KAHVE MOLASI
ISSN: 1303-8923
ABONE FORMU

ABONE OL
ABONELiKTEN AYRIL
HTML TEXT
Arkadaşlarınıza önermek ister misiniz?

 SON BASKI
 Ana Sayfa
 Arşivimiz
 Yazarlarımız
 Manilerimiz
 Forum Alanı
 İletişim Platformu
 Sohbet Odası
 E-Kart Servisi
 Sizden Yorumlar
 Kütüphane
 Kahverengi Sayfalar
 FİNCAN/SİPARİŞ
 Medya
 İletişim
 Reklam
 Gizlilik İlkeleri
 Kim Bu Editör?
 SON BASKI
 PDF (~250-300KB)


PDF Versiyonu





Kahveci Soruyor?



KAHVERENGİ SAYFALAR



KAPI KOMŞULARIMIZ

Üç Nokta Anlam Platformu


Yazılan, Okunan, Kopyalanan, İletilen, Saklanılan, Adrese Teslim Günlük E-Gazete - Yıl: 2 Sayı: 404

 16 Aralık 2003 - Fincanın İçindekiler

 Editör'den : İstemem 500 milyar, kalsın!..


Merhabalar,

500 milyar isteyenlerden birine Kenan Işık soruyor: 'Füme ne renktir?' Cevaplar arasında yosun, duman, toprak rengi var. Adam düşünüyor düşünüyor, 'Füme arabam da vardı ama kararsızım %50 jokerimi kullanayım' diyor. Geriye duman ve toprak kalıyor. 'Tamam' diyor 'Toprak rengi' 'Eminmisiniz?' 'Eminim, son kararım.' Küt ve yuh! Aynı amcam bir önceki soruda da 'Misyoner' cevabı için seyirci jokerini kullanmıştı. Hayır bu aralar 500 milyarı almam konusunda epeyce fazla tacize maruz kalıyorum o nedenle hassasım bu yarışmaya. Koltukta çekirdek çitlerken beyin damarlarım mı açılıyor ne, bilmediğim soru yok. Bilmediğimi de mantıklı bir sallamayla tutturuyorum inanın. Ama o koltuğa oturunca ne hale geleceğimi de yakınen biliyorum. Vücudumun her gözeneğinden fışkıran ter, biranevvel bitsin bu çile telaşıyla birleşince 500 milyona ulaşırmıyım ondan bile emin değilim. Bu amcamın düştüğü duruma düşmekten korkar, tırsarım. Yok anam benden uzak olsun. Ben iki çekirdek arası kıçımı kaşırken cevabı bilir götürürüm milyarları, o da yeter bana. Deli miyim ben yahu!..

Cuma günü çamaşırhanelerden deterjandan dem vurup birtakım benzetmeler yaptım. Yapmaz olaydım. Bombacı yakalanıp deterjan imalatçısı çıkmaz mı? Al başına belayı, 2 gündür tetikteyim. Her kapı çalışında yüreğim ağzımda. Alıp götürecekler beni diye bekliyorum. Abdala mı aptala mı malum oldu bilmem ama tesadüf işte. 'Vallah billah suçsuzum hakim bey, annem daha ben bebekken anlamış ne mal olduğumu. Tutmuş beni doktora götürmüş. Benim oğlan salak mı bir bakın demiş. Yani salaklığım anadan doğma, sonradan olma değil hakim bey.' Şu saate kadar kimse gelmedi, herhalde okumadılar. Aman isabet olmuş, tez kaldırayım şu yazıyı siteden!..

Bomba deyince aklımıza tabi ki o acı tablolar geliyor ve unutmak ne mümkün ancak ben, dün yoğun gündem arasında gözden kaçırmış olabileceğiniz bir ayrıntıdan söz etmek istiyorum. Patlamadan 24 gün sonra 54. kurbanı da verdik. Genç tahsildar patlamanın ardından İstinye Devlet Hastahanesine kaldırılıyor. Başarılı(!?) bir ameliyatın ardından 3 gün yoğun bakımda kalıyor. Ancak 10 gün sonra ağrıların artmasıyla bağırsaklarından bir demir parçası daha çıkarılıyor. Ne yazık ki ağrılar dinmiyor ve 2 gün önce talihsiz genç adamı kaybediyoruz. Hikaye olağan gibi gelebilir ama kazın ayağı hiçte öyle değil. Kılı döndü diye hastahaneye kaldırılan kıytırık futbolcunun baştan ayağa MR'ı çekilirken, koca patlamadan kurtulmuş bir genç adamın tetkikleri el yordamıyla yapılıyor bu memlekette. Ayıp yahu ayıp, çok büyük ayıp. Gelir gelmez çekilecek bir MR'la vücuda saplanmış her çeşit yabancı maddenin yeri saptanabilecekken kaygısız bir tavırla bu yapılmıyor ve genç adam ölüp gidiyor. Bu hikayenin doğru olmamasını yürekten diliyorum. Eğer doğruysa tek kelimeyle korkunç. Böylesi bir felakette bile sıradan bir özeni gösteremiyorsak, yandık ki okadar olur!..

Bir sonraki sayıda buluşuncaya kadar bulunduğunuz yerden bir adım öne çıkın. Sevgiyle...

Cem Özbatur

Mehtap Akdeniz

 Ters Köşe : Mehtap Akdeniz


   Erkekler Sarışın Sever

On yıl kadar önce bir tiyatrocu arkadaşımla Beyoğluna gittiğim gün; o günden sonra tamamen değişeceğimi hiç aklıma getirmemiştim. Hızlı hızlı Beyoğlu sokaklarında yürürken, kestane kafamda sadece eğlenceli bir kaç saat geçireceğimden başka hiç bir heves yoktu. Aradığımız dükkanı vitrinindeki değişik renk ve tipteki peruklar sayesinde kolayca bulmuştuk. Arkadaşım o sezon oynayacağı rol için sarı bir peruk arıyordu, ben ise, kafama uyan tüm perukları denemek için can atıyordum. Bir kaç peruk inceledikten sonra, sık dalgalı kırmızı kızıl peruğu görünce, birden içimde değişimin rüzgarlarını hissetmedim desem yalan olur... Kendimi değişimin sıcak rüzgarlarına bıraktım ve ayna karşına uçtum. Saç renginin bir insanı bu kadar değiştirebileceğine inanmak istemiyordum. Uzun, kısa, düz, kıvırcık demedim seçtiğim bütün perukları teker teker denedim. Aynada baktığım yüzün renkten renge, bambaşka bir havaya büründüğünü gördükçe değişmelere doyamıyordum. Simsiyah düz saçlar ile Malezyalı; Kızıl uzun peruklarla Danimarkalı; Kısa kumral saçlarla tıpkı annem gibi oluyordum. Tamam işte olan olmuştu, saçlarım yoldan çıkmıştı. Bir ara dükkan sahibi elinde bir perukla yanıma geldi.

