KAHVE MOLASI
ISSN: 1303-8923
ABONE FORMU

ABONE OL
ABONELiKTEN AYRIL
HTML TEXT
Arkadaşlarınıza önermek ister misiniz?

 SON BASKI
 Ana Sayfa
 Arşivimiz
 Yazarlarımız
 Manilerimiz
 Forum Alanı
 İletişim Platformu
 Sohbet Odası
 E-Kart Servisi
 Sizden Yorumlar
 Kütüphane
 Kahverengi Sayfalar
 FİNCAN/SİPARİŞ
 Medya
 İletişim
 Reklam
 Gizlilik İlkeleri
 Kim Bu Editör?
 SON BASKI
 PDF (~250-300KB)


PDF Versiyonu





Kahveci Soruyor?



KAHVERENGİ SAYFALAR



KAPI KOMŞULARIMIZ

Üç Nokta Anlam Platformu


İYİ BAYRAMLAR
Yazılan, Okunan, Kopyalanan, İletilen, Saklanılan, Adrese Teslim Günlük E-Gazete - Yıl: 2 Sayı: 437

 10 Şubat 2004 - Fincanın İçindekiler

 Editör'den : Neden acele ettiniz?


Merhabalar,

Biraz aceleye geldi galiba, ne dersiniz? Koca çınar eksik uğurlandı. Bir gün daha beklenseydi, organize olunabilseydi uğurlayanların yüzbine dayanması mümkündü. Vasiyeti doğrultusunda tekbirle uğurlanırken alkışlardan da nasibini alabilirdi. Olmadı... Nur içinde yat Cem Karaca...

Kıbrıs çıkmazı nedeniyle AB tartışmaları ayyuka çıkmış durumda. Zaman geçtikçe AB'ye giriş konusunda tedirginlikler, soru işaretleri artıyor. Alınan sinyaller hiçte olumlu değil. Mutlaka girmemiz gerek diyenlerle, boşa kürek çekiyoruz diyenler arasında gidip gelen sıradan beyinler ne tarafta yer alacaklarını şaşırdılar. Bunlardan biri de benim. Gönlümden geçenle mantığımın söylediği birbirine yedi kat yabancı. Kriterleri kıtır kıtır yedikçe memleketim adına seviniyor ama içinden çıkan taşlar dişlerimi kırdıkça lanet ediyorum. Şu sıralar Kıbrıs eldeki oyuncak, o da kırılınca önümüze konacak kırılmaya hazır yeni uzaktan kumandalı araba ne marka olacak merak içindeyim. Sinirleniyorum, bir kaşık suda boğasım geliyor şu dış güçleri. Mertçe 'Almayacağız!' demelerini bekliyorum. Derler mi? Sanmam... El altında iyi bir pazarı oyalamak varken ve o pazar kapıda beklemeye razıyken ne halt yemeye söyleyip ortalığı bulandırayım değil mi? Demokles'in kılıcı tepemizde sallandığı sürece, bunlar Kıbrıs'ı almakla kalmaz kıçımızdan donumuzu da alırlar sesimiz çıkmaz.

Popstar bitti ikincisi geliyor derken sürprize bak sen. Meğer popstarın sahibi Osmantan'mış, o da pılısını pırtısını toplayıp kanal değiştirmiş. Konu aslında Osmantan ve Med Yapım anlaşmazlığı gibi göründüğünden yeni yarışma çok ilginç olacağa benzer. Armağan ve Ercan'ın olmadığı, İMÇ sponsorluğunda bir yarışmaya hazırlıklı olun. Neyse... Sabah ola hayrola, gün doğmadan neler doğar...

Bir sonraki sayıda buluşuncaya kadar bulunduğunuz yerden bir adım öne çıkın. Sevgiyle...

Cem Özbatur

 PASTORAL EFEMER : Zeki Yıldırım


SEVGİYİ SÖYLEMEK

Asistanlığa başladığım ilk yıldı. Aynı yıl sınavı kazanan bir arkadaşla birlikte bir ev tutmuş, mesleğimizin ilk yıl adımlarını birlikte atıyorduk. Aynı zamanda sırlarımızı karşılıklı paylaşıyor, sorunlarımıza birlikte çözüm arıyorduk. Yeni asistanlar, özellikle son sınıf kızlar arasında özel bir ilgi gurubunu oluşturuyordu. Daha doğrusu bu ilgi karşılıklıydı sanırım. Arkadaşım, laboratuar derslerine girdiği bir son sınıf kız öğrenciye abayı yakmıştı. O gün yaşayanlar için kolayca hatırlanabilineceği için ve farklı kurulan hayatlar için olumsuz etkiler taşıyabileceği için kızın ismini değiştirerek ona "Belma"; arkadaşım da İlker diyelim. Belma'nın da arkadaşıma adı konulmayan bir ilgi duyduğunu gözlüyorduk. Bizim dönemimizde pek revaçta olan bu kelime, aşkı aşk gibi taşıyanlar için söylenirdi. Türkan Şoray, Fatma Girik, Hülya Koçyiğit, Tarık Akan, Kartal Tibet ve tabi ki Cüneyt ağabeyli yıllardı ve hala aşk, o dönemin kutsal Hollywood atasözlerinden " Aşk, hiçbir zaman pişmanlık duymamaktır" ile tanımlanırdı. Bir gecelik aşklar, laf olsun diye aşklar yoktu. Sevdin mi tam seveceksin vardı, bir karşı cinsin elinden tutmak, sonu uzun yıllara taşınacak bir beraberliğin göstergesiydi. En azından bizim yaşadığımız taşra dünyasında böyleydi. Yani genç bir erkek için aşk; bir kıza karşı duyulan en coşkulu bir duyguydu ve mutlu ya da mutsuz ama uzun süreçli bir birlikteliği içeren kutsal, masum, dürüst ve ilkeli bir tutkuydu.

Arkadaşım bu platonik duygularını söylediğinde, oturup ciddi ciddi ne yapmamız gerektiğini tartıştığımızı hatırlıyorum. En son arkadaşımın bir yolunu bulup kız ile görüşmesine karar vermiştik. Çünkü gerçekten platonik de olsa, gerçek bir aşk taşıyordu yüreğinde. Kız deney raporları vb. için laboratuara çağırılacak ve açıklanacaktı.

Akşam fakülte çıkışı arkadaşımın suratında işlerin hiçte iyi gitmediğine dair bir ifade vardı. Daha ne oldu bile demeden "Maalesef" dedi arkadaşım. "Başka birisiyle ciddi bir ilişkisi varmış; kalbime gömmekten başka çarem kalmadı. Lütfen bu konuyu bir daha açmayalım, çünkü ziyadesiyle üzgünüm. Hatırlamazsak, daha kolay olur unutmak" dedi. "Peki" dedim, "ne zaman konuştun, çünkü öğleden sonra Belma benim odama geldi ve oldukça neşeliydi. Yani önemli bir teklif almış ve kabul etmemiş, bir havası yoktu". "Boş ver artık, bu kız bana yar olmaz" dedi. "Sabahtan cesaretim yok gibiydi. Bu nedenle en yakın arkadaşını çağırarak durumunu sordum; maalesef ki sözlüymüş".

Yıllar geçti, bir eski mezunlar günü için toplanmıştık. Belma da vardı, eşi ve çocuğu ile birlikte. Ayak üstü bir şeyler atıştırırken Belma yanıma geldi. Öteden, beriden konuştuk. Bir ara bana İlker'i sordu. Artık burada çalışmadığını, çünkü mutsuz bir evlilik geçirdiğini ve boşandığını, dolayısıyla burada kalmasının onu mutsuz ettiğini söyledim. "Üzüldüğünü" söyledi. Belma'nın bu ilgisi, bana yıllarca merak ettiğim konuyu açma cesareti verdi. "Fakülte yıllarında sözlü olduğun kişi ile mi evlendin ?". "Hayır, ben sözlü değildim ki" dedi ve nereden çıktı bu laf gibi de bana anlamsız anlamsız baktı. Çok şaşırmıştım. Ona İlker'i ve o gün olanları anlattım. "Öyle mi ?" dedi. Şaşırma sırası ondaydı, badem yeşili gözlerine garip bir hüzün çöktü, yüzünün şekli değişti, neşesi kayboldu. "Artık hiçbir yararı yok !" dedi, çok üzülmüş olduğu her halinden belli oluyordu. "Bende onu sevmiştim ve bana gelip bunu söylemesini beklemiştim. Ne yazık ki o gidip arkadaşım bile olsa beni kıskanan ve bu anlamda iyiliğimi istemeyen birine sormuş. Ne büyük talihsizlik" dedi. Gözleri yaşlanmıştı, hafifçe gözlerini sildiğini hatırlıyorum ve izin isteyip bayanlar tuvaletine doğru koşar adım uzaklaştı. İlker'in büyük platonik aşkını düşündüm. Birkaç yıl hiç Belma konusunu açmamıştı ama gizliden gizliye sevdiğini biliyordum. Konuştuğu günlerin hemen ardından, hocadan izin isteyip Belma'nın sınıfının danışmanlığı ve uygulama görevliliğinden ayrılmıştı ama aklı fikri ondaydı. Daha sonra bu aşkın küllenmemiş duyguları üzerine ani bir evlilik yaptı. Mutluluğu ne yazık ki, bulamadı. İki yıl içinde boşandı. Çok zayıfladı, güçsüz düştü. Bunalımlar yaşadı, tedavi oldu ve bir daha eski sağlığına ulaşamadı. Hocaların da desteğiyle memleketine yakın bir fakültede öğretim görevlisi olarak çalışmaya başladı. Beş yıl önce de öldüğü haberi geldi.

