19.12.2003 - Seyfullah Çalışkan
23.12.2003 - Sedat Tuvar
26.12.2003 - Tuba Çiçek
30.12.2003 - Cüneyt Göksu
02.01.2004 - Tarkan İkizler
06.01.2004 - Ahmet Altan
09.01.2004 - Beyhan Duffey
13.01.2004 - Tamer Soysal
16.01.2004 - Zeynep Meryem Pınar
20.01.2004 - Hüseyin Alparslan
27.01.2004 - Ahmet Şeşen
30.01.2004 - Leyla Ayyıldız
10.02.2004 - Faik Karaege
13.02.2004 - Filiz Güner Mercanköşk
17.02.2004 - Akın Ceylan
20.02.2004 - Kamuran Bulgurcuoğlu
24.02.2004 - Ayla Ayyıldız Potur
27.02.2004 - Belgin Ayhan
02.03.2004 - Hakan Güler
05.03.2004 - Mehtap Akdeniz
09.03.2004 - Betül Ayhan
12.03.2004 - Levent Şenyürek
19.03.2004 - Seyfullah Çalışkan






Adrese Teslim Günlük E-Gazete



ÖYKÜLER SOKAKLARA YAĞAR

BÖLÜM 1 - Yazan: Seyfullah Çalışkan

Evden çıktığımda kapı önünde beni güneşli güzel bir gün karşıladı. Sokağın başından denize baktım. Seçkin Ekmek Fırını’ndan havaya yanmış odun kokusu yayılıyordu. Zeki Usta odun kömürü yapmak için yine fırından kor olmaya başlamış kütükler çıkarmıştı. Ekmek kokusuna karışan yanmış odun kokusu olmasa bu sokak sıradanlaşır. Benim sokağım diyemezsiniz, sahiplenme duygunuz eksilir. Tam şimdi bir de çocuklar olmalı. Onlar olmadan bu sokağı anlamak, hissetmek imkansız. Top oynayan çocukların sesi, ekmek ve odun kokusu, güneşe bakan yorgun ve eski ahşap evler, duvarlarının birazı örülmüş yarım bir apartman inşaatı, havada birkaç dakika önce geçmiş uçaklardan kalan dumandan beyaz çizgiler olmasa yolumu kaybederim.

Denize doğru uzanan sokaktan minibüse binecektim. Sokaklar, durak bir acayip… Bu saatlerde hiç böyle kalabalık olmazdı. Semt pazarının kurulduğu günler bile burayı hiç böyle görmemiştim. Düğün değil, bayram değil… Boşu boşuna minibüs bekleyip, itiş kakışla cebelleşmektense yürümeye karar verdim. Ellerimi cebime atıp, ayaklarımı rampa aşağı saldım. Niyetim Şükrü Usta’ya uğrayıp mercimek çorbası içmekti. Kulübün önünden geçerken bizim Mükemmel Muzaffer, “ İşin acele değilse gel bir çay içelim” dedi. Aslında bu dingili sevmem ama keyfim ayna, kıramadım.

Muzaffer öyle az buz, anlatmakla bitecek gibi bir adam değildir. Hiçbir şeyi normal yapmaz, ortalama yaşamaz. Sabahları yatağından mükemmel bir şekilde kalkıp, mükemmel bir kahvaltı eder. Mükemmel bir yürüyüşle, mükemmel kahvesine gelir. Ardından mükemmel bir çay içip mükemmel sigarasından bir tane tellendirir. Bu adam pazara gitse, mükemmel pırasayı alır, mükemmel bir şekilde domatesleri mıncıklar, patateslere mükemmel bakar ve aldıklarını en mükemmel poşetlere koyup, mükemmel evine taşır. Geçenlerde kahvenin önünden geçen satıcıdan mükemmel bir karpuz aldı. Aksilik bu ya, mükemmel bir şekilde çıktı. Bütün semtin kendisiye kafa bulduğunu bildiği halde bu mükemmel hal ve gidişi değiştiremez.

Muzaffer, mükemmel bir arkadaşıyla, mükemmel bir telefon görüşmesi yaparken çayım bitti. “Günün mükemmel geçsin” deyip yeniden yola revan oldum. Ağzını açmaya fırsat verirsem yine on binlerce mükemmel olay anlatacak. Ona bir şey yapmıyor olsa da mükemmelin fazlası beni bozar. Şükrü Usta’nın lokantasına doğru kıvrılırken Suna’yla karşılaştım. Görünce yanıma geldi, boynuma sarıldı. “Annen nasıl? Baban nerelerde? Çoktandır piyasada görünmüyor?” gibisinden ayak üstü biraz konuştuk. Allah sahibine bağışlasın, kocaman kız oldu. Bakışları insanın yüreğine , derinlerine işliyor. Sesi, bahar sevinci, pınar gibi çağlıyor. Üniversiteyi kazanıp ekmeğinin ardına düşebilseydi iyi olacaktı. Ama iki yıldır, istediği yeri tutturamıyor.

Suna küçük bir kızken doğum günü için beni de çağırmışlardı. Hediyemi alıp evlerine gittim. Masa süslenmiş, kızımız cicilerini giymiş, pastanın mumları yakılmış, her şey hazır. Küçük fıstık mumları üflerken doğum günü anısına fotoğraf falan da çekilecek. Tam püf diyecek, hazırlanmış… Pastayı kaptığım gibi doğru mutfağa. Yanakları elma elma şiş, şaşkın, hevesi kursağında, ağladı ağlayacak öylece kalakaldı. Bakışlarını, o halini yıllar geçti unutamadım. Beni her gördüğü yerde “doğum günüme sen gelme, anne bu amca gelmesin” deyip durdu. Ah Suna’m, nazlı ceylanım, tatlı kızım… Pastayı çaldığım hiç unutulmadı. Yine de ilerleyen yıllarda esmer fıstığımla aramız yavaş yavaş düzeldi.

Çorbamı içip lokantadan çıkınca Sakarya Caddesi’nde uzun uzun yürüdüm. İnsanlara, caddeden oluk oluk akan arabalara, dükkanların vitrinlerine baktım. Cep telefonu satan dükkanlar son zamanlarda ne kadar da çoğaldı. Tenekeci Mustafa’ya kolay gelsin deyip yalıya indim. Balık tezgahlarına hastayım. Dolaşmaya çıktığımda mutlaka hepsine bakarım. Almasam bile bu görüntü keyfimi yerine getirir. Eğer aylaklığı iş edinmesem mutlaka balıkçı olurdum.

