KAHVE MOLASI
ISSN: 1303-8923
ABONE FORMU

ABONE OL
ABONELiKTEN AYRIL
HTML TEXT
Arkadaşlarınıza önermek ister misiniz?

 SON BASKI
 Ana Sayfa
 Arşivimiz
 Yazarlarımız
 Manilerimiz
 Forum Alanı
 İletişim Platformu
 Sohbet Odası
 E-Kart Servisi
 Sizden Yorumlar
 Kütüphane
 Kahverengi Sayfalar
 FİNCAN/SİPARİŞ
 Medya
 İletişim
 Reklam
 Gizlilik İlkeleri
 Kim Bu Editör?
 SON BASKI
 PDF (~250-300KB)


PDF Versiyonu





Kahveci Soruyor?



KAHVERENGİ SAYFALAR



KAPI KOMŞULARIMIZ

Üç Nokta Anlam Platformu


Yazılan, Okunan, Kopyalanan, İletilen, Saklanılan, Adrese Teslim Günlük E-Gazete - Yıl: 2 Sayı: 449

 26 Şubat 2004 - Fincanın İçindekiler

 Editör'den : Bedava yaşıyoruz bedava!..


Merhabalar,

Bedava yaşıyoruz bedava. Gündüz vakti heyhula bir tanker ilçenin göbek deliğinde yokuş aşağı koyverip gelirken önüne kattığı arabaların içinden 9 canı alıp götürdü. Kimse tanker şöförünü Jackie Chan'lık yapamadı diye suçlamasın. Adam canını kurtarmak için atlayıp kaçmış daha ne yapsın? O yapacağını yapmış ama yapması gerekenler yapılması gerekenlere fransız kalmışlar. Bir garabet olarak kamyondan bozma ciplere ses çıkarmayıp, sırf ruhsatında kamyonet yazdığı için köprüye sokmadığı cip yavrusu minivanlarla, üzerinde boya taşıdığı için köprü girişinde saatlerce beklettiği kamyonetlerle uğraşmaktan, tanker ve bilumum avanesinin gündüz vakti şehir içine girişini yasaklamayı atlamış. Kar yağdı, karnım ağrıdı diyerek okulları tatil eden saygıdeğer valisini örnek alarak, sayın kaymakamın bir fetva vermesine bakardı iş. 'Sabah 6 akşam 9 arası 4 tonun üzerindeki lastik tekerlekli yürür vasıtaların şehir merkezine girmesi yasaktır. Hele tankerin dolu olması taammüden cinayet kapsamında değerlendirilecektir.' dese, diyebilse iş bitecek. Sayın kaymakam diyemiyor, çünkü o sırada eorobik salonlu caminin tanıtım toplantılarında konuşuyor. Trajikomik değil mi? Diyemediği için kimvurduya giden talihsiz 9 vatandaşın cenaze namazı, cemaat toplamak için ne yapacağını şaşıran, aerobik salonu, kütüphane, internet kafe, nargile köşesi ile bezeli, tanıtımı bizzat diyemeyen kaymakam tarafından yapılan koca camide kılınacak. Eller açılacak, şükür duaları edilecek. 'Şükür yarabbim, buna da şükür. Ya patlasaydı mendebur tanker. Verilmiş sadakamız varmış, ucuz atlattık(!?). Tü tütütüüüüü.....' Bedava yaşıyoruz ki öyle böyle değil.

Amaninnn, tövbe vallahi de tövbe billahi de tövbe. İster inanın ister inanmayın, yukarıdaki paragrafı yazıp noktayı koymamla birlikte şaaakk elektriklerin gitmesi bir oldu. Kaymakam mı çarptı ne? Bunlardan korkulur kardeşim. Minare boyu casus uydu yapıp kendilerine laf edeni bir bir enseler bunlar. Amannn, atın ölümü arpadan, benimki de takunyalı kaymakamdan olsun be. Ha söylemeyi unuttum, sözümüze zamir olan ibadethanenin verdiği tüm sosyal(!) hizmetler ücretsiz, yani müessesedenmiş. Eee kaz gelecek yerden tavuk mu esirgenir vatandaş. İstediğin aerobik olsun. Alasından tekmili birden burada. Canın nargile mi çekti? Yok hani geçerken uğrayıp gazap üzümlerini hatmetmek mi istedin, buyur camimize. Sen kapıdan gir gerisini biz hallederiz. Beyin yıkama, yağlama, rektifiye bedava. Tek isteğimiz var senden, mührü ampule usulca basman. Ama usulca ha, ampülü kırıp milleti uyandırma bozuşuruz, hıııııı....

Bir sonraki sayıda buluşuncaya kadar bulunduğunuz yerden bir adım öne çıkın. Sevgiyle...

Cem Özbatur

Seda Demirel

 Pratisyen Kahveci : Seda Demirel


   ACİL KAPISI - YILBAŞI

Yine bir Acil Servis Kapısı. Saat 17:00. Yılbaşı.

Bütün vücudum gerilmiş durumda. Bacaklarımı zorlukla hissediyorum. Neredeyse dört saattir kesif bir sis içinde araba kullandım. Aslında sis de değildi. Bulutların arasından indim sayılır.

Rotasyondayım.

Şehrin en ücra köşesinden geliyorum. Hatta harita üzerinde sınır.. Diğer bir şehire on dakika uzaklıkta. Kartalların yuva yaptığı ve halkının halı dokuduğu minicik bir yerdeydim. Eşi doğum yaptığı için izine ayrılan hekim arkadaşın yerine bakıyorum. İlçenin göbeğinde açılan devasa bir pankart var. "Ramazanda Oruç Yiyen Münafıktır" İki haftadır, bu yazısının bağlı olduğu direklerden birinin hemen yanında izbe bir yerde kalıyorum. Seval gülümsüyor asık yüzüme. Bayrak yarışında bayrağı elime sıkıştıran kendisiydi iki hafta önce. Beni anlıyor. Erdoğan omuzuma minik bir yumruk atıyor. "Gazan mübarek olsun kardeşim."

Nöbetimize içecek, çerez, tatlı yağıyor. Sevgili meslektaşlarımız nöbete motive ediyorlar . Uğrayan herkesin eli kolu dolu. Bu stok en az 3 yılbaşı yeter. Gülümser gibi oluyorum, nihayet. Karnım oldukça aç, ondan olacak..

Yeni yıla giriyoruz... Mide fesatı olacağım ama bir parça daha mozaik pasta yesem mi??

Gece 04:00. Telefon kısa kısa, ben bir "iç hat"ım diye çalıyor.

Açıyorum. Hemşire hanımın dediklerini anlayamıyorum. Tellerden sessiz bir yardım isteği cızırtısı dışında duyduğum tek şey "Dahiliye Servisi" kelimesi oluyor. Oturduğum yerden kalkış şeklimden Seval durumu anlıyor. "Ben buradayım, sen koş.. Ben nöbetçi şefi arayayım.."

Servis karanlık içinde. Ayaklarımdaki sabolardan çıkan ses herkesi uyandıracak şimdi. “Tak, tak, tak.." Duvarlardan yansıyıp bana geri dönüyor. Sanki on kişi olmuşum, koşuyorum ışık gördüğüm tek odaya.

Altı yataklı erkek odası. Yataklardan sadece bir tanesi dolu. Hemşire hanım tansiyon ölçme uğraşı içinde. Baktığım hasta nefes almıyor. Başının altında 2 yastık birden var. Çenesi neredeyse göğsüne değecek.