- Bunu dener misiniz lütfen?, dedi.
- Yooo!!! Diye bağırdım.. Amanın!!! İstemem!, O kadar da değil yani!.
- Durun bir dakika, siz bir deneyin hele. Bu renk ifadenizi yumuşatır, masum ve temiz bir ifade verir. Size bir kadınsı hava, bir zerafet verecektir. En kaba insanlar bile böyle bir kadına bağırmaya kıyamaz.
- Hadi canım!, bu ne böyle, renk mi? zerafet iksiri mi?

Bir kerecikten birşey olmaz diye kendimi kandırıp, peruğu kafama prensesler gibi, bir kaç yardımcı eşliğinde taktım. Daha peruk kafama geçmeden, ilgi ve alakadan sarışınlığın ne menem bir şey olduğunu anlamam gerekirdi. Peruk kafama geçer geçmez sanki bir mucize oldu. Saatlerdir dükkanı gülmekten kırıp geçiren haylaz kız gitmiş yerine bir melek gelip oturmuştu sanki koltuğa. Gerçekten de o yüze baka baka ne 'Hopp!' Diyebiliyordum ne de 'Süperrrr!' Diye çığlık atabiliyordum. Görüntüyü beğenmesem bile bu surata dil çıkarmam mümkün değildi. Fısıtlıyla karışık 'çok hoş' diyebildim sadece. O an anladım ki beni böyle haylaz, ele avuca sığmaz, madrabaz yapan kestane kafammış. Kafanızda bir demet papatya ile ne şen kahkalar atabilirsiniz, ne de bakkala 'bir tane ekmekkkk!' diye bas bas bağırabilirsiniz. Zorunlu zerafet, şuursuzca hoş olma haliydi sarışınlık. Hamur gibi bir ifade, şevkat yanaklarımdan patladı patlayacak, gülüşüm bile ağladı ağlayacak, hani sanki uykuda bir gülen bir ağlayan masum bir yavru melek... Kadın değil, bebek, bebek!!. Kendimi kadın kılığında görünce sarsılmadım desem yalan olur. Kırılgan ve sokulgan bir havam olmuştu. Hani biri dönüpte bana aptal sarışın dese hemen ağlamaya başlayacak gibi bir halim vardı. Kafamdan fırlatıp attım hemen o sarı şeytanı. Dükkandan çıkarken daha beter vahşi bir kızıl olmaya doğru berbere koşuyordum. Arkamdan dükkan sahibi hala aynı şeyi söylüyordu.. 'Sarıya boyayın saçlarınızı, beni dinleyin; görün bakın hayatınız nasıl değişecek!'.

Bir süre kızıl hatta kıpkırmızı, bir arada toz pembe saçlar ile dolaştıktan sonra; birgün birden içimde acayip kuvvetli bir değişim rüzgarı esmeye başladı. Her türlü renk ve model denenmiş; nihayet beklenen son gelmişti. Ve sonunda kendimi berberin kapısından sapsarı bir huri gibi kapıyı nazikçe kapatırken buldum. Sarının en sarısı işte, öle röfle falan değil, bildiğin sarı gacı. Peruk satan adamın 'Deneyin hayatınız değişecek' derken neyi kast ettiğini kırkyıllık kasabın beni kapılara kadar uğurlamasıyla şıp diye anladım. (Bir de sarışınlara aptal diyorlar, tam tersi sarı saç zihin açıyor).

Beni bal gibi tanıyanlar, tanıyamazken: bal peteği gibi olunca tanımadığım ne kadar adam varsa beni tanırmış gibi bakıyordu. 'Deminden beri bana bakıyor bu adam, beni bir yerden mi tanıyor acaba?' Sorularını atlatma dönemim, derin mevzuyu kavrama sürem ve bu hoş duruma alışmam hayli uzun sürdü. Sonunda anladım ki; ben de artık bir aptal sarışındım. Bütün hürmet ve kıyamet gibi kısmet esasen bana değil, kafamaydı. Artık benim için 'Kafalı kız, onu çok beğeniyorum' demekte nihayet haklıydılar. Süper bir kafam vardı.

Kestane kafamla gezerken hiç yaşamadığım bu kısmet patlamasının başka türlü izah mümkün değildi, efsane doğruydu, erkekler sarışın seviyorlardı. (Kadınlar bile hatta).

Meseleyi kavradım ya, hemen boşta gezen kız arkadaşlarıma acilen sarışın olmalarını ögütlemeye başladım. 'Son kullanma tarihiniz dolmadan derhal aptallaşın.'

Bir kaç yılımı sarışınlığa adadıktan sonra kendimi gerçekten aptal gibi hissetmeye başlamıştım. Sarışın olacağım diye berbere akıttığım para ayda 100 dolar civarındaydı, sık sık fön parası da cabası.. Elbette daha ucuza da sarışın olmak mümkündü ama malesef sonucu da pek ucuz oluyordu. Ucuz bir sarışın olacağıma, adam gibi hem akıllı, hem kestane gezerim daha iyi dedim, vazgeçtim sarışın olmanın nimetlerinden.

Sonra kafama bir soru takıldı. Ortada bir aptallık olduğu kesindi ama aptal olan kimdi? Aptal sarışın olmak için servet harcayan kestaneler mi?. Sarışın genli kadınlar mı? yoksa erkekler mi?

Soruların ardı arkası kesilmiyordu. Saçlar kestane diye oluyordu bütün bunlar aslında, kafa çalışmaya başladı tabi renk değiştirince. (Sarışınlar malı götürsün, sen kim akıllı diye düşün dur. Akıla bak?.) Çifte kestane genlerden sapsarı bir kız doğurunca konuya daha çok takar oldum. Kendi kendime düşünüp durdum uzunca bir süre. Sonunda bir çıkış yolu buldum. Aptal görünmek için bu kadar para harcayan kestaneler sarışınlardan nasıl daha zeki olabilirlerdi ki?.. Yoksa şu 'aptal sarışın' denen kadın cinsi boyalı sarışınlar, yani kestanegiller miydi?. Öyle ya, aklı başında insan para verip aptal görünmek ister mi? Bu aptallığın daniskası değil midir?.

