|
|
|
Editör'den : "Korku dağları bekliyor..." |
Bir sonraki sayıda buluşuncaya kadar bulunduğunuz yerden bir adım öne çıkın. Sevgiyle...
Cem Özbatur
|
|
Deniz Fenerinin Güncesi : Seyfullah Çalışkan ZEYTİN AĞAÇLARI |
|
Sürekli söylenip duruyordu. Gördüklerine, tanıdıklara anlatmaktan usanmıştı. Belki, bu yüzden artık hem yürüyor hem kendi kendine söyleniyordu. Cılız ve yaşlı bedeni güçsüz ve yorgun bacaklarının üzerinde sallanıyordu. Artık evinin penceresinden baktığında o zeytin ağaçlarını göremeyecekti. Oysa ne çok alışmıştı. Güzel şeyler bir bir yok oluyordu.
"Okul yapılacak arsadaki zeytin ağaçlarını mı kesmişler? Yazık... Yerlerinden söküp başka bir yere dikselerdi bari. Pekmez yapayım derken balı ziyan etmek değil mi bu şimdi? Hiç kimsenin de sesi çıkmamış. Hadi ben kendi halinde bir fukarayım buralarda. Ya mahalle eşrafı neredeymiş? Her şeye maydanoz olanların niye sesi çıkmamış? Göz göre göre kesilmiş bütün ağaçlar. Her biri en az elli senelik. Yazık…"
Bal gibi de haklıydı Şakir Efendi. Zeytinler, güvercinler olmadan çocuklara barışı nasıl öğretecektik biz. Ege denizinden çıkıp dağlara doğru tırmanan zeytinler olmadan… Okulun bahçesinde kalsaymışlar keşke... İşin kolayına kaçmışlar işte. Kaç çocuk zeytin ağacından düşüp kolunu bacağını kırmış acaba? Okulun bahçesinde zeytin ağaçları olmaz diye bir kanun mu var?
Bir oğlu varmış Şevket Bey'in. Ta Avustralya'da. Yıllardır gelmemiş. Eşi de sürekli kızının yanında kalırmış İstanbul'da. Senede bir ay kadar ya gelir ya gelmez dediler. Ben hiç görmedim. "Ne yapıyor bu oğlan o uzak diyarlarda?" dedim. Bir madende çalışıyormuş. Orada bir gavurla evlenmiş, çoluk çocuğu varmış. İstese de gelemezmiş. Çok uzak… Karısı karaymış, böyle simsiyah. Resimlerini göndermiş. Ayda, yılda bir telefonla konuşuyorlarmış. Ama gelemiyormuş oğlan. İşi başından aşkınmış.
Bu oğlan küçükken de tuhaftı zaten, liseyi okurken başladı bunun ecnebi memleketlere merakı. Önce Almanya'ya gitti. Bir akrabamız götürdü turist olarak. Geldikten sonra bir daha dikiş tutmadı. Ecnebi dillerine merak sardı önce. Yabancı şehirlerin kartpostallarını, resimlerini topluyor, odasına asıyordu. Avrupa ülkeleri işçi almayı bırakınca bunun hevesi de kursağında kaldı. Sonra Kanada'ya gideceğim diye tutturdu. Dilekçeler, mektuplar yazdı. Olmadı. Kısmet Avustralya imiş… Oraya kabul ettiler. Gidiş o gidiş. Bir kez bile gelmedi. Önceleri daha telefon yokken mektup yazardı arada sırada. Param pulum var, iyiyim, beni merak etmeyin. İnsan baba olur da merak etmez mi? Almancıların hepsi yazın çıkıp geliyor. Bizimkinde çıt yok. Hapse falan düştü her hal, söylemeye mi utanıyor diye düşünüyordum. Kömür karası gelinimin, torunların resimleri gelince içime su serpildi. Hayırsız çıktı demeye dilim varmıyor. İyidir benim oğlum. Birazcık dik başlıdır, biraz da yabani. Ama hayırsız değildir. Gelse de dünya gözüyle görsem. Zeytinleri de kesmişler baksanıza. Yarına sen sağ ben selamet. Ölmeden önce görsem…
Hanım İstanbul'da torunlara bakıyor. Büyük olan kurtardı kendini ama bir de küçük var. Kızla damat çalışıyor. Kim bakacak? Mecbur o gidiyor. Ne yapsın? Kız bayramları gelir genelde. Bir de yaz tatillerinde üç beş gün. " Ekmeğimin tuzu yok benim," derdi babam. Haklıymış. Şimdi de aynısını ben söylüyorum. Ekmeğimi yiyen bir daha dönüp yüzüme bakmıyor. Kötü biri değilim ben. Eve gece yarıları içkili gelip, çoluk çocuğunu dayaktan geçiren biri hiç değilim. Sivri dilliyim azıcık. Doğrucuyum biraz da.
İşin aslı hanım ile de aramız serin biraz. O da torunları bahane edip kaçıp gidiyor. Kırk yıldan sonra bir şeyler oldu. Emeklilik mi bozdu bizi? Anlamadım. Çocuklar yuvadan uçup gidince kıymetimiz mi azaldı? Hani artık sana ihtiyacımız kalmadı der gibi. Hep bunu hissettim. Karı koca arada bir didişir. Kavga eder. Her evde olur, normal bunlar. Biz kırk seneyi çoktan aştık. Deli gibi öfkelenip, doğru düzgün bir kerecik kavga bile etmedik. Yaşlanınca insan, çaptan düşüyor. Kimse dönüp yüzümüze bile bakmıyor. Bakma böyle göründüğüme. Gençliğimde dalgıçtım ben. Türk Kuşu paraşüt ekibine bile katıldım. Evlenmeden önce… Ege'de, Marmara'da dalmadığım yer yoktur benim. Filinta gibi delikanlıydım. Gören dönüp bir daha bakardı.
Hanım canı istediğinde çıkıp gelir. Biraz evi temizleyip toparlar. Benim çamaşırlarımı yıkar. Canı ne kadar isterse o kadar kalır. Bazen üç, bazen beş gün... Bilemedin bir hafta. Çekip yeniden İstanbul'a gider. Benimle kalmayı istemiyor: Ne yapayım. Bunca seneden sonra mahkeme kapılarına mı gideyim? Yaşımdan, başımdan utanmadan hâkim karşısına mı dikileyim. En iyisi boynumu büküp buna razı olmak.
"Zeytinleri üşengeçlikten kesmişler onlar. Yerinden söküp götürmek zor gelmiş. Tıraşlayıverip atmışlar kenara. Yazık olmuş canım ağaçlara. Ne güzel kuşlar gelirdi. Perdeyi aralayınca sabahı onların üzerinde görürdüm ben. Elli seneden eskiydi onlar. Yazık etmişler, çok yazık. Okul yapılması çok güzel ama keşke ağaçları kesmeselerdi. Pekmez yapmak için balı ziyan etmişler.
Seyfullah seyfullah@kahveciyiz.biz
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
|
Kahveci : Hamdi Topçuoğlu CEMRE SICAĞI |
|
Artık her on beş günde bir Karia'nın bir başka güzel köşesini keşfetmeyi yaşamımızın bir parçasına dönüştürdük. Ne yağmur, ne rüzgâr… Biliyoruz ki burada yağmuru da rüzgârı da iliklerimizde hissederek yaşamamız gerek.
Bu hafta sonu yolumuz Çiftlik tarafına. Güzü, dağ çilekleriyle karşıladığımız yamaçlarda, bu kez bahara lalelerle, papatyalarla merhaba demek için yollara düşüyoruz.
Kızılağaç sapağına varır varmaz çoktan düğünlük bayramlık giysilerini giymiş bademler selamlıyor bizi. Yalı'ya doğru ilerlerken renk delisi bir ressamın yamaçların, harımların yeşiline alı al moru mor laleleri, bembeyaz papatyaları çoktan serpiştirdiğini görüyorum. İçim kıpır kıpır.
