KAHVE MOLASI
ISSN: 1303-8923
ABONE FORMU

ABONE OL
ABONELiKTEN AYRIL
HTML TEXT
Arkadaşlarınıza önermek ister misiniz?

 SON BASKI
 Ana Sayfa
 Arşivimiz
 Yazarlarımız
 Manilerimiz
 Forum Alanı
 İletişim Platformu
 Sohbet Odası
 E-Kart Servisi
 Sizden Yorumlar
 Kütüphane
 Kahverengi Sayfalar
 FİNCAN/SİPARİŞ
 Medya
 İletişim
 Reklam
 Gizlilik İlkeleri
 Kim Bu Editör?
 SON BASKI
 PDF (~250-300KB)


PDF Versiyonu





Kahveci Soruyor?



KAHVERENGİ SAYFALAR



KAPI KOMŞULARIMIZ

Üç Nokta Anlam Platformu


Yazılan, Okunan, Kopyalanan, İletilen, Saklanılan, Adrese Teslim Günlük E-Gazete - Yıl: 2 Sayı: 474

 1 Nisan 2004 - Fincanın İçindekiler

 Editör'den : Necefli Editör!..


Sevgili Kahveciler,

Şu sıralar işlerin yoğunlaşması, bendeki gücün tükenmesi, matbaada mürekkebin bitmesi gibi ıvır zıvır nedenlerle bir süre yazılarıma ara vermek zorunda kaldım. Üzülmeyin Kahve Molası aynen devam edecek. Ayırabildiğim tüm zamanı teknik düzenlemeler için kullanacağım. Bu konuda beni mazur göreceğinizi umarım. Ayrıca fırsat buldukça meydanı boş bırakmayacağımdan emin olabilirsiniz. Sizleri sevgili yazar arkadaşlarıma emanet ediyor ve huzurlarınızdan çekiliyorum. Kalın sağlıcakla...

Bir sonraki sayıda buluşuncaya kadar bulunduğunuz yerden bir adım öne çıkın. Sevgiyle...

Cem Özbatur

0 Yorum var. Yorum Yaz / Oku

 Arap olayım ben de kahveciyim... : Beyhan Duffey


Hoşgeldin Nisan

Son on küsür yılın alışkanlığı bu. Bugüne kadar hep kendini 1 Nisan sabahına uyanmak uzere programlayarak uyumuştu. Sabah saat yediyi on geçeye ya çalar saatini kurdu ya da telefonunu. Ama bu sabah kendiliğinden, öylece, sakince ve sanki hiç uykuya yatmamışcasına uyandı.

Onun için özel olan bu 1 Nisan sabahını son bilmem kaç yıldır hep başka coğrafyalarda karşıladı. Aynı gün ve ay farklı yıllar, farklı coğrafyalar ve farklı iklimler... Bu yıl da değişen birşey olmadı. Yaşamının ilk yılının coğrafyası ve iklimiydi aklına düşen. Gerçekte bilmediği ama hayalinde canlandırdığı bir ilk yıl... 32 yıl öncesi. Son birkaç gündür aralıksız yağmış olmalıydi bu Anadolu kentinde kar. Sonra da başladığı gibi birden bire durmuş... Bir iki günlük güneş karları eritmeye başlamıştı bile. Yazdan kalma tozlu yolların, kaldırımların kiri eriyen bu kar suyuna karışarak o muhteşem beyazlığın içinde eğreti, yakışıksız durmaktaydı. Bu sabah güneş doğdu doğacak. Ay hala gökyüzünde. Öylece asılı duruyor. Gece mavisi ve sabah aydınlığı birbirine karışmış. Az öncesine kadar bütün şehir uyuyordu. Oysa şimdi evlerin mutfaklarında ışıyan cılız ampuller bir hareketliliği simgeliyordu. Kimi bacalar tütüyor, kimisinde titreyen çocuklar, duvarda asılı buz gibi okul önlüklerini çıplak kollarından geçiriyorlardi. Çoğu hala uyku sersemi. Fabrika düdükleri az sonra ötmeye başlayacak ve kara pardesülerinin içinde adamlar, başlarında kalpaklar olduğu halde yollara döküleceklerdi. Birer birer açılan kapılardan çıkan bu erkek kalabalığı az sonra ufukta kaybolan kartal sürüsünü andıracaktı. Sigaralarından çıkan duman, kar kokusuna karışacak...

Sancılanıyor kadın. Çocuklar telaşla kahvaltı ediyorlar. Kadının iniltilerini algılayacak yaşta değil hiçbiri. Hiç geç kalmadıkları halde nedense hep okula geç kalma korkuları var. Çantasını kapan çıkıyor evden. Havalar artık yumuşamaya başladı. Artık kimin umrunda kolları çekmiş, boyu kısalmış, onu bir türlü kapatılamayan küçük paltoları giymek. Ayakkabılar su alıyor, ama olsun bir kaç gün sonra kar tamamen kalkar ve nasıl olsa ortalık kurur. Ama ya şimdi, lastik ayakkabıların içinde vıcık vıcık ayaklar. Gökte ışıyan güneşe rağmen parmak uçları dondu pek çok çocugun. Bir an önce kendilerini okula atmak için koşarak geçiyorlar sokakları. İlk ders ayakkabılar çıkarılacak, bütün sınıf çoraplarını çıkarıp kaloriferlerin üzerine serecek ve sırayla ayaklar ısıtılacak. Kış mevsiminin ve ıslak bahar aylarının vazgeçilmez okul manzarası bu.

Kadın çocuklardan kalan kahvaltı sofrasını bile toplayamıyor. Sancılar sıklaştı. Evde yapayalnız. Sokağa çıkıp bir komşu kapıyı çalıp yardım isteyecek durumda da değil. Doğumun tarihini aşağı yukarı bile tahminde bulunmamıştı hiç. Demek ki bugüne kısmetmiş. İş başa düştü diye düşünüyor. Bütün gücünü topluyor ve kendini doğuma hazırlıyor... Üst kat merdivenlerini tırmanıp yatak odasına ulaşması epey bir vaktini alıyor. Hadi bebek hadi, zorlama daha fazla. Annenin gücü tükenmek üzere. Sonunda...