Hayır kestanecim değildir!. Çünkü gerçekten erkekler sarışın sever. Bizzat denedin gördün üstelik. Yıllar evvel peruk satan adam haklıydı, sarışın kadın ne derseniz diyin daha bakımlı görünüyordu. Saçına bu kadar bakan eline ayağına, orasına burasına da bakıyordur diye düşünüyordu insan ister istemez. Yapılan araştırma sonuçlarına göre sarışın kadının erkekler arasında ilgi görmesinin temel sebebi de daha seksi olmaları değildi zaten.

Sonuçlara bakınca anlaşılan o ki, meğer, 'sarışın kadın' eşittir, kişisel bakım; o da eşittir 'mis gibi kadın' duygusu veriyormuş.. Ayrıca koyu saç daha erkeksi, daha sağlam durduğu için kafada bu da erkekleri rahatsız ediyormuş. Sarışın kadınları yumuşacık, minicik bir civciv olarak görüp, daha sevecen ve nazik yaklaşıyorlarmış sarışınlara. Ve erkekte sahip çıkma , koruma duygusu yaratıyormuş bu güneş ışıklarından bile korunmasız mağdur kadın. Dahası kadının güçsüzlüğü karşısında kendini üstün ve dünyada işe yarar bir birey olarak hissettirdiği için erkek egosuna da iyi geliyormuş sarışınlar. Sarışın kadınlar güçlü, akıllı, bilgili, becerikli görünme yolunda bir çaba harcamadıkları gibi adlarının 'aptal sarışın'a çıkmasını da hiç dert etmiyorlarmış. Dünya üzerindeki araştırmalardan çıkan sonuçlar böyle, ben uydurmuyorum kestane kafamdan.

Şimdi bu durumda ben sarışınlarda bir aptallık değil, tam tersi bir cinlik seziyorum.
Zaten sarışınların oyununa geldiğini anlayan bazı erkekler bir hareket başlatmışlar. Liberter Erkek Hareketi adı verilen bu görüş, şu felsefe üzerine yoğunlaşmış durumda: Kadınların "masum" ya da "salak" olmadıklarını, tercih olarak, daha konforlu bularak, "aptal" olmayı seçtiklerini dile getiriyorlarmış. Hazırda bulunan bir aptal imajına bürünerek istediklerini elde etmenin kestirme yolunu bulduklarını söylüyorlarmış.

Sarışınlar kesinlikle cin!. Yanılıyorsam yorumlarda vurun yerden yere beni ama ikna edemezsiniz o başka..

Sarışınların cin olduğu konusunda yanıldığıma ikna olmuşsam, bilin ki tam tersine yani sarışınların aptal olduğuna da inandım ve iyice zıvanadan çıktım demektir. Böylece sarışınlar aptaldır; aptal seven erkekler de aptaldır; öyleyse yeryüzünde tek akıl sahibi olanlar: 'Kestane kafalı kadınlardır' noktasına kadar varır bu tepişme.

'Yok ben kestane kafa severim' diye, öyle kendini akıllılar sınıfına sokmaya çalışanlara da hiç inanmam bilesiniz?. Denedik gördük herhalde.

Konu ile ilgi bir çok araştırma var ama hiç söz konusu edilmeyen bir yönü daha var bunu da söyleyip gidicem. Biliyorsunuz bu konu (eski bir kestane olan) Marilyn Monroe'nun 1953 yılında çevirdiği 'Erkekler Sarışın Sever' adlı filimden sonra 'kendini gerçekleştiren kahanet' olarak dünyamızı sars gibi sarmıştır. Bunda tuhaf bir şey yok. Tuhaf olan bu sarışın hastalığının bilim adamlarına da bulaşması. İnanılmaz bir şey ama koca koca bilim adamları otumuşlar bununla uğraşmışlar dünyanın dört bir tarafında. Bilim bile aptallaşmış sarışın kadını görünce anlaşılan. 'Sarışınlar aptal mı?' diye sorunca insanın aklına sarışın olan herkes gelir dimi?. Yani Normali budur... Yani sarışın bir 'gen' gelir normal olarak. Yani benim aklıma bu geliyor. Bilimin aklına ise, sarışın diyince sadece sarışın kadın gelmesi hayret verici. Ne yani, sarışın erkek yok mu bu dünyada? Bu araştırmalara sarışın erkekleri de dahil etmeden 'sarışınlar' başlığı altında bir bilimsel sonuç nasıl çıkar anlamak mümkün değil. Sarışın erkeklerin aptallığı konusunda herhangi bir veriye veya araştırmaya ben rastlamadım, raslayan varsa beni bilgilendirsin acilen. Özellikle bunu sarışın kadınlarımızdan bekliyorum.

Eğer ben, 'Aptal Kestane' diyen bir dünyaya doğmuş olsaydım, çoktan ortaya çıkıp 'erkek kestanelere de bakılsın' diye, ortalığı ayağa kaldırırdım. Anadan doğma sarışınlar niye susuyorsunuz allahaşkına?. Hakikaten aptal mısınız yoksa?.

Mehtap Akdeniz
mehtap@kahveciyiz.biz

Yukarı

 Kahvecigillerden : Nurgül Eryeşil


EX LİSTESİ

Biraz bekledim bu yazıyı yazmak için. Bu gün tam tamına 21.günü. İki Cumartesi geçti üzerinden. Bugün üçüncü haftası. Biraz bekledim bu yazıyı yazmak için, birlikte yaşadığımız kentten izleri belki silinir diye, hani derler ya her acının arkasından "zaman iyileştirir". Öyle ya her günün bir sabahı var; bu gün yaşanır, birilerinin canı yanar, sonra insan beyni her gün bir önceki günün kayıtlarını silebilme özelliğine sahip ya? Sabah her birimiz, unutarak uyanırız! Öyle mi?...

Hayır öyle değil! Konun üzerindeki kelime hakimiyetimiz gün geçtikçe azalsa da, 16.Kasım. 2003 tarihli herhangi bir gazetenin ilk sayfasına baktığınızda beş duyunuzu ve yüreğinizi nasıl ilk günkü gibi kilitlendiğine, inanamayacaksınız.

Öylesine bir Pazar sabahı değildi 16 kasım, başka bir şeydi, tanıyın ya da tanımayın, bir çok insanın işaret parmağı bir hastane panosuna, ya da kapısına asılmış bir EX listesinde dolaşıyor . " Orada olmasın lütfen " diyerek, acıyı hissedebiliyor musunuz?Peki ya; tanımlaya biliyor musunuz? Daha derinlere inelim mi?, boğulacak kadar derinlere. Bir insan hayatı bitiyor ve listeleniyor, ölümün listesi yapılıyor...Dehşetin sınırları çizilebilecek gibi değil....