Dudak çevresi morarmış. Tırnak yatakları da. Kolundaki serum akmaya devam ediyor. El bileği avucumda nasıl da cansız.. Oysa nabız alıyorum.. Ritmik.. Yastıkları çekip atıyorum bir hırsla, sanki bütün suçlu bu yastıklarmış gibi bir öfkeye kapılıyorum, bu hareket için geç kalınmış.. Hemşire hanıma öyle bir bakış atıyorum ki ezildiğini görebiliyorum. Ne gereksiz..

Yastıkları çeker çekmez, parmaklarımla sihir yapmışım gibi, hastanın derin bir nefes çektiğini duyuyorum.

Öfkemden iz kalmıyor.. Şaşkınlık oturuyor gözlerime.. Kan dolaşımını kontrol etmek için hemşire hanımın panik halde elinden bıraktığı tansiyon aletini kapıyorum.

"EKG nerede kaldı???" diye çıkışıyorum. Kızcağız uçarcasına çıkıyor odadan.

Tansiyon ve nabız normal sınırlar içinde. Akciğer sesleri de aynı şekilde çok düzgün.

Gözbebeklerindeki ışık refleksleri normal.

Hemşire hanım EKG cihazı ile içeriye giriyor.

Serviste çalışan tek monütör EKG nin monütörü.. Lanet olsun..

Elektrotları bağlarken siz hasta dosyasını getirin diye terslenmeye devam ediyorum kıza.

En çok kırk yaşında olmalı. Zayıf ve çelimsiz bir vücüdu var. Derin bir uykudaymış gibi gözüküyor.

Uzamış sakallarına bakıyorum. Rengi düzeliyor, dudakları ve tırnak yatakları pembeleşti bile.

Yine de oksijen kanülünü çıkarmıyorum burnundan. Dörtten gitmeye devam etsin diyorum hemşire hanıma. Elime tutuşturduğu boş, bomboş dosyaya şaşkınlık ve hayalkırıklığı ile, yatıran hekime telefon ile ulaşamayan hemşire hanıma da dalgın dalgın bakıyorum. EKG de neredeyse tüm derivasyonlarda 5 mm varan ST çökmesini görüyorum. Çaresizlik içindeyim. Koroner servisimiz ve bir kardioloji uzmanımız yok. Stabilize edip sevketmemiz gerekecek diye düşünüyorum. İçeriye bizim kadar çömez olan nöbetçi şef giriyor. Çok genç, mezuniyet sonrası hemen ihtisasa başlayan hekimlerden. Göz Hastalıkları Uzmanı, panik içinde.. O kadar uzak ki yatan hastaya.. Kısaca hastayı sunuyorum şefime. "Bu koşullarda takip edemeyiz, perlinganit başlayıp yollasak mı?.. Yoğun bakım koşullarında takip edilmesi gerekmez mi?" diyorum. "Bu şekilde gidemez ama Perlinganit başlayacağız." diyor. Sıkılıyorum..

Hastanın ablasına ulaşmışlar.. Akıllı bir kadın. Onunla odadan dışarıya çıkıyorum.

"Kardeşim kalp hastası. 4 ay sonraya koroner anjiografi için sıramız var"

"Şeker, tansiyon.. Ya da başka kronik bir rahatsızlık?"

"Epilepsi hastası."

Taşlar yerine oturuyor. Nöbet geçirmiş olmalı. Solunumun durması da, yaşadığı kardiak sıkıntı da buna bağlı. Altında yatan bir atherosklerotik kalp hastalığı da var.. Ciddi.. Bu durum çok ciddi..

Şef boş boş bir hastaya bir de monütöre bir de bomboş dosyaya bakıyor. Durumu sabırsızlıkla anlatmaya çalışıyorum ona da. "Ben eşimi arayacağım. O da nöbetçi, Üniversite'de.." diyor. Nöbetçi şefin eşi bir koşu!! bizim hastaneye geliyor. Nöbet yerini terk etme pahasına hem de.. "Gitmesi lazım, evet.. Bu koşullarda bu hastayı takip edemezsiniz.. Bize de alamayız.. Sevkler kapalı.."

Hasta yakınına koşuyorum.. "Maddi olarak karşılayabilir misiniz?"

Dalga geçermişim gibi bakıyor yüzüme.. "Karşılayabilsek neden on aydır koroner anjiografi için sıra bekleyelim doktor hanım????"

Hastayı transfer için hazırlıyoruz.. Artık hasta da uyanıyor.. Şaşkın şaşkın bize bakıyor.. Elimi omuzuna koyuyorum.. "Nöbet geçirdin.. Kalp damarlarında da sorun olduğu için korkuttun bizi.. Bu koşullarımız ile seni takip etmek çok riskli olacak. Seni bizden çok daha gelişmiş bir hastaneye yollamak zorundayız.. Senin iyiliğin için.. " Kurumuş dudakları kımıldıyor.. "Teşekkür ederim.." İçimi acıtıyor bu cümle.. Gözleri çok donuk.. Durumu kısaca yakınına da anlatıyor nöbetçi şefimiz..

Saat 05:00 de, yeni yılın ilk günü, ilk transferimiz için hazırlıklar tamam. Sevk bir saat kadar sürecek, yakındaki başka bir şehire gitmesi gerekli. Seval aşağıda dokuz doğurmuş durumda. Biraz onu dinlendirmem lazım.

Gün ağardı.. Eve gideceğim. Acıktım.. Annemi babamı çok özledim.

Saat 08:15. Ayaklarımı uzattığım doktor odasında gece yaşadığımız olumsuzluğu yana yakıla Ufuk'a anlatıyorum. "Şu eksikti, bu yanlıştı, diğerinde de geç kalınmıştı.." Ufuk dalgın dalgın kafasını sallıyor.

Seval elinde cezve bize türk kahvesi yapmaya çalışıyor. Hastanenin kantininden getirdikleri bayat simitleri elektrikli ocağın üzerinde ısıttık biraz önce. Personele de şantajla mutfaktan peynir zeytin ve yumurta aşırttırdık. Hep beraber biraz geciken diğer hekim arkadaşımızı bekliyoruz. Dışarıdan gelen korna sesi üçümüzü de zıplatıyor.

İçeriye üzerinden dumanlar tüten bir elektrik çarpması sokuyorlar sedye ile. Çığlıklar kopuyor.. Yüksek gerilim hattına kapılmış. Geciken diğer arkadaşımız sedye ile giriyor içeriye. Olay yerinden geçerken görmüş hastayı. Hemşireler, teknisyenler odalardan çil yavrusu gibi çıkıp hastanın başına geliyorlar.

Elimdeki bistüri ile ne var ne yok kesip atıyorum giysilerini. Göğsüne ulaşmaya çalışıyorum..

Çok soğuk.. O kadar çok giyinmiş ki üşütmemek için. Yılın ilk günü ekmek parası derdine düşen bir inşaat işçisi var önümde. Üşütmemek için belki de altı kat giyinmiş.. Soğuktan çekinmiş.. Ne zalim bir ironi..

Ufuk beni ittiriyor kenara nihayet. "Hadi saat 08:45. Git ve dinlen biraz. Biz geri kalanı hallederiz." Kımıldayamıyorum hastanın başından. Hiç bir yorgunluk hissetmiyorum ki.. Ta ki arabaya oturup kontağı çevirene kadar.. Bitmişim..

Cep telefonumun çaldığını duyuyorum uykumun arasında..

Saat 11:30. Seval arıyor.. "Seda.. Yuh Seda.. "

Sesi berbat.. Ağladı ağlayacak..