Bir ılık kömür sobasının yanında küçük bir beşikte uyuyor bebek. Huzurlu. Çocuklar okuldan döndü bile. Sobanın yanındaki bebeği görüp şaşırıyorlar. Ne bu ? Nereden geldi ? Kim getirdi ? Artık o da hep bizimle mi yaşayacak ?.. Çocukların soruları hiç tükenmiyor. Ama kadın çok yorgun, hem de yalnız bu günün değil, yılların yorgunu. Yaşı henüz genç ama hayatın acı tecrübesi hem bedeninin hem de ruhunun sınırlarını zorluyor. Kadın çok yorgun ve hasta... Annenin şefkatli ve yorgun eli, huzurlu bebeği ancak üç yıl sevip kollayabiliyor. Sonra üç yaşında bir bebek yapayalnız, hayatın orta yerinde annesiz kalakalıyor. Kadın çocuklarını arkasında yapayalnız bırakıp gözlerini sonsuza dek kapadığında tam 32 yaşındaydı...

32 yıl sonra bugün başka bir coğrafyada açıyor gözlerini o zamanların "küçük bebeği". Üstelik o melek yüzünü bir türlü hatırlayamadığı annesinin olduğu yaşta bir bebeğe can verecek olmanın bütün heyecanıyla. Bu sabah onu böylesine dinç ve ilk kez mutlu uyandıran bu heyecanın kendisinden öte birşey değil. Oysa onlarca yıl her 1 Nisan sabahı hüzünle uyanmış ve yüzünü bir türlü hatırlamayı beceremediği annesini düşünerek gözlerinden yaşlar süzülmüştü. Sevinmesi mi üzülmesi mi gerektiğini bilmediği bu özel günü ömrünce hep buruk geçirmişti.

İşte bu sabah yine saat yediyi on gece uyandı. İlk doğduğu gün, ılık bir soba yanında huzurla uyuduğu güne benzer bir huzurla uyandı üstelik. Üç haftaya kadar hayata merhaba diyecek olan karnındaki bebesini sevgiyle okşayarak.

Bu coğrafyada güneş erken doğuyor. Güneş şimdi gökte pırıl pırıl. Mevsimi olmadığını düşündüğü bu coğrafyanın yıl boyu süren sıcak ikliminin de kendine has renkleri ve değişkenlikleri olduğunu daha bir kaç gün öncesine kadar farkedememişti. Oysa henüz onbeş gün oluyor, çiçekler tomurcuğa duralı. Her sabah kocaman kanatlı rengarenk bir kelebek dolanıyor bahçesinde. Solucanlar, karıncalar gözle görülür bir hareketlilik içindeler. Yaşasın, işte bu doğanın canlanışı, baharın müjdecisi ve Nisan ayının kerametinden öte ne ki ? Bunu şimdiye kadar nasıl farketmediğine şaşırdı.

Sürekli takip ettiği ve okumaktan keyif aldığı bir gazetenin sayfalarında bir sihirli elin yazdıklarıydı aslında onu bu denli etkileyen ve farkında olmasını sağlayan. "Renklerin Dansı" adlı yazısında yazar "...Hep sevgi, hep mutluluk renkleri ve umut renkleri doldurmalı yaşamımızı. Hep bir umutlu gökkuşağı olabilmeliyiz..." diyordu. Aslında farkındalık bakmakla değil baktığını gerçekten görmekle ilgiliydi demek ki. İşte herşeye rağmen yine baharı karşılıyordu hayat. Penceresinin önünde bahçesini izlerken, mutluydu... Yine bu günün kendine özel ve yılların verdiği bir alışkanlıkla olsa gerek, ağladı. Ama bu kez hüzün değil sevinç gözyaşlarıydı yanaklarına akan. 32 yaşında hayata gözlerini yuman bir anneye sunabileceği en güzel varlığı sunacak, annesinin olduğu yaşta o da anne olmanın tadına varacaktı. 2004 yılının 1 Nisan'ı onun unutamayacağı en özel yıl olacaktı...

Hoşgeldin Nisan.

Anneme, bana, kızıma ve elbette bütün anne ve kızlarına...

Beyhan DUFFEY - Cidde / Suudi Arabistan
duffey@kahveciyiz.biz

Yukarı

 PASTORAL EFEMER : Zeki Yıldırım


YAĞMUR KADIN

"Gözleri badem yeşili,
Saçları bal sarısıydı"

Adı Fahriye, tıpkı A. Muhip Dranas'ın ünlü şiirinde geçtiği şekildeydi adı. Ama abla olmaya daha çok yılı vardı. Tozlu, bir o kadar da sözlü küçücük şehrin sokakları dardı ona. Ne zaman sokağa çıksa caddenin her yaştan delikanlısı onu iç çekerek izlerlerdi.

Babası Cumhuriyetin ilk memurlarındandı. TCDD'da makinistti; köy kökenli yoksul bir aileden geliyor olmasına rağmen, çalışkanlığı ve saygılı kişiliği ile birlikte amirlerince hep takdir görmüştü. Hatta bu erdemliliği sayesinde, amiri olan istasyon şefinin çok sık görüştüğü Zahirecilerin kızını eş seçebilme şansını yakalayabilmişti. Sevgiyi de, aşkı da evlendikten sonra tattı. Bir erkek çocukları, bir de Fahriyeleri olmuştu. Yaşam ne garipti ki onun dünyaya gelmesini sağlayan babasını, 16 yaşındayken onlardan alıvermişti. Babasının aniden, o meçhul yolculuğa çıktığında lise diplomasını almaya üç ayı vardı. Bir ikindi üzeriydi, ailece evdeydiler, bardaktan boşanırcasına yağmur yağıyordu.