Tenekeci Mustafa babamın asker arkadaşıdır. İşleri eskisi kadar iyi olmasa da o hiç şikayet etmez. Baca kenarları, küllük, sac mangal, ördek soba, yağ tenekelerinden huniler falan yapar. Oğlu Rıdvan yıllar önce Amerika’ya okumaya diye gitti. Gidiş o gidiş, bir daha dönmedi. Hep merak ederim ama ona oğlunu soramam. Yaşlı tenekeciyi gücendirmek istemem. Mustafa amcanın dükkanı kapalıysa, mutlaka cenaze vardır. O semtimizdeki insanların ölüm tarihlerini dükkanındaki eski bir deftere de kaydeder. “Benim ninem ne zaman ölmüştü?” diye sorarsanız genellikle size akıldan net bir tarih söyler. Eğer çok eskiyse, hatırlamıyorsa, gidip defterine bakar.

Yalı Kahvesinin kapısından herkesi selamlayıp girdim. Denize bakan masada iddialı bir elli iki partisi çevriliyor. Bunların pek öyle gürültüsüz patırtısız oyunları yoktur. Pür dikkat hallerine bakılırsa rövanşı oynadıkları belli. Lastik Osman bile oyuna karışmadığına göre iş baya ciddi olmalı. “Merhaba Lastik, yine mi oyuna karışıyon oğlum sen?”dedim. “Karışmadan durabilir miyim ağabey?” diye gülerek yanıt verdi. Lastik sıkı bir kağıt oyuncusu olduğu için birisi yanlış kağıt attığında sabredemez, mutlaka oyuna atlar. Ona düğünlerde kaykıla kaykıla oynadığı için Lastik Osman adını takmışlar. Haftanın dört beş günü semt yada çevredeki kasaba pazarlarına gider. Kumaş, hazır giysi, iç çamaşır, dantel kuklaları, tığ, şiş, makas, düğme gibi şeyler satar. Dangalaklık derecesinde dürüstlüğü ve dobralığı, ticaret ehli olmasına pek müsaade etmez. Pazarcı arkadaşlarının anlatmasına göre, Lastik Osman cumartesileri Soğuk Su pazarında tezgah açıyormuş. Gel zaman git zaman, yükseklerin kırmızı yanaklı tazelerinden birine de abayı yakmış. Kız gelip Osman’ın tezgahından ne ihtiyacı varsa alıp veresiye yazdırıyormuş. Bizimki ayıp olmasın, kız küsmesin diye, ağzını açıp para istemeye de çekiniyormuş. Veresiye defteri kabarmış, alacaklar çoğalmış. Osman her hafta para istemeye yeniden niyetleniyor ama bir türlü yüzü tutmuyormuş. Derken kızın ayağı da pazardan kesilmesin mi? Uyanık, ne kızın adını bilir, ne de köyünü… Hani tanıdık birileri olsa haber salacak. Veresiye defterinde yüklü bir hesap, hesabın karşısındaysa sadece çiçekli şalvarlı kız yazıyor. Utandığı için “kar kudurdu sermayeyi yedi ağabey” der. Öteki pazarcıların anlattıklarına “yalan ağabey, uyduruyorlar” deyip, lafı geçiştirir.

Kusto Sami’nin masasına yanaşıp, altıma bir sandalye çektim. Kusto Sami etrafına topladığı kalabalığı yine gülmekten kırıp geçiriyor. Sami bu, denizde kum tükenirse onun da yalanı biter. Kusto Sami tanıdıklarla balığa çıkar. Şansı yaver giderse aldığı gemici payıyla kafasına göre takılır. Bir gün olsun canı sıkkın, suratını asık görmedim. Anlayacağınız Kusto Sami iki balık tutar. Birini satar rakı alır, öbürünü meze yapar. Her zaman yanında üç beş tanıdık, gırgır şamata gırla… Dünya yansa, içinde yanacak bir tutam çaputu yok. Hayatım boyunca bunun gibi lafı sözü bol bir adam daha görmedim. Anlattığı her neyse, en heyecanlı yerinde keser ” adaş patlat bakalım bi cıgara” der, sigara verilir, sigarasını yakıp anlatmaya devam eder. Hiç sigarası yoktur ama çakmağı hep cebindedir. Beleşçiliğin de kendine göre bir raconu vardır.

Kusto Sami, ben masaya vardığımda askerlik anılarını anlatıyordu. “Silüsü elime tutuşturup, yallah İskenderun’a dediler. Teslim olmadan traş oldum, hamama gittim, son gece bi güzel kafayı çektim. Pazartesi sabahı nizamiyede birliğime teslim oldum. Beni önce üçüncü bölüğe verdiler. Bir hafta sonra bölük çavuşu geldi eşyalarını topla birinci bölüğe git dedi. Eşyalarımı toplayıp gittim. “Beni üçüncü bölükten gönderdiler dedim. Koğuşa eşyalarımı yerleştirirken bölük komutanı seni çağırıyor dediler. Bir topuk selamı, bir kısa künye yüzbaşının karşısına dikildim. Beni emretmişsiniz komutanım dedim. Adımı, memleketimi, babamın adını sordu. Başımı okşadı. İlk günden komutanın gözüne girdim diye sevindim. İlk on beş gün her şey normal geçti.

Sonraları komutan bana gıcık kaptı. Her gün mutlaka kusurumu bulup bana temiz bir sopa çekiyor. Anamdan emdiğim süt bunumdan geldi. İki ay sonra mahalle arkadaşım Süleyman’dan gelen mektupla işe uyandım. Meğer yüzbaşı sıkıyönetim yıllarında bizim orda bir süre belediye başkanlığı yapmış. Babamla da epey sıkı ahbapmışlar. Komutan babama mektup yazıp, “oğlunu kendi bölüğüme aldırdım, gözüm arkada kalmasın” diye haber salmış. Babam da komutana cevap yazıp “ bizim oğlan haylazın tekidir, laftan sözden anlamaz, ne olur sopasını eksik etme, keratayı adam etmeden sakın gönderme” demesin mi? Komutan meğer babamın ricasını yerine getiriyormuş. Ben mi akıllandım, komutan mı usandı? Bir ara dayağı tamamen kesti. Bir hafta oldu dayak yemiyorum. Resmen sırtım kaşınıyor, alışmışım… Dayanamadım, dümenden mesele çıkarıp yine dayağımı yedim. Oh be! Dünya varmış, kemiklerim yerine geldi valla. ”

Zafer dayanamadı “ Ne cins adamsın be Kusto. Neden durup dururken kendine dayak attırıyon?” diye sordu. Kusto Sami’ den yanıt aynen şu “ hazediyodum be oğlum, alışmışım hazediyodum...”* Hepimiz gülmekten yerlerdeyiz…

Muhabbetin finalinde yalının önünden Aysel geçti. Hepimiz hedefe kilitlenmiş torpido gibi gözlerimizi ona dikmişiz. Yanında hiç tanımadığımız kara yağız bir delikanlı. Bu kadının takıldığı bütün tipler hep böyledir. Cüzdanı kabarık, belalı, hır çıkarmaya yatkın görünüşlü adamlar. Masadakilerin hepsi hariçten gazel havasına girdiler.