Hatırladığımda içimden bir şeyler kopartan bu yaşanmışlık "sevgiyi söylemenin ve paylaşmanın" ne kadar önemli olduğunun bir göstergesidir elbet. Buna iki örnek daha sunmak istiyorum. Bunlardan ilki bir öykü. İkincisi ise çocuğum bana gönderdiği bir mail.

Öykü; "Rahip, mezarlıktaki işine bitirmek üzereydi" diye başlamaktadır. O anda elli yıllık karısını kaybeden 78 yaşındaki adam: "Onu ne kadar çok sevdim." diyerek çığlık çığlığa ağlamaya başlamıştı.Yaşlı adamın yaslı sesi törenin asil sessizliğini bozmuştu. Mezar başındaki diğer aile bireyleri ve dostlar şok olmuşlardı, utanç içindeydiler.Yetişkin çocukları alı al moru mor babalarını yatıştırmaya çalıştılar : "Tamam, baba. Seni anlıyoruz." Yaşlı adam gözlerini dikmiş kazılan mezara yavaş yavaş inen tabuta bakıyordu. Rahip törene devam etti.Törenin sonunda,aile bireylerini ölüm töreninin kapanışı olarak tabutun üstüne toprak atmaya çağırdı. Yaşlı adam hariç hepsi sırayla toprak attılar. Yaşlı adam hala : "Onu ne kadar çok sevdim" diye sesli sesli konuşuyordu. Kızı ve iki oğlu konuşmasını engellemek istediler, ama o devam etti, "Onu sevmiştim!" Kalabalık mezarlığı terk etmeye hazırlanırken, yaşlı adam gitmemekte direniyordu. Gözlerini mezara dikmiş bakıyordu. Rahip yaklaştı : "Kendinizi nasıl hissettiğinizi biliyorum, ama gitme zamanı geldi. Buradan ayrılmalı ve kendimizi hayatın akışına bırakmalıyız." dedi. Yaşlı adam çaresizlik içinde bir kez daha "Onu ne kadar çok sevdim." diyerek söylendi. "Beni anlamıyorsunuz" dedi Rahip'e "Ben bunu ona sadece bir kere söyleyebildim... "

Mail ise geçen yıl çocuğumun bana gönderdiği bir yazı. Sanırım bir yerlerden almış ama bana mesaj verdiğini düşünüyorum ve onu haklı buluyorum. Maildeki mesaj "Hayatım boyunca sadece iki kez mutluluktan ağladım" diye başlıyor. "1. İlkokuldayken babam bana ilk defa "Kızım" dediğinde yanaklarımdan yaşlar süzülmüştü. 2. Geçen hafta annemlere kalmaya gittim. Sabah işe geç kaldığım için babam beni uyandırmak için odama geldi. Uyandırırken de hayatımda ilk defa saçlarımı okşadı.

Babalar... Lütfen sevginizi gösterin. Dokunun, sarılın, öpün... Benim çocuğum anlar demeyin, çünkü anlaşılsaydı herhalde ilk ben anlardım".

Zeki Yıldırım
zekiyildirim@kahveciyiz.biz

Yukarı

 Kahvecigillerden : Zeynep Meryem Pınar


DOSTA VEDA...

*Geçmiş zaman olur ki,hayali cihan değer...

Nasıl anlatsam ki? Yada nasıl anlatılır ki? Bazen mutluluğun kaynağını arıyorum,hani bulunmuyor ya.. kaçıp saklanıyor ya... hanki markete baksan yeni bitmiş oluyor ya...İşte bu gün uyandığımda yastığımın ucundaydı, öyle bir his ki;

Bahçedeki tomurcuk gülün üzerinde son kalan çiğ tanesi gibi, o su damlasının pembe gül yaprağından toprağa düşmesini seyretmek gibi...

Nasıl anlatsam ki?
Özleyip özleyip kavuşmak gibi, "sen mi geldin" derken kelimelerin benden önce gülümsemesi gibi,havadaki o kavuşma kokusu gibi....
Onca soğuktan kıştan sonra, bir sabah sokakta yürürken duvar dibinden filizleniveren o minicik mavi çiçeği görmek gibi...

Nasıl anlatsam ki?
Hani dibe vurduğunda her şey bitti diye düşündüğünde son dakikada sana uzanan o el gibi..
Hani bir bahar akşamı durup duruken gelen o titreme hissi gibi, telefon çaldığında koşarak açmak gibi, kapıyı açtığında tamda beklediğin kişinin karşında durması gibi...

Nasıl anlatılır ki?
Dilimin ucuna gelip söyleyemediğim dünyanın en güzel iki kelimesini ard arda duymak gibi, insanı çarpan o ılık rüzgarın yüzünü okşaması gibi,gözlerini yumup rüzgarla gelen kokuyu içine çekmek gibi...

Nasıl anlatsam ki,nasıl dile gelir ki? Ne bileyim işte mesela; en sevdiğin şarkıyı ıslıkla çalmayı başarmak gibi, gün ortasında,akşamında hep o şarkıyı mırıldanmak gibi, evdekilerin gelişini senden önce gelen ıslık sesinden bilmesi gibi...Açık pencereden içeriye sızan hanımeli kokusuyla birlikte çocukluğunun çat kapı gelmesi gibi...

Cebinizde kalan son bozuklukları birleştirip final sınavıyla bir kilo çileği değişmek gibi, beş parasız kalıp akşam yemeğinde kuru ekmek domates yemek ama yinede her şeye katıla katıla gülebilmek gibi,dedim ya dalından yeni koparılmış çileği tadına vararak yemek gibi...

Nasıl anlatsam ki?
Bir otobüs koltuğunda uyandığında mavi gri denizi görmek gibi,uyandığında İstanbul'da olmak gibi,daha önemlisi yalnız olmamak gibi...Herkesin umudunu kestiği yalnızca senin umudunu yitirmediğin şeyin gerçekleşmesi gibi, mutluluktan ağlarken "biliyordum" demek gibi...

Yorgun bir Pazar akşamı gemileri yakıp geceye daldıktan sonra dünyanın en masum bakışıyla uyanmak gibi,canından can bir bebeğin gül tenini koklarken her şeyi geride bırakmak gibi..

Gözlerinin feri kaçmış bir ihtiyarın kapısını hiç beklemediği bir anda çalıp gözlerindeki sevinci yakalamak gibi,sevinç olmak gibi...

Sessiz bir kış akşamı kendini kimsesiz hissederken sessizlik bir sis gibi çökmüşken çalan telefonda annenin "keklik kızım" deyişini duymak gibi

Nasıl anlatsam ki? Ne bileyim işte anlatılmıyor ki...