Ne kadar çok severdi babasını. Ne güzeldi onunla birlikte olmak. Kollarında uyumak, hafif ter ve is kokan yumuşacık saçlarını koklamak. Babacığım babacığım diyerek sarılmak. Nasırlı ellerini öpmek, her zaman tıraş olmuş yanaklarından öpmek. Öldüğünde çok ama pek çok ağlamıştı. Yağmurların hep bulutlardaki su buharının soğuk bir alana geçmesiyle oluştuğunu öğrenmişti hayat bilgisi dersinde. O güne kadar hep çok hoşlanmıştı bu doğa olayından. Oysa o gün gerçek yağmur gözlerinden boşalıyordu, üstelik ne bir bulut vardı ne de bir rüzgar. Sadece canı kadar sevdiği babası yoktu. Gözleri yağmuru, yağmurlar gözlerini o gün öğrendiler ve birbirlerini hiç unutmadılar. Ergenliğinin ilk safhasını birlikte tamamladılar. Her ne zaman yağmur yağsa, içinde tanımlayamadığı bir hüzün oluşurdu. Terk edilmişliği yaşardı sanki, gidip de gelmemeyi; gidip de dönmemeyi...

Yağmurun gizemli sessizliğinde, buğulu kahverengi gözlerinden süzülen yağmurlarla birlikte pencerenin kenarına oturur, ıslandıkça parıldayan parke taşlarından alelacele koşturan insanlara bakardı. Onu o gün tanıdı. Yine yağmurlu bir gündü. Buğulu gözleri yaşlarla dolu pencereden dışarı bakıyordu. Caddenin karşı tarafındaki evin kuytusunda gizlenerek yağmurdan korunmaya çalışan bir suliet gördü. Çaresiz insanlar hep ilgisini çekmişti. Suliete dikkatle baktı. Genç bir erkekti karşıdaki. Yüzünü seçemese bile, narın vücudunu ve kısacık saçlarını fark edebiliyordu. Birden onun da kendisine baktığını fark etti, içinde garip bir dalgalanma hissetti, garip bir ışık yanıp söndü sanki. Hemen tül perdeyi pencereyi tamamen örtecek şekilde çekti. Ama tülün arkasında kalarak karşıdaki suleiti izlemeye devam etti. İçinde hiç daha önce tanımadığı ılık bir rüzgar vardı. Yağmur durmamıştı ama, kahverengi gözlerinde o an sadece buğu vardı.

"Gözleri badem yeşili,
Saçları bal sarısıydı,
Peteğimin tadı tuzu,
Peteğimin arısıydı"


Kim bilebilirdi ki, o gün yağmurda tanıdığı genç delikanlı ile bir defa daha karşılaşacaklarını. Gerçi ilk gördüğü o günden sonra sık sık pencereden dışarı bakıp, onu görmeyi hayal etmişti. Ne ilginçtir ki bu hayali kısa zamanda gerçek oldu. Daha sonraki günlerde o kadar hızlı gelişmeler oldu ki, hem kendisi hem çevresi hayretler içinde kalmışlardı. Altan'ın onu bir gün çarşıda yalnızken görmesi, evliliğe yönelik bir teklifinin olması, nişan, nikah derken İzmir Yeşildere semtinde buldu kendini. Hem de karnında bebeği ile birlikte. Altan'ı çok seviyordu. Gözleri badem yeşil Altan, saçları bal sarısı Altan. Eşin de kendisini sevdiğine inanıyordu. Artık yağmurlu günleri bitmişti, sımsıcak bir yaz mevsimini yaşıyordu. Biz onu komşu oğlumuz Altan ile evlendikten sonra tanıdık. Çok zarif, cici bir bayandı. Tatil ve bayramlarda kapı komşumuz olan kayınvalidesilere ziyarete gelirdi. Bizi ne zaman görse kucağına alır, öper, mutlaka pazen elbisesinin ceplerinde bulunan şeker ve çikolatalardan verirdi.

Altan bir gün eve her zamankinden erken geldi. "Hadi Kordon'a gidelim" dedi. "Alper'in ayakkabılarını ben giydiririm, aman hamileliğin 4. ayındasın artık kot pantolon giymesen ??". "Peki" dedi. Bu eşine söylediği dört harfli kelimenin, yaşamında yeni bir dönemin başlangıcının anahtarı olacağını nereden bilebilirdi ki. Yavaş adımlarla Kordon'a ulaştıklarında Altan Libya'ya gitme fikrini açmıştı. Pembe ufukları anlatıyordu, daha çok paraları olacak, daha iyi şartlarda yaşayacaklardı. Ama bunun için 2 ya da 3 yıl sürecek bir ayrılık vardı önlerinde. Büyük hayalleri için buna katlanılmalıydı. Kıyıda bir banka oturup denizi seyrederken, derin maviliklerde (deep-blue) sanki belirli belirsiz bulut yansımalarını gördü. Temmuz günü bulutlar ne ola ki diye düşündü, başını gökyüzüne çevirdi. Gökyüzünde hiç bulut yoktu.

Fahriye geri döneli iki yılı geçmişti. Annesi ile birlikte yağmurlu günlerinin geçtiği evde kalıyorlardı. İkinci çocuğu yaklaşık 18 aylıktı. Oda babası gibi yeşil gözlüydü. Yine sık sık pencerenin kenarına geliyordu, ama şimdi artık üç kişiydiler. Çocuklarını sıkıca bağrına basıyor ve babalarının geleceği gökyüzüne bakıyorlardı. Yağmurlar sadece gökyüzü ile yeryüzü arasındaydı. Haftanın ortasında postacının getirdiği Libya pullu mektupta Altan "dönüyorum" diyordu. Erken bir dönme, inşallah hayırlı bir dönüş olsun diye düşündü.

Altan döneli 4 ay olmuştu. Libya'dan getirdiği küçük birikim hızla eriyordu. Mutlu birliktelik bu kaygıyla hafifçe neşesini kaybetmeye başlamıştı. Ülkede işsizlik bir kangrene dönüşmeye başlamıştı. Eskiden kolayca bulunan düzenli işler artık yoktu. Bırakıp gittiği işe yarı ücretle girmesi bile artık olanaksızdı. Bir sabah "Büyük bir şehir'e gideceğim" dedi. Bu sefer Fahriye'ye danışmadı, sormadı bile. Temmuz ortasında İzmir'de mavi derinliklerde gördüğü bulutları anımsadı, gözleri yaşarmıştı bile. Ayrılık ateşi düştü bir kere ha Libya, ha İstanbul. Hatta daha kötüydü hiç olmazsa Libya'da bir işi vardı ve döneceği süre az çok belliydi.