Tararken denizi bir ince yel
Laleler takıyorum saçlarına
İçim dışım oyunbaz çocuk
Çarpmadan bölmeden geçmişi
Bir badem dalına ilmeliyorum an'ı
Dil kökümde aşk çağıltısı.
Çiftlik içinden sola dönüyoruz: Çukurgöl, Yumurtaş Caddesi…Bu "cadde" de nereden çıktı diye düşünüyorum. Urbanizmin işgalindeki beyinlerimiz, özgürlüğüne nasıl kavuşur ki?
İki gündür yağan yağmurun hamura çevirdiği yoldan, havadan sudan söyleşe söyleşe iniyoruz.
Sağda solda üç beş ağaçlı zeytinlikler. Daha düne dek meyve dolu dallar, yükünü teslim etmiş. Şimdi budama ve aralama vakti. Kuru ve yaşlı dallar kesilmeli ki bol meyve versinler.
Halikarnas Balıkçısı'nın anlattığına göre buralarda zeytin ağaçlarının varisleri kaç kişiyse, ağacın gövdesine baltayla o kadar çentik vurulurmuş. Ağacın yaralanmaması ve "can"ının yanmaması için, ağaçlardaki paylarından vazgeçen kadınlar çokmuş.
Artık ağaçlar bile insanoğlunun arzusuna göre biçimleniyorlar. Çevremizde kendi doğal biçimini özgürce oluşturabilen kaç ağaç türü vardır acaba?
Bu dereler deniz gizi
Bu tepeler bulut izi
Ah sen zeytin delicesi
Çıngırakları Bach'a miras Pan
Ne siz ihbar ediyorsunuz bunu
Ne de sol göğsü güvercin tüneği adam.
" Ada soğanları ne kadar da güçlü tutunmuş toprağa, ya bu kardinalin hası karabaş otları, bak ne kadar da vakur." diyor bir arkadaş. Bir diğeri, hemen dibimizde yükselen gri kayaların resimlerini çekmek için eğilip bükülmekle meşgul.
Bu kayaların bağırlarında biten ardıç, çam ve delicelerin deniz yellerinin getirdiği bulutları sağdıklarını hangimiz inkâr edebilir?
Yürüyüş değil, yaşadığımız an ve mekânla bütünleşmek bu bizim yaptığımız. Bazen bir otun başında dakikalarca konuşabiliyor, bazen bir taş parçasına övgüler düzebiliyoruz. Az önce doğaya övgü düzen arkadaş, bir ardıca uzanıp açık kahverengi tohumlardan birini ağzına atıveriyor. Birkaç çiğnemeden sonra:
"Bu nedir, harika bir reçine tadı bırakıyor ağzımda." diyor.
Ona, "Ardıç tohumu" diyorum. Ardıç tohumlarının sağlık için yararlarından söz etmiyorum; ama ardıç kuşuyla ardıç ağacının yaşam ortaklığını anlatmadan geçemiyorum:
"Ardıç kuşunu yuvasını ardıç ağaçlarına yapar. Bu tohumları da pek sever. Tohumların son derece kalın olan çekirdekleri kabukları onun kursağında bulunan asitlerle incelir. Bu sayede düştüğü yerde çimlenebilir. Siz bir ardıç tohumunu alıp dikseniz embriyo tohum kabuğunu kıramayacağı için çimlenemez."
Varlığını sürdürebilmek için birbirine böylesine bağımlı olmak zor olsa gerek diye geçiriyorum içimden; ama birden doğadaki altın zincirin tüm hayatın sürüp gidebilmesinin vazgeçilmez koşulu olduğunu anımsıyorum.
Dese bana şimdi harnup ağacı
Defne dalı,
Koca yemiş, yaban mersini
Hangi sularısın sen bu ömrümüzün?
Goncaya yavruağzı,
Yakamoza gümüş,
Anlatırken tırtılına kelebek.
Destan tadında bir masalı.
Aşağılarda Orak Adası, ötelerde Datça Yarımadası… Bu mavileri, bu yeşilleri saymaya kalksam on, yirmi, yüz… sayamam. Oysa içimde uzansam hepsini avuçlayabilirmişim gibi bir duygu.
İnanışa göre bugün ilk cemre havaya düşüyor. Önümüzdeki pazar günü suya, bir sonrakinde de toprağa düşecek. Hava, toprak ve su yavaş yavaş ısınacak. Doğa kendisini yenileyecek.
Gerçekten cemre var mıdır ki? Tek gövdede iki ağaç gibi biçimlenmiş bir yaşlı harnubun uç dalları arasından gökyüzüne bakıyorum. Yakmayan ve üşütmeyen mülayim bir güneş. O an, editörü tarafından cemre resmi çekmeye gönderilmiş saf muhabir aklıma geliyor. Olsun diyorum, kendi kendime, hiç değilse savaş resmi çekmeye göndermemiş.
Anadolu'nun kimi yerlerinde cemrenin gökte yaşayan yakışıklı bir genç olduğuna inanılırmış. Gördüğü bir dünyalı kıza aşık olan delikanlı ona yakın olabilmek için böyle düşer; havayı, suyu, toprağı ısıtırmış. Öyleyse bu halk Cemre'yi niye ad olarak kızlara veriyor? Bence gökten düşen kız olmalı.
Ne zaman geldik, ne zaman ulaştık menzile ki dönüş yolundayız böyle. Yalnız insanlar değil, kuşlar kurtlar da içsin diye yapılmış hayratın başında durup Gökova'ya bakıyorum yeniden. Arkada Datça yarımadası. Balıkaşıran'ı arıyor gözlerim. Balıkaşıran bir incecik sırt. Bu yakası Ege, arkası Akdeniz… Şimdi Akdeniz Afrika'sında sular kan akıyor. Tiranlar, bu güzelim bahar ucunda canlar alarak koltuklarında kalacaklarını sanıyor, O tiranlara bu yakadan çek git diye seslenenler, nedense onların ellerinden aldıkları "İnsan hakları ödüllerini!" iade etmeyi akılarından bile geçirmiyorlar.
Yarından sonra (22.02.2011)büyük felsefeci Nermi Uygur'un 6. Ölüm yıldönümü. Deniz rüzgârları tiranların yüreklerine alıp götürsün diye şu kayalara çıkıp onun "Başka Sevgisi" kitabını okumak geçiyor içimden:
Başka- sevgisiz dünya:
Dilsiz ağız,
Sevinçsiz bayram
Gençliksiz ülke…
Başka sevgisiz dünya:
Elsiz ayaksız gövde
Düşünmeyen beyin
Gönülsüz eylem…
Kim, kimin içinden geçenleri okuyabilir ki!
"Haydi, diyor bir arkadaş, acıktık."
Pidecide pide beklemekten sıkılıyorum. Bir tabak dolusu zeytinyağı istiyorum. Biraz kekik biraz da kırmızı pul biber. Bu mevsimde bundan daha lezzetlisi yok benim için. Ekmeği banıp banıp yerken dilimde kekre dizeler dolaşıyor:
Gün bitti, diyor
Bir sokak lambası ansızın.
Oysa Akdeniz Afrika'sında
Kararlı kalabalıklara karışmış
Güllere nar işliyor hâlâ,
Cemre sıcağı yüreğim benim.
Hamdi Topçuoğlu egerem@yahoo.com
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
|
KIRIK TEBEŞİR : Ömer Akşahan "neolduburada.com" |
|
Yaşamın vazgeçilmezleri arasında hızla ilk sıralara tırmanan internet değil derdim. Bir yazıya başlık ararken aklıma geliveren ve başlıktaki gibi bir internet sitesi yapılsa acaba nasıl bir ilgi görür sorusuna yanıt arama peşinde de değilim.