Kalemin mürekkebi donar ya böyle zamanlarda, benim de öyle oldu işte. İlk gün cam ekrandan bakıyordum, ikinci gün bir gazeteyle belgelendi her şey. Gazeteyi elime ilk aldığımda neyle karışılacağımı biliyordum , dünyada geçirdiğim zaman itibariyle, bilmek büyümeyi, büyümek zaman zaman bilmenin pişmanlığını getiriyordu insana.

Saplantılı bir düşünce, sağlıksız bir ideoloji ve sonuç bir ölüm listesi. X terörü, Z yönetim biçimi, tüm bu eylemlerin arkasında duran Y bölgesinden biri, ''bir insan.'' Bir plan yapıyor,bir yönetim biçimi, savunduğu düşünce için, ve bu eylemi cansız bedenleri kullanarak sonuçlandırıyor. Keşif gezilerine çıkıyor, etrafı kolluyor, planının uygulanması için harekete geç emri veriyor, sonra seyrediyor. Plan ve uygulama ona göre doğru, ama unuttuğu bir detay var çok önemli bir detay. Cansız bir bedenin siyaseti, ideolojisi, savunması, hukuku, yoktur.

Dinlerin ve uygarlıkların kesişme noktası, yetiştiğimiz coğrafya; Anadolu. Söz konusu olayın gerçekleştiği yer; İstanbul. İnsan sayısı kadar inanç, bir o kadar yapı var bu kentte. Siz hiç Galata Kulesi'nden İstanbul'a baktınız mı? Şişhane'den yürüyüp herhangi bir sokağa girdiğinizde, pusulanızın ibresi Galata Kulesini gösterdi mi hiç?, ibreye güvenip yolunuza devam ettiğinizde katliamın hedefi olan Neve Şalom Sinagogu'nun önünden geçtiniz mi? Sonra dümdüz yürüyüp Kuledibi' nde bir çay bardağına yansıdı mı yüzünüz. İstanbul'da yaşayan biri olarak bunları yaşadınız muhakkak ya da yaşayan herhangi birinin anısına ortak oldunuz. Şimdi bu anlık keyiflerin, küçük mutlulukların üstüne sonsuz bir gölge düştü. Artık oradan her geçişimizde kaybettiğimiz insanların yaslarını tutacağız, tutmalıyız.

O yolu yürürken başımızı çevirdiğimizde, Neve Şalom' un içinde inançlarının kutsal saydığı bir günde , bir öfkenin bedelini hayatlarıyla ödeyen insanların, inançları gereği kutsal bir ayda iş yerini açıp oradan geçinenlerin, oradan geçenlerin yaslarını tutacağız.

Şimdi hayatınızı şöyle bir gözden geçirin. Hayatınızda hiç dua eden bir insan gördünüz mü?Müslüman, Hıristiyan ya da Yahudi, din ve inanç ayrımını hiç gözetmeden, nereye mensup olduğu ayrımına hiç girmeden, yalnızca dua eden bir insana hiç baktınız mı? Bir camii de, bir kilisede ya da bir sinagogda; mekan ayrımına hiç girmeden. Ellerini nasıl açtığına,gözlerini nasıl kapattığına,başının eğimine, yüz ifadesine baktınız mı? Süleymaniye Camii'ni, Sultanahmet Camii'ni, Neve Şalom Sinagogunu, Beth İsrail Sinagogunu, Aya Triada Kilisesi'ni, Santa Maria Kilisesi'ni ve ismini sayamadığım bir çok sanat eseri niteliğindeki muhteşem yapıyı her köşesinde saklayan bu koskoca kentte, dua eden bir insana baktınız mı hiç? Mutlaka baktınız ama gördünüz mü? Yüz ifadesindeki masumiyeti, günlük hayatın içinden bir parçada olsa sıyrılıp bir başka dünyaya gitme, ulaşma çabasına şahit oldunuz mu?

Peki ya bütün bunları bir düşünceyi dayatma uğruna yapanların bizim gibi bir insan olduğunu, bir anneleri olduğunu, çocuklukları olduğunu düşündünüz mü?Ben bunları düşünemedim çünkü. İnanmakta çok zorlandım.

Birilerinin hayatına kendi inandıkları uğruna son verme hakkını bir insan nereden alır? Neler vaat edilmiş olmalı ki vicdanını törpüleyecek kadar, yaptıklarını seyredebilecek kadar ileri gidebilsin.

Tüm inançların, siyaset mekanizmalarının, geleneklerin, kararların kısacası düşünceden eyleme dönüştürülebilecek her şeyin temasını insanın oluşturduğunu düşündüğümüzde, söz konusu tüm değerlerin içinden insanı çekip alırsak yüklemsiz bir cümle kadar anlamsız olur her şey. Dünyaya getirdiğimiz çocuklarımıza amacına ulaşmak için savaşmalısın emrini verdiğimizde mi pimi çekmiş oluyoruz? Savaşmak tek kişilik bir oyun değil ne yazık ki. Bazı şeylerin geri dönüşü olmuyor ne yazık ki. Özellikle de insan hayatının. Bir çocuğa nasıl açıklayabilirsiniz Bir ''Ex Listesinin'' ne olduğunu...

Ben küçükken insanların torunları olduktan sonra öldüğünü zannederdim. Bir adam okula gider, büyür, evlenir, çocukları olur, saçları beyazlar, dede olur, torunlarını parka götürür,omuzlarında taşır,sonra gider diye düşünürdüm. Ölüm bütün bu yaşananlardan sonra gelir diye düşünürdüm. Herkes bunları yaşar ondan sonra ölür diye düşünürdüm. Her ölüm zamansızdır biliyorum, hele böylesi! Bilmek büyümeyi, büyümek, bilmenin pişmanlığını getiriyormuş, bunu artık daha iyi anladım.

Önce 15 kasım 2003 Şişli Beth İsrael ,birkaç dakika sonra Neve Şalom Sinagoguna yapılan saldırılarla yüzleştik,sonra 20 kasım 2003 tarihinde Levent HSBC Merkez Binası ve İngiliz Konsolosluğuna yapılan saldırıyla. 15 Kasım 'da yaşanan acının bir devamıydı 20 Kasımdın hissettirdiği. Bu saldırılar sonucu hayatını kaybedenler ve geri de kalanlar için söylenecek her söz, her temenni yavan kalıyor galiba. Böyle anlarda söz uçuyor, yazı kalıyor.