"Gözleri badem yeşili,
Saçları bal sarısıydı,
Peteğimin tadı tuzu,
Peteğimin arısıydı,
Şimdi uzakların oldu,
Şimdi ellerin oldu "

Duyduğumuz kadarıyla Fahriye'ye altı ay sonra bir posta kartı gelmişti Kıbrıs'tan. İyiyim, yeni iş buldum diyordu. Bir yıl sonra bir akşam, İran'dan ödemeli bir telefon araması geldi babama, komşu oğlumuz Altan'dan. Gidişinin üçüncü yılı bir sabah elinde bir bebekle genç bir hanım duruyordu evimizin kapısı önünde, Altan'ı arıyordu. Bolu taraflarından bir yerlerdendi. Kadının ve kucağındaki bebeğin ağlamasından pek bir şey anlayamamıştık. O kabus dolu günden hatırladığımız komşu oğlumun her nasıl başardıysa türlü sözlerle o kızı baştan çıkarıp hamile bıraktığı ve sonrasında da sırra kadem bastığıydı. Bu talihsiz bayana metanetli olmasını öğütlemekten başka bir şey söyleyemedik çünkü kısa bir süre önce başka bir yere taşınan komşularımız adreslerini kimseye vermemeleri için bize sürekli ricada bulunmuşlardı. Yağmurlar yağıyordu Fahriye'nin küçücük dünyasında, yağmurlar vardı gözlerinde, biteviye. O akşam babam bizi yanına çağırdı ve Altan'ı bize anlattı. Çünkü onun hakkında bal sarısı saçları, badem yeşili gözlerinden başka, uçarı yaşadığından öteye fazla bir bilgimiz yoktu. Babam bize Altan'ın küçüklüğünden beri çok haylaz bir çocuk olduğunu, özellikle annesinin de onun yetişmesinde büyük payı olduğunu örneklerle anlatmıştı. Altan dedesinin evinden başta zahire olmak üzere para edebilecek çeşitli maddeleri çalıp çarşıda satıyordu. Babama göre annesi de bu durumu biliyor ve hatta teşvik ediyordu. Yıllar bu tür yanlışlarla geçti ve ne yazık ki Fahriye bu yakışıklı uçarı delikanlıya inanmanın acı bedelini yaşamaktaydı. Öğrendiklerimizden hepimiz şok olmuştuk.

Yıllar geçti bizler büyüdük, zaman kendi sorun ve yaşam şekillerimizle geçti gitti. Ben resmi bir dairede işe başlayıp çocukluğumun geçtiği küçük şehre tayin oldum. Ne mutlu tesadüf ki Fahriye'nin hala yaşamakta olduğu ev yakınlarında bir ev bulduk ve taşındık. Bir gün yolda karşılaştık, hemen tanıdı özlemle sarılıp öptü beni, tıpkı çocukluğumdaki gibi. Bu kez şeker vermedi, eminim ki cebinde yoktu, ya da eminim cebinde şekere ayıracak fazla parası yoktu. Sonradan öğrendim annesinin öldüğünü ve oğullarıyla birlikte yaşadığını. Yıllar çok acımasız davranmıştı onda dünün Fahriye'sinden pek fazla bir şey bırakmamıştı. Gerçi acımasız olan yıllar mıydı, Altan'mıydı onu sadece kendisi biliyordu. Babaları kadar yakışıklı olan oğulları da hayırsız çıkmışlardı. Armut dibine düşmüştü, ilkokuldan sonra okumamış, sokakların avere takımından olmuşlardı. Hatta şimdi 16 yaşında olan küçük olanın hırsız olduğu bu nedenle birkaç kez içeri girip çıktığını söylemişlerdi onları tanıyanlar. Altan'dan çelişkili haber vardı. Evlilik sözü ile kandırdığı bayanların şikayetinden dolayımı, yoksa çevirdiği yasadışı işlerden dolayımı bilinmez sürekli polisten kaçıyordu. Bunu da Fahriye'nin evine sık sık yapılan polis baskınlarından anlıyorduk. Oysa yıllar vardı ki Altan ayak basmamıştı bu eve. Bir ara Mersin'de olduğunu ve orada bir bayandan iki çocuğu olduğunu; son beş yılda Konya ve en son olarak ta Antalya'ya geçtigini öğrendim, hem de arkasında gözü yaşlı bayanlar bırakarak. Yağmurlar yağıyordu Fahriye'nin küçücük dünyasında hala, yağmurlar yağıyordu gözlerinde, hiç ara vermeden.

Birgün işyerinde çalışırken, telefonum çaldı. Santral memuru arkadaş hastaneden arıyorlar dedi. Endişelendim birden. Hastane görevlisi "Burada Fahriye isimli bir bayan var, acil serviste müşahede salonunda, sizi aramamı rica etti" "Tamam" dedim, hemen eşimi arayıp hazır olmasını ve yanına bir iki parça giysi almasını istedim. Az sonra yanındaydık. Koluna serum bağlantısı yapmışlar, büyük bir ıstırap içinde kıvranıyordu. Gülümseyemedi bile, sadece bizi rahatsız ettiğine dair sözlerini zorlukla duyabildik. Çarşıda yere yığılıp kalmıştı, çevredeki insanlar bir araba tutup getirmişlerdi. Çocuklarına telefon etmemi binbir zorlukla anlattı. Yüreklerimiz paramparçaydı. Güzelim yüzü solmuş, kuru bir yaprak gibiydi, bir zamanlar sevgiyle dolu kahverengi gözlerinde birkaç damlada olsa yağmur vardı. Ne tesadüf ki gökyüzü de bu seremoniye yağmurlarıyla eşlik ediyordu. Çocukları az sonra geldiler ama annelerinin son nefesine tanık olamadılar. Doktorlar çaresizdi, Fahriye bütün tıbbi müdahalelere cevap vermiyordu. Son anlarında yaşlı gözleri hep kapıya bakıyordu. O anlarda gelmesini beklediğinin kim olduğuna karar verememiş, oğullarıdır diye düşünmüştüm. Oğullarının annelerinin üzerine kapanıp ağlamasını seyrederken yağmur kadın ve yaşadıkları gözümün önünden akıp gidiyordu. Bir müddet sonra hastane görevlisi cenaze işlemleri yapılabilmesi için nüfus cüzdanı ve sağlık karnesine ihtiyaç olduğunu söyledi. Çantasına baktık yoktu, çocuklardan biri "evde olmalı, gidip alayım" dedi. Oğlunun bu şekilde gitmesini doğru bulmadım ve anahtarı isteyerek, cüzdanların olası yerini sordum.