- Gece gönderdiğimiz hasta bize geri dönmüş Seda.. Yolcu otobüsü hastanenin önünde durmuş.. Hastayı indirmişler.. Merkez üç beş saat tutup, bölgesinde takibi uygundur demiş ve geri göndermiş bize. Hastayı ambulansa bindirmişler, ambulans ile şehirlerarası otobüs terminaline götürmüşler. Otobüse bindirmişler. Otobüste nöbet geçirmiş.. Ölmüş Seda..

-...

-Seda.. Sedaaaaaaa.. SEDAAAAAAAAAAAA!!!!!!..

(Çok basitçe..)
EKG: Elektrokardiografi.. Elektriksel iletinin kalp kası boyunca yayılımını kayıt eder. (Kardia: kalp)
Elekrot: EKG cihazının hastaya bağladığımız kabloları.
ST değişikliği:(Yükselmesi ya da çökmesi) EKG kaydında kalp kaslarında oksijen azlığı ya da kalp damarlarında yaşanan daralma, tıkanma vb. nedenler ile görülen beslenme bozukluğunu gösteren özel bir dalgalanma.
Perlinganit: Damarlarda genişlemeye neden olan bir ilaç. Özellikle kalp krizi diye tabir edilen Miyokard Enfarktüsünde ya da hipertansiyon krizlerinde yeri vardır.
Epilepsi:
Sara hastalığı..
Atherosklerotik kalp hastalığı: Kalp damarları olan koroner arterlerin özellikle kolesterol plakları ile tıkanmış ya da daralmış olması. Halk arasında damar sertliği. ( Koroner Anjiografi: Radyo opak bir maddenin ana arterlerden verilmesiyle koroner arterlerdeki daralma, tıkanma vb.. durumların bulunması)
Fenobarbital: Sara hastalığında kullanılan bir ilaç.
Kardiak iskemi: Kalpte dolaşıma ya da oksijensizliğe bağlı beslenme bozukluğu.


Seda Demirel

Yukarı

Ahmet Altan

 Marangoz, Bahçıvan ve de Kahveci : Ahmet Altan


   YOL

'Uzun ince bir yoldayım,
Gidiyorum gündüz gece...'
Veysel Şatıroğlu


Uzun zamandır yürüdüğümü düşünüyorum.. Uzun.. çok uzun...
Yolda birçok insanlara rastladım.. Güzel insanlar, onlar iz bırakmışlar bende, diğerlerini.. anımsamıyorum bile.. Anılarımız oldu yolda, hatırlanmaya değecek anılar.. ve işte bunlardır bana 'yaşadım' dedirtebilecek olan anlar..

Ali'ye dedim ki 'abi, gün gelir de ölecek olursak.. mesela hani sen Çin'e gidip duruyorsun ya hani.. işte oralardan bi sars neyin getirsen.. Ve bana da bulaştırsan.. Ölümcül hasta olsak.. İnanır mısın, ben hayıflanıp durmam.. Ne yapalım, buraya kadarmış işte' derim.. Yok, yorgun ya da bezgin değilim.. Hayattan zevk de almaktayım şüphesiz.. Her bahar, yaşadığıma şükrederim ben.. İyi ki yaşıyorum, ve iyi ki görebildim bu mevsimi de derim.. Yaz gelir karpuzu, şeftaliyi, sonbahar gelir cevizi bademi kovalarım.. Baharsa zaten tümüyle bambaşkadır, gören göze..

Bugün bir mail geldi, Feridun Hürel vardı ya hani, Üç Hürel diye eski bir topluluk.. işte o grubun üyelerinden biri.. Bir metin yazmış, ve 49 yaşına geldiğinde hayattan neler anlamış olduğunu anlatmış.. Güzel bir özet.. ve burada, yaşam için önemli olan birçok güzel laf etmiş.. Bunlardan bir tanesi beni bu yazıyı yazmaya itti, 'Hayatta varılacak yerin değil, yolun önemli olduğunu anladım..' demiş.. İşte budur hayatta bir şey anlaması gerekiyorsa insanın, anlaması gereken dedim.. Veysel'in dediği gibi,
'Yetişmek için menzile, gidiyorum gündüz gece.. '

Ve yaşam... bir yola çıkıp bir menzile erişmek değil.. yaşam yapılan bu yolculuğun ta kendisi, ve tamamıdır.. Görmediğim güneş batımları.. koklamadığım çiçeklerle gelmiş bahar değildir yaşam.. Ve bunların toplamından bir yaşam yapamazsınız.. Tersine, sadece ve ancak yaşadığınız, farkettiğiniz anlarınızını bir toplamıdır yaşam..

İnsanlar tanıdım, tanıyorum.. Neden ve niçin bilmeksizin başı kesik tavuklar gibi koşturarak geçirmekteler yaşamlarını... Bol keseden harcamak... başka birşey değil.. Ve böyle gidersen, sadece menzile varırsın.. yolculuk yapmazsın..

Küçük Prens'te (Antoine st Exupery) güzel bir bölüm vardır, susayınca susuzluğu gideren haplar satan adama sorar Küçük Prens 'Ne yararı var ki bu hapların?' diye. Adam cevap verir 'Günde üç kere su içsen, bu toplam bir dakika demektir ve ayda da yarım saatine malolur.. Bu hapları alarak bu zamanı kazanmış oluyorsun.. ' Ve cevap verir bizim küçük adamımız 'Dilediğimce harcayacak yarım saatim olsaydı eğer.. Ağır ağır bir çeşmeye doğru yürümek isterdim..' İşte yaşam bu olmalı.. bir çeşmeye doğru ağır ağır yürümek.. Acelesiz.. ve sindirerek.. Hissederek, anlayarak, farkederek.. Şimdi anlıyorum artık, yaşlı insanların neden acele etmediklerini hiç.. Oysa bizler.. nasıl da inanıyoruz, dünyanın bizsiz dönemiyeceğine.. Nasıl da yanılıyoruz herşeye ve heryere yetebileceğimize inanarak. Dünya mezarlıkları, vazgeçilmez insanlarla doludur derler ya.. Bu basitcecik gerçeği nasıl da göremiyoruz.. şaşıyorum..

Anılarımı düşünüyorum, geçmişimden, kendi kısa tarihimin derinliklerinden gelen anılar.. Beni sevmiş, benim de tutkuyla bağlanmış olduğum kadınlar.. Severek, inançla, özveriyle kendilerini ve herşeylerini vermiş, özverili sevgililer.. Yaşam sonuçta tek bir kişiyle paylaşılabiliyor şüphesiz.. ama yolculuğumuzda bize eşlik etmiş olan insanlar, az mı önemliler? Az mı anılmaya, hatırlanmaya değerler? Tüm bu insanlar ve anılar olmaksızın, bizler biz olabilir miydik? O sevgiler ve acılar değil midir bizleri olgunlaştırıp büyüten? Ve tüm o yaşananlar ve o sevgililer olmasaydı.. bizler bu günki biz olabilir miydik?

Demiş ki Feridun Hürel 'Arzulamanın elde etmekten daha önemli olduğunu...' anladım..
Nasıl da doğru bir laf.. Nasıl da doğru bir tesbit.. Arzulayamadığınızı bir düşünür müsünüz? Yaşamın bir amacı, bir hedefi kalır mı?

'-Sevişmenin orgazmdan daha önemli olduğunu...'
susuyorum..ne diyeyim başka....

-Tek gerçeğin yaşanılan an olduğunu...

-Aynı pencereden bakmanın değil, o pencereden aynı şeyi görmenin önemli olduğunu...