Zeynep Meryem Pınar
zeynepmeryem@kahveciyiz.biz

Yukarı

 Kahvecigillerden : Türker Ayyıldız


TUTUNAMAYAN TUTANAKLARI-II

Sıkıldım yine efendim çok mühim sıkıntılar sardı etrafımı..olur olmaz dumanlar ve tütün kokusu içerisinde kaldım günlerdir.. isimlendiremediğim birçok dehliz içinde şekline şimaline inanamadığım sarkıt ve dikitler oluştu coğrafyamda..hele hele lodosla gelen kimi iç çekişlere gebe kalıyor bazı anlar..bedenim uzak ara birinci gelen dopingli bir safkanın teri ve şaşkınlığı arasındayken farkında olmadan kaybettiğim ve kaybettirdiğim bahislerin yasını tutuyor yıllarca tabela dışı bırakılmış eküri ruhum..tüm bunların mutlak bir açıklaması vardır..hayra yahut şerre yorumlanması gereken bir yanı muhakkak bulunuyordur sayın yazılarınızda.. lakin çok uzun süredir haber alamamaktayım sizden.. uzun soluksuz yazılarınıza çok uzak bıraktınız beni.. belki bu gün postadan bir zarfınız gelir diye ara ara çalıştığım işime ara verip posta kutusunu kontrol ediyorum.. apartmanın demir kapısından her işaret geldiğinde..bir koşu fırlıyorum yataktan .. işarete zamanında yetişememekten korktuğum için askerden geldiğim yıl Kadıköy'den aldığımız kahverengi papuçlarımı modifiye ettirdim -inanamayacaksınız..sıradan kahve rengi bir çift papucun seksen küsür yaşında bir çift el tarafından dört mevsim koşullarına nasıl uygun hale geldiğine inanamayacaksınız..umarım en kısa sürede şahsen görüşebilme ihtimalimiz doğar da sayın ayaklarınızla size de tecrübe ettirebilirim efendim..ikamet ettiğim apartmanın demir kapısı malumunuzdur..kutup mevsimi şeklinde cereyan eder kapılık vazifesi.. yılın altı ayı kapatılamaz iken kalan altı ay ise açabilirseniz aşk olsun..abartısız kolluk kuvvetlerine muhannet olursunuz..hal böyle olunca da ne gelenden haberiniz olur ne gidene mendil sallayacak haliniz..İşte bu bakımdan bu ithal eski mo kapısına özellikle iki adet postacı sensörü monte ettirdim..niçin iki adet diye sormayınız efendim ithalatçı firmanın tanıtım amaçlı promosyonuymuş ikinci..kutusunda çin malı olduğu iddia edilse bile bak postacı geliyor selam veriyor melodisiyle haberdar etmesi tüm inandırıcılığını bertaraf etmekte..bilirsiniz millet olarak kanarya sesi yada iki din donga alışkındır kulaklarımız.. neyse efendimiz bu melodi haftada iki gün periyodik olmasa bile çaldığında on iki satır önce bahsettiğim papuçlarımı geçirip ayağıma fırlıyorum .. ilk üç katı nasıl bir hızla iniyorlar bilemezsiniz.. Lakin sonra Mediha Hanım teyzenin katında bu süper papuclarda kendini bilmezci , vurdumduymazcı , adamsendeci bir arıza peydahlanıyor her seferinde..hele en alt kata geldiğimizde nerdeyse kımıldayamıyorlar yerlerinden..ardından kan ter içerisinde posta kutusunun boş olduğunu görüyorum..(mutlaka bir sebebi vardır bu kadar ara vermenizin..)pençe ömürlerine tanrı uzun ömür versin -kıyamadığımdan papuçlarımı itina ile çıkartıp yalın ayak yollanıyorum tekrar tekrar daireme..tabi ara katlarda karşılaştığım apartman sakinlerine durumu uzun uzun izah etmem imkansız.. Sanırım zaten alıştılar..İlk zamanlar tuhaf bakışları,gereksiz bir sürü soruları oluyordu çoğunun..Artık pek oralı olmuyorlar..hatta hiç oralı olmuyorlar..Sadece apartman görevlisiyle hummalı bir tartışma yaşadığımızı belirtmeliyim..çok değil birkaç hafta evvel temizlik aidatı için geldiğinde kendisine talep ettiği ücretin yarısını ödeyebileceğimi söyledim..Hiç bir şey söylemeden öylece uzun uzun gözlerime baktı..ben de ona günlerdir hiç dışarı çıkmadığımı çıkmayı da düşünmediğimi, temizlediğini iddia ettiği basamaklardan çoğu gün nerdeyse uçarak indiğimi dolayısıyla kirletmediğimi, kirletmeye kıyamadığımı..çıkarken de zaten yalın halimi kullandığımdan bilakis merdivenlerdeki bilumum toz kir vesairenin toplanmasına yada onun deyimiyle temizlenmesine katkıda bulunduğumu medeni bir apartman sakini olarak izah etmeye çalıştım..Bu arada ki sayın efendim -aslında istemeyerek konudan uzaklaşıyorum ama- karşı dairemin komşusu açıldı..Aslında tam açıldı da diyemeyiz sanırım..açılmakla açılmamak arasında bir şey yaptı..Sayın apartman görevlisiyle etüd ettiğimiz Temizlik Probleminde (Problemin P sini bizzat büyük harf kullandım efendim..Havuz Problemlerine gönderme yaptım sanırım..bilemiyorum....) kapı aralığını ses tonlarımıza göre ayarlayarak fonda görsel bir zenginlik saygıyla önünde eğileceğimiz bir çeşitlilik yarattı..Lakin bırakınız saygıyı mutfağından gelen düdüklü tencerenin düdük sesi ile karışık kapuska yemeğinin o bedbaht kokusu sevgili problemimizi içinden çıkılmaz bir hale dönüştürüyordu..evden çıkmadığım ve çıkmak istemediğim konusu saygıdeğer aparman görevlimizde (cevap hakkı doğmasından korktuğum için ismini özellikle telaffuz etmekten imtina ediyorum) bazı mülteci kaygıların oluşmasını sağladığını önceleri maalesef anlayamadım..dilinin altında sürekli büyüyen bir bakla olduğunu anlamıştım ama yıllardır tarafımdan şahsına tediye edilen hatırı sayılır bahşişlerin varlığı bu baklanın dilaltında habis bir ur olarak büyümesini sağlıyordu.. O sırada yükselen alçalan sesler bazı komşularımızın alarmına nazar etmiş olacak ki canım problemimizin apartman yöneticisine ihbar edilmiş olması sebebiyle sadece duyuru panosunda duyuruları sebebiyle müşerref olduğumuz sayın yöneticimiz teşrif ettiler..emekli memur olduklarını söylerlerken dikkatlice modifiye edilmiş papuçlarıma niçin sıkı sıkıya sarıldığımı anlamaya çalışıyorlardı..hatta bir ara papuçlarımın kucağımda değil de ayaklarımda olsalar daha çok işe yarayacağını ima eder gibi baksalar da bu zarif kıyafetlerin sadece iniş için kullanıldığı izah etmeme gerek kalmadan bakışlarını kararmış ayaklarımdan ayırdılar.. Kendilerinin de dairemden yana (benden değil..) bazı şikayetlerinin olduğunu,elinde ha bire sağa sola sallayarak konuştuğu üzerinde işletme defteri yazan bu noter onaylı gelir gider kayıtnamesinin sağ yanının dokuzuncu sırasına işaretlenmiş dairemin aylardır bakiye verdiğini diğer dairelerinde benim gibi davranması halinde kapı zillerinin çalışmayacağı..elektrik buatlarının yuvalarından fırlayacağı..basamaklardaki anlamlı mozaik tanelerinin kararacağı..merdiven korkuluklarının sadece korku saçacağı..bir tarafında hoş geldiniz diğer tarafında güle güle yazan paspaslarımızın pasaklaşacağı şeklindeki konuşmasını tam selam verip,etek tutup bitirecekken apartman görevlimizin ağzında forsa olmuş bakla -efendim çöpler demesiyle özgürlüğüne kavuştu..sayın yöneticimizin ne olmuş çöplere (sarılık olmuşlar efendim..geçen yıl aşı yaptıralım diye uyarmıştı devlet büyüklerimiz..) diye saniyenin bilmem kaçı kadar es verdikten sonra toparlayabilmenin haklı gururuyla dairemin bir çöp eve dönüşmüş olmasından üzüntüye kuşkulandıklarını ,ekstre tarihi geçmiş çöplerimde bazı gecikmeler olduğunu eğer kendilerinden habersiz süpürme işlemi yaptıysam bu uyarılarını ciddiye almamamı dairemden özür dileyerek vurguladılar..hoover marka süpürgemi mahallenin çocuklarına elektrikli scooter olarak tasarlayıp hiçbir patent başvurusu yapmadan hediye etmem şüphelerinin filanca maddesiydi..tüm bunlara temizliğin imandan gelmesi ana fikrine sadık kalarak yazılı olarak cevap vermem gerektiği yazımın giriş gelişme ve sonuç olmak üzere üç paragrafı aşmaması ve tek sayfa çizgisiz mektup kağıdı kullanmamak zorunluluğum sevgili yöneticimiz tarafından sayın apartman görevlimiz şahitliğinde tebliğ edildi..bu arada susan düdüklü tencerenin düdüğü o melül kapağın az sonra bir insan oğlu tarafından bilerek ve istenilerek açılacağı tedirginliğini bünyemde acımasız bir tahrifata sebep oluyordu..Yalnızca bu kapağın açılmasıyla birlikte dairemin önündeki sorunların bir sihirbaz eli değmişçesine başka bir zamana ve mekana tehir edilmesini dört kişilik bir kapuskanın sağlayacağı hiç düşünemezdim sayın efendim.. dairemin yaşadığı bu sıkıntılar ister istemez galoplarımda bir düşüşe sebebiyet verecekti..müstakil bir hayatı özlemem gerekiyordu artık..tam o sırada elektrikli süpürgemden sıkılan ama yine de teşekkür ederek iade etmek için ziyaretime gelen birkaç genç arkadaşımla paylaştım size anlattığım bu badireleri.. bir posta beklerken bu kadar ızdıraba katlanmamalıydım nerden baksanız..(lütfen ızdırap kelimesini üzerinize alınmayınız..)geçen sene süpermarketin yılbaşı çekilişinde biletime isabet eden bilgisayarın tüm bunlara son vereceğini öğrendim sevinerek..ki o ana kadar kutuları üzerine serdiğim gazeteler vasıtasıyla kahvaltı yaptığım birkaç sehpadan öteye gitmemişlerdi..sonra içinde salyangoz olan bir adres belirledik hep beraber..salyangoz fikrine müslüman mahallesinde salyangoz satmak deyimi sebebiyle çekindiğimden karşı çıksam da her evde bir kaç tane olduğundan bahsedilmesi az da olsa rahatlattı diyebilirim sayın efendim..(yine de teknoloji bu işaretin yerine uğur böceği şeklini tasarlar mı diye umutlarımın baki olduğunu belirtmeden geçemeyeceğim..)bu önemli işaretçiğin mahalle mi cadde mi anlamına geldiğini uzun gecelerdir düşünsem de bir sonuca varabilmiş değilim..ancak papuçlarımdan da postacı sensörümden de daha çok sever oldum bu vefalı salyangozu..hiç tanımadığım salyangozlardan ardı arkası gelmeyen karikatürler getiriyor itina ile her sabah..konuşan inekler ,cehennemde Türkleri karşılayan zebaniler en sıklıkla gelenler..bir çoğu da hareket eden resimler içli şiirlerle bir şeyler anlatmaya çalışıyorlar lakin çoğu üzerime alınmayacak kadar tecrübeyle sabit..bir de yüzüm kızararak belirtmeliyim ki anadan üryan kadın resimleri yollayan tanımadığım birçok dostum oldu salyangozlar ülkesinde..hepsine itinayla cevap yazıp bunlar yerine örneğin manzara resimleri göndermelerini rica ediyorum efendim..henüz bu isteğime cevap alabilmiş değilim..