Bu yazı ''çok yürekten'' 15 .11 2003 ve 20 .11. 2003 tarihinde yaşanan saldırılarda hayatını kaybedenlere, hayatını kaybedenlerin geride bıraktıklarına, birebir yaşayıp, hala nefes alabilenlere ithaf edilmiştir.

Nurgül Eryeşil
nurgul@kahveciyiz.biz

Yukarı

 Misafir Kahveci : Naz Başaranlar


Kaçak Bir Gözyaşı...

Gün kızıla döndü, otobüsler geçiyor her nefes alışımda içimden. Koştursam yakalayabilir miyim seni ? Sorduğun her soru cevap buluyor artık beynimde.Çok mu geciktim kendimi sorgulamaya,yoksa büyüdüm mü ?... Her yere yıldız düşüyor, batıyor her yerime eskiden en güzel hayalleri adadığım göktaşları, kanatıyor şimdi.

Senden olan her şeyi kokluyorum, sesini yakmıştım küçükken, sonra hiç acımadan yırtmıştım resimlerini... Şimdi, mektuplarında parmak izlerini arıyorum. Sen kokan son geceliğimi de yıkadım astım. Bu kadar muhtaçken ve bilmiyorken muhtaçlığımı koşmak o kadar zor ki, ellerim titriyor yazamıyorum. Erik çalıyorum dünümde, ellerim terliyor,sen gülüyorsun. Ürkek öpüşmelerin verimli sahnesi İstanbul, ve ilk aşk. Ellerim terliyor, sen gülüyorsun.

Yüklendiğim borç, sigara paketimdeki telefon numaran ve hala yanan soba....

Bir yerlerde kalan, sorgusuz kırıntılarıyla üremeye çalışan korkular. Ve nereye gittiği bilinmeyen kayıp bir gözyaşı

Hükümsüz !

Birleştirip dağıttığın puzzle, eksik kalan insan yüreği, yaşamı algılatan acımasız birkaç göz bir yerlerden izliyor herşeyi. Susuyorum.

Anları ipe dizip ömür tamamlama tutkusu, her ne şekilde, her nasılsa noktayla bitirilememiş, üç noktalı cümleler.

Elini ve kulağını çınlatan, hatırlanmama korkusu. Pili bitmiş bir saatin, fişi çekilmiş bir dünyanın son turudur bu kendi ekseninde.

Ve gittikçe giden ses.

Artık sorgulama zamanıdır. Ev, oda, hayat, dünya öyle karışmıştır ki elini attığın yerden yüzlerce soru işareti çıkar.

İkilem !

Soru işaretleri yankılanır, gözlerin kan çanağı, ellerin çamur içinde buz kesmiştir. Fişi çekilir yaşamın ve jeneratör diz boyu kan.

İçmeyip söndürdüğüm sigara, sıkılıp yarım bıraktığım kitabın sonu hazların ortak paydası mı? Bilinmezlik, ki payı kaç değişkeni kapsar ?

Ölüm korkusu mudur denizin akıntısı, ve değil midir ki yaşamlarımız alıntılardan ibaret birbirinin aynı, ve değil midir ki öfke bilinçaltımızın yansıması ? Sürükleniriz sayfalarca, hayatlarca...

Kendi adına düşlediğin ve konuşmaktan hep korktuğun bir beklentiyle susarsın. Bir omuza, hatta öylesine bir tebessüme bile razıyken bedenin, ruhunun çıkmazları seni hep susturur... Korunaksız sayfaların dilini tutan duygusuzluk boğazında düğüm oluverir.

Bir şeyler eksildikçe geçmişini kurcalarsın. Sigarayı bıraktıysan ilk iş başlarsın, sonra eski anılar çıkar aynalı tahta sandıktan ve birkaç damla gözyaşı.

Aradan an(lar) geçer ve senin rutinin gittikçe katlanıp dayanılmaz bir acıya dönüşür, sıra fotoğraflardadır, ruhundaki tüm mazoşist duygularınla iş birliği yapmıştır beynin. Hem görmekten korkarsın hem gördükçe tanımı mümkün olmayan bir tat alırsın, her anıyla birbirini mastürbe eder her kare. Tükenecek hiçbir şeyin kalmamıştır.

Kokulu zarflar ve sararmış kağıtlar üzerindeki el yazıları... milyonlarca kez okuyup çok güçlü olduğunu zannettiğin zamanlardan birinde artık okumayacağım diyerek kaldırıp yerini bile hatırlamadığın ve hayatının hangi köşesinde olduğunu bile unuttuğun mektuplar ruhunun stepnesidir.

İşte öyle ansızın, olur olmadık bir anda seni düşünüyorum. Tüm bedenimi ve ruhumu çizmişken avuçlarına ve kan damlarkerken dudaklarımdan, geleceğin imkansızlıklarının izleri varken teninde ve dokunurken öylece git gellerdeyim. Beklentin, yüküm olana dek beklendin. Ki; beklenmiyordum bir başkasının olması gereken kapının ardında beklerken. Beklenmeden geldim. Oysa söyleseydin beklediğini birini ve beklediğinin gelmediğini sonra gelirdim belkı bende... Doğru kapının ardında ve tüm gerekliliğimle... Sıcak çay zamanlarında belki... Belki çayın bile hazır olduğu zamanlarda... Beklemeden...

Bunca sorarken ben seni hayata, aşka ve yüreğe...

Seni nereye koymalı ?

Artık beni duymadığını düşünmeye başladım, vazgeçtim açıkçası, sana özlemin sesini duyurmaya çalışmaktan. Sıcak bir suya dem olsun diye bıraktığım yüreğim kendinden vazgeçti, hayatın renklerini diğer insanlar gibi yorumlamak zorunda bırakılınca.

Karabataktan farksız olabiliyor bazen hayatımızın olmazsa olmazları, o kadar ince bir çizgi ki olmazsa olmaz ile varsın olmasınlar. Bazen öyle zamansızlıklar oluyor vazgeçiyorsun bu tespitlerden.

Vazgeçiyorum gittikçe bir isim kalıyor hafızamda senden bir de “Sevdim Seni Bir Kere “

Dumanlarını savurduğum aşkım, şehrime yabancı artık. Tüyleri diken diken olmuş bir annenin süt gelen göğüsleri kadar sıcaktı insanlarım zamanında bana...

Ve tabi ki şefkat derinlerde bunca çaresizlikle, anne kokusu. Düşte, sanalda ve yok yaşamda, İstanbul’da ve hatta çok acı bir aralık akşamında. Paketlenmiş birkaç duyguyla ezberlenmiş ki biz varolmadan çok önce yazılmış, izleri sürülerek bugüne gelinememişler.