Fahriye'nin artık bir daha dönemeyeceği evine girdiğimde, garip bir hüzün vardı içimde. Bir ömrün sığdığı ve sonuçta yok olduğu bir eve girmek, ilk giren olmak ne çok garipti. Hafif bir leylak kokusu vardı odalarda. Tarif edilen dolabı açtım, üst üste dizilmiş cüzdanları alırken kadife kaplı bir defterde elime geldi. Cüzdan olmadığı belliydi, içimdeki merakı yenemedim ve ilk sayfayı çevirdim. Bizim çocukluğumuzun romantik bir şarkısının sözleri yazılmıştı hem de 2003 tarihli olarak. "Kalbim aşkının bir esiri, Seven kalpte bir serseri, Sevgi tanrını eseri, sevdim seni serseri ..." Son sayfaya bakmak için inanılmaz bir istek uyandı içimde. Dayanamadım ve açtım. "18 Aralık 2003; Bu gün gidişinin 8268. günü. Çok yorgun ve çaresizim. Seni bir gün daha fazla özledim. Sana ihtiyacım bir gün daha arttı. Ne olur artık gelsen ve gelsen de, hiç gitmesen, hiç gitmesen..." Fahriye'nin göz yaşlarıyla ıslanmış son satırlarını ve devamına yazdığı şiiri okurken gözlerimdeki sessiz yağmur, damlalarını artık daha fazla zaptedemiyordu.

"Gözleri badem yeşili,
Saçları bal sarısıydı,
Peteğimin tadı tuzu,
Peteğimin arısıydı,
Şimdi uzakların oldu,
Şimdi ellerin oldu...
Saçlarına
tel tel mısralar yaktığım yar,
Sevmek yasak mı aramızda,
Oysa asıl yasak olan sevmemektir,
Sevdiğim, Altan'ım
Seni hala benim olacakmışsın gibi
Seviyorum ... "

Günlerdir sürekli bardaktan boşanırcasına yağan yağmur dinmişti...

Zeki Yıldırım
zekiyildirim@kahveciyiz.biz

Yukarı

Okay İmrek

 BAYKUŞ : Okay İmrek


   Karanlık bileklerini kesti, insanoğlu da kanıyor.

Bilgi; reel, sürekliliği olan ve bununla birlikte hiç bitmeyen bilgi... Feromonlar ile algıya ulaşan kutsal güç kaynağı...Ona ulaşmak için çalışan milyarlarca canlıya hizmet eden evrenin en büyük elementi....

Aklı başında olan her insan öldürmenin ve öldürülmenin doğru zamanının, doğru yerinin ve doğru bir şeklinin olmadığını bilir. Bizler ; dünyada yaşamı seçmiş canlılar olarak bildiklerimizle ama vicdanımızın tozlu raflarında da hissettiklerimizle yaşayanlarız ve bu bizi karanlık ve aydınlığın ortasındaki bilinmez kainat labirentinde tam anlamıyla natural bir perspektif yapıyor. Tüm objektif olamasak da bu iki güce karşı, önyargılı ve yalancı bir ırka dönüşsek de bir terse gönderme-hepimiz barışı istesek de, hep savaşıyoruz. Ancak bedenimizi ruhumuzdan saran bir paradoxun içinde kendimizi elimizde bir tüfekle savaş meydanında savaşırken buluyoruz. Bir düşünün;hormonları olan, bu hormonları dinsel inancına dahi yansıyan,kafatası altında yumuşakça kıvrımlarıyla besin + oksijen düzeneğini birleştirerek ayakta duran bir yaratığı besleyen bir yaratılış içinde, bu yaratığın çevresini saran çok daha büyük mekanizmalara sahip yüce bir ırkız. Ama aslında bizler bundan çok daha öteyiz.

Siz, topraktaki birçok elementi periyodik olarak vücudunuzda enerji yapan bir mekanizmasınız. Sinirli olmanızın dahi sebebi bünyenizde taşıdığınız bir element. Sizler sahip olduğu enerjiyi etkinlik haline getirebilen mimari bir yapının ötesinde ruhu olan bir başyapıtsınız ve bunu sadece varoluşunuz ile gerçekleştirebiliyorsunuz. Sizler büyük tapınak duvarlarında gördüğümüz çizgiler kadar göz alıcı ve kusursuzsunuz. Ancak günümüz dünyasındaki savaş, çevre kirliliği ve yoksulluk bu kutsaniyete hile karıştırmakla, onu çamur ile temizlemek kadar budalaca bir barış inancıyla perçinleşince, içinden en iyilerimizin dahi çıkamayacağı bir entrikalar duvarının içinde, sizi mutlak bir yokoluşa doğru ölmeniz üzere zamana hapsediyor ve sizi tüm bu olanlara sadece üzülmek dışında hiçbirşey yapamayacak system robotları haline getiriyor.. Barış için milyonlarca insanın katlinin ne kadar çelişkili ve anlamsız,kendi içinde sebebi ne olursa olsun,dışındaki görüntüsüyle bunun şeytanın kurguladığı tiyatro oyununda yoketmekle eşdeğer olması gibi, herşey o kadar da açıkken hokka burnu havada bir aristokratın size alçakgönüllü olmaktan bahis açması gibi.