Peki, neyin peşindeyim?
Kendi iç yolculuğunun daha ilk basamağında ayağı tökezlenen bir yeni yetmeyim adeta.
Yardımsever olmayı istediğim anlar geliyor gözümün önüne. O, ne naif bir yaklaşım; o, ne içe dokunan sözcükler tanrım!
Onca yıllık sözcüklerle savaşımımda doğrusu öylesi başarılı bir oyunculuk görmedim desem yeridir. Tüm bu oyunculuklara karşın, ben hakyemez bir saf olarak elimdeki son kuruşu onlarla paylaşırken, verdiğimin gelmeyeceğini bilsem de vazgeçemiyorum.
Bu tür ılıksütiçmişlerden edindiğim deneyimler sonrası şapkası öne düşen bir kele döndüm. Aklıma burada, bilindik bir maymun-hırsız öyküsü de geliyor. Kasa bekleyen maymunu uyutarak soygun yapan hırsızın, ikinci kez aynı oyunu denemeye kalkıştığında yediği dayağı anımsayan maymun, bu kez ona "maymun gözünü açtı" deyimini anımsatan hareketi yapar.
sen deli
ben yorgun
güneşli/yorum
…
bana bana gelen
bir ben kaldı
sen/deli/yorum
Yukarıdaki dizeler yazının benim de beklemediğim bir sürprizi oldu. Şiir bu, ne zaman kapıyı çalacağı bilinmez ki!
Kim bilir, şu olanları www.neolduburada.com'da anlatan biri çıkar belki. Ancak "Kitap İçin" yazarı Selçuk Altun'un bir saptamasından yola çıkarsak; internet, insanları okumaktan uzaklaştırdığı yetmezmiş gibi bir de bilgi sahibi olmadan köşe yazarı olmaya da itiyor. Bana yazı gönderen bir dostum var. Söylediğine göre, hep yazıyor, yazıyor ama bu yazdıklarını başyazı yapacağı bir yer bulamıyor! Ben, ısrarla "okumalısın, çok okumalısın hem de inatla", desem de kulakları sağırmışçasına ondan beklediğim, "peki, okuyacağım" yanıtı gelmiyor.
Burada akla gelen bir soru şu olabilir mi?
Bu genci yazmaya iten dürtü ne; insan hangi psikolojiyle okumadan yazmaya yönelir?
Hem bu topraklar, bir Victor Hugo ne zaman doğurur bilinmez ama televizyonda aksakallı okul yüzü görmemiş bir dede, sanki bana yanıt verircesine, "Sekiz kitap yazdım, ancak anlatmak istediğimi henüz anlatamadım!" demez mi?
"Vefası olmayanın sefası olmaz" diyor sözünün bir yerinde aksakallı. Ömür dediğin nedir ki!
Bunun anlamını sorgulayan filozoflara mı kulak verelim, yoksa okul yüzü görmemiş kitap yazarlarına mı inanalım? İnsanın kendini tanıma yolunda bu iki büyük çelişki içinde debelenip durmuyor muyuz?
Tunus'ta işsiz bir üniversiteli Yasemin'in kendini yakmasıyla başlayan isyan dalgası Arapları olduğu kadar tüm dünyayı da yakından ilgilendiriyor.
İsyanların özünde insanların yoksulluğu, işsizliği, aşağılanmışlığı büyük ölçüde etkili. Bu duruma düşürülen insanın ne inancı kalıyor, ne kutsal değerleri. Hepsi birer kâğıttan kule gibi boşluğa savrulup gidiyor. Geride binlerce ölü, yaralı, kan ve gözyaşı bırakıyor.
Burada bir suçlu varsa, o da, 20. yüzyıldan devraldığımız insanlık suçları… O suçların batağında debelenip duran insanlığın çözüm arayışları daha ne kadar sürüp gidecek?
Bir yanda vahşi cinayetler, bir yanda tarih ve doğa katliamları, öte yanda kültür miraslarına sahiplenen UNESCO!
2011 yılı "Dünya Evliya Çelebi Yılı" ilan edilmiş. 2009 yılı da "Kâtip Çelebi Yılı" idi. Bu iki ulusal kültür varlığının UNESCO'ca dünya ölçeğinde tanıtılması sevindirici. 1991 yılı da UNESCO tarafından "Yunus Emre Sevgi Yılı" ilan edilmişti. Bu bağlamda okullarımızda Yunus Emre'nin sevgi evrenini anlatan toplantılar gerçekleştirmiştik.
Topraklarından binlerce yıllık kültür varlığı fışkıran ülkemizde nice kültür insanı yanında, Kars'ta "İnsanlık Anıtı" yaparak ucubeleştirilmeye çalışılan heykeltıraş Mehmet Aksoy da en az bir Yunus Emre, bir Kâtip Çelebi ve Evliya Çelebi gibi saygıya değer değil mi?
Konu bir yerde, demokrasilerin diktatörlüğe giden yolda bir araç olup olmadığına gelip tıkanıyor.
Oysa biz heykelin ucubelisine de çoktan razıyız, yeter ki demokrasimiz ucube olmasın!
Ömer Akşahan
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
ASLI ERDOĞAN
"Bir Delinin Güncesi"ni bu akşam bitirdim.
Aslı Erdoğan'ın denemelerinden oluşan kitap Everest Yayınları'ndan çıkmış.
İlk defa, Lire Dergisi'nin geleceğin 50 yazarı arasında gösterilmesiyle ilgili yazıyı, okuyunca şaşırmıştım.
Nasıl olurdu da, böyle bir yazarın kitaplarını ben okumamış olurdum!
Hemen hakkında araştırmalara başladım. "Tahta Kuşlar" adlı öyküsü, Deustche Welle ödülünü kazanıp, dokuz dile, Kırmızı Pelerinli Kent, Fransızca ve Norveççeye çevrilmişti.
Bunları okuduktan sonra, "iyi" dedim, gerçekten okunmaya değer bir yazar.
Elime ilk olarak "Kabuk Adam" geçti. Kabuk Adam, çok duygusaldı. Altını defalarca çizdiğim, içi dolu cümlelerle doluydu.
Şimdi de "Bir Delinin Güncesi"ni bitirdim. Bu da, çok derin gözleme dayanarak yazılmış, köşe yazılarından oluşmaktaydı.
Okuduğum bu yazılarından; "A'dan Z'ye insan manzaralarında ki insan tahlilleri çok anlamlı ve bilgeceydi.
Bir de bundan sonra, dipnot olarak yazılmış olan; "İnsanın gülme yetisine sahip tek canlı türü olduğunu sanırdım. Canetti'den öğrendim ki sırtlanlarda gülermiş." sözü.
Kısacası Aslı Erdoğan'ın kitapları, okumak, okurken düşünmek isteyenler için bulunmaz fırsat.
Zaten Gyldendal Yayınlarının Marg (Omirilik) serisine seçtiği; "Kırmızı Pelerinli Kent"in yazarı okunmaz mı?
Neslihan Minel neslihancaa@mynet.com
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
|
GÜL-DİKEN YAZILAR : Erhan Tığlı KADIN MI KİTAP MI, HANGİSİ DAHA ÇOK OKUNMALI? |
|
Gazetedeki haber ilgimi çekti. Şunlar yazılıydı: "Şeytan Ayetleri yazarı Salman Rüşdi'nin evliliği bitmek üzere. Yazardan 26 yaş küçük olan eşi Hintli model Lkshmi(31) 'Sürekli kitap okuyor, cahil olduğumu öne sürüp beni aşağılıyor. Artık ondan sıkıldım' dedi. Boşanma tazminatı olarak 20 milyon dolar isteyeceği belirtiliyor."