Lakin bir dosttan gelen siyah dolmakalemle yazılmış pullu damgalı mektupları çok özlüyorum kusuruma bakmazsanız efendim.. zamanın o zarfları bir daha getirmeyeceği konusunda derin kaygılar taşımaktayım..Lütfen son kez bir zarf beklediğimi belirtmeme müsaade ediniz..İçine bir şeyler yazmasanız da kabulümdür..

Hürmetlerim..Sevgilerim..Saygılarımla..
Bedbaht Sarıkazak

Türker Ayyıldız

Yukarı

 Şifacı Kahveci : Ayşe Nur Doksat


BENİ SİZ DELİRTTİNİZ

Birşeyler hissetmemek mümkün mü? Burukluk en başta. Burukluğumu derinlemesine kovaladığımda çınarsızlık en çok. Bir bir huzura kavuşuyor çınarlar. Rahat uyuduklarına inanıyoruz. Yalanım varsa namerdim!

Bir gün belki hayattan
Geçmişteki günlerden
Bir teselli ararsın
Bak o zaman resmime
Gör o akan yaşları

Çok yıllar önceydi. Politik göçmenlerin toplaştığı ülkelerden bir ülke. Umutlar en taze gerçek hezeyanlarında. Kavgalar ruha ruh, gönüle gönüldü o zamanlarda. Kargalar en uzaklarda.

Merak edenlere, şehirlerden devrimlerin ta kendisi. Sakinlerin hepsi kendi kıvamında direnişçi. Romantizm doruk noktasında. Doruk ise serhoş.

Chantal Grim (çift em olabilir) çıktı bir akşam sahneye. Gerçek erkeğin ebegümeci topladığını kırlarda, sütlü kahve yanında çikolatalı pasta yediğini, şefkat dolu o güzelim yüreğini yavrusundan esirgemediğini anlattı pamuk gibi sesinde. Kadın erkek isyanlarımız şaha kalktı şarkısı bittiğinde. Delice alkışlıyorduk.

Benden sana son kalan
Bir küçük resim şimdi
Cevap veremez ama
Ağlar yalnızlığına

Bu sabah öğrendim. Öldü. Kalbi, ardından da solunumu yetmedi. Olabilir. Önce solunumu, ardından da kalbi yetmemiş olabilir. Ya da, her ikisi aynı anda yetmemiş olabilir. Ya da o kadar yetmiştir ki, birileri için henüz tanımlanmamış bir görev vaktidir.

Ve işte arada kalan
Bir avuç anı şimdi
Koyup da bir başına
Bırakıp gittin beni

Chantal Grim (çift em olabilir) sahneyi bıraktı ne idüğü beklirsiz "gerçek erkek" tanımıyla. Öyle ki, biz kadınlar deliler gibi kadınlığımızdan şüphe ettik. Yoksa esas gerçek erkekler bizler miydik?

Bin şükür, Cem Karaca tam da o sırada sahne aldı.

At bizim
Avrat bizim
Silah bizim
Şan bizim
Namus belasına gardaşşşş
Döktüğümüz kan bizim

Namus belasına gardaaşşş
Döktüğümüz kan...

Bizim.

O zaman topyekun şaşırdık işte, şu güzelim virgül amanın neresine gelecek diye. Ötesine koyduk olmadı, berisine koyduk hiç olmadı. Sağına soluna dolandırdık, dolandırdığımızı arandırdık. Arandırdığımızı şahlandırdık. Şahlandırdığımızı taçlandırdık.

Şaşkındık. Gerçek erkek ebegümeci topluyordu kırlarda. Ancak, at bizimdi, avrat bizimdi, silah bizim, şan bizimdi. Üstelik namus belasına gardaş, döktüğümüz kan bizimdi.

Sen yalnız değilsin
Biliyorum nerdesin
Bu üzerdi beni
Yaşasaydım ve görseydim


Bir gün belki hayattan, geçmişteki günlerden, bir teselli ararsın, bak o zaman resmime. Gör o akan yaşlarda benden sana son kalan bir küçük resim şimdi. Cevap veremez ama, ağlar yalnızlığına. Ve, işte arada kalan bir avuç anı şimdi. Koyup da bir başına, bırakıp gittin beni. Sen yalnız değilsin, biliyorum nerdesin. Bu üzerdi beni, yaşasaydım ve görseydim.

Beni siz delirttiniz.

Şükran.

ANur
anur@kahveciyiz.biz

Yukarı

Cüneyt Göksu

 Gezgin Kahveci : Cüneyt Göksu


   Küba'dan İzlenimler - 8

"Hasta La Victoria Siempre"

Yeniden Havana'dayız.


Santiago - Havana otobüsümüz 15:30'da kalkacaktı. Yaklaşık 1 saat önce, Viazul terminaline geldik. Otobüsü beklerken, geride bıraktıklarımızı, geçirdiğimiz günleri düşünüyorduk; birçok seramik, resim, oyma ağaç ve heykel sergilerini gördüğümüz, birbirinden farklı galeriler gezmiştik. Bunlardan birinde tanıştığımız bir gemicinin yolu, bir tarihte İstanbul'dan geçmiş, fakat inip de gezememiş. Bütün dünyayı gezip gördükten sonra da yeniden ülkesine dönmeye karar vermiş. Bize, Heredia Caddesi'ni kesinlikle görmemiz gerektiğini, burada en güzel ağaç oymalarını bulabileceğimizi söylemişti.