En büyük yalancı yalanı kendisine söyleyendir,en büyük suçlu suçu bir başkasının üzerine yığandır,hepimiz bunun bir parçasıyız ve değiştirmek için hiçbirşey yapmıyoruz.Bununla birlikte bu günahın yükünü kendi çocuklarımıza taşıtacağız.

Ta ki dünyada tek bir canlı kalmayana değin.

Okay İmrek

Yukarı

 Seyir Defteri : Ömer Karayılan


ESKİ BİR RESME BAKARKEN

Aynadan yansıyıp tavana vuran güneş ışığı. Kolumda benden habersiz işleyen saatin tik-takları. Bu denizsiz şehirde kulaklarımda vapur düdükleri. Sonra gözleri.. sonra gözleri, çekip gidenin.. terkedip gidenin.
Ne varsa yaşadığıma dair.
Ne varsa, ölümlü.

Her şey eski yerinde. Her şey yerli yerinde. Ben yatakta uzanmışım, boylu boyumca. Daha yaşım yirmi üç.. hayatı bitirmişim.
Saate bakmıyorum, sesini duyuyorum yalnızca. Kapalı gözlerime tavandan güneş vuruyor.
Şimdi ne vapur düdüğü, ne tren sesi. Yalnızca gidenin son sözleri. Çekip gidenin.. terkedip gidenin.
'Sen daha iyisine layıksın.' buna benzer bir şeyler.
'Sen beni öyle çok sevdin ki...Sen ikimizin yerine de sevdin.Öyle ki, bu aşkta bana yer bırakmadın.
Bırakmadın ki ben de seveyim... Ben bu aşka yetmiyorum... Sen benden daha iyilerine layıksın.' Buna benzer sözler.
Kelimeler böyle miydi,yoksa ben yeniden,yeni yerlere mi yerleştirdim onları. Halbuki bu kelimelerle -üzerinde birazcık oynansa- ne güzel şeyler söylenebilirdi. Yepyeni bir dünya kurulabilirdi sözleri eskitmeden. Yıkayıp arıtabilirdi hayatı.. şimdi her şeyi bulandıran.

Göz yaşlarım iniyor sonra,dağdan vadiye inen atlar gibi. Gözlerim, yerçekimine karşı koyamayan iki bulut. Usulca kayıyor yanaklarımdan, ağzımla buluşuyor, tuzluyum. Tuzluyum, 'Hiçbir şeyin tadı-tuzu yok sensiz' diye düşünürken.
Ne varsa sevdiğimize dair.
Ne varsa, ölümlü.

Aklıma takılıyor birden; ' böyle yaşamak mı,ölmek mi zor ?' sorusu. Yaşamanın en kötü hallerini düşünüyorum; savaşta mesela, bir parçanı kaybetmişken mesela. Mesela üzerine çökmüş bir maden ocağında ölümü ya da kurtarmaya gelecekleri beklerken yaşamak. Ya da hücrede müebbet yaşamak. Ölümü, ölüm şekillerini düşünüyorum sonra. Hafiflik duygusu. Suda yüzen bir nilüfer gibi.. boşluk.. boş vermişlik. Kulağa hiç fena gelmiyor. İntiharı denemeli belki, ucunda ölüm yok ya !

İronik bir durum bu, olsun, önemli olan ne ki? Yatağın başucundaki komodinin çekmecesine uzanıyorum. İçinde bir yığın rast gele konulmuş, bir gün lazım olur belki diye iliştirilmiş ve hiçbir gün lazım olmayıp orada unutulmuş eşya. Bozuk bir saat, kopuk bir saat kayışı, muhtemelen birlikte gittiğimiz bir sinemanın biletleri, o çok sevdiğim, atmaya kıyamadığım kalın-açık mavi kartondan-tren biletleri, bitmiş piller, bir polaroid fotoğraf makinesi.. işte orada,biraz tozlanmış ta olsa hala işe yarar tabancam. 'Orası İstanbul' demişlerdi verirken, 'yanında bulunsun,ne olur,ne olmaz...' Buraya gelirken hala taşımışım. Bir gün gerekebilirdi, o gün geldi galiba.

Zaten bir çok şeyi bir gün lazım olur diye öğrenmiyor, yaşamıyor, saklamıyor muyduk ?

Tabancaya uzanıyorum mecalsizce.. resmine bakıyorum.. çekip gidenin.. yıkıp gidenin. Birkaç saniye sürüyor bakışmamız.

Elimdekini bırakıp fotoğraf makinesini alıyorum sonra. Yüzüme doğru çevirip deklanşöre basıyorum, tetik çeker gibi.

....

Fotoğrafta yüzüm kıpkırmızı çıkmış, gözlerim şişmiş ,dudaklarım ıslak...

Ömer Karayılan

Yukarı

 Misafir Kahveci : S.Nezih Günhan


Bir Seçim Daha Geçti

Türk siyasi tarihinde bir seçim daha geride kaldı. Her ne kadar bu seçimin galibi çok önceden biliniyor olsa da seçim sonrası değerlendirmeler ayrı bir heyecanla yapıldı. Kimileri AKP’nin aldığı %42 lik oyun mevcut politikaları meşrulaştırdığını ileri sürdü. Ancak göz önünde bulundurulması gereken bir önemli nokta da seçimlere katılım oranının %70 dolaylarında olduğuydu. Yani kayıtlı 43 milyon seçmenden 13 milyonu sandığa gitmemişti. Bu bağlamda hesaplandığında AKP’nin oy oranı %30 civarındadır ve ona oy vermeyen %70 çoğunluk dikkate alındığı takdirde ciddi bir meşruiyet sorununun olduğu ortadadır. Öte yandan Türkiye’de hiçbir zaman gerçek anlamda demokratik bir seçimin yapılması mümkün değildir. Bu iddiayı iki aşamada ele almak gerekir. Birincisi, herkesin bildiği yoğun iş dünyası, televizyon, gazete, anket desteğidir.