“Bütün malım mülküm sana feda olsun Aysel’im. Senin için ömrüm mahpuslarda ziyan olsun anam. Allah için kadın değil bu, kitap, kitap… Aç aç oku, çevir bi daha baştan oku. Ayağının altına paspas olayım Ayselim. ”

Aysel, kulamparasıyla uzayıp gitti. Bizimkiler hala martaval okuyor. Şakası bir yana öyle bir geçiş geçti ki, rüzgarı aklımızı başımızdan aldı. Aysel bu, kadın gibi kadın. Her hali dişi. Göz süzüşü ölüm döşeğindeki adamı canlandırır. Heveslerimizi coşturdu, hepimizi yarım akılda koydu da gitti…

* Hazetmek- Yerel bir söyleyişte “hoşlanmak, haz almak” anlamında kullanılmaktadır.

Yukarı

O sokaklarda kaybolur gölgeler..

BÖLÜM 2 - Yazan: Sedat Tuvar

Aysel gitmiş, yalının müdavimleri ahlaya, ohlaya oyunlarına geri dönmüşlerdi. Gitmek için ayağa kalktığımda Zafer'in yüzünün asık olduğunu farkedip, "hayırdır" dedim. "Hiç yaa, önemli değil, canım sıkılıyor biraz" dedi. Kolundan tutup kaldırdım. Hiç itiraz etmedi, birlikte dışarı çıktık. Gün hala çok güzel cadde yine olabildiğince kalabalıktı. Bir müddet Zafer "baba namı gidiyorsun?" diye sorana kadar sessizce yürüdük, Zaferi unutmamıştım ama daha öncelikle birazda geç kaldığım için azarlayacağını düşündüğüm babam vardı aklımda. "hele ona bir uğrayalım, bir ihtiyacı varsa halleder sonra bir yerde oturup bol bol konuşuruz." dedim. Babam; eskiden çok değişik iş yerlerinin olduğu zamanla ihraç fazlası ve ucuz giyim fuarına dönüşen bir iş merkezinin bodrum katında küçük bir terzihane işletiyor. Yıllar önce elbiseler, paltolar diktiğini, müşterilerini evire çevire ölçülerini aldığında da çok gülüp onun beni azarladığını hatırlıyorum. Her zaman "Şükürler olsun, karnımız doyuyor ya" der. Terzi Hasan denilince akan sular durur mahallemizde. Dedemden kalan üç katlı ahşap evimizi sık sık onarıp, ayakta kalmasını sağlamaktan başka bir derdi olmaz, küçük birikimleri ile mahallede ihtiyacı olanlara giysiler dikip hediye eder. Evlendiklerinde annem bu eve gelin gelmiş, daha iki aylık evlilerken annemin ayaklarına bir şeyler olmuş ve yürüyemiyormuş, bir müdet sonra rahmetli babaannem "ben bu kötürüm gelini istemem" diye tutturmuş, dayılarım gelip annemi evden almış, kendi evlerine geri götürmüşler. Babam, şimdi benim olan odaya kendini kapatıp, aylarca dışarı çıkmayıp ağlamış. O zamanlar pek az evde bulunan pikapta hep aynı pilağı çalmış, "Ham meyvayı kopardılar dalından, beni ayırdılar nazlı yarimden" Sonra annem bir sabah "yüce rabbimin hikmeti" yürümeye yeniden başlayıp, gelip çalmış evimizin kapısını, yeniden kavuşmuşlar, bir daha hiç ayrılmamacısına...

Zafer'le dükkana vardığımızda; babamın her zamanki gibi özenle hazırladığı, üzerinde mağaza isimleri yazılı, işlenmiş giysi poşetlerini çabucak dağıttık, işimiz bitince "çıkacağız baba başka bir ihtiyacın varmı?" diye sordum. Bir zarf uzatıp " bunu pazarcı Osmana ver" dedi. Dışarı çıktık, önümüze ilk gelen kafeteryaya girip birer kahve söyledik. "Anlat Zafer seni dinliyorum" dedim. "Bilmemki nasıl başlasam" dedi. Benden "öf be hadi" cevabını alınca devam etti. "Suna'yı biliyorsun.. Biliyorum biraz yaş farkı var, aslında çokta değil yani on yaş kadar" Bu cümleyi duyduğumda, içimde çoktandır var olan ama üstünü sıkı sıkıya kapattığım birşeyler hissediyorum, sızı, acı, şaşkınlık ne biliyim değişik birşey, içim akıyor sanki paçalarımdan aşağı... ne olduğuna anlam veremiyorum. Suna'nın gözleri Zafer'in gözlerinde beliriyor, yutkunuyorum, son söylediği birkaç cümleyi duymadığımı farkedip "yavaş" diyebiliyorum. Ciddi olduğunu, Suna'nında ona kayıtsız olmadığını düşündüğünü, babası olmadığı için bir tek annesine bahsedip ondan da olumlu cevap aldığını, benimde ona destek olmam gerektiğini hatta bizimkilerlede konuşup iki aile birlikte kızı istemeye gitmemizin nasıl olacağını soruyor. Topluyorum biraz kendimi, içimden "sana ne oluyor oğlum" deyip, başını öne eğmiş, bi çare duran benim en değerli arkadaşıma moral verme ihtiyacı hissediyorum. " Ya sıkma canını, neden olmasın, senden iyisinimi bulacaklar, yeterki Suna'nın gönlü olsun. Hem bildiğim kadar Üniversiteye hazırlanıyor, okumayı kafasına koymuş, tamam sen olayı kafanda bitirmişsin ama birde mutlaka kızla konuş derim" Ellerini masanın üstünde kenetleyip söyleniyor.. "Çok düşündüm, onun yaşıtı olsam belki bunu yapabilirdim ama, ama bu yaş farkı utandırıyor beni, sanki direk ailelerle bu işi gündeme getirirsek daha doğru olur gibime geliyor."

Bir kaç saat konuştuktan sonra ortak bir karara varamıyoruz, birazdaha düşünmeye karar verip mahallenin yolunu tutuyoruz..

Akşamın dokuzu olmuş, Şükrü Ustanın lokantasından ışık sızıyor dışarı, belliki muhabbet var, kapıyı çalıyoruz, ustanın mezecisi açıyor, dostlar masa kurmuş, bir büyük rakıyı bitirmiş ikinciye başlamak üzerelerken aralarına bizde ilişiyoruz...