Otobüsümüz geldi. Uçaktakilerden daha geniş, rahat ve konforlu koltuklar, dondurucu sayılabilecek derecede çalışan havalandırmasıyla, kocaman, Brezilya yapımı bir Volvo'ydu. Çantalarımız özenle etiketlendi ve bagaja yerleştirildi. Yaklaşık 16 saat sürecek bir yolculuk olacaktı bu. Belli başlı şehirlere uğrayarak gidecektik.


Küba'yı bir uçtan diğerine bağlayan ve yapımı hala devam eden bir otoban var. Yol boyunca, yürüyen ya da araç bekleyen onlarca insan gördük. Şehirlerarası ulaşım çok gelişemediğinden her türlü araç kullanılıyor; kamyonlar, at arabaları, bisiklet vb. herşey var. Çoğu insan, özellikle köprülerin altında, yükleriyle, kendilerini alacak birilerini bekliyor. Aslında yolcusuz giden bir araç da yok.

Turistlerin kiraladığı arabaların birilerini alması zorunlu değil ama, onun dışında, devlete ait araçların boş gitmesi yasak. Özellikle bu işi kamyonlar yapıyor. Yükünü boşaltıp dönüyorsa, yolda bekleyenler arka kasaya muhakkak alınıyor. Her şehrin kendine özgü ulaşım araçları "icat edilmiş"; örneğin, bisikletin yanına monte edilmiş mini bir koltukla, bisikletli taksi; veya eklenen mini bir motor ve pet şişeden oluşan benzin deposuyla, 'motorlu-bisiklet' vb. çoğu araç eldeki imkanlarla yaratılmış.

Yol kenarları kıskanılacak derecede temiz ve bakımlı. Çöp görmek olası değil. Elinde "maçete"leriyle ot kesen insanlar var, kedigözü yok, bu yüzden gece araba kullanmak çok zor. Ayrıca, yollarda her türlü şeyle karşılaşmak mümkün olduğundan, otobüsümüz yolun daraldığı yerlerde, bazen bir hayvan sürüsüne, bazen de bir bisikletliye sabırla yol veriyordu.

İlk mola yerinde beni şaşırtan bir diğer olay da, şoförlerin arabanın camlarını yıkaması oldu. Niye derseniz, ülkemizde şehirlerarası otobüs kaptanlarının molalarda buna benzer birşey yaptıklarını göremezsiniz, mümkün değildir. Birbirleriyle şakalaşarak camları temizlediler ve yine bizim şoförlerin aksine, yolcularla beraber yemeklerini yediler.

1 aylık Küba yolculuğumuz sırasında üşüdüğümüz iki yer tren ve otobüstü. Burada da uçakta verilen örtülerle ısınmaya çalıştık. Yolculuk boyunca 2 saat süreyle, "Ninja Kaplumbağalar!"ı (çizgi film) ve Matrix'i seyrettik.

Mola yerleri, Viazul'un kendi tesisleriydi, ufak, temiz, özenli ve emniyetliydi.

Havana'ya ertesi sabah 07:30'da vardık; tam saatinde. Bu şehir, artık bize hiç yabancı gelmiyordu. Günün geri kalanını, Türk Büyükelçiliği'nin de bulunduğu Miramar'da geçirmeye karar verdik. Santiago'ya gitmeden önce Büyükelçi'yle de görüşebilmek için randevu almıştık. Telefonda 3. Katip Belkan Pazarcı'yla konuşmuştuk. Kibarca ne konuda görüşeceğimizi, bir problem olup olmadığını anlamaya çalıştığı sorularının ardından, randevu saatini kararlaştırmıştık. ABD ve Suudi Arabistan'da kaldığım dönemlerde, maalesef elçiliklerimizle ilgili, hoş olmayan anılarım vardı. Özellikle Suud'da 29 Ekim Cumhuriyet Bayramı resepsiyonuna alınmayışımız, beni çok rahatsız etmişti. Bu yüzden biraz çekingenlikle, Elçiliğin yolunu tuttuk.

Miramar, elçiliklerin ve çalışanlarının konutlarının bulunduğu, diplomatların, yüksek bürokratların, devlet konuklarının kaldığı bir bölge. Vedado'dan çok daha bakımlı bir semt. Bindiğimiz Coco Taxi, bizi, Elçiliğe yakın bir yerde bıraktı; daha içerilere girilmesine izin verilmeyen taşıtlar sınıfına giriyormuş. Türk Büyükelçiliği'ne vardığımızda, bizi İngilizce bilen güvenlik görevlisi karşıladı. Camekanlı bekleme salonu, bakımlı bahçenin içindeydi. Biraz sonra Belkan Bey geldi ve üst katta başka bir odaya çıktık. O da, Küba'ya bizden 2 hafta önce gelmiş. Çok rahat ve samimi bir sohbet havası içindeydik. Belkan bey sorduğumuz soruları bilebildiği ölçüde cevapladı. Havana Türk Büyükelçiliği aynı zamanda, Dominik Cumhuriyeti, Haiti gibi 14 bölge ülkelesine de hizmet veriyormuş. Küba ve Türkiye arasında 5 Milyon USD gibi çok çok küçük bir ticaret hacmi varmış ki, bu neredeyse yok sayılır. Geçen sene 4000 turist gelmiş Türkiye'den; bunların %99'u Havana ve Varadero'nun dışına çıkmıyormuş. Elçiliğe kayıtlı, Küba'da yaşayan 4 Türk vatandaşı olduğunu söyledi. Bu ve buna benzer bir çok konuda konuşurken, Büyükelçi Vefahan Ocak da gelerek, sohbetimize katıldı. Yıllardır buradaymış; görülmesi gereken yerler, Küba'da yaşam vb. bir çok konudaki tecrübelerini ve bilgisini bizimle paylaştı. 1 saat'den fazla süren bu bilgilendirici toplantıdan izin isteyip çıktığımızda, öğleni geçmişti zaman. Sohbet sırasında, Miramar'da görülmesi gereken iki yer daha olduğunu öğrendik. Havana Maket'i ve İçişleri Bakanlığı Müzesi.

Havana Maket'i 1/1000, 1m = 1km, ölçeğinde olan, yapımı hala devam eden, şu anda 144 m2 büyüklüğünde. 9 teknisyenin üzerinde çalıştığı maket, 37 masadan oluşuyor, yaklaşık ağırlığı 6 ton. Bütün detaylar düşünülmüş. Koloni, devrim öncesi ve devrim sonrası yapılaşma, farklı renklerle gösterilmiş. Böylece, şehrin bütün gelişimi izlenebiliyor.

Buradan, yakındaki 'İçişleri Bakanlığı Müzesi'ne gittik. Bu müzenin özelliği, devrim sonrası, Fidel'e yapılan suikast girişimleriyle, Küba'da yakalanan CIA ve FBI ajanlarının kullandığı teknik ve taktiklerin sergileniyor olması. Fidel'e gönderilmiş bombalı purolar, sakalını dökmeye yarayan ilaçlar, taşların içinde gizlenmiş dinleme aygıtları vb. akıl almaz "ilginç" cinlikler var. ABD'nin ilk biyolojik silah denemelerini de görmek mümkün; kimliksiz uçaklardan tütün ve şeker kamışı tarlalarına atılan kimyasallarla, senelerce bu tarlaların iş göremez hale gelişlerini anlatan belgeler sergileniyor.

Müzeden çıktığımızda, müthiş bir yağmur bizi bekliyordu, bir dam altında hem dinlendik, hem de o temiz yağmurun keyfini, izleyerek, koklayarak çıkardık. Yol yorgunu da olduğumuzdan, bugünü fazla uzatmadan, Casa'mıza geri döndük. Akşam, Havana'da tıp okuyan bir arkadaşımıza, yemeğe davetliydik. Kısıtlı malzemelerle mükemmel bir köfte/piyaz hazırlamıştı. Saatler süren harika bir sohbetin ardından, geç vakit eve döndük. Günler azalıyordu ve ertesi sabah görülecek yeni yerler bizi bekliyordu.