Bulaştığı yolsuzluklar hakkında onlarca kitap yazılan başbakanımız büyük bir cesaretle çıkıp yolsuzluklara meydan okurken bir iki tanesi hariç bütün gazeteler kendisinin attan ne kadar da güzel düştüğünü anlatıyor; televizyonlar oğlunun düğün görüntülerini yayınlıyorlardı. Tabi, aynı zamanda gazetenin bağlı olduğu holdingin bir başka şirketi özelleştirmelerden pay kapmakla meşguldü. Anketlerde Menderes’in meşhur rekorununun kırılacağı iddia edilirken iktidar partisi %40’larda kalıyordu. Bu noktada başta Tarhan Erdem olmak üzere bütün araştırmacılar bu işi bırakmalıdır çünkü güveninirliklerini ciddi biçimde sarsmışlardır. Kendilerinin telaşa kapılmalarına ise hiç gerek yoktur, ne de olsa ülkemizde iktidara yaranmak için daha pek çok açık pozisyon bulunmaktadır.

İkincisi ise bu holding saldırılarından nasibini alamayan kesimin sosyal koşullarıdır. Nüfusumuzun yarısı kırsal kesimde yaşıyor. Bu insanların çoğu ülkede neler olup bittiğinden, iktidarda hangi partinin bulunduğundan bile haberdar değiller. Düşünün bir kere, 3967 kişilik bir aşiret var ve bu aşiretin 3967 üyesi de aynı partiye oy veriyor. Böyle bir durumu dünyanın hiçbir siyaset bilimcisi açıklayamaz, temellendiremez. Aşiret reislerinin, köy ağalarının iki dudağı arasındaki binlerce oy, ülkemizde demokrasinin oturtulabilmesi için önce sosyal reformların tamamlanması gerektiğinin en büyük göstergesidir. Seçimlerde bizim adayımız kazanmazsa hizmet alamazsınız şeklindeki iktidar tehditlerinin de etkili olduğu kuşkusuz. Böyle bir anlayışın bir başka ülkede görülme olasılığı ise sıfırdır. Ne yazık ki Tayyip Erdoğan, bütün başkanlara eşit mesafede durulacağına dair açıklamayı seçimler kazanıldıktan sonra yaparak tarihin ona vermiş olduğu bir kere olsun ilkeli davranma şansını da kaybetmiştir.

Gelelim Atatürk’ün koltuğunda oturan Deniz Baykal’a ve CHP’nin imza attığı seçim başarısına! Baykal’a göre CHP bu seçimlerde başarılı olmuş çünkü yerel seçimler ancak yerel seçimlerle karşılaştırılmalıymış. Sokaktaki çocukların güldüğü bu ifadeler CHP’nin ne tür bir anlayışla yönetildiğini net bir şekilde gösteriyor. Politbürosundan ilçe merkezine kadar İttihat ve Terakki geleneğinden gelen hizipçi yapılanmayı özümsemiş görünen CHP, toplumdaki ilerici, sol ve sosyal demokrat kesimleri kucaklamaktan uzak, kişisel ihtiraslar kıskacında topallıyor. Deniz Baykal, yerel seçimlerde iktidar partisi fazla oy alır derken haklı sayılabilirdi ancak bu iktidar partisi mevcut ekonomik programı devam ettirmekten başka hiçbir şey yapmamış, her işi fiyaskoyla sonuçlanan, cumhuriyetin temel kazanımlarıyla çelişen kadrolaşmacı dar bir zihniyete sahip olmasaydı eğer.

Dünya üzerinde hiçbir halk kendisini karanlığa sürükleyecek bir partiye oy verecek kadar aptal değildir. Bütün dünyanın birkaç egemen tarafından sömürülmesi de ancak bütün halkların neye ve kime oy verdiklerini bilmemeleriyle açıklanabilir. Bizim ülkemizde bulunan durum da bütün dünyada yaşananların bir özetidir. Ne yazık ki, ülkeyi bu kıskaçtan kurtarmakla görevli kurumlar iç hesaplaşmalar peşinde yetersiz ve art niyetli çevrelerin yönetimindedir. Bu durumda yapılması gereken, her zamankinden daha fazla çalışmak, her zamankinden daha fazla üretip, her zamankinden daha fazla paylaşmaktır. Bu topraklar üzerinde yaşayan hiçkimsenin yaşam planlarında önceliği toplumsal değil de bireysel çıkarlara verme lüksü yoktur. Seçimleri kazanan partinin geçmiş yerel yönetim deneyimlerinden yola çıkarak, cumhuriyet savcıları başta olmak üzere, kendisini cumhuriyetini korumakla görevli sayan herkesi göreve çağırıyorum. Bu birlikteliğin bir çatı altında olması gerektiği kuşkusuzdur. Ama hangi çatı altında? İşte bu soruya yanıt verebilecek birilerini arıyorum.

S.Nezih Günhan

Yukarı

 Milenyumun Mandalı : Sait Haşmetoğlu


Milenyumun Mandalı

Editör'den Önemli Not:Sevgili Sait Haşmetoğlu'nun e-romanı görsel öğelerle süslendiğinden, aşağıdaki adresten tek tıklamayla zevkle okuyabilirsiniz. Üşenmeyin... Tıklayın... Ayrıca bugünden itibaren duygu ve görüşlerinizi yorum olarak yazabilirsiniz.
http://www.kmarsiv.com/xfiles/mandal_1.asp

Devamı yok. BİTTİ

hasmetoglu@kahveciyiz.biz

Bu romanı arkadaşına önermek ister misin?

Rating: 8,588,588,588,588,588,588,588,588,58
              444 Kahveci oy vermiş.
58261 Yorum var. Yorum Yaz / Oku

Yukarı

 Dost Meclisi



Fotoğraf: Şeref Bilgi


<#><#><#><#><#><#><#>

Kahve Molası, siz sevgili kahvecilerden gelen yazılarla hayat bulmaktadır.
Her kahveci aynı zamanda bir yazar adayıdır. Yolladığınız her özgün yazı değerlendirilecektir.
Kahve Molası bugün 4.258 kahveciye doğru yola çıkmıştır.