Babamın verdiği zarfı Lastik Osman'a uzatıp "al bakalım, babamdan bir emanetin var" diyorum. Osman biraz şaşırmış görünsede zarfı açıp, içindeki yirmilikleri masanın altına indirip saymaya başlıyor, saydıkça yüzünde oluşan ve giderek artan gülümseme masadaki herkesede sirayet ediyor. Kimse ona takılmadan ben konuyu değiştirmek için Kusto Sami'ye soruyorum "kustocuğum yarınki milli maç ne olur?" Hani soruyu ben sormasam adamın sorudan haberi var diyeceğim... Anında anlatmaya başlıyor.
" 2-1 alırız neden mi? İçime doğuyor, bizim bölük taburda her yıl düzenlenen turnuva da hiç şampiyon olamamış, turnuvanın başlamasına bir hafta kala seçmeler yapılıyor, bölük komutanı gelip antremanları bizzat izleyip beğendiği askerleri asteğmenimize bu çocuğu yaz takıma Mustafa asteğmen diyor. Takıma alınacak son iki kişi belirlenecek o anda asteğmenimiz bana seslendi "Sami gir oyuna" hemen oyuna girdim.. Hangi mevkiye? tabiki forvete.." Bir kahkaha koptu. Hepimizi heyecan sarmıştı, kusto Zafer'den bir sigara otlanıp devam etti.. "Bizim takım bir serbest vuruş kazandı, ceza sahasının 5 metre felan dışından, topu kapıp diktim, rakip dört kişilik bir baraj yaptı, bir baraja baktım bir de dönüp bölük komutanına baktım, ayağa kalkmış belliki gidecek ama kısık gözlerle benim vuruşumu bekliyor.." Lastik Osman ayağa kalkıp sallanmaya başladı, bir yandanda şarkı söyler gibi "hadi vur ağbi, hadi vur ağbi" Kusto hiç istifini bozmadan devam ediyor. "Vurmazmıyım ulan, vurdum tabii" Sonra sustu, hepimizden birden bir "eeeeee" sesi...Kusto yumruğunu sıkıp ayağa kalktı "direkte patladı anasını satıyım" Yuh ulan, vay ayı vay, diyen kahkaha gırla.. Dayanamadım ben sordum "Eee komutan" Kusto elini omzuma atıp devam etti.. "Yıkıldım Cemal'im, diz çöktüm yere, bir müddet sonra saha kenarına döndüm, komutan gitmişti, gitmişti gitmesine ama adam komutan kardeşim, maldan anlamazmı? alın asteğmen Samiyi'de takıma demiş." Bu kez bir alkış koptu .. Baktım Zafer'inde keyfi yerine gelmişti. Hep birlikte hadi be kusto şu şampiyonaya gel... Ne oldu? Oynadın mı? Şampiyon oldunuz gibi sorular yöneltik. Bir sigarada benden istedi, sigarayı ağzına götürdüğünde üç kişi birden çakmak çaktı.... "Uzatmayayım geç oldu" dedi ve devam etti... "Hep yedekte bekledim, takım süper, önüne geleni eleyip finale geldi. Son maç, yenersek bölük tarihinde ilk defa şampiyon olacak, maçta dakika 85 durum 1-1 türübünler tıklım tıklım, asteğmen 70 inci dakikadan beri beni ısındırıyor, ısınmaktan yandım, bir yandanda ödüm patlıyor, oyuna giremeden maçta, turnuvada bitecek diye... Neyse bölük komutanının asteğmene beni işaret ettiğini gördüm, ardından hemen oyuna girdim. Dakika 89 korner atacak bizim Bekir çavuş, bekle yettim çavuşum deyip hızla ceza sahasına doğru koştum, tirübünlerde uğultu iyce artmış, gözüm topta, top süzülüyor ben koşuyorum, top süzülüyor ben koşuyorum, tam penaltı noktası üzerinde herkesle beraber bende yükseldim, çaktım kafayı" hepimiz ayaktayız, gol, gool... Devam ediyor "yok ya direkten geri döndü" hadi ya, genemi be, eeee.... "İçime doğdu kardeşim, benle yükselen herkes indi yere, enayimiyim ben? Bekliyorum havada, işimi şansa bırakırmıyım? Dönen topa bir kafa daha çaktım, goooool."

Şükrü Ustaya yardım edip lokantayı kapattıktan sonra hep beraber alıp sırtımıza denizi, vurduk yokuşa kendimizi, bir bir eksildik sokaklarda, bir bir kayboldu gölgelerimiz kapılarda... En son Zafer kalmıştı yanımda, düşünceliydi yine ama hiç olmazsa umutsuz değildi. Mükemmel Muzafferin evinin önünden geçerken yatak odasının ışığının söndüğünü gördük tutmadım kendimi... "Yahu Zafer bu bizim mükemmel acaba o işide mükemmelmi yapıyordur?

Yukarı

Muamma

BÖLÜM 3 - Yazan: Tuba Çiçek

Zafer pis pis gülerek: "Valla abi 'Mükemmel'in performansını bilmem ama şahsen ben az daha sahalara çıkıp performans şeyedemezsem, spor hayatımın sona ereceğine garanti verebilirim" dedi. "Çıkmadık candan, hadım edilmemiş kuştan ümit kesilmez" diyip Zafer'i evine uğurladım.

Her kasisini, her ağacını, her kaldırım taşını ezberlediğim sokakta yürürken, beynim her gece olduğu gibi günün haber özetlerini geçiyordu.

Elbette günün haberi Zafer'in Suna ile ilgili söyledikleriydi. Gerçekten Suna'yı seviyor muydu? Yoksa "Okul ve askerlik bitti, bir işim de var. Eh artık düzenli bir aile ve düzenli bir seks hayatından başka eksiğim kalmadı" gibi bir bilinçaltı oyunuyla mı karşı karşıyaydı Zafer? Değil mi ki canı her çektiğinde seks yapacak kadar çapkın, yakışıklı ve zengin bir adam değildi, o halde evlenmekten başka çaresi yoktu.

"Sana n'oluyor yahu, ne bok atıyorsun Zafer'e? Sanki bir sen mi bilirsin sevdalanmayı?" dedim kendi kendine. Utandım bu fesat düşünceden.

Tenekeci Mustafa'nın evinin önüne vardığımda, sıcak bir gülümseme yansıdı uykulu gözlerime. "Böyle insanlar kalmadı artık. Bu mahallenin bi ferdi olduğum için, şanslı bir piçim" diye söylendim kendi kendime. "Eğer bizim mahallenin dizisi çekilse, Allah için bir tane kötü adam karakteri çıkmaz şerefsizim. Komşu mahallelerden oyuncu transfer etmek gerekir" diye sürdürdüm iç konuşmamı.

Üç adım sonra köşeyi dönecek ve evimin bulunduğu sokağa girecektim. Uykum gelmişti, gözlerim iflas etmek üzereydi. Köşeyi dönmemle, gözlerimin kamaşması bir oldu.

Ellerimle gözlerime siper yapıp, suratıma doğrultulmuş araba farının ardında olanları anlamaya çalışıyordum. Sersemlemiştim. Ne olduğunu anlayamadan, ızbandut gibi iki adam kollarımdan sürükleyerek beni arabaya bindirdiler. Silahlıydılar. Hoş, silahları olmasa da bu çelimsizliğimle onlara karşı koyacak durumda değildim.