Aradaki yaş ve kültür farkına bir bakalım. Manken hanım yazarımızla ünlü olduğu için evlenmiş belli ki. Onunla gündeme gelecek, gündemde kalacaktı. Umduğu buydu herhalde. Yazarımız artık eskisi gibi ünlü değil, gündem oluşturamıyor, yani manken hanıma bir yararı dokunmuyor. Yazması için okuması da gerek. Kızımız ise gezip tozmak ister. Bu durum ister istemez kavgaya yol açar. Kitap okuyan insan pek fazla konuşmaz, kitaplarına gömülür. Genç ve güzel kadın ilgi ister. O da kitap okusa ya da yazar kitap okumayı azaltsa anlaşırlar ama evli çiftler özveriyi karşılarındakinden beklerler nedense...
Eskiden kadınlara laf atanlar, "Kitap gibi kadın, çevir çevir oku!" derlerdi. Şöyle bir düşünürsek, doğru bir söz bu; Kadınlar bu söze sevinmeli aslında. Oysa bizde hemen, "terbiyesiz" diye yüzlerini buruştururlar. Kendilerine çok güzelsiniz dense bile yüzleri hemen ekşir bizimkilerin. Batılı kadınlar ise iltifat kabul edip teşekkür ederler böyle güzel sözlere.
Kadın bir kitap gibi okunmak ister. Onları erkekler iyi okumalı, sindire sindire okumalı, nasıl olduklarını görmeye, içeriklerini iyi anlamaya, öğrenmeye, özümsemeye çalışmalı, dış görünüşlerine bakıp hüküm vermemeli, yorum yapmamalı.
Okumak deyince şu fıkra aklıma geldi:
Genç ve güzel bir kız hocayla evlenmiş. Onun sayesinde rahat edeceğini, tarla bahçe işlerinden kurtulacağını düşünmüş olmalı. Neyse, burasını geçelim, zülfi yâre dokunmayalım.
Hoca iyiymiş, anlayışlıymış, karısını tarla bahçe işlerinden kurtarmış ama onunla pek ilgilenmez, gece gündüz kitap okurmuş. Okuduğu kitaplar eski yazıyla yazıldığı için kadın onları hep kuran sanırmış. "Bu kitap gece gündüz böyle niye okunuyor, hoca nasıl olsa mesleğini eline almış, hoca olmuş. Bundan sonra okumasına gerek var mı?"diye düşünen kadın bir sabretmiş, iki sabretmiş. Günlerden bir gün süslenip püslenerek açık bir giysiyle ve eline bir meyve tabağı alarak hocanın karşısına geçmiş:
"Elma, üzüm getirdim yesene, şerbet getirdim içsene" diyerek dudaklarını, yanaklarını, vücudunu işaret etmiş. Hoca istifini bozmamış, okumayı sürdürmüş.
Kadın büsbütün kızmış, "Dilini mi yuttun, bir şey söylesene!" diye bağırmış.
Hoca, "Senden bir şey isteyen oldu mu?" diye onu terslemiş.
Kadının sabrı taşmış, bohçasını aldığı gibi kapıya doğru yürümüş:
"Sabah kuran, akşam kuran; Kör olsun bu evde duran!" diyerek kaçıp gitmiş.
Şeytan Ayetleri yazarı da arada sırada şeytana uysaydı, karısı kendisinden boşanmaya kalkmazdı. Ya bu kitabı okuyacaksın ya da okuyamayacağın kitabı almayacaksın!
Bir de şu var: Ev küçükse ve koca kitaba çok düşkünse, evin her yerini kitaplarla doldurmuşsa kadın haliyle kızar, kendi eşyalarını koyacak yer bulamaz, bunalır. Kitaba verilen parayla başka şeyler alınacağını düşünür. Hele o aile dar gelirliyse kavga çıkar.
Erkek her sözü edilen kitabı almaya kalkışmamalı, arada sırada arkadaşlarıyla kitap alışverişi yapmalı, karısına kitap okumayı sevdirmeye çalışmalıdır. Kimi kadınlar ev işlerinden kitap okumaya fırsat bulamadıklarını söylüyorlar. Televizyon seyretmeye vakit bulabiliyorlar ama! Hiç düşündünüz mü, boş vaktiniz olmasa bile günde bir sayfa kitap okusanız, yılda 365 sayfa kitap okumuş olursunuz. Halk kitaplıklarından yararlanmak da bir başka çözüm yoludur. Arada sırada gittiğimde ödev yapma zamanı gelen gençleri görüyorum, orta yaşlı, yaşlı kişileri pek göremiyorum oralarda. Ama kahveler, meyhaneler, futbol sahaları dolu. İstanbul'da oturanlardan kaçı Taksim'deki Atatürk Kitaplığına gitti acaba? Orayı özellikle belirtiyorum. Çünkü öyle güzel bir yerde kurulu ki, kitap okurken denizi de seyredebiliyorsun, Boğaz manzarasıyla kendinden geçiyorsun. Arada sırada da kültür sanat etkinlikleri oluyor, resim sergileri açılıyor, konferanslar veriliyor...
Kadınlar, kızlar kültürlü erkekleri severler. Onlarla evlenmek, birlikte olmak isterler ama evliliklerini, birlikteliklerini pek sürdüremezler. Yazarlarla evlenen kadınların bir süre sonra onlara ayak uyduramayıp boşandıklarını görüyoruz. Aziz Nesin, Arthur Miller, Orhan Pamuk evliliklerini sürdüremeyen yazarlardan birkaçıdır. Daha birçok örnek verebiliriz.
Sözü daha fazla uzatmayalım.
İster evli olsun, ister birlikte yaşasın, her çift hem birbirini okumalı hem de kitap okumayı sürdürmelidir. Böylece birbirlerini, dünyayı daha iyi anlarlar, gerçekleri daha iyi görürler; aşkları, sevgileri kültürle, sanatla beslenir ve kolay kolay yıkılmaz.
Erhan Tığlı erhantigli@mynet.com
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
KAHVE-TUR : Cem Polatoğlu |
ITALIA BELLA - GÜZEL iTALYA
Sorarlar adama, Kotakinabalu'dan Cebu'ya, Patagonya'dan Lapland'a her yeri yazdın. Neden yıllarca yaşadığın, rehberlik yaptığın, tur yaptığın, okuduğun, çalıştığın Italya'yı yazmadın. Evet yazmadım. Çünkü memlekette İtalya'ya gitmeyen mi kaldı? Herkes benden iyi biliyor İtalya'da ne nerde, nereden ne alınır, ne yenir. Peki, yine de ucundan dokunalım. Fazlalıklar sizde kalsın.
Almanya akraba ziyaretlerinden sonra Türklerin ağırlıklı ilk yurtdışı tatil destinasyonudur İtalya. Rahat hisseder insanımız kendini İtalya'da. Tipleri, yemekleri, karakterleri, aile bağları, çocuk sevgileri, yüksek sesle konuşmaları, giyim tarzları, insan ilişkileriyle yakın buluruz kendimize İtalyanları .
Bir zamanlar Avusturya'da öğrenciydim. Öğrenci yurdunda ki Türk çocuklarla henüz tanış olmuştum. Hüsamettin, Cemal, Kazım v.s. Akşam en yakın Cafe'yi mesken tuttum can sıkıntısından. Baktım yurttaki çocuklar orada.
- Selam Hüsamettin
- Sssst. Aman abi. Ben burada Massimo'yum. Bak bu Leonardo, bu da Roberto,
- İyi de, bunlar Cemal ve Kazım…
- Abi çaktırma. Türk dersek kızlar vermiyo.
- Ne vermiyor?
- Yüz vermiyorlar abi. En iyisi İtalyan takılmak.