-Herşeyin ama herşeyin bir bedeli olduğunu...

-Aşkın, yaşanırsa biteceğini...

-Anne olabildikleri için kadınların erkeklerden daha şanslı olduklarını...

-Güzel bir kadından daha güzel, daha seyredilesi, daha değerli bir şeyin doğada mevcut olmadığını...

-Güzelliğin -geri alınmak üzere- insanlara verilmiş en büyük armağan olduğunu...

-Sadakatin pamuk ipliğinden yapıldığını, bunu güzellerin daha iyi bildiğini ve bu yüzden ilişkilerinde daha az güven duyduklarını...

-Paranın değil, güzelliğin her kapıyı açtığını...

-Kalabalıktaki yanlızlığın, ıssız ada yanlızlığından daha kötü olduğunu...

-Herşeyin boş olduğunu...

-"Herşeyin boş olduğu" gerçeğini herkesin bildiğini ancak, çok az kişinin kavrayabildiğini...

-Herşeyin bir oyundan ibaret olduğunu...

-Öğrenmekten çok, öğretmeyi sevdiğimizi...

-Her insanın, doğduğu andan itibaren öğrenmekle yükümlü olduğunu; öğrenme çabası göstermeyenlerin, doğaya karşı görevlerini yapmadıklarını...

-Mezarlıkları gezmenin bazen okula gitmekten daha öğretici olduğunu...

-Yeteneksizliğin kabahat olmadığını ama bilgisizliğin ve öğrenmeye çalışmamanın en büyük kabahat olduğunu...

-Yeteneksizliği ve bilgisizliği örtmenin en kolay yolunun, tenkit etmek olduğunu...

-Ruhların asla yaşlanmadığını...

-Bedenle ruhun aynı yaşta olmamasının çok büyük acı verdiğini...

-İnsanların doğaya aykırı ve onu haketmiyor olduğunu...

-Birinin heykelinin, o öldükten sonra dikildiğinde, ona değil, dikene yarar sağladığını...

-Paraya ve üne çok az kişinin hayır diyebileceğini...

-Kötü olmanın kolay, iyi olmanın çok zor olduğunu...

-En kötü duygunun pişmanlık olduğunu...

-Hiçbir menfaati olmadığı insanları övenlerin, onlara iltifat edenlerin, gerçek iyiler olduğunu...

-En güzel görüntünün, el ele yürüyen çok yaşlı bir çift olduğunu...

-En güzel ikinci görüntünün, torununu seven dede olduğunu...

öğrendim...

diyerek bitirmiş Feridun Hürel yazısını..
Bana da sizlere aktarmak düştü..

Ahmet Altan
aaltan@kahveciyiz.biz

Yukarı

Burcu Serin

 Misafir Kahveci : Burcu Serin


   Sadece Bize Ait Olan Hayat

Günlerdir yağan karla beraber tıpkı kaldırım taşları gibi yüreğim de buz tutmuştu. Göz yaşlarım donmuş bütün organlarıma beyaz bir örtü serilmişti. Ben bütün bu hislerin ortasında kalakalmıştım. Çaresiz, tepkisiz, kaskatı kesilmiştim.

Zamanı durdurabilseydim ve sonra ılık bir yağmur akıtsaydım içime. Saatlerce ağlasaydım. Ardından doğan güneşle beraber açan tomurcuklar gibi yavaş yavaş yapraklarım açılsa, mis gibi kokutsaydım etrafı. Yine eskisi gibi. Ama yine de yorgun bir çiçeğim ben. Eskisi gibi olabilir miydi her şey? Ya rengim soluk olacaktı eskisinden ya da kokum daha etkisiz...

Bir ayrımın başlangıcında ne yapar insan? Hayatım boyunca risk almayı sevdim. "Hayatı kontrol altında tutmak istiyorsan, onun seni kontrol altına almasına sakın izin verme." dedim kendime. Şimdi görüyorum ki dakikalar benden daha fazla söz sahibi. Zaman ışık hızında hareket ederken benim hayatımdaki değişiklikleri de beraberinde belirliyordu. Bense zamanı; iki yamacı yararak geçen bir trenin geçişini, yüreğimin ikiye ayrıldığını hisseder gibi izliyordum. Sadece zaman mıydı benim hayatımdan çalan? Beni bu kadar duyarsızlaştırıp, karar alma mekanızmalarımı bloke eden, bir metal parçası gibi tepkisiz hale getiren... Başka yüzler, başka zihinler örmüştü etrafımı. Her birinin ayrı endişeleri vardı, benim endişelerime yabancı.

Bütün bunlardan sıyrılıp uzaklaşmayı istiyordum. Asla sahip olamadığımız ama sahip olduğumuzu sandığımız özgür anlara yeniden kavuşmak... Besili bir tay gibi sonu gözükmeyen yeşil düzlüklerde nal sesleri çıkarmak...

Ve sonra sadece kendimle başbaşa kaldığım zamanın ortasında durup düşünmek... Bu sessizliği yaran acımasız savaşçılar gibi savaşan yüreğimin ve beynimin savaşını hissetmek... Sonra karar vermek, bir sonun başlangıcında yalnız olmak. En cesur halinle koyulmak yola inanarak, damarlarındaki kanın delice akışını, vücudunun her ayrıntısında gezindiğini hissederek...

Ve tabii ki, razı olmak her şeye. Senin olan, sana ait olan her sona katlanabilmek. Ve gögüs gerebilmek senin olan her yanlışa vücudunun en asil duruşuyla...

Burcu Serin

Yukarı

 Kahvecigillerden : Nurettin Hatipoğlu


BÜYÜK HEYECANIM.

Akrep ve yelkovanın yeni sabahlara yarıştığını ilk bu sabah farkettim. yorgun gecelerimin şaşkın sabahlarının beni ışığa kör ettiğini, bu güzelim kente bile yabancı kıldığını seni görünce anladım. Günün ilk ışıklarına göz kapaklarımı açar açmaz ok gibi fırlamıştım yatağımdan. Seni alacağım yere geldiğimde derin bir oh çekmiştim. İnsanlar kıpırtısız caddeler ölüydü. Menekşe kokuları henüz ortalığı sarmamıştı. Belli ki henüz gelmemiştin...

Hani bazen kalabalık bir kentin kalabalık bir caddesinde yürürsün ya. Bir bayram şenliği gibidir cadde. oysa kimse kimseyi tanımamaktadır. Bir akıntıdır herkes ve sende kapılmışsın yürürsün. Cebinde umutların... Derin düşüncelere dalmışsın, okyanusların en derinliklerine dalmış bir denizaltı gibi. Bir türlü eskitemediğin, her seferinde bıkmadan usanmadan süsleyip püslediğin, en güzel karışımlarla elde ettiğin renklerle gelecek güzel günlere ait düşlerinin tablosunu yaparsın. Olmadı bir daha bozar bir daha yaparsın. Ne de olsa düş senin değil miydi? Ellere nesi..? Dehşet güzel bir tablo yaparsın sonunda hiçbir ressamın yapamadığı. . Hangi tüfek vurabilirdi ki, hangi firavun yasaklayabilirdi ki düşlerini..?

Birden kalabalığın arasından bir ses yükselir. “sana da çıkabilir abi” istemeden bir bakış atarsın. Kırmızı küçücük burnunu çekerek sana yaklaşmakta olan küçücük bir çocuktur bu . Elinde piyango biletleri... Olmaz ya, ya olursa diye geçirirsin içinden alırsın bir tane. Yakaladığı her fırsatta firar etmiş asi düşlerine bir tutam sevinç katarsın. Olur ya, ya çıkarsa...