"Neler oluyor, ne istiyorsunuz benden?" dedim. Soğukkanlı görünmeye çalışsam da, sesim tecavüze uğramasına ramak kalmış aciz bi karı gibi çıkıyordu. İt gibi korktuğum aşikardı.

Arabada benden başka 3 kişi daha vardı. İkisi iki yanımda oturuyordu. Sorularıma cevap vermiyorlardı. Arabayı sürenin siması hiç yabancı değildi. Evet, kesinlikle tanıdığım biriydi. Çok yakın bir zamanda gördüğüm, karşılaştığım biriydi. Hafızamı zorladım. Gördüğüm yüzleri asla unutmazdım.

Bingo! Arabayı kullanan dallama, bugün Aysel'in yanında gördüğümüz yandan çarklı it idi. Yalı'nın önünden bir çalımla geçip gitmelerini gözümde canlandırdım. Emindim, oydu. Fakat Aysel'in ya da bu gangster müsveddesinin benimle ne işi olabilirdi ki?

Son bir kez "nereye götürüyorsunuz beni" diye sordum. Sesim biraz daha kararlı ve erkekçe çıkmıştı. Memnundum ses tonumun performansından. Lakin arabadakiler hiç oralı değildi. Sanki başçavuşun eşeği gaz çıkarıyordu.

Arabayı kullanan hanzo: "Bağlayın gözlerini" diye buyurdu. Bağladılar gözlerimi. Yaklaşık 15 dakika öyle seyahat ettik.

Issız bir yerde, kocaman bahçeli, 4 katlı bir villanın önünde gözümü açıp, arabadan indirdiler. Gizemli şatoları andıran bir mimarisi vardı villanın. Izbandutlardan birisi bahçe kapısına doğru itekledi beni.

Bahçe kapısındaki kocaman levhada 'Kırkyama Malikanesi' yazıyordu. Sadece levha değil, her şey kocamandı. Kapı zili, girişteki paspas, portmanto, kilimler, avizeler, kapılar, sehpalar, koltuklar, aksesuarlar... sanki insan evladı değil de bir dev yaşıyordu villada.

İte kaka salondaki kocaman koltuğa, karpuz fırlatır gibi fırlattılar beni. Arabayı kullanan adam "soyun" diye buyurdu. "Villanın sahibi olan dev, bana tecavüz edecek besbelli" dedim kendi kendime. "Eh tecavüz kaçınılmazsa, zevk alacaz mecbur" diye sürdürdüm saçmalamayı. İyice salaklaşmıştım. Ne yapacağımı, ne düşüneceğimi şaşırmıştım.

"Sana soyun dedim ulan" diye kükredi it oğlu it. Salak salak baktım yüzüne. Karşımda kocaman bir ayna vardı. Dev bana tecavüz etmese de, aynaya yansıyan surat ifadem bile intihar sebebiydi. Ben böyle anlamsız, böyle kişiliksiz, böyle aciz bir surat ömrüm boyunca görmemiştim. İfademi biraz sertleştirmeye çalıştım. Mimiklerimle oynadım. Lakin adam karşımda durmuş bana 'soyun' derken en fazla Fatih Ürek kadar erkeksileşebiliyordum.

Yağız delikanlının sabrı tükeniyordu. Silahını bana doğrulttu, tetiği çekti. Davrandım. Yavaş yavaş ceketimi çıkardım. Öyle yavaş hareket ediyordum ki, sanki birazdan Superman gelip beni kurtaracaktı da, zaman kazanmak için ağır çekim soyunuyordum. "Ulan adamların vakti bol işte, ne uyuzlanıyorsun. Ne olacaksa bir an önce olsun da, çekip gidelim" dedim kendime ve gölgeme.

Tam da gömleğimin düğmelerini açarken, bir ayak sesi yankılanmaya başladı duvarlarda. Tık tık tık.. Seslerden anladığım kadarıyla, sivri topuklu ayakkabı giymeye hevesli, 'ibne bir dev'e kaptıracaktık dötü. Arkamdaki kocaman kapı açıldı. Partnerimi karşımdaki aynadan görebiliyordum.. Görebiliyordum da, gördüklerime inanamıyordum.

"Siz çekilebilirsiniz" dedi Aysel. Şapşallığım ayyuka çıkmıştı. Nefes aldığımdan bile şüpheliydim. Kırıta kırıta karşıma geçti. Transparan bi gecelik vardı üstünde. Siyah bi gelinlik gibiydi geceliği. Duvak gibi bir şeyler de vardı başında. Ayağında sivri topuk, tüylü, şuh bi terlik... Baştan ayağa siyahlara bürünmüştü. Suratında buz gibi bir ifade.. Gene de çok dişiydi. Başka zaman olsa, gözümün önündeki manzaranın karikatürü bile beni tahrik ederdi ama tık yoktu. Şaşkınlık ve korku tüm libidomu sömürmüştü.

"Hala soyunmamışsın" dedi Aysel, olanca şuhluğuyla. Saçma sapan bir ses tonuyla: "Tam soyunuyordum ki, yani.. şey.. sen geldin" dedim, kurduğum cümlenin aptallığına inanamayarak. Olan olmuş, cümle ağızdan çıkmıştı bir kere. Başıma gelenlere inanamıyordum. Duvarlarda çınlayan bir kahkaha attı Aysel. "Ne o erkeklerden mi hoşlanıyorsun yoksa? Adamlarımın yanında soyunmaktan utanmıyorsun da benden mi utanıyorsun?" dedi, küstah küstah. Doğru söze ne denirdi ki? Sustum.

"Doğrusu beni hayal kırıklığına uğrattın" dedi Aysel. Beni baştan aşağıya süzerken devam etti konuşmasına: "Seni mahallenin diğer erkeklerinden daha delikanlı, daha serinkanlı sanırdım. O yüzden en sona sakladım seni. Heyhat, en az onlar kadar şaşkın ve korkak çıktın..."

Yukarı

Gölgelerde aranır umutlar

BÖLÜM 4 - Yazan: Cüneyt Göksu

Bütün cesaretimi toplayıp, yüksek sesle, kendimden emin,

"Yok ondan değil ama seninle hiç bir zaman yatmayacağım, yatmam!" dedim.

Şaşırma sırası ondaydı, istediği adamı istediği zaman elde etmeye alışmıştı, kimse de reddetmemişti bu zamana dek.

"Benimle olmazsan seni kimseye yar etmem!" diye bağırdı, çıldırmıştı. Bir yandan bana tokat atmaya çalışıyor bir yandan da azmanlarına sesleniyordu, hepsi geldiler, üzerime çullanmış, acımasızca vuruyorlardı. Başıma bir çuval geçirdiler, Aysel'in çığlıkları geliyordu uzaklardan, yeniden arabaya bindik, bir yandan gidiyoruz bir yandan da "Sen bittin oğlum" diye tehdit ediyorlardı. Yediğim dayaklardan en sonunda bayılmışım.