- Terli terli su içtim boğazım şişti anne. Hem Yeni Camii’deki kuşlar da attığım yemleri yemiyorlar. Kötü kız mı oldum yoksa ? Haydi bunu da öğretsene !

- Tütün mü ? İçiyorum galiba. Ellerimdeki sarılık mı, tütünden mi ?

Gözlerim, ne oldu ferine ?

Naz Başaranlar

Yukarı

 Gönülden Kahveci : Aylin Çukur


TOPLUMSALIN SONU

Bu boş odamda derin düşüncelere dalarken, insanoğlunun yaşanılası hayatını sorguluyorum! Acaba gerçekten yaşanmalı mı? Eğer her şey gelip geçiciyse ne için kürek çekiyoruz???

İnsan olarak yaşayamıyoruz bile bu toplumsal kaos içinde! Mutlak huzura nasıl kavuşulur ki? İnsan bedeni yalnız mezarda ''gerçekliği yaşıyor'' sanırım, cesedi varıyor bunun nasıl bir ''lezzet'' olduğu konusundaki kanıya... Eee o zaman? Yaşamın tadındaki acılık neden hep servise çıkıyor o zaman? Bu dünya -acıların çocuğuyum, bir zamanlar genç ama gururluydu, çok acılar çektim- gibi sözlerin sıkça duyulduğu, isyanların şaha kalktığı bir yer mi?

Demokrasi çözüm ''alanı'' ise bu dünyada yok öyle bir şey! Sadece belli amaçlar doğrultusunda, iğrenç çıkarlar için, göz boyamak maksatlı bu kavram(!) Hani yaşamın çekilebilir olmasını sağlayabilecek çözümler?! Hadi üretsenize!

Bunları düşündükçe sadece alaylı bir gülümseme yerleşiyor yüzüme ve ''hayat fani'' diyip her şeyi boş verenlere ''fani olalım o zaman bir an önce'' diye karşılık vermek istiyorum ama sonra yaşamın ''madrabaz'' olduğunu hatırlıyorum ve sağı solu belli olmaz bunun şimdi süründürür beni çok uzun süre, o yüzden toplumsal yığın içinde devam etmeli!!! Yani teslim oluyorum yine çaresizce üçkağıtçıya...

AYLİN ÇUKUR
acukur@kahveciyiz.biz

Yukarı

Ahmet Altan

 Marangoz, Bahçıvan ve de Kahveci : Ahmet Altan


   ZAVALLI BİR YOKOLUŞ -2-

Theodore Kaczynski, çoğumuzun bildiği, ama çoktan unuttuğu bir isim.. 1996 yılında bu ismi çokça duymuştuk.. Ama o zamanlar olayı tam olarak anlamamış, değerlendirememiştik. Bu nedenle de unuttuk gitti bu son derece ilginç öyküyü...

1942, 22 Mayıs'ta Chicago'da doğdu. Her türlü ilaca karşı dehşetli bir alerjik reaksiyonu vardı bünyesinin. Küçük yaşlarda uzun bir süre hastanede yatırılması ve izole edilmesi gerekmişti, anne babası tarafından da görülmesine izin verilmemişti. Belki de, bu uzunca süre için dokunulmamak ve kucaklanmamak sonunda, bir zamanlar mutlu bir bebek olan Theodore asla bir daha aynı olamadı..

Chicago'nun bir dış mahallesi olan Evergreen Park'da geçen çocukluğu sakin ve mutluydu. Annesi, bu büyük oğlunun içindeki merak ve ilgi ateşini yakmak canlı tutabilmek için yanına oturur, birlikte Scientific American gibi bilimsel dergiler okurlardı. Eski bir komşu olan Dorothy O'Connell Ted daha 12 yaşındayken, Matematikten Kalkülüs'e adında bir kitap okumakta olduğunu anımsıyor.

O dönemdeki komşular, çocuğun parlak zekasının kolaylıkla göründüğünü, ancak sosyal becerilerinin de bir o kadar yetersiz olduğunu söylemişler.. Karşılaştığı komşulara asla günaydın demeyen, herhangi bir şey konuşmak ya da söylemek için asla girişimde bulunmayan bir çocuk.. Daha küçükken büyüyüp, adeta yaşlı ve olgun bir adam olmuş olan bir çocuk. Diğer çocukların pop ya da rock dinledikleri bir ortamda, içinde matematiksel mükemmellik ve simetri olduğunu düşündüğü Vivaldi ve Bach gibi klasik müzik eserleri dinleyen bir çocuk.

Öylesine parlak bir zekası var ki, 1958'de, 16 yaşındayken, üst üste iki sene sınıf atlamış Kaczynski. Ve daha sonra 20 yaşında Harvard üniversitesi Matematik bölümünü bitirmiş. Ardından da master ve PhD gelmiş. Hocaları onu diğer matematik uzmanlarını yıldıran karmaşık eşitlikleri kolaylıkla çözüveren parlak bir öğrenci olarak hatırlıyorlar, ancak sosyal olarak, yalnız...

1967 yılında Berkeley'de matematik hocası olarak göreve başlamış ve 1969'da herhangi bir sebep göstermeksizin okuldan ayrılmış. Bölüm başkanı John Addison'ın dediğine göre, Kaczynski bu günlerde kendisine matematiği bırakacağını ve aslında sonrasında da ne yapmak istediğini pek bilmediğini söylemiş. Bu sakin ve dingin adamı, bu garip fikrinden vaz geçirmek için çok çabalamış diğer hocalar ve idari görevliler, ama Ted kararını değiştirmemiş. Addison bir de Kaczynski'nin adeta patolojik düzeyde utangaç ve içine kapalı olduğunu anlatıyor. Fakülte başkan yardımcısı Calvin Moore'da Ted'in hazırladığı etkileyici tezi ve bilimsel makaleleri anımsadığında, 'Eğer kalsaydı, okulda çok ilerler ve fakültenin saygın bir öğretim elemanı olurdu' diyor.