Evet ya çıkarsa...
Tüm hayatın bir anda değişebilir, yeryüzünü baştan başa rengarenk boyayabilir, yeni bir gökyüzü bile satın alabilirdin...

Seninle ilk göz göze geldiğimiz an cebimdeki bilete en büyük ikramiyenin vurduğunu anladığım andı. Varlığınla o güne kadar gözümde hareketsiz gibi duran tüm börtü böceğe ayrı bir heyecan vermiştin. Yatağımda darmadağınık duran düşlerimin ortasında bir kır çiçeği gibi açmıştın...

Bütün güzelliğini giyinip gelmiştin. Yüzün meleklerden gülüşün güneştendi. Ay güneşten almış ışığını, gece saçlarından siyahını. bütün kuğu kıvrımları boynundaydı, karıncalar senden almış ince belini... Ya şimdi doğaya beyazın en güzelini en muhteşemini gösteren, nice aşıkların nice sevgililerin yüreğini harmanlayan papatyalar kıskanmaz mıydı kar beyaz tenini farkedince? Uzak doğunun gelmiş geçmiş cümle insanları kahrından ölmezler miydi çekik gözlerine bakınca? Ve binlerce yıldır onca aşklara canından can katmış kan kırmızı güller kıskanmazlar mıydı dudaklarında açan bordo gülü görünce? Bir bilsen kır çiçeğim, yüreğim nasıl cehennem sıcaktı. Nasıl aşıktı... Bilsen nasıl bin parçaya bölünüyordu gözlerindeki ışıltıyı yudum yudum içerken..?

Karşılaştığım her güzel şeyin bu kadar güzel olduğunu ilk kez mi görüyordum? yapraklardaki yeşilin bu kadar yeşil olduğunu ilk kez mi anlıyordum? Florya Kıyılarındaki çingene martıların bir rakkase kıvraklığıyla böyle güzel dans edişleri ilk miydi göz bebeklerimde? Sahi aşık olunca böyle mi olurdu her insan? Yoksa sadece sen olunca mı bu böyleydi? “Hayatın anlamı” sen olmalıydın . Saatler sonra ansızın günün ilk öpücüğünü verdiğinde “biliyordum bir şeylerin eksik olduğunu” diye eklediğinde anlamıştım kuşların neden bu kadar güzel uçtuklarını... Vedalaştıktan sonra koşarak geri dönüp elime parfümünü sürdüğünde “ben yokken başka kadın yaklaşmasın” dediğinde anlamıştım yeşilin neden bu kadar yeşil olduğunu...

Sevdadan yana ne varsa valizine doldurup gittiğinde,
Uçağın gümüşten kanatlarını gökyüzüne açtığında,
bilemezdim ki gökteki meleklerin bu aşkı kıskanacaklarını...
bilemezdim ki firavun kalıntısı yasakların seni benden alacağını...

Artık baktığım her şeyde seni görüyorsam, gördüğüm her şeye sen diye bakıyorsam, yaşadığım bu gezegenin adını değiştirmeliyim. Küçükken öğrendiğim bir yanlışı düzeltmeliyim. Mars Venüs Jüpiter ve Büyük Heyecanım...

Nurettin Hatipoğlu

Yukarı

 Kahvecigillerden : Kemal Türkmen


İlk aşklar,

Sahi ne denli etkileyici ve çok kullanılan iki kelimedir bunlar.
Birden sihirli bir anlam kazandırıverir birlikteliklere.
Ateşi yüksek, nedeni hiç anlaşılamayan, bireyin ruhunda fırtınalar yaratan onulmaz bir hastalıktır sanki .
Ne ötesi, ne berisi, hiçbir şey ama hiçbir şey onları etkileyemez.
Bir bakış, anlaşılamayan bir duygu akımı dünyanın kalanını iki sevgilinin önünde yok ediverir.

Birey toplumun etkisi altına girdikçe kişiliği, yerleşik kültürce şekillendirildikçe, ilk aşklar sessizce ortadan kalkmaya başlar.
Artık her aşkı bir son olarak görme eğilimi başlar nedense.
Sonsuz kere sonsuz aşk.... neden olmasın ?
Yaşam boyu mutluluk isteklerine, birde gönenç beklentisi eklenir.
Her kilometresi hesaplanmış, hız sınırları, ikaz panoları, benzer konaklama yerleriyle otoyollarda yolculuklar gibidir son aşklar.
Onların hızı, duracağı, varacağı yerler hep en baştan kurguludur .

Şarkıların, şiirlerin, romanların eskitemediği ilk aşklar yaban çiçeği kokan yüksek dağların patikalarında ya da ilkbaharın yeşerttiği ufka kadar uzanan gelinciklerin kimi kırmızılaştırdığı buğday tarlalarında esen rüzgarlara benzer.
Mutlu bir gelecek ve gönenç akıllarına bile gelmez. Onlar geleceği ve anı bugünde yaşayabilen, zamanı durdurup, uzamı anlamsızlaştırabilen insanlardır.
Ölümün akla bile gelmediği, sahip olma duygusunun yok olduğu bir dünyada özgür ve mutlu bir yaşam...
Ben ilk aşkların her zaman yaşanabileceğine inanıyorum.
Ama yerleşik düzen, sınırlarını çizemediği böylesi aşkları hiç istemez.
Kimilerince bireylerin yeni yetmeliklerinde kalan, pembe filmlerin mendil eşliğinde izlenen hüzünlü hikayeleridir onlar.
Ben ayni düşüncede hiçbir zaman olamadım.

Doğanın yalnız canlısı insan beyninin derinliklerine kimseleri sokmak istemez.
Bir tek ilk aşk ya da gerçek aşk diyebileceğim durumlarda bu kural bozulur.
Böylece birey geçicide olsa artık yalnız değildir.
Yaşam daha güven verici oluverir.
Varoluşun göz kamaştıran bu güzelliğini ve uzamın acı veren ama böylesi güzel tınılarını yaşamı boyunca yerleşik düzene başkaldıran Mozart'ın müziğinde hep duyumsadım Her aşık olduğumda, Mozart'ın 467 piyano konçertosunun andante bölümünü dinlerim.
Notalar, o güne değin kimselere açamadığım benliğimin en kuytu köşelerinde özgürce dolaşırken yaşamın güzelliklerini özümserim.

Kemal Türkmen

Yukarı

 Seyir Defteri : Ömer Karayılan


O KASIMLARDA BEN

Kasımdı. Şehre puslu gri bir hava çöker, soğuk bir yağmur yağardı. Ben kül rengi denize yüzümü döner, oradan iskelenin ucuna dek yürürdüm. Ellerimi yağmurluğumun ceplerine sokar, kaybolmuş ufku gözlerdim. Sanki gelecek, gelmesi beklenen birine bakar gibi. Sorardım sonra içimden ; "Tıkanan bir şehri açmıyorsa, yağmur ne işe yarar ?"

"Beklenen gelmese de, beklemek bir eylemdir." derdim ve eklerdim ; "Kapanan bir kalbi açmıyorsa, sözler neye yarar ?"

Cevabını içinde taşıyan sorular arar, sorusunu içinde biriktiren cevaplar bulurdum durmadan.

Mavnalar susmuş, dalyanlar bırakılmış, yazlık çay bahçeleri çoktan terkedilmiş olurdu. Masaların üzerine ters çevrilmiş sandalyelerde, artık kimselerin uğramadığı yazlık sinemaların buruk yalnızlığına benzer bir şeyler okurdum.

