yine bir anlam verememiş. O zaman zarfın üstüne yeniden bakmayı düşünmüş ve büyük şaşkınlıklar arasında görmüştür ki, Behzat Ay adının altında kendi ev adresi değil başka bir adres yazılıdır: Bostancı'da, Ayşeçavuş durağında Ayşeçavuş apartmanı. Yani Behzat'ın evinin iki sokak ötesi. Behzat, lodosu atlatınca, palas pandıras giyinip Ayşeçavuş apartmanına koşar. Kapıyı bir adam açar ki, adı Behzat Ay'dır. Bizim Behzat daha üzüm kelterine ulaşamamıştır. Kendini tanıtır:
-Ben Behzat Ay
-Atlattın mı kuzum?
-Ben Behzat Ay
-Behzat Ay'ı mı arıyorsun?
-Değil, ben Behzat Ay.

Sonunda iş anlaşılır. Üzüm kelteri ortaya dökülür.
İki adaş o günden sonra senli benli olur.
Adaşlar arasındaki benzerlikler adlarla da bitmiyordur.
İkisi de aynı yılın, aynı ayın, aynı günü (30 Aralık 1956) evlenmişlerdir. 1957 ve 1959 yıllarında ikisinin de birer çocuğu olmuştur. Ne ki birininki kız ise öbürününki erkek, erkek ise öbürününki kızdır. Dahası var, biri güneyli ise öbürü de güneylidir. Birinin karısı kuzeyli ise, öbürünün karısı da kuzeylidir.
Adaşların ayakkabı numaraları da birdir: 41.
İkisinin de gömlek numarası da 2 dir.
İkinci Behzat Ay'ın dünyası büyüktür. Kendisine bir ayakkabı alsa, bizimkine de alır, gömlek diktirse bizimkine de diktirir. Dragos'taki yazlığının bir anahtarını bile adaşına vermiştir. Bizim Behzat, 'Benim hayatta tek kazancım, o arkadaştır' der.
Dragos'ta bir akşam yemeğinde bu arkadaşlık ilişkilerinin daha geniş sınırlara vardığı da görülecektir. Yemekte Aziz Nesin, Aziz'in eşi, Azerbaycan'lı yahşi dost Bülüher Assafi, Aziz Nesin yatan, Aziz Nesin kalkan Melahat abla ve de adaşlar vardır.
Sofrada adaşlık öyküsü açılınca Aziz'in eşi ev sahibine der ki:
-Siz banka defterlerini falan açıkta bırakmayın. Yoksa bu adam bütün paralarınızı çeker!
Bizim Behzat kahkahayı bastırır:
-Geç kaldın, geç kaldın. Ben çoktan Behzat'ın hesabından para çektim.
Bunu açıkladıktan sonra da hikayeyi anlatır.
Bir ay önce Ankara'ya gitmiştir. Bütün parasını içkiye yatırdığı için meteliksiz kalmıştır. Ne yapsın? Birden aklına adaşının banka hesabı gelir. Banka defteri Dragos'taki evde ortalarda sürüklendiğinden numarasını biliyordur. Bankaya gider, kimliğini gösterir ve hiçbir zorluğa uğramadan istediği paraya konar. İstanbul'a döndükten sonra da ilk işi, çektiği parayı gidip adaşının hesabına yatırmak olur.
Öyküyü anlattıktan sonra adaşına sorar:
-Sana bankadan hiçbir yazı gelmedi mi?
-Yooo.

Rahmetle anıyoruz...
Salah Birsel 1919 Badırma-1996 İstanbul

Yaşlılık Günlüğü
(1986 Sedat Simavi Vakfı Edebiyat Ödülü)
Remzi Kitabevi-1992

Ahmet Altan
aaltan@kahveciyiz.biz

Yukarı

 Gönülden Kahveci : Aylin Çukur


YİTİRMEDEN DÜNKÜ YÜZÜMÜZÜ

Zaman bizden neler götürüyor.. Göz göre göre teslim ediyoruz güzel günlerimizi geçmişin eline,kaybolmuş çocukluğumuz,içimizdeki çocuk... Hayatta kalma çabası veren olgun bireyler haline gelmişiz zamanla...