Gözlerimi açtığımda bulunduğum yer hiçde tanıdık gelmemişti. Kapalı, zifiri karanlık bir yerdeydim, çırıl çıplaktım, üşümüyor, terlemiyordum, aç da değildim, tok ta. Ne kapı, ne de bir pencere vardı. Çıkmak için davrandım, vurdum, yumrukladım, boşluğu tekmeledim, I'ııh yok, olmuyordu, çıkamıyordum. Kolum da acı içindeydi, göremiyordum ama dirseğimde ki bandajı farkedebiliyordum.

Kaç gündür buradaydım, gece mi, yoksa gündüz müydü hiç birşeyin farkında değildim. Panik olmakla, olmamak arasındaydım, korkuyordum ama bilincimi kaybetmemem gerekiyordu, düşündüm, hemde çok düşündüm buraya nasıl geldiğimi hatırlamaya çalıştım ama olmuyordu birtürlü, sanki hafızamı silmişlerdi. Bir süre sonra sakinleştim ve dinlemeye başladım sessizliği. Ölüm sessizliği vardı ortalıkta, neredeydim?!

Bir tıkırtı mı duymuştum ne! Evet, evet bir ayak sesiydi bu yaklaşan, gittikçe yaklaştı, yaklaştı... Musluğun gıcırtıyla, ağır ağır, açılan sesinini duydum, arkasından da gürül gürül boşalan bir su sesi...

Birden her yer apaydınlık oldu, gözlerimi açamıyordum bile, ellerimi siper edip bakmaya çalıştım ama ışık her yerdeydi ve nereye bakacağımı bile bilemiyordum ki.
Aynı anda kulakları sağır edercesine tiz bir ses de duyulmaya başladı.
Işık o kadar fazlaydı ki, gözlerimi kapatsam bile delercesine giriyordu aralardan, Gözümü mü, kulağımı mı kapatacağımı şaşırdım.
Buz gibi su, çıplak tenime çarptığında canım öyle bir yandı ki, üşümemi bile hissetmiyordum artık, dört bir yandan büyük bir basınçla geliyordu, kalkmaya çalışıyor, yeniden devriliyordum. Bir türlü göremiyordum ki nereden, nasıl geldiğini ve daha da önemlisi kimin bunu yaptığını, düşünmeye bile fırsat vermiyordu bu lanet su.

Aydınlık birden karanlığa döndü, su kesildi, ses de, karabasan da.
Titremeye başladım, beynim patlayacak gibiydi, burada ne işim vardı, kime ne yapmış olabilirdim ki, bunlar başına gelsindi, olanları düşünerek yığıldığım yerde uyudum kaldım.

Uyandığımda, sanki bir çuvalın içinde, günlerdir sopa yemiş gibiydim. Doğrulmaya çalıştım, bütün kemiklerim sızlıyordu. Sesler duydum, hatırlamaya başlamıştım yavaştan, karanlık odayı, soğuk suyu, o beynimi kopartan sesi. Kolumdaki iğne izlerini farkettim. Hatırlıyordum...

Zafer'le yürüyüşümüz, Suna hakkında ki konuşmalar ve Aysel'de başıma gelenler...

Evet en son hatırladıklarım buydu, sonra gözümü bu karabasanda açmıştım. Yıllar sonra, tekrar burada ne işim olabilirdi ki, yıllar önce yaşananların bedeli çoktan ödenmiş ve hesap kapanmıştı bile.

Kapı açıldı, yüzü maskeli, iri adam giymem için birşeyler fırlattı ve hemen çıktı. Giyinmemle birlikte, kapı hemen yeniden açıldı, koluma girdiler, çıkarttılar, yürüyemiyor sürünüyordum adeta. Evet burayı çok iyi tanıyordum. Kahrolası Sorgu Odası!

- "Sen!" dedi, bağırarak, "Uslu durmuyormuşsun, lan akıllanmadın mı yediğin onca dayaktan, kaç yıl geçti bak yine geldin yanımıza, özledin mi bizi ha!"

Aynalı camın diğer tarafında bizi kim izliyordu acaba, yıllar öncesinde kalmış bu işkence odalarını yeniden yaşamak için birşey yapmamıştım ki, tek yaptığım Aysel kaltağını reddetmekti. Kendi halimde bir hayatım vardı artık, cezamı çekmiştim, daha ne istiyorlardı ki? Bunları düşünürken, yediğim tokat beni kendime getirdi.

- "Lan sana söylüyorum eşek herif, duymuyomusun?" dedi, sonra cama dönerek, "İğnenin etkisi geçmemiş, bu hala ayakta uyuyor" diye bağırdı.

Eskilerden sorular soruyor, isimler sayıyordu, geçenlerde Başbakana yapılan suikastı anlatıyor, aralarında kurduğu ilişkileri de bana bağlıyordu. Aradığı ben değildim ama nasıl inandırabilirdim ki onu, yeni hayatım onları hiç ilgilendirmiyordu, hayatında beyaz sayfa açan ben olmama rağmen, geçmişe takılmış olan onlardı.

Kaç saat geçti bilmiyorum, artık söylediklerini duyamayacak kadar yorgundum, gözlerim kapanıyordu ama her defasında yediğim tekme, tokat beni kendime getiriyordu. Biz Zafer'le vakit geçirirken, bambaşka bir yerde yapılmış suikastın, bütün yolları bana çıkıyordu. Onları inandıracak tek kişi vardı,

- "Sen daha konuşma, bak şimdi sana kimi getireceğiz." dedi işkenceci..

Açılan kapıdan giren Zafer'i görünce çok sevindim, beni almaya gelmişti kesinlikle, kardeşimdi, can yoldaşımdı benim. Herşeyi paylaşmıştık bir zamanlar, bu lanet odaları bile, bir şekilde çıkardık buradan, beraber.

Yavaşça yaklaştı, gözleri günlerdir uyumamış gibi kan içindeydi, işkenceci duymayacak şekilde kulağıma eğildi,

- "Suna'yla yatmayacaktın, alçak herif!, arkamdan vurdun beni, iyiki Aysel herşeyi anlattı" dedi.

Yaşadığı aşk sadece gözlerini değil, benliğini ve düşüncelerini de kör etmişti. Ben eski ben değildim onun için artık. Muzaffer'in evinin önünden ayrıldıktan sonra herhalde benim Suna ile buluşmaya gittiğimi sanıyordu veya ona birileri öyle anlatmıştı?

Doğruldu ve işkenceciye dönerek:

- "Evet, evet bu muhakkak o'dur, suikastı yapan kesin bu, üç gece önce benimle beraber olduğu falan hepsi yalan!" dedi ve çıktı gitti.

- "Biliyorduk zaten, huylu huyundan vazgeçer mi, sizi devlet düşmanları!" diye tamamladı diğeri.