Theodore, 1971 yılında (üniversiteden ayrıldıktan bir yıl sonra) kardeşi David ile birlikte Lincoln Montana'da bir arazi alıyor, bu araziye 3mt x 4mt ölçüsünde bir kulübe çakıyor, ve elektrik, su ve hatta tuvaletten bile yoksun bu ilkel barınakta yaşamaya başlıyor bir başına. Çoğunlukla işsiz, yılda sadece birkaç yüz dolar ile geçiniyor. Isınmak için ormandan ağaç kesiyor, et için geyik avlıyor, sebzeleri bahçesinde yetiştiriyor ve bir miktar da çarşıdan aldığı konserve balık vs ile besleniyor... Zaman zaman gerekli olan kasaba ziyaretleri için eski bir bisikleti var, bunu kullanıyor, Kasabadakiler onu, zincire takılıp durmasın diye hep sağ paçası bir lastikle bağlanmış olarak hatırlıyorlar. Montana'nın aşırı soğuk kışlarında, bisikletinin tekerleklerine doladığı bir de zinciri var, böylelikle karda kaymadan gidebiliyor. Bisikletle gelinemeyecek kadar kötü koşullar olunca da bir posta arabasına otostop yaparak gidip geliyor kasabaya gerektiğinde. Aslında Theodore Kaczynski'nin köye gelmesi yılda toplam beş, bilemediniz altı kez gerçekleşen bir hareket.

Kasabadaki esnaftan Teresa Brown 'nazik, utangaç, çok şeker..' diye tanımlamış. 'Asla şüphelenilecek birisi değildi. Hep yalnızdı, Hiç arkadaşı olduğunu sanmam, hiç işi de yoktu sanırım.. işte, orada dağda oturan zavallı bir münzevi.. hepsi bu..' Kütüphane görevlisi Linda'nın söyledikleri de ilginç, 'Çok yüksek bir eğitimi vardı, benim okuyabileceğim seviyenin çok çok üzerindeydi. Edebi eserler okuyordu. Zaten istediği kitapların çoğu bizde yoktu ve bunları başka kütüphanelerden getirtmek zorunda kalıyorduk. Kitapları geri getirdiğinde sorardım, bunları okuyup anlıyormusunuz diye.. Ben denemiştim, kesinlikle anlıyamıyordum..'

Montana'da oturmakta olan Karen Potter, (kasabadaki Blackfoot marketinin sahibi) ilk kez onunla karşılaştığında konuşmaya çalışmış. İlk izlenimi bu adamın insanlarla nasıl iletişim kuracağını bilemeyen, bunu beceremeyen bir sanatçı olduğuymuş. Birlikte ekmek yapımı, ev işleri ve sağlık konularından bahsetmişler. Kaczynski'nin özellikle ekmek pişirmek konusundan hoşlandığını hatırlıyor. Bu sohbetler genellikle dostca ve zevkli geçmiş, genellikle bu çevrede yaşamaya bir şekilde itilmiş olan diğer insanlardan farklı hiçbirşey algılamamış Potter. Tabii Kaczynski hemen hiçbir zaman özel yaşamı ile ilgili konuşmamış. 'Sanıyorum tanımanın bu denli güç olması nedeniyle bir çekime kapılmıştım. Örneğin, matematik hocası olduğunu öğrendiğimde çok şaşırmıştım, çünki bir keresinde bir fatura ile ilgili anlaşmazlığımız olmuştu ve ben haklı çıkmıştım, çok utanmıştı.. Çok tatlıydı..'

Tüm kasabada, onun hakkında konuşabilecek kadar tanışıklığı olan az sayıda insanın ortak bir düşüncesi vardı, aralarında otuz yıla yakın bir süre yaşamış ve gene de bir yabancı olarak kalmayı becermiş birisiydi .. Vitamin aldığı eczaneden asla torba ya da kağıt poşet vs istemez, hep yanında getirdiği kumaş heybeye koyardı. Zaman zaman komşu araziye gidip, komşusuna o günün günlerden ne olduğunu sorduğu olurdu. Ara sıra bu komşusuna yabani otları öldürmek anacıyla yaptığı ilaçlamaları kendi arazisine doğru yapmamasını, lenf kanserinden ölmek istemediğini söylüyor. Uzun kış dönemlerinde hemen hiç gören olmazmış onu, tek odalı kabinden dışarı bile çıkmazmış neredeyse... Hatta gitmiş olsa, kimselerin haberi olmazdı diyor komşuları..

Ted, aile fertlerinden; eğer kendisine yolladıkları mektupta, önemli bir bilgi varsa, pulun altına bir kırmızı çizgi çizmelerini istemiş. -böylelikle daha erken zaman ayırıp okuyacakmış-aksi halde mektup gelse bile-kendisi için uygun olan zamana kadar bir köşede beklermiş mektuplar! 1990 yılında pulun altı kırmızı ile çizili bir mektup, gerçekten de gelmiş. Babası intihar ettiğinde.. Ne var ki, bizim münzevi buna çok bozulmuş, çünki ona göre böyle bir mektup 'acil' önem arzetmiyormuş. Haziran 1990'da küçük kardeşi David'in evlenmesi üzerine, kendisine yazdığı bir mektupta, büyük harflerle bir daha ne David'i ne de ailenin herhangi bir diğer ferdini görmek ya da duymak istemediğini kesin bir dille ifade etmiş.

1978 yılında, kardeşinin gözlemci olarak çalışmakta olduğu bir kauçuk fabrikasında işe başlamış, ne var ki burada rastladığı bir kıza hafiften tutulur gibi olmuş, ancak kız bu ilişkiyi istememiş ve kendisini refüze etmiş, sonra da Ted biraz israrlı davranıp iş yerinde huzursuzluk çıkınca, kardeşi tarafından işten atılmış.. Sonra da 1979'da tekrar kulübesine geri dönmüş.

Annesi (Wanda) halen New York'ta oturuyor. Hem anne, hem de baba, çocuklarıyla çokça konuşan, onlara eğitimin değeri, doğru olanın yapılması gibi konularda sürekli nasihatler veren, ilgili, sıcak insanlarmış. Hiçbir zaman sıkı disiplinci insanlar olmamışlar, zaten bu hiç gerekmemiş de, çünkü iki çocukları da ne toplumda ne de okulda, asla sorun çıkarmamışlar.

İnsanlık tarihinin en uzun ve en pahalı kelle avına konu olmuş olan, yaşam hikayesini yukarıda kısaca konu ettiğimiz bu değerli matematikçi, 1998 yılı 22 Ocak'ında üç kez idam ve 30 yıl hapis cezası almış ve ceza, asla affa uğramamak kaydı ile ömür boyu hapis olarak değiştirilmiş...

Kaczynski kimdi? Ne yapmıştı da üç idam ve otuz yıl hapse mahkum olmuştu?