Bu yeni günde, Havana liman'ı girişindeki tarihi "Castillo del Morro" kalesini gezmek, bu kalede, akşam saatlerinde yapılan ve İspanyol dönemi geleneği olan, zincir çekme törenini izlemek istiyorduk. Kale, limanın diğer tarafında. Denizin altından geçen bir tünelle geçiliyor ve yaya yolu yok; mecburen taksiyle gidiliyor. Kale 1597'de, şehrin savunmasını güçlendirmek için yapılmış. Aslında iç içe iki kale var. Biri hemen körfezin ağzında, diğeriyse daha içerde kalıyor. Dış kale daha ufak; hemen önünde, geceleri gemilere yol gösteren tarihi denizfeneri var; ve süs değil, çalışıyor! Taksi şöförü bizi, her iki kaleyi birbirine bağlayan yolun başında bıraktı. Dış kaleye tahta bir köprünün üzerinden geçerek ulaştık. Hemen girişte hediyelik eşya satanlar var. Dar ve uzun bir dehlizden geçildiğinde, kalenin avlusuna çıkılıyor. Dehlizin duvarlarında, koni şeklinde ok ve silah delikleri var. Kalenin içi tertemiz ve bakımlı. Tarihi toplar korunmuş. Burada çok kalmadan, asıl törenin yapıldığı iç kaleye geçmek için, yürümeye başladık. İki kale arasında, yaklaşık 1km'lik yol var. İç kale Havana körfezine daha hakim ve tırmandıkça manzara daha da genişliyor. Bu kaleye giriş ücretli: 3 USD, saat 18:00'den sonra gelirseniz 5 USD ödeniyor. Kale'nin içinde ufak bir Che müzesi de var.

Önce, geniş ve yaklaşık 10m. derinlikteki hendeğin üzerindeki asma köprüden geçtik. Burası da diğer kale gibi tertemiz, yemyeşil çimler çok bakımlı. Yolumuzun üzerindeki ilk durak, merkezi avludaki Che müzesi oldu. Che'nin birkaç özel eşyası, Angola ve Bolivya'da çekilmiş fotoğraflarıyla, Kübalı sanatçıların yaptığı Che portreleri sergileniyordu. Portrelerin en ilginci, Che ile ilgili gazete haberlerinin kesilip yapıştırılarak yapılmış olanıydı.

Avlu çok güzel düzenlenmişti. Eski toplar ve mühimmatlar arasında ziyaretçiler dolaşıyor, çocuklarına, hikayeler anlatıyorlardı. Bütün bilgi tabelaları sadece İspanyolca yazıldığından, bunların hiç birini, biz anlamadık, yakaladığımız bir kaç kelimeyle kısmen yorumluyorduk. Başka bir avluya çok şık insanların gittiğini gördük. Çok hoş dekolte kıyafetler içinde genç kızlar, aileler, çocuklar... Düğün varmış. Bir süre sonra, gelin ve damat üzeri açık bir Chevroletle geldiler. Çok sade, abartılı olmayan, ama aynı zamanda asil ve gösterişsiz bir törendi.

Hava kararmaya başladığında, zincir töreninin yapılacağı bölüme doğru yanaştık. Bu tören İspanyol zamanlarından beri sürdürülen bir alışkanlıkmış. Her akşam saat 21:00'de körfezin girişine kenti korumak için zincir çekilirmiş. Günümüzde de her akşam, aynı saatte bu tören yapılıyor. Başlama saati yaklaşırken 3-4 asker, eski toplardan birini kurusıkı doldurmaya başladı.

Fotoğraf çekmemize izin vermeyen askerler, eski top kovanlarından meşaleler yapıp, bütün avluya yerleştirdiler. Emniyet kuşağını da hazırladıktan sonra, kalenin tüm ışıkları söndü. Önce uzaktan trompet sesini duyduk, sonra, eski İspanyol askeri üniforması içinde bir asker göründü; elinde yanan meşalesiyle avluyu dolaştı ve diğer meşaleleri yakarak topun yanına geldi. Sonra, kırmızı spot ışığının eşliğinde, bir manga asker gözüktü. Ağır ağır topun çevresine yerleştiler, tüfekler çatıldı. Komutanlarının emirleriyle, topu doldurup ateşlediler. Güzel bir görsel şölendi. Kalabalık genellikle sessiz olarak dinledi. Birkaç turist dışında, izleyenlerin çoğu Küba'lıydı.

Plaj

Küba denince akla gelen bir diğer özellik, tabii ki deniz, güneş ve kumsallarıyla ünlü plajları. Varadero, belki de dünyanın en güzel plajlarından biriymiş. Matanzas iline bağlı bu sahil tamamen turistik; burada neredeyse Kübalılar yaşamıyor. Herşey 5 yıldız kalitesinde. Biz buraya gitmedik. Zaten her yerde ve her ülkede görebileceğimiz bu türden insanlar ve tesisler yerine, Kübalıların, haftasonlarında, Havana çevresinde gittikleri plajlara gitmeyi ve olabildiğince onlarla olmayı tercih ettik. Santa Maria Playa bunlardan biri. Viazul'un başarılı hizmetinden burada da yararlandık. Sabah plajlara götüren ve akşam oradan Havana'ya dönen iki servis vardı. Bu plaj Havana'ya en yakın ve en çok ilgi gören, yaklaşık 15km. uzunluğunda bir sahil. Bembeyaz ve incecik bir kumu var. Pazar günü olduğundan, oldukça kalabalıktı. Sahilde bol bol yengeç vardı. Yengeçler herkesle beraber denize giriyor, çocuklar da onları kovalıyordu. Sahilde ufak tefek bir çok tesis var. Herşey USD ile satılıyor, ama fiyatlar şehirden farklı değil. Gölgelik ve yatak kirası 2 USD. Saat 11'e doğru, plaj iyice doldu. Herkes denizdeydi, eğleniyordu, dalgalarla oynuyorlardı ve çok az yüzen vardı. Bu çok komiğimize gitti, acaba Kübalılar yüzme bilmiyor mu diye aklımızdan geçirirken, ya köpek balığı varsa düşüncesiyle irkildik.

Kimse kimseyi rahatsız etmeden günün tadını çıkartıyordu. İtalyan, İspanyol turistler top peşinde koşuyor, Kübalılar rom eşliğinde salsa yapıyor, minik lokantada 3 kişilik grup, Latin ezgileri çalıyordu.


Bizim güneşlendiğimiz yerin hemen önünde, bir grup genç Kübalı çok eğleniyordu. Yavaş yavaş kaynaşmaya başladık. Onlar bize rom ikram etti (pet şişe), biz de sigara. Güneşin altında bira içtim ama rakı içmedim. Rom, Rakı'dan daha sert, hele sek içince. Sanki saf alkol içiyormuş gibi. Rom'u tavsiye ederim, ama güneş altında değil!


Albertino'yla burada tanıştık. Fotoğrafta, kumlara gömülmüş olan zat. Avukatlık okuduğunu söylemişti. Ufak bir kız kardeşi vardı. Sohbetimiz ilerledikçe, boynundaki seramik kolyeyi çıkarıp bana uzatırken, boynumdaki mavi nazar boncuğuyla değiştirmek istediğini söyledi. Bu güzel bir hareketti, ama ben bu kolyenin çok hatırası olduğunu ve onun yerine bandanayla değiştirebileceğimi söyledim. Bu değişim, bizi daha da samimi yaptı. Sohbetin bir yerinde, ne yazık ki bizden para istedi, buna hem şaşırmış aynı zamanda da gerçekten çok üzülmüştük. Dilimiz döndüğünce, para üzerine kurulan dostlukların kalıcı olamayacağını, bu davranışının doğru olmadığını, zaten özel eşyalarımızı değiştirerek birbirimizin arkadaşı olduğumuzu anlattık.



Ülkemizde ve her yerde yaşanan bu, "parayla kirlenme", bir defa daha karşımıza çıkmıştı. Akşam oluyordu ve biz, Havana'ya dönmek üzere, yeniden, otobüsümüzü bekleyeceğimiz yere döndük. Yeni bir güne, süprizlere ve dostluklara hazırlanmak üzere yola çıktık.




Arkası Yarın...

Cüneyt Göksu
cuneytgoksu@kahveciyiz.biz
Fotoğraflar: Serpil Yıldız

Yukarı

KIRKYAMA

 KIRKYAMA HİKAYELERİ : KMKYHT

   IŞIĞA YAKLAŞTIKÇA BÜYÜR GÖLGELER :
  Faik Karaege

Aysel, Aysel, Aysel. Aysel'in Günlüğü. Evet Aysel'in Günlüğünde neler olduğu bir gün mutlaka ortaya çıkacaktı. Devlet sırları bile bir müddet sonra karaya vurmuyor muydu? Bu kadar sene defterde neler olduğunun mahallede duyulmaması bile şaşırtıcıydı. Günlüğü elinde tutan uygun bir zaman bekliyor olabilirdi. Ya da Aysel'e duyulan değişik bir sevgi, bir saygımıydı neden? Neden ne olursa olsun muhakkak bunun da bir açıklaması vardı.