Bir gece yolda yürürken soğuk,ıslak geceyi aydınlatan sokak lambasının altındaki su birikintisinde kendimizi gördüğümüzde hayatın hengamesinde nasıl alabora olduğumuzu görürüz.Geçmişe dair anılarımız tozlanmış, dimağımız bir hayli yaşlanmış ve tüm mazi geçmişin karanlığına gizlenmiştir.

Farkederiz ki sonra, ne kadar yorgun ve çaresiz;ne geçmişe ait anılar, ne de geleceğe ait planlarımız kalmış, heyecanlarımız silinmiş, çocukça umutlarımız ve hayallerimizde beraberinde... Bir rüzgarla uçup gitmiş sanki... Yaşamaya ne ümidimiz, ne isteğimiz kalmış... Çocukluğumuza bir türkü yükleyerek aramaya koyulmuşuz özlemlerimizi... Bir de bakmışız ki dalgalar kumdan kalelerimizi yıkmış...

Yıldızların parlaması yansıyor suda,belki de bizi çağırıyor... Tereddütsüzce gidiyoruz kaybolan çocukluğumuzu aramaya...Yeniden kumdan kaleler yapmaya...

Özlem duyduğumuz mazimizi bit pazarında aramadan,yitirmeden dünkü yüzümüzü, tutunamayanlardan olmamak için koşuyoruz... Daha fazla yeşertmeden pişmanlığımızı...

AYLİN ÇUKUR
acukur@kahveciyiz.biz

Yukarı

 Milenyumun Mandalı : Sait Haşmetoğlu


Milenyumun Mandalı

Editör'den Önemli Not: Sevgili Sait Haşmetoğlu'nun e-romanı görsel öğelerle süslendiğinden, devamını ve önceki sayılarını aşağıdaki adresten tek tıklamayla okuyabilirsiniz. Üşenmeyin... Tıklayın...
http://www.kmarsiv.com/xfiles/mandal_129.asp

Devamı var

hasmetoglu@kahveciyiz.biz

Yukarı

 Dost Meclisi


Kahve Molası'nın sürekli ve sabit(!?) bir yazar kadrosu yoktur. Gazetemiz, siz sevgili kahvecilerden gelen yazılarla hayat bulmaktadır.
Her kahveci aynı zamanda bir yazar adayıdır. Bu bölüm sizlerden gelecek minik denemelere ayrılmıştır. Yolladığınız her özgün yazı değerlendirilecektir. Siz sevgili kahvecilere önemle duyurulur.
Kahve Molası bugün 3.346 kahveciye doğru yola çıkmıştır.

Yukarı

 Tadımlık Şiirler


...

üç beş kahve falından ibaret
tüm hayalleri.

Sokağından hergün geçen üniversiteli genç

bakkalın çilli çırağı
ve hiç görmediği ev sahibinin
telefondaki kibar sesi
gece rüyaları.

Kasımpatları O'nun kadar seven
portakal kabuklarını yemesine gülmeyen
ve arada sırada da olsa
tavlada yenebileceği bi adam
fincanı kaparken dilediği.

...

Pat diye giriverince
anası içeri
kız korkudan
ağzındaki dili ısırıverdi

Günlerce yaralı dille dolaştı Recep
ardından güldü durdu mahalleli.

...

Ucundan tutmuş bir balığın

almış başucuna koymuş
her gece denizi görebilmek için rüyasında.
ve kırık dökük bir aşkı
en "bitmiş" yerinden alıp beyaz kağıtlarının arasına koymuş
sence niye?

Özlem Tutar

<#><#><#><#><#><#><#>

KARASEVDA

Uzatır gibi elini kara bir Afrika büyüsüne
büyük büyük açtı kız düğmelerini
tek bildiği buydu.
Batarken güneş dağların ardına
anlamını çözemediği şiirler okurdu koca memeli anası
ve bi tuhaflık sarardı içini kızın
günahtı ne de olsa mavi gözlü bir muhabiri sevmek
Tanrıların unuttuğu Afrika'da

Özlem Tutar

Yukarı

 Biraz Gülümseyin




Serinleyesiniz diye!...