Böyleydi 1983'lerin Avrupalı! Türk dünyası. Avusturya'da ki her 10 İtalyan restoranından 9'unun sahibi de Türktü. Hatta Avusturyalılar arasında Lahmacun "piccolo", Kapalı Trabzon pidesi "nascosto", Mantı "ravioli a la bolognese", Domates Dolması'da "Pomodori Gratinati" takma adları ile çok beğenilirdi. Çok şey değişmedi. Başka ülkelere gittiğimizde, eğer bizi İtalyanlara benzetirlerse içten içe gururlanırız. Hoşumuza gider. Hatta bunu yüksek tonda dile getirenlerimiz de vardır. "Yurtdışında beni hep İtalyan'a benzetirler" Hıııh haspam!. Doğru dersin, benzetirler. Çünkü Avrupalıların Türk olarak tanıdıkları Anadolu'dan göçmüş, kimliğini, kişiliğini kaybetmeme uğruna yarım asırdır değişmeme ısrarında olan insanlarımızdır. Trendy giyimli, bakımlı, kendine güvenli her Akdenizliyi de İtalyan'a benzetmek çok şaşırtıcı değildir.
Bakımlıdır İtalyan erkekleri. Ev arkadaşımdan ilk öğrendiğim günlük "ense traşı" idi. "Al denti" yani dişe göre makarna, kızına göre kur yapmayı, sofra keyfini, kahve, şarap kültürünü, motor kullanmayı, eğlenmeyi, garip gelecek ama Kasımpaşalıdan değil İtalya'nın ortasından geçen "Po*" nehrinin altından olanlardan da "delikanlılığı" öğrendim. Ama 5 kızı bir arada idare etmeyi, sevgilime seni seviyorum diye sarılırken arkadaki kıza göz kırpmayı hep yüzüme gözüme bulaştırdım. Ya birbirlerinin kankisi çıktılar, ya da ablası. Yediğim tokatlar da cabası. Ben konuşurken aynı anda karşımdakini dinlemeyi de öğrenemedim. İtalyanlar, bir masada aynı anda 5 kişi konuşup, birbirinin konuşmasını dikkatle takip eder, her birine ayrı ayrı cevap verebilir, yine aynı anda cep telefonu ile konuşup, yan masaya da laf yetiştirebilirler. Kız, erkek fark etmez, İtalyanlarla muhabbette karşınızdakinin konuşmasının bitmesini beklerseniz sakalınız, sebat ederseniz saçınız uzar.
Bakımlıdır İtalyan kadınları da. Baktırır kendisine. Ortalamada sınıfta kalacak olan İtalyan kadını, vücudunun Allah vergisi olan bir tarafını ön plana çıkartmayı bilir. Belki sadece saçı güzeldir, ama çakılır kalırsın karşısında. Öyle bir şekil verir, öyle bir savurur ki saçlarını, rüzgarı alır götürür seni. Öyle bir göz "parlatır" ki, o göz içine çeker seni. Olmadı neşesiyle boğar, zekasıyla kavrar seni İtalyan kadını. Anlamazsın çarpıldığını. Bir bakmışsın ki çoktan onun rüzgarında, suyundasın… Sıkmaz, Ezmez, Üzmez, Kasmaz, Uzatmaz, Kıza kesmez, Nazsızdır, Komplekssizdir... Ama ya aşık olursa... Bence fırsat varken kaçın!...
Çok değil, daha yüz küsür sene öncesine kadar İtalya diye bir ülke yoktu. Birbirinin dilinden bile anlamayan binden fazla derebeylik, prenslik, krallık vardı. Nice'de doğan Cenova'da yaşayan denizci Giuseppe Garibaldi ve arkadaşı Giuseppe Mazzini çizmedeki tüm krallıkları birleştirmeye karar verdiler. Onlar Sicilya'dan Garibaldi'nin Karısı Anita kuzeyden başlayarak kırmızı gömleklileri Roma'da birleştirdiler. (1870) Bir tek çook tepede kaldığı için San Marino ve bir de Vatikan bağımsız kaldı. Dil birliğini sağlayan ise faşist Mussolini oldu. Şimdi İtalya'nın neresine giderseniz gidin, mutlaka bir Corso Garibaldi, yani Garibaldi caddesine rastlarsınız.
İtalya'da takımlar arası büyük rekabet'de bu dönemden kalmadır. Hala iki ayrı şehir, hatta komşu semtler bile birbirlerini düşman bellerler. AC Milan - FC Inter ve Roma - Lazio rekabeti buradan başlar. Dünyaca meşhur Siena'da ki Palio denilen mahalleler arası eğersiz at yarışları da bu rekabetten doğmuştur.
Italya'da Yemek
İtalya'da yemek denince akla ilk gelenler Pizza ve Spagetti'dir. Oysa özellikle güneyde Locanda adı verilen mahalle restoranlarında "Tavola Calda" yani sıcak yemek kültürü yaygındır. Bize de adı Cenova asıllı Levanten'lerden (Levanten=doğulu) geçen lokanta'lara, mahalleli evindeki yemeği götürür, tenceresini, mezesini komşularıyla paylaşır. "Lokanta"nın sahibi, sadece şarap, kızarmış ekmek üzeri zeytinyağı ve sarımsak - bruschetta - servisi yapar ve kuver (coperto) alır. Dilimize bankacılık terimleri de Cenovalılardan geçmiştir. İtalya'da Kuver deyince biraz dikkat. İtalya'da kuver turistik bölgelerde çok yüksek olabiliyor. Koca bir tabela, Pizza 8 euro. Dalıyorsun içeri, hesap geliyor 16 euro. Bu nedir? 8 euro Pizza, 8 de kuver. Restoran girişlerinde kapılarda asılması mecburi olan menülerin en altında kuver fiyatları yazar. Sürprizlerden kaçınmak için göz atmakta fayda var.
Sicilya'da Ferro di Caballo kasabasında balık, Roma'da Tavola Calda, Napoli'de Rizotto (deniz ürünlü pilav), Floransa'da Biftek ve at eti, Milano'da Pizza denemeden gelmeyin. Pizza'da 4 mevsim yani quatro staggione deneyin. Peynir, sebze, salam ve deniz ürünleri karışımıdır. İlk gidenler şaşırır, Pizza, Spagetti memleketinde göbekli sayısı çok azdır. Çünkü İtalyan spor yapar, çok yürür, hareketlidir.
İtalya Turizm'de ilk yola çıkan ülkelerden. Ancak artık turistten bıkmışlar. Sabah kahvaltıya inersiniz. Sert bir ifadeyle "oraya oturma, saat sekizde gel" emirleriyle karşılaşırsınız. Kahvaltıda yediğiniz de bir kuru kruvasan, kıtır ekmek, kutu marmelat ve tereyağı.
Mafya;
Denince akla İtalya, İtalya'da da Camorro veya Casa Nostra gelir. Dikkat edin her mafya babasının adı asaletle ilişkili "Don …." İle başlar. Don Carlone, Don Giovanni v.s. Mafya babaları gerçekten de asil yani kral ailelerinden gelirler. Nasıl mı? İtalya birliği sağlanıp,yüzlerce kral, derebey, prens "işsiz" kalınca geçim derdiyle var olan güçlerini illegal yönde kullandılar. İçki ve sigara kaçakçılığından başlayıp merdivenleri üçer beşer çıkan babalar, çağa ayak uydurarak büyük şirketler kanalı ile güçlerini idame ettirdiler. Otobanlar, Stadyumlar ve büyük devlet ihalelerine kendileri dışında girmek mümkün değildir. Zayiatlarına ahd-ı vefa olarak, geride kalanların ailelerine merhum'un rütbesine göre dükkanlar dağıtırlar.