Boynum beynimi taşımaz olurdu hafızamın ağırlığından. Bir takım sesler çarpıp dönerdi içimde, martı çığlıklarına benzer. İçimin neresini adımladığımı bilmezdim. İçim neresiydi sahi ? Belli belirsiz kımıldayan kalbim mi, başıma hep olmadık işler saran, varlığı belli belirsiz aklım mı ?

Cümleleri bir sona bağlayamaz, susar ve kalbimi yağmurlardım. Başa sarardım.

"Gittin ha ?" Bu bir cümleyse eğer, kurması hiç de zor değil. Zor olan anlaması...

Kasımdı. "Kopan yol uçları eklenmez olur, rüzgârda bir kadın saçını yolar ve artık bu yollarda beklenmez olurdu." Ben beklerdim. Bekler ve başa sarardım. Bu öykünün ta en başına. İçimi ısıtacak, güzel, eski günlere gidebilmek, hiç olmazsa onlardan -kırık dökük de olsa- birkaç parçayı avuçlamak, beklilerden yola çıkarak avunacak, umacak bahaneler arardım, bulamazdım. "Şimdi bir şiire tutunmanın tam sırası..." derdim. "Bir şiiri koltuk değneği yapmalı kendine, bir mısraya abanmalı, derin bir nefes gibi çekmeli ciğerlerine..." diye düşünürdüm; ama duruma uygun tek bir söz bile hatırlayamazdım. Gözlerimin önünde bir cümle parlar, sonra kaybolurdu. "Senin içini dolduran bir şiir yoksa, hayatının içini neyle dolduracaksın?"Azarlardım kendimi sonra;"Kırılan bir hayatı onarmıyorsa şiir neye yarar ?"

Demek bir hayat kırılabiliyordu, yaşadıkların kırılabilen bir şeydi ve seninki tam da ortasından kırılmıştı. Kırılan neyse..her neyse...

Yoksun ha ? Bu cümleye alışamadım.

Kasımdı. Denize yağmur yağar, yağmurun denizi öptüğü noktada giderek genişleyen ve kaybolan halkalar olurdu. Bu haliyle denizin bulanık yüzü tıpkı bir nişangâha benzerdi, yağmur denizi hep on ikiden vururdu. Yağmur yağar, ben üşürdüm. Bir bardak çayım olsa muhakkak soğuturdum. Binecek bir sandalım olsa batırırdım. Bir atım olsa gözlerine acıyarak bakar, yelesini okşar, ve şakağından vururdum, sonra oturup ağlardım başında. İçimdeki ağırlığı denize döker, parça parça dağılır, lime lime ıslanır, rıhtımdan şehre kapanan meydana doğru yürürdüm...

Ömer Karayılan

Yukarı

 Misafir Kahveci : Sahra Nada


ŞEYTAN

Bu insanoğlu çok salak. Kaç defa beni rahatsız etmeyin diye uyardım, anlamıyorlar. Daha nasıl uyarayım? Neymiş?! Beni taşlayacaklarmış. Ben ne yaptım size? Beni neden taşlıyorsunuz? Bir garezim olduğundan değil, sadece, o da bazen, tam dinlenirken gelip taş atmaya başlıyorlar. Birden sinirleniyorum ve görünür olup " Böööö" deyiveriyorum. Nasıl da kaçışıyorlar... Ertesi gün gazetelerde, TV lerde haber: " Mina'da Şeytan taşlarken bilmemkaç hacı adayı öldü "

Allah'ın gücüne gidecek ama, ona da kızıyorum ara sıra. Tut beni " lanetli " diye tanıt, ondan sonra gelsin küfürler, taşlamalar, benim adıma yapılan kepazelikler.

Her şey Allah'ın dünyayı yaratması ile başladı. O zamana kadar diğer meleklerle güzel güzel geçiniyorduk. Hoş, onları nurdan, beni ateşten yaratmıştı, sözde bir kademe daha düşüktüm ama sonuçta tektim ve ateşten yaradılan bir tek ben vardım ve bu da beni biraz grandiöz yapmıyor değildi hani. Allah o sıralarda bol miktarda deney yapıyordu. " Ol " diyor, galeksiler oluyordu. " Ol " diyor, bir güneşin etrafındaki gezegenlerde hayat başlıyordu. Yine bir gün böyle oynaşırken kıyıda köşede kalmış galeksinin, en ucundaki minicik bir yıldıza baktı ve " durun bakalım burada neler yapabiliriz " dedi ve yıldızın 3. gezegeni için " güzeeel " dedi. Hey güzel Allahım, o galeksiyi nereden bulursun, hadi buldun, o galeksideki en kıytırık güneşi neden seçersin? Şaka değil, salın beni uzayın bir ucuna, bir daha burayı bulamam, yani öyle sapa bir yer. Neyse, işte bu sapa yerdeki yıldızın gezegenini yarattı, sonra oradan bir avuç toprak aldı ve gezegene serpti. " siz, uçun, siz yüzün, siz koşun " diyerek bir sürü canlı yarattı. Elinde çok az bir toprak kalmıştı, onu yoğurdu, biraz oynadıktan sonra onu avucunun içinden üfleyerek dünyaya attı ve " sizde hükmedin " dedi. Bizde yanındayız bu arada. Eciş bücüş bir şey olmuştu son yarattığı ama diğer melekler hemen yalakalığa başladılar her zamanki gibi ve " aaa, ne güzel oldu, nefesinizi verdiniz sevgili babamız " gibi şeyler söylediler. Bende çıt yok. Bence " dünya " en kötü çalışmalarından biriydi ve hiç özen göstermeden yaptı. Bakmayın siz insanların ve oradaki yaşamı "Allah"'ın altı günde yarattı dediklerine. Hele birde o son yarattığı eciş bücüş şeye bakıp bize " Bundan sonra ona tapacaksınız " demedimi!, başımdan aşağı kaynar sular döküldü.

Hikayenin devamını biliyorsunuz. Sürgün. Birde adımı " her türlü kötülüğün anası " na çıkartmadımı.! Ama bende diğer yalaka melekleri de aldırdım yanıma . Hep beraber dünyevi işlerle uğraşıyoruz. Ben dünyayı dolaşıp, sözde " kötülük tohumları " ekiyorum ve sonra yorulunca eve Mina'ya dönüp dinleniyorum. Eve dönüşüm kurban bayramına denk gelirse beni taşlayanlara sinirleniyorum ve ara sıra evden dışarı çıkıp " Böööööööö" diyorum.

Tavus *

* Tavus : Şeytana tapanların ona verdikleri isim. Tavus kuşu anlamındadır.

Yukarı

 Café d'Istanbul par Mustafa Serdar Korucu


Merhaba,

Bugün sizlerle ilk olarak şarkılarını 70'lerden hatırlayacağımız Enrico Macias'ın son albümü "Oranges Ameres"yi, ardından konusunu gerçek hayattan alan bir filmi "Cani"yi ve son olarak Samuel Huntington'ın Medeniyetler Çatışması'ndaki tezlerine yanıt vermek açısından önemli bir kitap olduğuna inandığım "Asyalıların Kafası Çalışır Mı?"yı paylaşacağım.

Keyifle dinlemenizi, izlemenizi ve okumanızı dilerim.