Yukarı

 Kıraathane Panosu


CATS MÜZİKALİ

CATS Ege Üniversitesi Çesme Meslek Yüksekokulu Turizm Animasyonu Bölümü'nün bu yıl için hazırladığı proje olan "CATS" müzikali, bir yıl boyunca verilen eğitimin uygulama çalışmasıdır. Üniversite ve özel sektör işbirliğiyle hayata geçirilen bu tür projelerin eğlence anlayışına yeni bir soluk getireceğine inanıyoruz. Rock bar da şov izlemenin tadına ilk kez "Tarla Kuşuydu Juliet 2002" ile varan İzmir seyircisi, şimdi de dünyanın en önemli müzikallerinden biri olan "CATS" ile tanışıyor. Her ne kadar sürç-ü lisan edersek affola... Sonuç olarak; biraz hakikat, biraz atmasyon işte karşınızda Çesme Animasyon.

Yöneten: Yonca ERDENK-Candan GÜNAY
Koreografi: Gencay CÜCE
Dekor-Kostüm: Yonca ERDENK-Candan GÜNAY

Yukarı

 İşe Yarar Kısayollar - Şef garson: Akın Ceylan


http://kapsamli.tripod.com/
Bilgisayar Nasıl Bozulur? Bilgisayarınızı, direkt güneş ışığı alabilecek bir yerde kullanın. Yakınlarda kalorifer veya benzeri bir ısıtma cihazı da bulunursa iyi olur. Ortamın nemli olması, olaya ayrı bir anlam katacaktır... :)) Çok kapsamlı olmayan amatör bir web sayfası olmasına rağmen editörü tebrik ediyorum.

http://www.sonypictures.com/movies/meninblack/shockwave/mib2_infestation.html
"MIIB" Men in black 2 adını verdikleri fakat 80'li yılların atari çılgınlığı döneminde dobişko adıyla zihnimizde yer edinmiş olan dos tabanlı oyunun flash versiyonu. Hoş olan tarafı bu oyunda kahramanımızın hareket hızı, eskisine oranla daha hızlı.

http://clevermedia.com/game.cgi?hyperjet
Online oynayabileceğiniz bir araba yarışı adresi veriyorum sizlere. Obje dizaynları biraz uçuk olsada eğlenceli olduğu kesin. Yarışma sonrası yüksek puan aldığınızda sıralamaya girmeniz ve isminizin listede yayınlanmasıda cabası. iyi eğlenceler.

http://www.cqql.net/bmw.htm
"Bmw isetta". Nedir bu bilen varmı? ...It is in terrific condition... vibrant red and white, complete with interior and exterior racks, trim rings around the original BMW hub caps, original BMW locking gas cap, and a sun visor. The gearshift is on the left, which takes a little getting used to... Ben böyle bir şey görmedim dememeniz için önden buyrun.

akin@kahveciyiz.biz

Yukarı

 Damak tadınıza uygun kahveler


Fairy Radio Lite 1.82 [1.3MB] W98/2k/XP FREE
http://www.axife.com/fr/frl182.exe
TV Radyo Kartı olanlar için mükemmel bir radyo programı. Hemen hemen hertürlü kart ile çalışıyor. Son derece yetenekli bir program. Tek tuşla wav kayıt yapabiliyorsunuz. Eğer direkt mp3 kayıt yapmak istiyorsanız birkaç dolar ödemeniz gerekiyor. Ücretli versiyonunda time shifting denilen harika bir yetenek var. 1 dakikaya kadar gecikmeli dinleyebiliyorsunuz. Radyo kartınız varsa hiç çekinmeden yükleyin derim.

Yukarı

http://kmarsiv.com/sayilar/20030623.asp
ISSN: 1303-8923
23 Haziran 2003 - ©2002/03-kmarsiv.com
istanbullife.com