Geçen gün Rıdvan'ın Aysel ile evlenmesinde ki asıl neden bomba gibi düştü mahallenin sokaklarına. Söylentilere göre Rıdvan doktorluk diplomasını alırken bazı karanlık işlere bulaşmıştı. Bu işlerin aslında uyuşturucu kaçakçılığı olduğu söyleniyordu. Resmi bir polis açıklaması yoktu, kulaktan kulağa yayılan dedikodular böyle diyordu. Aysel de Rıdvan'ın kafasında iyi bir taşıyıcı olarak belirmişti. Güzel, alımlı bir kadın ve bir doktordan hiç kimsenin şüphelenmeyeceğini düşünmüştü. Aysel'i olduğu gibi kabul etmesindeki neden aslında sevgi değildi. Aysel ta baştan beri bunu biliyordu. Bu evliliği kabul etmesinde kendince bazı nedenler vardı. Bu mahalleden kurtulmak, maceracılık ve paralı bir hayat sürme isteği bu şekilde karşılanmış olacaktı.

Günün birinde bir yerlerde nasılsa bir şekilde sona erecekti bu hayat. Aysel'de yaşamaya ve yaşatmaya büyük önem veriyordu onun için. Yaşlılar evine yardıma devam ediyordu. Miktarını ise bayağı büyütmüştü. Bakım evinin yan tarafına da gelir getirmesi için ufak çapta bir dükkanlar kompleksi kurmuşlardı. Bakım evinin sırtı pek yere gelmezdi artık. Aysel de örnek bir kuruluş haline gelmesi için her türlü yardıma hazır olduğunu bildirmişti. Bu ne kadar daha böyle sürerdi bilinmez, ama gittiği yere kadar böyle gidecekti. Aysel ve Rıdvan belki birer kaçakçıydılar ama mahallelinin gözünde onlar birer iyilik meleği, birer kahraman ve dünyanın en iyi insanlarıydılar.

Evet Aysel'in rüyalarıma girdiğini yalanlamak kendime karşı saygısızlık olacaktı. Giriyordu, girmişti tabi ki. Onun gibi kadınlar her erkeğin hayallerini süslerdi. Suna ise sevgili karımdı sadece. Çocuklarımın annesi ve evinin kadını. Suna ile niçin evlenmiştim? Bunun tam bir açıklamasını hiçbir zaman yapamadım. Neden Aysel değil di? Ya da Şule hemşire? Neden Suna olmuştu? Eskiden neden 4 kadın alındığını şimdi daha iyi anlıyordum. Hayat ikilemlerle doluydu. Bir yaşadığımız, yaşamak zorunda kaldığımız hayat bir de hayallerimizde yaşadığımız hayat. Bunları ortak bir yerlerde çakıştıranlar bir miktar mutlu olabilen insanlar oluyordu herhalde. Hiç kimsenin de tam mutluluğu bulabildiğini zannetmiyordum. Sadece dışardan bakınca mutlu bir yuva gibi gözüküyordu bizimkisi. Keşke her şey dışardan göründüğü gibi olsaydı.

Ben ve yaşamımla ilgili her şey önceden kararlaştırılmıştı sanki. Suna ile evlenmeyi pastasını kaçırdığım günden beri düşünmüştüm. Ama asıl aşık olduğum kadın başkaydı. Herkes bir bedel ödüyordu hayalleri ve yaşadıkları arasında. Benim ödeyeceğim bedel ne olacaktı acaba? Kendi hayatımı yanlış formüle ettiğimi yavaş yavaş anlıyordum. Sevdiğin işi yaparak hayatını kazanmak ne kadar güzelse, insan istediği şeyi olduğu gibi söylemeyi de becerebilmeliydi yaşam boyunca. Kendi görüşlerinin kurbanı olmak, düşlerinin arkasından gidememek, onların zaman içinde parçalanmalarına şahit olmak. Zaman içinde bunların yerine, iç dünyamızı dengede tutmak için yenilerini koymaya çalışmak. Ve konulanların ne kadar yamru yumru durduğuna şahit olmak. Sonuçta yaşamımızın gerçekten yalnızca çok küçük bir kısmını yaşadığımızı görüyordum. Büyük kısmı ise gereksiz yere verilmiş bir mola gibi yaşanıyordu. Muhakkak ki bu da yaşamın bir parçasıydı, ama kesinlikle yaşamın kendisi değildi. Arkasından koştuğumuz zamana nasıl ve ne zaman yetişebilecektik? Zaman akıp gidiyordu ve bizim yaşamımız sonsuzluk içinde bir nokta bile değildi.

Peki, ya Suna neden benimle evlenmişti? İki dost gibi konuştuğumuz gecelerde bu olayı çözmeye çalışmıştık. Ama çözülecek gibi değildi tabi. Suna'nın bana ilgisi bir abi kardeş sevgisinden öte değildi aslında. Liseden sonra bir yerlere girememesi ve iş bulamaması sonucunda benim evlenme teklifime hayır diyememişti. Zafer yaşasa idi belki benim yerimde o olacaktı. Bir yerde hayatın kolay yolunu seçmiş, kendisine bakacak bir koca bulmuştu. Genç yaşta yapılan bu evliliğin üzerinden seneler geçtikçe, kolay yolun bu olmadığını anlamıştı. Hayatı daha hiç tanımadan çoluk çocuğa karışmıştı. Gençliğinde yapamadıklarını da orta yaşlara geldiği şu sıralarda yaşamak istiyordu. Özgürlüğü tam tadamamıştı. Gençliğinde anne baba baskısı, şimdi ise evli bir kadın olmasının verdiği sıkıntılar. Bir zamanlar kendini meşhur bir avukat gibi görüyordu. Koltuğunun altında dosyalar o dava senin bu dava benim koşturup duracaktı. Yoğun bir çalışmanın ardından da akşamları onun olacaktı. O zamanlarda da istediği gibi gezip eğlenecekti. Ama böyle şeyler ancak ya dizilerde ya filimler de oluyordu. Halbuki o ne yapmıştı? Herkes gibi evlenmiş, doğurmuş ve de artık bütün evliliklerde olduğu gibi geri sayıma geçmişti. Her akşam baş ağrısı, karın ağrısı v.s. icat etmekten sıkılmıştı. Ya günün birinde bu geri sayıma yeter artık diyecek, okyanusa açılan bir yelkenli gibi rüzgara kendini bırakacak ya da kocasıyla yaşlanıp ölümü bekleyeceklerdi. Ayrılmaya kalksa tek başına yaşayacak ekonomik gücü yoktu. Başka bir adamla beraber yaşamak ise yapılacak işlerden en anlamsızı olur diye düşünüyordu. Bir müddet sonra aynı sıkıntılar onunla da yaşanacaktı. Yelkenli işi biraz zor görünüyordu. Ya rüzgar yeterince esmezse, ya okyanus bir yerlerde biterse? Çocuklarına karşı bazı sorumlulukları vardı. Sonuçta kaderine razı olmaktan başka yolu yoktu. Başka bir çözümde hayatına kendi isteğiyle son vermek olabilirdi. Bu da çok bencilce olacaktı. Geride kalanları üzmeye hakkı yoktu. Yine de hayat neler gösterecekti acaba?

Mahallemizin ortasından geçen o güzelim yol bir yerde kaderlerimizi ikiye bölen bir kılıç gibiydi. Zaferi genç yaşında aramızdan almış, Sami'yi hapishaneye yollamış, Aysel'i Amerikanyalı yapmış, beni Suna ile evlendirmişti. Hayat hiç durmayan bir nehir gibi akışına devam ediyordu. Kış aylarında suyun artmasıyla önüne çıkan kayaların üzerinden büyük bir coşkuyla aşıyor, yazları suların azalmasıyla kayaların etrafından dolaşıp yolunu bulmaya çalışıyordu.

Mahallemiz de zaman içindeki değişime ayak uydurmaya çalışıyordu. Mahallemizin nüfusu her geçen gün gittikçe artıyordu. 2-3 katlı evler yerlerini blok apartmanlara bırakıyordu. Daha üç beş sene öncesine kadar herkes herkesi tanırken artık etrafta yabancı bir sürü insan dolaşmaya başlamıştı. Yine de eski ilişkiler, kahve sohbetleri devam ediyor, yaşlılar evinde ki toplantılar bir mutluluk ağacı gibi mahallenin ortasında büyüyordu.