ORANGES AMÉRES / ENRICO MACIAS :

Türkiye'nin batılılaşma sürecinde etkisi olan ülkelerin en önemlisidir Fransa. Her ne kadar son birkaç yıldır Amerikan etkisiyle Anglophon kültüre bulandıysak da aslında Tanzimat'tan beri Türkiye'nin batıya olan penceresidir bu ülke. Fransız şarkıları ve şarkıcıları özellikle 60'lı yıllarda pop müziğin ülkemizde oturmaya başlamasında ve Türkçe sözlü olarak yapılmasında en önemli örnek olmuş ve bol bol aranjeleri yapılmıştır. Bunlar içinde en çok öne çıkan isimlerden biriyse Enrico Macias'tır. Onu hem Paris'in ünlü Olympia Müzikholü'nde Ajda Pekkan ile düet yapmasından hem de aranje ettiğimiz şarkılarından hatırlayabiliriz. Aranjeleri arasında pekçok sarkıcıdan farklı yorumlarını dinlediğimiz "Arkadaşımın Aşkısın"ı (La Femme De Mon Ami), Seyyal Taner'den duymaya alıştığımız "Son Verdim Kalbimin İşine"yi (Je Suis Content Pour Toi), Yeliz'den "Bu Ne Dünya Kardeşim"i (Aux Talons De Ses Souliers), Tanju Okan'dan "Koy Koy Koy"u (Poï Poï Poï) Ajda Pekkan'dan "Hoşgör Sen"i (On S'embrasse Et On Oublie) Juanito'dan "Gurbet"i (Adieu Mon Pay), "Son Şarkım"ı (Non, Je Ne Pas Oublie) ve Nilüfer'den "Selam Söyle"yi (Pourquoi Parler D'amour) bulabiliriz.

2003'te Türkiye'de de sevilerek dinlenen pek çok ünlü şarkısının bulunduğu "L'oriental" adlı best of albümünü çıkaran Enrico Macias, yeni şarkılarından oluşan "Oranges Amères"i (Acı Portakallar) çıkardı. Her zaman olduğu gibi Akdeniz'e özgün müziği, birbirinden çok farklı iki kültürü doğuyu ve batıyı sentezleyen ezgileriyle Macias, yine hayranlarına beklediklerinden fazlasını veriyor. On iki şarkının bulunduğu albümde özellikle öne çıkan parçalar "Mes Andalouises" ve "Le Voyage".

Doğu'yu ve Batı'yı dünyada başka hiçbir yerde bu kadar içiçe göremeyeceğimiz bir alan sunan sanatın bize kazandırdığı önemli isimlerden biri olan Macias'ın son albümü mutlaka dinlenilmeli.

CANİ (MONSTER) :

Profesyonel bir elden çıkmış, başarılı yazılmış her film senaryosu insanları etkilemeyi başarır. Bizler onların gerçek olmadıklarını, aktörler tarafından canlandırıldıklarını bilsek de yine de onlara inanır onlarla sever, onlarla ağlar, onlarla korkarız. Ancak bazı senaryolar vardır ki bunlar köklerini yaşanmış olaylardan alırlar. İşte bu tarz senaryolar içlerinde yaşanmışlık taşıdıklarından gerçek yaşamı daha sert bir şekilde yüzümüze vururlar ve sonuç olarak insanı daha derinden etkilerler.

"Cani" adeta gazetelerin üçüncü sayfalarından çıkıp gelmiş. Altı erkeği öldürmekle suçlu bulunduktan sonra geçen yıl Florida'da idam edilen (ABD'nin bazı eyaletlerinde hepimizin de bildiği gibi idam hala uygulanıyor) hayat kadını Ailen Wuornos'un hikayesini bize etraflıca bir şekilde anlatıyor.

Trajik bir çocukluk yaşamış olan Wuornos, Florida'daki bir barda teyzesiyle yaşayan lezbiyen Selby Wall ile tanışır. Hayatta tutunacak hiçbir dalı olmayan Wuornos Selby'e hemen aşık olur ve aşkını sürdürebilmek için her türlü yola başvurur. Sonuçta çareyi dünyanın en eski mesleğinde bulur. İlişkisi için genç kadın fahişelik yapmaya başlar. Ancak bir gün bir müşterisi Wuornos'a çok kötü davranır ve genç kadın ilk cinayetini işler. Wuornos bundan sonra durmayacak ve fahişe olarak çalışırken aralarında bir polisin bile bulunduğu, kendine zorla tecavüz etmeye yeltenen bütün erkeklere kendini korumak için ölüm estirecektir.

En çok seri katile sahip ülke olan Amerika'da bile bu çok olağan dışı bir olaydır. Çünkü bugüne kadarki seri katillerin çoğu erkeklerden oluşmaktadır ve kadınların seri katile dönüşmeleri olasılığı hep düşük görülmüştür. Ve bu kadın, Alien Wuornos çok büyük bir istisnadır. Ancak Hollywood aracılığıyla Amerika'nın kadın seri katillere olan merakı da her zaman var olmuştur. Bunlara örnek olarak "Temel İçgüdü" ve "Amerikan Sapığı 2" gibi filmleri verebiliriz.

"Cani"nin yazarlığını ve yönetmenliğini üstlenen Patty Jenkins ise olaya cinayetler açısından değil bir aşk hikayesi çerçevesinden bakmayı başarıyor ve ölüm kokan bu aşkı güçlü bir dille anlatıyor.

"Tanrının Eseri, Şeytanın Parçası", "Şeytanın Avukatı" ve "İtalyan İşi" filmleri ile tanınan cesur ve güzel oyuncu Charlize Theron, "Cani" filminde makyaj sanatçısı Toni G.'nin de katkılarıyla karşımıza tanınmayacak şekilde bambaşka bir karakterle çıkıyor ve herkesi şaşırtıyor.

Yönetmenler için en zor şey seyirciyle ana karakter arasında empati kurmak, seyircinin kendini oyuncunun yerine koymasını sağlamaktır. Başarılı bir yönetmen için bunu yapmak romantik veya dramatik bir filmdeki ezilen, üzülen karaktere uygulamak kolaydır. Çünkü seyirci kendini bu insanlarla daha rahat özdeşleştirir ve bunda sakınca görmez. Ancak ana karakter seri katil bir fahişe olunca işler çok çok daha zorlaşıyor fakat Patty Jenkins zoru başarıyor ve izleyiciyle karakter arasında bağ kuruyor.

Gerçekten alınan senaryoları seven, seri katilli filmlere alışkın kişilerin büyük bir beğeni ile izleyebilecekleri "Cani" kanla yoğrulmuş bir aşkı gözler önüne seren bir film.

ASYALILARIN KAFASI ÇALIŞIR MI? (CAN ASIANS THINK?) / KISHORE MAHBUBANI :

Batı her zaman kendi kültüründen farklı olanı kabullenmemiş, onu aşağılama yoluna gitmiş, bu sayede kendi kültürünü daha yüksek tutacağı gafletine düşmüştür. Başka toplumları kendine benzeterek asimile etmeye çalışmış, kendince onları ehlilleştirmeye çalışmıştır. Avrupa'nın böyle düşünmesinin bir nedeni de teknolojinin doğuşunda onların belli adımları atması da etkili olmuş olabilir. Ancak sebep ne olursa olsun Batı kendi dışında kalanlara kuşkuyla yaklaşmış ve "Bunların kafası çalışır mı?", "Bunlar da bizimle aynı mı?" sorusunu sormaktan geri kalmamıştır.

Ancak unuttuğu çok önemli bir şey vardır. Her ne kadar son birkaç yüzyıldan beri Kuzey Amerika ve Kıta Avrupa'sının kültürü ve gücü dünyaya egemense de bütün tarihe bakıldığında bunun her zaman böyle olmadığını ve asla da bu gücün çok uzun zaman bir elde durmadığını görürüz gücü ne kadar büyük olursa olsun.