- "Çağırın doktoru, konuştursun bu hayvanı!"

Vücuduma yayılan ilaç beni bayıltmadan tek bir kelime ağzımdan dökülüverdi,

- "Suna..."

Yukarı

BAZEN DE GÖLGELER AYDINLATIR SOKAKLARI

BÖLÜM 5 - Yazan: Tarkan İkizler

"Sunaaaa!…"

Ben Suna, Suna diye bağırıp duruyorum ama kapıdan Aysel başını uzatıp geri çekiyor görüyorum, benden kaçmaz… Zorla ayağa kalkıyorum, evet Aysel burada, onu bulup hesap sormam lâzım…

"Sen kendini ne sanıyorsun? İnsanların hayatını böyle basit yalanlarla nasıl karartırsın? Suna güzel bir kız ama ne yatması, nasıl böyle adice davranabiliyorsun?"

Evet bağırıp çağıracağım, hesap soracağım ama Aysel bir türlü durmuyor ve dar koridorlarda koşuyor… Bir yakalasam, herşeyin yalan olduğunu itiraf ettireceğim…

Aysel koridorun sonuna geldiğinde arkamdan koşan işkencecilere, doktorlara, hastabakıcı kıyafetli adamlara aldırmadan koşmaya devam ediyorum. Fakat birden her yer kararıyor… Ne olduysa peşimdekiler yok artık ve Aysel bugün villasındaki karşılaştığımız seksi kıyafetleriyle, sırtı bana doğru dönük, öylece duvarın dibinde duruyor…

Aysel durunca ben de duruyorum ve merakla ne yapacak diye beklemeye başlıyorum. Aysel üzerindeki transparan geceliği çıkartmaya başlarken arkasını dönüyor. Tekrar yüzünü bana dönmeye başlarken de nasıl oluyorsa, üzerindeki kıyafet birden Noel baba kıyafeti... Hayır, hayır, İtfaiyeci kıyafeti oluyor, elinde de yüzüme doğru tuttuğu kocaman bir hortum, ve birden her yeri sular kaplıyor...

"Hişt! Hişt! Abi... Hişt... "
"Ne?"
"Abi, sen beni bırakıp eve gitmedin mi?"
"Zafer?"
"Evet abi."
"Ulan beni niye ıslattın?"

"E! Ödümü kopardın abi. Valla sana kötü birşeyler oluyor sandım. Önce bir kaç kez kapı çalındı gibi geldi, bir açtım ki, sen kapıya yaslanıp uyumuşsun. İtip kakıyorum, bana mısın demiyorsun, korktum. Ayılman için en sonunda dayanamadım tokat attım. 'Beni nereye götürüyorsunuz lan? Ben kim suikast kim, bırakın beni' diye bağırıyordun. Bir an bu kâbustan hiç kalkamayacakmışsın gibi geldi, gecede içkiyi çok kaçırdığını biliyorum, korkudan ne yapacağımı şaşırıp doğruca mutfağa gittim, kaptım bir tas suyu...."

"Ya, Zafer valla ne kâbustu bir bilsen, artık televizyondaki uyduruk Hollywood dizilerinde ne varsa gördüm. Beni mafya mı kaçırmıyor, gözlerimi mi bağlamıyorlar... Yok efendim dev gibi adamlar, villalar mı istersin, büyük avizeler, tablolar mı?"

"Gel abi, önce bir benimkilerden birşeyler giyip üstünü değiştir, sonra biraz dolaşalım senle. Şöyle iyice bir kendine gel."

Zaferlerin evinden çıkalı yarım saat kadar olmuştu, kafamı anca toparlamıştım. Mahallenin ara sokaklarında boş boş, dolaşıp duruyorduk. Ben hâlâ gördüğüm rüyanın etkisiyle Ayseli düşünüyorum, zihnim bulanık. Bir yandan da birşeyler oluyor ama, bir türlü dikkatimi verip neler olduğunu anlayamıyorum.

Sadece etrafımızda bir hareket, bir kıpırtı var, bunu hissediyorum.

Hissediyorum ama kendimi toparlayıp "Sen de farkında mısın?" diye bir türlü Zafer'e soramıyorum. Hâlâ rüyanın etkisi mi var bilemiyorum.

Artık eminim, biri, hatta birileri, bizi takip ediyor... Bir yandan Zafer'i dinleyip, bir yandan da arkamızda kıpırdayıp duran sabırsız gölgelere dikkat etmeye çalışıyorum.

Zafer'in koluna girip onu ileri doğru yürümeye zorlayınca, böyle bir şeye alışık olmayan Zafer, durup dikkatle yüzüme bakıyor... Normal olmayan birşeylerin döndüğünü artık o da anlayınca yavaşça kulağına eğilip "Peşimizde birileri var." diye fısıldıyorum.

Bakmaya niyetlendiğini anlayınca arkasına dönmesini engellemek için koluna sıkıca sarılıyorum. Köşeyi dönünce onu sağa itip, kendimi sola atıyorum. Sırtlarımızı karşılıklı iki duvara verip beklemeye başlıyoruz... Kendi kendime "Ulan aynı filmlerdeki gibi, başımıza gelmedik bir bu kalmıştı, haydi hayırlısı." diyorum.

Korkak ve ihtiyatlı, ama bir o kadar da hızlı adımlarla, ayaklarının uçlarına basıp ilerlemeye çalışan iki kişiyi sokağın başında farkettiğim anda 'Haydi!" diye bağırıyorum. Zafer'le aynı anda adamların üstüne atlıyoruz ama atlarken de bir yanlış yaptığımızı farkediyorum adamlar zenci...

Zencilerin bizim peşimizde ne işi var?
Adamlar turist mi acaba falan diye düşünmeye kalmadan, bir itiş kakış içinde birbirimize girdiğimiz anda biri "Abi dur! Benim, Lastik Osman" diyor. Öylece elimiz havada kalıyoruz...
Çocuk esastan da bizim Lastik.
Toparlanıp yerden kalkarken, şaşkınlıkla "Ulan sen Lastik Osman değil misin? Ya sen, Cabbar niye böyle zenci oldunuz oğlum?" diyorum.
"Abi bende onu diyorum. Evet ben Lastik Osman'ım, bu da Cabbar."

Üstümüzü başımızı silkeliyoruz ama, bizim de sağımız solumuz çoktan siyah lekelerle dolmuş...

Lastik Osman "Abi biz seni takip ediyorduk. Zafer abinin yanından ayrılırsın diye bekledik ama..." diyor.
Zafer adı geçince "Benimle ne alakanız var?" diye soruyor.
Kafasını titretip, kaşını gözünü kaldıra kaldıra devam ediyor "Ha? Size soruyorum lan... Ben size demedim mi oğlum? Olmaz o iş... Ulan birşey değil kardeşimin de başını yakacaksınız."
Çocuklar sessiz başlarını öne eğince, Zafer iyice kızıp, bağırıp-çağırmaya başlıyor.
"Bıktım ulan bu mahalleden de, sizin gibi delilerinden de... Ne halt yerseniz yiyin."
Zafer bir sigara yaktıktan sonra yanımızdan hızla, söylene söylene uzaklaşıyor.