Notlar;
- Gençlerin çoğu evlenene kadar aileleri ile yaşarlar
- Akşam yemeğine saat 21:00'de başlarlar
- Güneyde bekaret ve namus çok önemli kavramlardır. Bazı köylerde kızların pantalon giymesi bile yadırganır.
- Güneyde sigorta şirketleri çarpma ve çalınmaya karşın arabaları iki katına sigortalar
- Güneyliler hala kuzeye çalışmak için göç ederler
- Güneyliler İtalya'nın ortasından geçen PO nehri'nin yukarısında kalanlara Avrupalı, Güneydekilere İtalyan derler.
- Sicilya'lılar Of'lu misali çizmeden gelen her İtalyan'a yabancı muamelesi yaparlar.
- Dükkanlar Pazartesi öğleden sonra açılır. Böylece Cuma, Cumartesi yanı sıra Pazar akşamları da eğlence akşamıdır.
- Fumare come un Turco - Türk gibi sigara içmek, Mamma gli Turchi - Anneciğim Türkler geliyooor! Hala çok sık kullanılan deyimlerdir
- Cafelerde fotoğraf makinanızı, çantanızı bağlayın. Motorsikletle yaklaşan ufak çocuklara her yerde dikkat.
- Otobanlardaki alışveriş merkezlerinin önünde çalıntı mal alışverişine Dikkat. Kandırılabilirsiniz
- Eski Yugoslavya göçmenlerin kartona yazdığı açım, para ver notunu gösterir numarasıyla yaklaşmasına Dikkat...
Genel Bilgiler;
İtalya, yüzyıllar boyunca çok çeşitli Avrupa uygarlıklarına ev sahipliği yapmıştır. Etrüskler ve Antik Romalıların İtalya topraklarını kendilerine yurt edinmelerinin yanı sıra, Rönesans hareketi de İtalya'nın Toskana bölgesinde doğmuş ve tüm Avrupa'ya buradan yayılmıştır. İtalya'nın başkenti Roma, yüzyıllar boyunca Batı uygarlığının merkezi olmuş, mimaride barok üslubunun doğuşuna tanıklık etmiş ve eskiden beri Katolik Kilisesi'nin merkezi olmuştur. Günümüzde İtalya demokrasiyle yönetilmekte olan bir cumhuriyettir. Nüfusu 60 Milyondur. İtalya, 1957 yılında başkent Roma 'da imzalanan Roma Antlaşması'yla kurulan Avrupa Birliğinin kurucu üyelerindendir. Yedinci en büyük gayri safi yurtiçi hasılasıyla G8 Zirveleri'nin, NATO'nun, Ekonomik Kalkınma ve İşbirliği Örgütü'nün, Avrupa Konseyi'nin, Batı Avrupa Birliği'nin ve Schengen Antlaşması'nın da katılımcılarındandır.
Cem Polatoğlu http://www.baracuda.com.tr
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
|
Kahveci : Mehmet Sağlam 21. Yüzyılın Küresel Tezgâhları (5) |
|
Bizleri hem ruhumuza hem egomuza yabancı bazı şeyler idare ediyor sanki, farkında mısınız? Eşzamanlı eşduygululuk yaşayan kümelere dönüştürülüyoruz. Asıl bireysel kaderlerimiz iflas etmiş, yedek kaderlerimiz devreye girmiş gibi... Tüm değerler sistemimiz yeniden tanımlanıyor ve küresel tezgâhtarların istedikleri formata sokuluyor. Klasik mantık ve klasik pozitivizm hızla eriyor.
En kötüsü de deneye ve kanıta dayalı somut bilimsel doğruların yerine, girdiği kabın şeklini alan "su mantığı"na dayalı bir "akıl yürütememe süreci" ikame ediliyor. Dindarlık kavramı değiştiriliyor, yerine içi boşaltılmış bir inanç sistemi veya ılımlı dindarlık denen şey getiriliyor. "Dinler arası diyalog" etiketi altında neo-kapitalizm ile neo-islâmizmin sentezi oluşturuluyor.
Bu yöntemle, zaten içi boşaltılmış olan İsevî ve Musevî değerlere, içi boşaltılan Muhammedî değerler ekleniyor ve sahneye küresel sermayeyi daha da zenginleştirip güçlendirecek olan "dindarların ve etnik grupların iktidarı" senaryosu konuyor.
Gazeteci Nuray Mert şöyle yazmış: "Ortadoğu'da olanları 1989'da Doğu Avrupa'da olanlara benzetenler var. İsterseniz biz de oradan başlayalım. Gerçekten de, yeni 'halk devrimi' ve 'halkın gücü' (People's power) kavramları bu süreç içinde siyasal dile yerleşti. 1989'da Doğu Avrupa'da yaşanan 'devrimler'i tartışmaya açmayacağım, sadece bir hususu hatırlatmakla yetineceğim: 'O günden bu yana Doğu Avrupa'da, AB şemsiyesi altına girmenin ötesinde neler oldu, otoriter rejimlerden kurtulan bu ülkelerde demokrasi ne âlemde?' diye sormakta fayda var. Sonra, Gürcistan, Ukrayna, Kırgızistan ve Lübnan'da gerçekleşen renkli devrimlerin ardından neler oldu? Hiç sorup soruşturmak aklınıza geldi mi? Umut kavramı vaat edici olmalı; ama şu ana kadar gerçekleşen 'halk devrimleri' bu açıdan çok umut vermedi! Siyasetin, 'siyasal eylem'in içinin boşaltılmasının, en güçlü hegemonya yöntemi ve aracı olduğunu unutmayalım."
Kısacası hem Türkiye'de hem de Arap coğrafyasında, ülkelerin bu kadar kısa tarihine kolay kolay sığmayacak radikal oluşumlara tanık oluyoruz. Aklı başında her insanın sabrı dikiş yerlerinden patlayacak duruma geldi aptallaştırıcı bunca olaydan sonra! Oysa gece-gündüz bunca darbe senaryoları konuşulurken dört bir yanımızda, gerçek darbenin 2002 yılında yapıldığını kimsecikler konuşmuyor her nedense.
Hatırlayalım: Son Ecevit Hükümeti -medyada hiç görünmeyen, basında adından hiç söz edilmeyen Hüsamettin Özkan'ın kışkırtması sayesinde- 18 Kasım 2002'de yıkıldı! Yapılan genel seçimlerde 5 partinin tümü meclis dışında kaldı ve AKP gökten paraşütle iktidara indirildi. AKP 15 aylık bir parti olarak 3 Kasım 2002 tarihinde yapılan seçimlerde en yüksek oy oranını alan parti olarak (geçerli oyların %34,63'ü), Abdullah Gül başkanlığında 58. Cumhuriyet Hükümeti'ni kurdu. Aldığı siyaset yasağı nedeniyle kabine ve TBMM'de yer alamayan genel başkan Recep Tayyip Erdoğan'ın bu yasağı -Cumhuriyet Halk Partisi'nin de desteklediği- bir anayasa değişikliği ile aşıldı. Erdoğan, 8 Mart 2003 tarihinde Siirt'te yapılan yenileme seçimlerinde milletvekili seçilerek meclis'e girdi. Bunun üzerine Abdullah Gül başkanlığındaki 58. Hükümetin 11 Mart 2003 tarihindeki istifasının ardından Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer'den hükümeti kurma görevini alan Erdoğan, 15 Mart 2003 tarihinde 59. Cumhuriyet Hükümeti'ni kurdu. (Ne müthiş, ne görkemli ve nasıl da oya gibi ince ince işlenmiş bir tezgâh, değil mi?!)