Günümüz dünyasının yarısından fazlasına ev sahipliği yapan Asya'nın özellikle Pasifik bölgesi gerçekleştirdiği atılımlarla yükselen bir güç olduğunu ve gelecekte söz sahibi olabileceğini hatırlatıyor. İşte bu bölgeden Kishore Mahbubani, Singapur'dan Samuel Huntington'ın tartışmalar yaratan üzerine çok yazılan çizilen Medeniyetler Çatışması'ndaki tezlerine yanıt vermeye çalışıyor.

Hala kendisinin Asyalı mı Avrupalı mı olduğu tartışılan ve bu konuda bugüne kadar daha çok Batılılar'ın öne sürdüğü tezleri inceleyen Türkiye'de yaşayan bizler için bu konuya bir de Asya'nın gözünden izlemek bambaşka bir tat veriyor.

http://www.kmarsiv.com/cafe.asp

serdar@kahveciyiz.biz

Yukarı

 Milenyumun Mandalı : Sait Haşmetoğlu


Milenyumun Mandalı

Editör'den Önemli Not:Sevgili Sait Haşmetoğlu'nun e-romanı görsel öğelerle süslendiğinden, aşağıdaki adresten tek tıklamayla zevkle okuyabilirsiniz. Üşenmeyin... Tıklayın... Ayrıca bugünden itibaren duygu ve görüşlerinizi yorum olarak yazabilirsiniz.
http://www.kmarsiv.com/xfiles/mandal_1.asp

Devamı yok. BİTTİ

hasmetoglu@kahveciyiz.biz

Bu romanı arkadaşına önermek ister misin?

Rating: 8,578,578,578,578,578,578,578,578,57
              445 Kahveci oy vermiş.
58261 Yorum var. Yorum Yaz / Oku

Yukarı

 Dost Meclisi



Fotoğraf: Şeref Bilgi

<#><#><#><#><#><#><#>

Kahve Molası, siz sevgili kahvecilerden gelen yazılarla hayat bulmaktadır.
Her kahveci aynı zamanda bir yazar adayıdır. Yolladığınız her özgün yazı değerlendirilecektir.
Kahve Molası bugün 4.203 kahveciye doğru yola çıkmıştır.

Yukarı

 Tadımlık Şiirler


kav

aşktan sonra da yaşayacağım, kaçınılmaz
açık bir hesap, denkleşmemiş... içimdeki
çanı çalacak zangoç, her saat başı!
sayılı günlere bölecek beni yeniden
masallar üreten çocuk yanım.

zehir biriktirecek akrep, kav atacak yılan!
gözleri sabah, kumrular konacak balkon demirime.
ha bir eksik ha bir fazla, değişen bir şey yok
sokaklar aynı sokak; evler eski evlerim!
yalanlar incitecek şarkıların yüzünü...

yanlış numara çevirip kendi sesini dinleyen
parmaklarım, cebimde bir şeyler arayacak: bana
ait olmayan bir iz, bir mevsim adı belki de;
geçmişten bir slogan, bir düş, aynada...
en çok da unuttuğum sözcükleri, eksileceğim...

dilimin altında bir hap gibi duran adın,
böbrek sancımla uyandığım geceleri aniden!
o kuyu! ağrı biriktirdiğim sabırlı sarnıç...
ilk nefesimde sigaramın iliğimi emmesi,
kavşakta yönsüz bir tabela gibi kaldığım!..

"alt tarafı aşk!" diyecekler, inanmadan;
beni bir tek zeytin ağacı anlayacak!

Emre Gümüşdoğan

Yukarı

 Biraz Gülümseyin




Charlie's Angels!...

Yukarı

 Kıraathane Panosu


Berrin CerrahoğluANKARA'NIN KÜLTÜR VE SANAT İNSANLARI BİR ARADA...

Fotoğrafçı Berrin Cerrahoğlu'nun ikinci kişisel sergisi 'CUMARTESİ PORTRELERİ/ANKARA', sanatseverler ile buluşuyor.

28 Şubat - 12 Mart 2004 tarihleri arasında Fotografevi Koç-Allianz Galerisi'nde devam edecek sergide, yolu Ankara'da kesişen, şiir, edebiyat, resim, müzik, tiyatro ve bilim dünyasından 52 ünlü sanatçının siyah beyaz portreleri yer alıyor.

Karikatürist Nezih Danyal, ressam Nuri Abaç,şair Şükrü Erbaş, yazar Vus'at o Bener, Baskın Oran, Müşfik Kenter, Neyran Fişek, Selva Erdener, kendi evlerinde ve doğal ışıkta fotoğraflanan 52 isimden sadece bir kaçı.



Berrin Cerrahoğlu,

'CUMARTESİ PORTRELERİ/ANKARA'
sergisini onurlandırmanızı diler.

Açılış Kokteyli: 28 Şubat 2004, 18:30
Sergi: 28 Şubat - 12 Mart 2004
Fotografevi - Koç ALLIANZ Sanat Galerisi
Tütüncü Çıkmazı Sokak No 4
Galatasaray / İstanbul

Bilgi İçin : Berrin Cerrahoğlu
Telefon : 0312 255 78 57
e-mail : info@berrincerrahoglu.com



Yukarı

 İşe Yarar Kısayollar - Şef garson: Akın Ceylan


http://www.sihirlitur.com/belgesel/kus_cennetleri/
...Kuşlar aleminde bulunan yaklaşık 8 bin ayrı kuş türünün 500'ü Avrupa'da yaşarken Türkiye'de en az 450 ayrı cinse rastlanıyor. Üstelik de Türkiye'nin kuşları hem Avrupa, hem de Asya'ya ait! Yani Türkiye gerçekten bir kuş cenneti. Uluslararası Kuşları Koruma Konseyi'nin Kuş Cennetleri'nin saptanmasına yönelik yaptığı çalışmalarda ülkemizde 70 kuş cennetinin varlığı saptanmış. Özellikle 15'inin acilen koruma altına alınması gereken...

http://literalsystems.com/files/downl/sonnet29.html
William Shakespeare'in sonelerini sevenler için minik bir hoşluk. ..."...for thy sweet love remembered such wealth brings"... Hatırladınız mı? 29. sone. Hatta bu eseri seslendirilmiş olarak .mp3 formatında bilgisayarınıza indiriyorsunuz. Ayrıca diğer bazı sone'lerin de seslendirilmiş halini bulabileceğiniz sayfayı zevkle tavsiye ediyorum.

http://www.milliparklar.gov.tr/mp/mpliste.htm
Ülkemizde bulunan ve mutlaka görülmesi gereken Milli Parklarımız. ...Karaçam, meşe ve ardıç ağaç toplulukları Milli Park'ın bitki örtüsünü meydana getirmektedir. Bu milli parkın tabii kaynak değerlerinin yanında rekreasyon ihtiyacını karşılaması bakımından büyük önemi bulunmaktadır...

http://www.naive.it/pumpkin/pumpkin.swf
Buyrun size yeni bir flash oyun daha... İyi eğlenceler arkadaşlar.

akin@kahveciyiz.biz

Yukarı

http://kmarsiv.com/sayilar/20040226.asp
ISSN: 1303-8923
26 Şubat 2004 - ©2002/04-kmarsiv.com
istanbullife.com
Kahve Molası MS Internet Explorer 4.0+ ve 800x600 Res. için optimize edilmiştir.
Uygulama : Cem Özbatur - Her hakkı saklıdır. Yayın İlkeleri