Geçen hafta içinde kuyumcu Kamil de aramızdan ayrılmak zorunda kalmıştı. Polis açıklamasına göre "kimliği belirsiz kişiler" dükkanını soymak istemişlerdi. Kamil bunlara karşı koymaya çalışmış ve 5 yerinden bıçaklanarak öldürülmüştü. Polis seneler sonra bir kez daha mahallemizde boy gösteriyordu. Bu kişilerin mahallenin içinden mi, yoksa oradan geçen birilerimi olduğu sorgulanmıştı. Kimileri Aysel'in bir ara yanında görülen iri yarı kişiye benzeyen birinin oralarda dolaştığını söylemesi üzerine polis araştırmalarını o yönde geliştirmişti. O adam hakkında bilinen yalnızca iri yarı biri olduğuydu. Daha fazla bilgi Aysel'in günlüğünden bulunabilirdi belki. Ama günlüğü ortaya çıkarmaya da kimsenin niyeti yok gibiydi. Soruşturma birkaç gün sürdü ve suç aleti bile bulunmadan olay yavaş yavaş unutulmaya başlandı.

Kamil'i öldüren/öldürenler zaman içinde kaybolup gidecekler miydi? Devamlı bir yakalanma korkusu ile yaşamak? Onlar için hayat yakalanmadan önce ve yakalandıktan sonra diye ikiye ayrılmıştı bile. Zaman onlar için çözülmesi imkansız bir olay olarak sürüp gidecekti.

Kamil'in defninden sonra birkaç ay geçmişti. Mahallede yaşam yine sessizleşmişti. Bu gelecek bir fırtınanın habercisi gibiydi. Çok gecikmeden bu haberde geldi. Sami bayram affı, seçim affı, iyi hal ve davranış derken cezasını çekmiş oluyordu. Önümüzdeki birkaç gün içinde tahliye olması bekleniyordu. Mahalleye tekrar döner miydi? Jale ile beraberliği devam edecek miydi? Zafer'in kardeşi bunu duyunca ne yapacaktı? Bir sürü soru işaretiyle zaman akışına bu cephede de devam ediyordu.

İpekböcekleri kendilerini ipek lifleriyle ördükleri kozalarına hapsederler ve böylece ölüp giderlermiş. Bizim mahalle de yavaş yavaş ördüğü kozası içinde yok olup gidecek miydi?

Aydınlığa çıktıkça, gölgeler yok oluyorlardı.

Faik Karaege

Devamı varrr...

KIRKYAMA Hikayelerinin tamamını aşağıdaki adreste bulabilirsiniz:

http://www.kmarsiv.com/xfiles/ozel/kirkyama.asp

Yukarı

 Milenyumun Mandalı : Sait Haşmetoğlu


Milenyumun Mandalı

Editör'den Önemli Not:Sevgili Sait Haşmetoğlu'nun e-romanı görsel öğelerle süslendiğinden, aşağıdaki adresten tek tıklamayla zevkle okuyabilirsiniz. Üşenmeyin... Tıklayın... Ayrıca bugünden itibaren duygu ve görüşlerinizi yorum olarak yazabilirsiniz.
http://www.kmarsiv.com/xfiles/mandal_1.asp

Devamı yok. BİTTİ

hasmetoglu@kahveciyiz.biz

Yorum Oku / Yaz     Yukarı

 Dost Meclisi


Kahve Molası, siz sevgili kahvecilerden gelen yazılarla hayat bulmaktadır.
Her kahveci aynı zamanda bir yazar adayıdır. Yolladığınız her özgün yazı değerlendirilecektir.
Kahve Molası bugün 4.127 kahveciye doğru yola çıkmıştır.

Yukarı

 Tadımlık Şiirler


Ege boydan boya mavi

Elif Su AlkanAyvalık yolları
Zeytinlikler incir ağaçları
Çamlık Koyu çay bahçesi
Ve durgun deniz

Kıyıda doğduğum hastane
Senin büyüdüğün ev

Yanıbaşından geçtim Ayvalık'ın
Şeytan Sofrası'nı gördüm uzaktan
Karanlıkta belli belirsizdi yollar
Eski Rum evleri uykuda
Rıhtımda balıkçılar susmuş
Kedilerin karnı tok
Yıldızların ortasında anneannemizin yüzü

Sarımsaklı Plajını anımsar mısın Tozan?
Beyaz dutun tadı damağımızda
Tenimiz tütün gibi kararıncaya dek
Yuvarlanırdık kumda

Ne inceydin ne güzeldin
Baktıkça kıskanırdım seni
Dalgaları kucaklardım telaşla
Bağırırdım Bırakma Ellerimi

Nerde çocukluğumuzun yaz akşamları
Küçük sevinçlerimiz
Neden böyle ağlar olduk
En doğal karanlığından gecenin
Neden korkar olduk Tozan

          Ayvalık yakınlarında

Elif Su Alkan

Yukarı

 Biraz Gülümseyin




Jennifer Loppisipisi!!...

Yukarı

 İşe Yarar Kısayollar - Şef garson: Akın Ceylan


http://www.rettsyndrome.org.tr/rett_b.htm
...Rett Sendromu, dünyada çeşitli ırklarda ve etnik gruplarda, özellikle kız çocuklarında görülen nörolojik bir rahatsızlıktır. Bu sendromun, erkeklerde de görülebileceği bilinmektedir, fakat erkeklerde genellikle, düşük yapma, doğum anında ölüm veya anne karnında erken ölüm gibi durumlarla sonuçlanmaktadır... Daha detaylı bilgi edinmek için lütfen bir tık.

http://www.norvecgenci.com/htm_swf/sevgi/prensesler_ve_kurbagalar.htm
Siz hala bir öpücükle prens olan kurbağa masalına inanıyormusunuz? Peki ya öpünce kurbağaya dönüşen prens kırmalarının varlığı hakkında ne düşünüyorsunuz? Hadi bakalım kendinizi fazla yormadan şu hikayeyi bir de prenseslerin cümleleriyle gözlemleyin. Belkide kendisini hala prens zanneden kurbağalar biraz olsun ders alırlar.

http://www.reikiturkey.org/tr01.htm
Benim çakralarım hala kapalı diyorsanız ya da ne demek istediğimi anlayamadıysanız, buyrun buradan tıklayın. ...Reiki, stresleri çözerek şifa bulmada kullanılan çok güçlü, aynı zamanda da etkileri yumuşak olan bir enerjidir. Zihinsel ve duygusal sıkıntıların pek çok fiziksel hastalığın nedeni olduğu artık kabul edilmektedir ve enerji kanallarımızda bu sıkıntılar sonucu oluşan tıkanıklıkların açılmasını sağlayan Reiki, birçok hastalığın ortadan kalkmasına yardım edebilmektedir...

http://www.yemekvakti.com/
Böyle bir web sayfasını görüpte hala aynı kiloda kalabilenlerdenmisiniz? ...Makarnayı bir tabağa alın ve üzerine krema kıvamına gelmiş sosu her tarafını kaplayacak şekilde dökün.Üzerine kıyılmış maydanozu serpin ve sıcak sıcak yeyin... gibi dünya mutfağından leziz tariflerle dolu, mükellef bir web sayfası.

akin@kahveciyiz.biz

Yukarı

 Damak tadınıza uygun kahveler


FontRenamer [52k] W9x/2k/XP FREE
http://www.neuber.com/free/fontrenamer/index.html
Font klasörünüzdeki font isimlerine baktığınızda, anlaşılmaz isimlerle karşılaşırsınız. Neyin ne olduğu anlamak içinde akla karayı seçersiniz. Bu minik program font klasörünüzdeki tüm font dosya isimlerini esas font adlarıyla değiştiriyor. Merak etmeyin fontlarınıza hiçbirşey olmuyor, sadece tanımak kolaylaşıyor. Grafikle uğraşanların işine çok yarıyacaktır eminim.

Yukarı

http://kmarsiv.com/sayilar/20040210.asp
ISSN: 1303-8923
10 Şubat 2004 - ©2002/04-kmarsiv.com
istanbullife.com
Kahve Molası MS Internet Explorer 4.0+ ve 800x600 Res. için optimize edilmiştir.
Uygulama : Cem Özbatur - Her hakkı saklıdır. Yayın İlkeleri