Hatırlayalım: Cezaevinden yeni çıkmış; 4 yıllık belediye başkanlığından başka hiçbir etiketi olmayan; bir tek gün dahi devletin üst kademelerinde çalışmamış bir eski belediye başkanı neden Avrupa'nın başbakanları, cumhurbaşkanları ve ABD Başkanı Bush tarafından kendi makamlarında yüceltici törenlerle ağırlandı ve sonra paraşütle indirildi bu ülkenin başbakanlığına? Böylesine büyük bir projeye büyük bir hedef olmaksızın girişilebilinir miydi?(Kimse bana halkın böyle istediğini söylemesin lütfen! Medyanın üçüncü güç olduğu çağımızda, 4 ay sonraki seçimlerde istenirse CHP tek başına iktidar yapılabilir; bu süreç işte bu kadar kolaylaşmıştır küresel sermaye ve medya sayesinde!)
Hatırlayalım: ABD askerlerinin Kuzey Irak'a Türkiye üzerinden girmelerine 1 Mart 2003'te TBMM'den tezkere çıkmayınca, K. Irak'taki Türk Özel Kuvvetleri'nin karargâhı basıldı ve askerlerimizin başlarına çuval geçirildi! "O izin neden çıkmadı AKP'nin Meclis'teki sandalye sayısı fazlasıyla yeterli olmasına rağmen?" diye soran, sorgulayan hiç olmadı! O zamanki kulislerde konuşulan ve kasten basına sızdırılan dedikoduya göre, 50 kadar Bülent Arınç yanlısı milletvekilinden bazıları çekimser kalmış, bazıları ret oyu vermişti. Asıl sebep bu muydu acaba? Peki, Bülent Arınç neden karşı çıkmıştı Mardin'e kadar gelmiş olan Conilerin Irak'a girişlerine?.. Bu soru neden hiç sorulmadı, Irak'ı mahveden bu büyük tezgâhın bu ülkedeki sorumluları,1 milyar dolar hibe alanların eylemleri niçin hiç sorgulanmadı, hâlâ da sorgulanmıyor?..
Hatırlayalım: 28 Şubat 1997 yılındaki o sözde "post-modern darbe"nin baş aktörü Orgeneral Çevik Bir idi; peki şimdi nerede bu emekli paşa? İsrail'deki ve Amerika'daki bazı şirketlere danışmanlık yapıyormuş. Pekâlâ, darbecilerden hesap soracağı vaadinde bulunan AKP neden onun hakkında tek bir dava dahi açma girişiminde bulunmadı? Üstelik "1980 yılındaki 12 Eylül darbecilerinden hesap soracağız!" diyerek Anayasa Referandumu'nda halkın oyunu alanlar, anayasanın 12 Eylül 2010 günü oylanmasını öyle ince hesapladılar ki, 30 yıllık süre aşımı tam da o güne "tesadüf" etti! (Bu da mı tezgâh değil? Nasıl olsa benim halkımın böyle ince şeylere aklı basmaz, düşüncesinden güç aldıkları besbelli değil mi?!)
Hatırlayalım: Dünyanın demokratik hiçbir ülkesindeki hiçbir genelkurmay başkanı komuta ettiği ordu içindeki disiplinsiz davranışları medya önünde tartışmaz, tartışılmasına yol açmaz. Kendi kurumsal, sorunlarını askeri iç disiplin yollarını kullanarak çözümler. Peki, bizim son üç genelkurmay başkanımız neden bunları kamuoyu önünde tartışıp durdu? Neden Yaşar Büyükanıt paşa seçimlerden hemen önce, 27 Nisan 2007'de kendi eliyle bir e-muhtıra yazıp Genelkurmay'ın internet sitesine yerleştirerek, AKP'nin ekmeğine yağ sürdü? Dahası, başbakanla yaptığı ve ölünceye kadar sır olarak saklayacağı Dolmabahçe Sarayı'ndaki o ünlü görüşmenin içeriğini açıklayamayacağını bile bile ve görüşmeyi gizli yapabilecekken, neden medya mensuplarını sarayın kapısında bekleterek yaptı?..
Bütün bu soruların yanıtlarına ulaştığımızda küresel tezgâhların gerçek sahiplerini ve amaçlarını anlamamız kolaylaşacaktır; ama bunlara kolayca erişim şimdilik mümkün değildir. Ancak zamanı gelince teker teker açıklanacak ve hatta bir başka tezgâh olan Wikileaks aracılığı ile -belge adı altında- dünyaya dağıtılacaktır, bundan emin olabilirsiniz.
Dip not: Pentagon-CIA eşbaşkanlığı, dünyanın en çok patent sahibi olan bir bilim insanının evine girdi öldüğü gün, kasasını kırdı ve tam 700 buluşun yanı sıra gizli tuttuğu buluşlarına değgin tüm belgeleri alıp götürdü. O belgelerden bugüne kadar kayda değer hiçbir açıklama yapılmadı! Fakat gerek general elektrik firması ile, gerek Westinghouse ile ve gerekse ampulün mucidi Edison ile yaptığı çalışmalardan çıkarılan ipuçları hakkında çok sayıda kitap yazıldı. Bunlar arasında "Zihin kontrolü ve hipnoz teknikleri" ile UFO'lara benzeyen, disk biçiminde çok hızlı uçaklar ve iklimleri değiştirebilme teknolojileri de vardı. Bunların küresel tezgâhtarlarca nasıl kullanıldığını gelecek blogda yazmayı düşünüyorum...
Günün sorusu: Arabistan yarımadasındaki Osmanlı topraklarını, İngilizler tarafından kışkırtılan Mekke Emiri Hüseyin bin Ali'nin 1. Dünya Savaşı yıllarında başlattığı isyandan sonra kaybettik. Peki, BOP kapsamındaki ülkelerle aramızdaki sınırlar kalkar (zaten vizeler kalktı, kalkıyor), Osmanlı coğrafyası tekrar dirilir, işsiz-güçsüz-eğitimsiz gençler içimize doldurulur ve ardından eften püften nedenlerle bu insanlar tekrar kışkırtılıp isyana teşvik edilirlerse, yani tarih tekerrür ederse; bunun yaratacağı sonuçları hesap edecek kadar ileri görüşlü siyasetçilere ve uzun erimli stratejilere sahip miyiz?
Mehmet Sağlam mehmetttsaglam@gmail.com
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
|
Enişte'den Erişte'ler : Ahmet Şeşen 3 Boyutlu Laforizmalar |
|
"Hayatımızın çeşitli dönemlerinde karşımıza çıkan çeşitli ikilemeler arasında bocalayıp durmuşuzdur..." diye başlayan satırlarla;
http://www.kmarsiv.com/sayilar/20080606.asp#sesen yazmıştım.
Günümüzde; 3G, 3 boyutlu film derken; "İkilemeler veya diğer bir deyişle ikili kelimeler artık yetersiz mi kalacak ?" diye kendi kendime düşünmeden edemedim. Baktım olmayacak, sizin için de aklıma gelenleri yazayım dedim.
Örneğin; "Etin ne, butun ne ?" derler. Demek artık et but yetmeyecek ve "Boyutun ne ?" diye eklemek gerekecek. Öyle ya; 3 boyutlu hayata dikey geçiş yapmalıyız. 3 boyutlu televizyonlardan sonra 3 boyutlu telefonlar da çıkar mı ? Çıkar herhalde.. Devir; çıkar devri nasılsa. 3 boyutlu GPS kesin çıkar ve şöyle konuşur :
- 50 metre sonra Turn Right..
- 60 metre sonra Turn Left..
- 70 metre sonra Rampa...
- Şunun şurasında 2 kelam laf ediyorduk, geldin, her ikisine de tuz biber ektin...
- Ben maydanoz olmaya gelmiştim, olaya 3.boyuttan bakarsak...
- Sadece yüz göz olmayalım, kulak da can olsun lütfen..!
- Böyle şey görmedim, "Evet mi desem Hayır mı ?" bilemedim. "Hayvet" olur mu ..?