Arkası Yarın

Ahmet Altan
aaltan@kahveciyiz.biz

Yukarı

 Milenyumun Mandalı : Sait Haşmetoğlu


Milenyumun Mandalı

Editör'den Önemli Not:Sevgili Sait Haşmetoğlu'nun e-romanı görsel öğelerle süslendiğinden, aşağıdaki adresten tek tıklamayla zevkle okuyabilirsiniz. Üşenmeyin... Tıklayın... Ayrıca bugünden itibaren duygu ve görüşlerinizi yorum olarak yazabilirsiniz.
http://www.kmarsiv.com/xfiles/mandal_1.asp

Devamı yok. BİTTİ

hasmetoglu@kahveciyiz.biz

Bu romanı arkadaşına önermek ister misin?

Rating: 8,578,578,578,578,578,578,578,578,57
              445 Kahveci oy vermiş.
58261 Yorum var. Yorum Yaz / Oku

Yukarı

 Dost Meclisi



Fotoğraf: Berrin Cerrahoğlu

<#><#><#><#><#><#><#>

Kahve Molası'nın sürekli ve sabit(!?) bir yazar kadrosu yoktur. Gazetemiz, siz sevgili kahvecilerden gelen yazılarla hayat bulmaktadır.
Her kahveci aynı zamanda bir yazar adayıdır. Bu bölüm sizlerden gelecek minik denemelere ayrılmıştır. Yolladığınız her özgün yazı değerlendirilecektir. Siz sevgili kahvecilere önemle duyurulur.
Kahve Molası bugün 3.899 kahveciye doğru yola çıkmıştır.

Yukarı

 Tadımlık Şiirler


...

İlk gördüğümde de güzeldi gözlerin
Bazen bulutlandı kelimelerimle
Bazen güneşler açtı
Sonbahara inat..
Sen hep gün aydınlığı
Gülen yüzünle
Bitmeyen o sevginle
Sen hep gün ışığı..
Bende ise birkaç silik fırtına
Tuhaf anlamlarla
Yarım yamalak bir şarkıyla..
İlk göründüğün günden bu yana
Gözlerimi acıtır gözlerinin ışığı;
Gülüşünden..
Ve sen hep gün tadında
Geceye belalı
Güneşe sevdalı..

Bir günaydın çiçeği varsa bir yerlerde,
Sen gibi kokmalı..

Belgin Ayhan

Yukarı

 Biraz Gülümseyin


Kızgın Sarışın

Vantrolok eline geçirdiği kukla ile konuşuyor ve aptal sarışın fıkraları anlatıyormuş. Gösterisi biraz ilerledikten sonra birden orta sıralardan sarışın bir kadın ayağa kalkmış ve yükses sesle :
- Afedersiniz !

Bu çıkış üzerine vantrolog ve kalabalık durmuşlar ve sarışına bakmaya başlamışlar, sarışın :
- Görüyorum ki sarışınların ne kadar aptal olduğuna dair şakalar yapmaktasınız. Peki söyler misiniz, bu kanıya nereden vardınız ? Tek suçumuz saçımızın rengi mi yani ? Sizin bu yaptığınınz ırkçılık olmuyor mu ? Kadınların birçoğunun sarışın olduğu ülkelerdeki kadınlara hakaret etmiş olmuyor musunuz ? Tanımadığınız bu kadar kadına ettiğiniz hakaretler sizi rahatsız etmiyor mu ? Söyler misiniz ?!!

Bunun üzerine vantrolog çok mahçup ve üzgün bir yüz ifadesi ile :
- Şey, ... ben özür dilerim, ... sadece şaka yapıyordum. Eğer sizi ...

Sarışın Vantrolog'un sözünü keser ve :
- Ben sizle konuşmuyorum bayım. O elinizdeki küçük terbiyesiz adamla konuşuyorum ! Siz onu savunmayın, o cevap versin.

<#><#><#><#><#><#><#>



Ohhh... Taze taze!..

Yukarı

 İşe Yarar Kısayollar - Şef garson: Akın Ceylan


http://www.mopyfish.net/
Yıl 1998, mopy fish isimli sanal akvaryum balığıyla ilk defa tanışmıştım. Sene 2003 bu balık hala var ve XP uyumlu haliyle yine karşımızda. Sanal manal çok şirin bir balık. Düzenli olarak beslediğiniz takdirde puan alıyorsunuz ve belli bir puana ulaştıkça akvaryumunuza güzel bir hediye geliyor. Denemenizi tavsiye ediyorum. Eğer memnun kalmazsanız uninstal seçeneği de mevcut.

http://www.araf.net/dergi/sayi30/s30_c_ocek.shtml
...Rivayete göre bir testere günün birinde sahibine çok yorulduğundan dert yanar. Eğer arkasını kaşırsa çok rahatlayacağını ayrıca kendisine dünyanın en güzel sesini vereceğini söyler. Testerenin sahibi eline aldığı bir keman yayını testereye sürtmeye başladığında testereden büyülü bir ses geldiği duyulur...

http://www.acemiler.net/index.php
İnternet'in acemilerine, profesyonellerden bilgi paylaşımını esas alan bir web çalışması. ...Acemiler.net Türkiye'nin en paylaşımcı portalı..Web Teknolojileri, Tasarım, Grafik, Bilgisayar Dünyası ve İnternet uzmanları üyelerimizle bilgilerini paylaşıyor...

http://www.swish.egitimi.com/
Swish isimli bir program var. Fazla çaba harcamadan pratik flash animasyonlar yapabilmenizi sağlıyor. Programı daha önce yüklediyseniz ve nasıl kullanacağınızı bilemiyorsanız işte size eğitim fırsatı. Ayrıca bu programın tam olarak ne işe yaradığını öğrenmek isteyenlere de bir kaynak olarak sunabiliriz.

akin@kahveciyiz.biz

Yukarı

 Damak tadınıza uygun kahveler


Powerbullet Presenter v1.3 [2451k] W9x/2k/XP FREE
http://www.mywebattack.com/gnomeapp.php?id=107381
Falsh kullanarak prezantasyon yaratmaya yarayan hoş bir program. Geçişlerle, müzikle zenginleştirilmiş hoş gösteriler yapmak mümkün. Bu tür programlara ilgi duyanların değerlendirmesinde yarar var.

Yukarı

http://kmarsiv.com/sayilar/20031216.asp
ISSN: 1303-8923
16 Aralık 2003 - ©2002/03-kmarsiv.com
istanbullife.com
Kahve Molası MS Internet Explorer 4.0+ ve 800x600 Res. için optimize edilmiştir.
Uygulama : Cem Özbatur - Her hakkı saklıdır. Yayın İlkeleri