Yukarı

 Tadımlık Şiirler


DÜŞ'tü

Düştü umut
Düş'tü zaten...
Beklemek düş'tü
Kuzgunlar üşüştü.
Oysa sıcak bir gülüştü...
Bir parça ekmek,
Bir takım urba,
Sığınacak çatı,
Sarılacak sine,
Tutulacak daldı...
Asarken eşiklere
Kaydı ellerimizden,
Camdan bir naldı...
Parçalandı...
Belkiydi,
Olabilirdi,
Hatta olmalıydı,
Olacaktı da!..
Ramak kaldı...

Düştü maskesi sevdanın
Düş'tü zaten...
Dalgalar gibi vururdu
Düşerken yüreklere.
Hummalı,
Delice,
İyiydi be!..
Ama yaşam,
Bütün melanetiyle
Dönüştü mendireklere.
Silerek izlerini
Koydu karşısına bütün gizlerini.
Kah suydu bir damla içilen,
Kah köprü gölgesinden geçilen,
Kah Samanyolu ulaşılmayan,
Kah açık denizde saldı...
Sevda masaldı...
Koşup durduk peşinden
Yakalayacaktık nerdeyse
Nerdeyse hani!..
Ramak kaldı...

Düştü koruganı barışın,
Düş'tü zaten...
Düşerken
Teslim olduk çığlık çığlığa,
Gafletteydik,
Savunmasızdık,
Azdık...
Hesapları vardı kimilerinin
Akmalıydı kan!
Fırlıyordu gözleri yuvalarından
Ve aktı...
Mavi, kayıplara karıştı.
Ne siyah - ne beyaz
Bütün renkleri gri kapladı...
Sırçaydı barış,
Kırılgandı,
Ulaşılmazdı...
Yine de uzattık elimizi,
Değerdi her şeye
Yaşanmalıydı...
Bir gece vakti
Gün doğarken,
Derin bir uykudayken
Haramiler çaldı...
Yarınsızdık,
Biçareydik belki
Ama nefretimiz vardı!
Kırmadık inadı,
Direndik tutunabilmek için
Yakalayacaktık...
Ramak kaldı...

Düştü tetiği zamanın,
Düş'tü zaten...
Dokundu iğneye,
İğne fünyeye,
Akabi patlama sesi,
Peşinden barut kokusu,
Isındı namlu - yiv - set.
Kor ateşler içinde,
İvmelendi hararet...
Fırladı yuvasından kurşun
Hedefe doğru.
Hızlı bir hareket,
Döne döne,
İne çıka,
Şaşmadan hızını aldı...
Ölüm uzaktı
Ama şimdi...
Ramak kaldı...

Düştü yaşam,
Düş'tü zaten...
Umut düş'tü,
Barış düş,
Sevda düş.
Devran döndü dönüştü,
Bir ışık yandı söndü.
Oysa kutsaldı nefes,
An be an tadacaktık...
Ramak kaldı...

Hayri Yücel

Yukarı

 Biraz Gülümseyin




Helal olsun size bu yollar!...

Yukarı

 İşe Yarar Kısayollar - Şef garson: Akın Ceylan


http://cartoonfactory.net/
Jim Gilbert'in karikatür çalışmalarını anlattığı özel web sayfası. You can do it! sayfasında rakamları kullanarak nasıl yüz çizebileceğinizle ilgili örnekler de verilmiş.

http://www.geocities.com/enveryolcu/
Çanakkale Onsekiz Mart Üniversitesi Eğitim Fakültesi öğretim görevlisi Enver Yolcu'nun kendi sanatsal bilgilerini meraklılarıyla paylaşıyor. Hatta solakları bile düşünmüş. Ayrıca kendi öğrencileri için açtığı linkte fakülte ve öğrenci bilgilerine de yer vermiş. Sanat meraklılarına duyurulur.

http://science.ankara.edu.tr/~kavusan/tarih.html
Türkiye bor yataklarının tarihçesi 1860'lı yıllara, Osmanlı imparatorluğunun son zamanlarına kadar uzanır. Sözkonusu tarihçe için bazı ön bilgiler verildikten sonra, değişik ülkelerin ilgi alanına girmesi nedeniyle, bu cevherin işletilmesi için padişaha ve dönemin yönetimine yapılan başvuruları açıklıkla ortaya koymaktadır... Yer altı zenginliklerimize de sahip çıkılması dileğiyle.

http://www.ezoterizm.8m.com/
İnsanlık ilk zeka pırıltılarını göstermeye başladığı günden bugüne kadar hep nereden geldiğini, nereye gideceğini ve kim olduğunu sorguladı. Bazı kişiler bu kutsal yanıtları bulduğunu zannetti... Hayatın gizemini çözmeye uğraşanların ve bilgilerini paylaşanlar için.

akin@kahveciyiz.biz

Yukarı

 Damak tadınıza uygun kahveler


WheresJames Startup Manager v2.1 [359k] W9x/2k/XP FREE
http://www.wheresjames.com/index.php?page=startupmgr
Bana en çok sorulardan biri de, windows açılışında otomatik olarak devreye giren programların nasıl denetleceğidir. Normal olarak registry kayıtlarına girilerek yapılan bu değişiklikleri kolaylaştıran güzel bir program buldum sonunda. En güzel yanı, başlangıç programlarını tamamen silmek yerine disable etmenize olanak vermesi. Böylece istediğiniz zaman tekrar devreye alarak işinize devam edebiliyorsunuz. Çok program yükleyenlere sistemi hızlandırabilmeleri açısından şiddetle tavsiye olunur.

Yukarı

http://kmarsiv.com/sayilar/20040401.asp
ISSN: 1303-8923
1 Nisan 2004 - ©2002/04-kmarsiv.com
istanbullife.com
Kahve Molası MS Internet Explorer 4.0+ ve 800x600 Res. için optimize edilmiştir.
Uygulama : Cem Özbatur - Her hakkı saklıdır. Yayın İlkeleri