- Boyun posun devrilsin inşallah..!
- Çene işlemeye devam edecek ama..!
İngilizce ikilemeler de varmış : Ping pong, flip flop, ding dong gibi..
Bizim futbol yorumcuları zaten çoktaaan aştılar bu 3 boyut kavramını. Üç değil haftanın en az beş gecesi konuşuyorlar tencere kapak misali :
- Sağlı sollu ataklar yapıyorlar ama yetmiyor işte, öyle değil mi Hocam ?
- Derinlik de önemli Hocaaam. Ama sen 3 boyut bilmeyen adamı koyarsan takımın başına, allak bullak olursun işte bööle Hocam ..!
Eğri büğrü, doğru dürüst demeden zehir zemberek demeçler..
Karga tulumba, tekme tokat, yaka paça daha da olmadı pata küte durumları..
Tencere kapak hızını alamazsan çanak çömlek sorular..
Sap saman içiçe karışmış tıklım tıkış açıklamalar..
Sözüm ona; enine boyuna tartışmalar..
Hemen her konuda yarım yamalak ama uzman; öyleyse salla desteksiz, falan filan ve kem küm tipinde eften püften görüşler..
Eş dost, konu komşu toplaşması nasılsa gelir destek, tek tip değil mi zaten bu müthiş düşünüşler ?
Ekmek elden veya su gölden, çoluk çocuk da sebeplensin torun torba da..
Birkaç fitne fesat, 3-5 süklüm püklüm tavır, bir de salya sümük döktün mü ortaya.. Eee, yol yordam bileceksin azizim, para pul kolay kazanılmıyor, iş güç gibi kavramlardan vazgeçtim, sen bir sap bile olamadın bak şu baltaya..
İncir çekirdeğini doldurmayan çalı çırpı haberlerle reyting uğruna dandik dundik bir magarazzi sevdasında üst baş, kim eciş bücüş, kim rüküş..? Aaaz sonraaa...
Orhan Veli'nin dediği gibi sen yatarsan sere serpe, bir muhterem çeker takım taklavatı, anlatır durur alet edevatı...
Asıl dekolte; yırtık pırtık işçinin cebi, eski püskü emeklinin tumanı, "Nasıl gelecek bu ayın sonu ?" diye kara kara düşünen memur sırtındaki değil mi ?
Bunlar yetmez gibi; kaynıyor yakın coğrafya. En son; "Gel beri yar gel beri, demokrasi getireceğim sana Berberi" türküsü etrafı kasıp kavuruyor.
Al-Jamahiriyyah Al-Arabiyyah Al-Libiyyah As-Sa Biyyah Al-İştirakiyyah...
Vah babam vah..!
Elbette; olay olmasına olay ama 2 boyuttan 3 boyuta geçmesi o kadar mı kolay ?
Hadi canım sende..!
Ne armudun sapı, ne üzümün çöpü...
asesen@kahveciyiz.biz
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
<#><#><#><#><#><#><#>
Kahve Molası, siz sevgili kahvecilerden gelen yazılarla hayat bulmaktadır. Her kahveci aynı zamanda bir yazar adayıdır. Yolladığınız her özgün yazı olanaklar ölçüsünde değerlendirilecektir. Gecikme nedeniyle umutsuzluğa kapılmaya gerek yoktur:-)) Kahve Molası bugün yaklaşık 6.000 kahvecinin posta kutusuna ulaşmıştır.
Yukarı
|
SENİNKİ
İstersen hep yokluğunda
Telâşında olayım
İstersen geçmeyeyim sokağından
Yeter ki
Işıklarını kapatma
Benim yüzümden
Seninki desinler
Yeter bana
Ahmet Yılmaz Tuncer
Yazdırmak için tıklayınız.
Yukarı
|
|
İşe Yarar Kısayollar Şef Garson : Akın Ceylan |
|
Balığı sadece tavada ya da tabakta değil, bazen denizde bazen oltanın ucunda görmeyi tercih edenlerin ortak buluşma platformu http://www.baliktutkunlari.com/ Ben de balık tutkunuyum diyorsanız buyurun forum sitesine. Hazırlayan ve yönetenlerin ellerine ve emeğine sağlık diyorum.
Bu web sitesi, canlı bir sistemdir. İnsanların duyguları, düşünceleri, fikirleri ile yaşayan bir sistem. Eğer siz de bu yazıyı okuyorsanız bu sistemden enerji alıyorsunuz demektir. Enerjinizi eklemek isterseniz üye olabilirsiniz. Forumlarda tartışabilir, günlük ekleyebilir, kitaplara sayfa ekleyebilir, anket hazırlayabilirsiniz. Diyor giriş sayfasındaki açıklamada http://www.sonsuz.us Bir deneyin bakalım siz de enerji alabilecek misiniz?
Güzel web sayfası denildiğinde, örnek gösterebileceğim bir site http://www.dogoskinz.com/ Ne yaptıkları ve ne sattıklarıyla değil daha çok web site tasarımlarıyla ilgimi çektiler. Web admin arkadaşın ellerine sağlık.
Paylaşım sitelerinin büyük bir çoğunluğu teker teker yasaklanıyor. Hala yasaklanmamış bir web sayfası arıyorsanız http://www.heroturko.org sitesini tavsiye ediyorum. Oyunlar, filmler, imajlar, fontlar, mobil uygulamalar ve daha fazlasını bulabileceğiniz bu siteyi kaçırmayın derim.
Yukarı
|
Damak tadınıza uygun kahveler |
http://kahvemolasi.ourtoolbar.com/
Kahve Molası Araç Çubuğu hizmetinizde:-)) Kahve Molası Araç Çubuğu (Toolbar) gelişmeye açık olarak kullanıma açık. Bir kere download edip kurmanız yeterli. Bundan sonra ki tüm güncellemeler gerçek zamanlı olarak tarayıcınızda görünüyor. Kahve Molası'nın tüm linklerine hızla ulaşabildiğiniz gibi, Google Arama, KM'den mesajlar ve en önemlisi meşhur "Dünden Şarkılarımız" artık elinizin altında. Sohbet için özel chat bile olduğunu eklemem gerekir. Son derece güvenilirdir. Virüs içermez, kişisel bilgi toplamaz. Bizzat tarafımdan pişirilip servise konmuştur. Yükleyip kullanın, geliştirmek için önerilerinizi yollayın.
GOM Player 2.1.21.4846 Released [2009 11/05] / Windows / 5.77 MB http://app.gomplayer.com/gom/GOMPLAYERENSETUP.EXE Bilgisayarınızdaki tüm media oynatıcılarının yerini almaya namzet bir Media Player. Gerekli codecleri kendisinin arayıp bulması gibi özellikleri var. Hemen her çeşit medyayı rahatlıkla izleyebiliyorsunuz. Ve bedava. Mutlaka yükleyip kullanın derim.
VLC media player for Windows / V.1.1.4 / 18 MB http://www.videolan.org/
İçinde tüm codec kütüphanesini barındıran açık kaynak bir oynatıcı. Bilgisayarınızın olmazsa olmazlarından biri. mp4, mov, mkv dahil hemen her formatta filmi izlemenize olanak sağlıyor. İndirin seveceksiniz.
7-Zip 4.65 (2009-02-03) for Windows / 913 KB http://www.7-zip.org/ Winzip, Winrar gibi sıkıştırma programlarının tek alternatifi. Sadece zip ve rar formatlı dosyaları değil, hemen her çeşit sıkıştırılmış dosyayı açan, minik ama süper bir "Open Source" programı. Kendi formatında yaptığı sıkıştırmanın üzerine yok. İsterseniz zip olarak ta sıkıştırma şansınız var. Hemen indirip kurun, sonra da bana şükredin.
Yukarı
|
|
|
|
|
|