Lastik Osman'a soruyorum "Ne var da böyle manyak manyak şeyler yapıyorsunuz oğlum?
Deli misiniz siz? Niye zenci gibi sağınızı solunuzu boyadınız?
Benim bilmediğim birşeyler var ama, dur bakalım...
Nedir bu Zaferin bahsettiği 'Olmayacak iş'?"
Lastik Osman "Abi..." diye lafa başlarken, Cabbar'da benle beraber kaldırıma oturuyor.
"Bu Zafer'in kardeşi Selim, hepimizin kardeşi sayılır...
O'na iyi bir şey olsa sevinir, kötü bir şey olsa hepimiz üzülürüz değil mi?
Şimdi ben sana herşeyi anlatacağım."

"Yaa, Lastiğim bırak bu ekstra açıklamalı, pazarlamacı ağızlarını, direk konuya gir..."

"Zaten Zafer yanından gidince sana seslenecektik, ama sizde de bir muhabbet, bir muhabbet bitmek bilmedi be abi. Biz de takip etmek zorunda kaldık... Herşeyden önce şunu söyleyeyim ki bizi senden başkası kurtaramaz."

"Lastiiik. Gir oğlum şu konuya artık..."

"Abi uzun lafın kısası şu: Bu Zafer'in kardeşi Selim, Aysel'e abayı yakmış, ama bir iki kez Aysel'le konuştuğunda Aysel bunu 'Senin maaşın benim makyaj parama bile yetmez oğlum. On milyarı denkleştir öyle gel' diye terslemiş. Çocuğunda bir erkeklik gururu var değil mi abi. Ne yapsın gariban, belki bir akıl verir diye gidip kahvede bizim Kusto Sami'ye durumu anlatıyor. Kusto Sami de bunu dinleyince 'Yeter artık bu Aysel karısının mahalleye ettiği' diyip kahvedeki çocuklarla bir plan yapıyorlar."

Lastik Osman anlatmaya devam ederken saatine baktıktan sonra, "Abi gel gerisini yolda anlatırım, acelemiz var" diyerek ayağa kalkıp elini bana uzatıyor. Hep beraber yürümeye, hatta hızlı adımlarla yavaş yavaş koşmaya başlıyoruz Lastik tekrar anlatıyor...

"Abi Kızma ama senin dünyadan haberin yok. Kahveye gelince bu Kusto Sami'nin son bir aydır ikidebir anlattığı askerlik anılarından da mı durumu çakozlamadın be abi? Bu askerlik muhabbeti falan var ya, hepsi dümen, sırf sen gelince anlatacak koftiden birşeyler olsun da, millet ağzından birşeyler kaçırırsa işi bozmayasın diye."
"Ne işi oğlum? Ben niye milletin işini bozayım?"
"Öyle deme abi, Zaferin en yakın arkadaşısın, ne yapar eder vazgeçirirdin bizi..."

Cabbar sessizliğini bozup araya giriyor:
"Keşke işe uyansaydı da vaz geçirseydi. Şimdi daha mı iyi oldu sanki."
Lastik Osman "Sen karışma lan!" diyince, Cabbar yine susuyor.
"Oğlum şu işi başından adam gibi anlat, hiç birşey anlamadım ben..."
"Anlamayacak ne var abi... Mahalledeki her genç gibi Zaferin kardeşi Selim de Aysel'i seviyor.
Aysel Selim'i istemiyor ama açık açık 'On milyarı getir, malı götür' diye, kendisinin ne mal olduğunu da belli ediyor. Selim'de de bu para yok, Kusto'ya dert yanıyor. Kusto da ulan bu herkese böyle yapıyor gelin bu Aysel karısından hiç değilse birimiz mahalle gençleri adına intikam alsın diye fikrini söylüyor ve kahvede başlıyor her türlü plan çevrilmeye... En sonunda yazlığa gittiklerinde Aysellerin evine girip, yükte hafif, pahada ağır ne bulunursa alınmasına karar veriliyor. Senin anlayacağın Ayselin parasıyla Ayseli..."

"Valla ben bizim mahallenin gençlerinden böyle birşeyi beklemezdim... Ama ne diyeyim işin içinde şu Aysel olmasa eyvallah denecek iş değil ya hani neyse... İyi güzel de siz niye yüzünüzü böyle boyadınız onu anlamadım..."
"Sadece biz değil ki kahvedeki herkes boyadı."
"Herkes mi?"
"Evet abi, eve girerken görünmemek için."
"Madem eve girerken diye yüzünüzü boyadınız, burada ne işiniz var?"
"Biz içeri giremedik ki abi, biliyorsun bahçede özel eğitim almış köpekler var. Nah böyle, bu boyda kurt köpekleri..."

Cabbar yine lafa karışıyor.
"Hem de eğitimlinin de eğitimlisi, Ayselin babası bu kurtları inönü stadında görev yapan polis arkadaşından zorla, binbir dereden su getirip, rüşvetle almış... Adamcağız kurtulmak için 'Abicim ben bunları verirsem, stada neyle girerim?' diyormuş da, Ayselin babası durumu idare etsin diye, yerine iki tane sıradan kırma kurt alıp adama vermiş..."

"Ulan Cabbar her lafa da atlıyorsun be oğlum. Dur da şurda meramımızı anlatalım. Millet orada yangın vaziyette bizi bekliyor zaten...Nerede kalmıştım abi? Hah... Yarımız içerde yarımız dışarda kaldık. Kusto Sami kendini köpeklerden zor kurtardı. Şimdi bahçenin yakınlarında bir yerde gizlenip nöbet tutuyor. Selim içerde mahsur kaldı. İkimizi de seni bulmamız için Kusto gönderdi... Aman abi gel de şu Selimi kurtaralım..."

"İyi güzel de oğlum, nasıl kurtaralım?..."

Aldı mı beni bir düşünce, hem düşünüyorum, hem kendi kendime konuşuyorum. Bir yandan olayı çözüp, Selimi nasıl kurtaracağımı bir yandan da bu işi becerirsem artık mahallede ölünceye kadar sırtımın yere gelmeyeceğini düşünüyorum.

Cevabı bulmaya çok yakınım biliyorum.

Başladım sesli sesli düşünmeye...
"Canavar gibi köpekler var diyorsuuuuuun, eğitimli diyorsuuuuuuun..."

"ULAN CABBAR!"

"Sen demin anlattıklarını nereden biliyorsun? Eğer doğruysa yırttık."

"Ayselin kardeşi kahvenin önünde, öbür çocuklara hava atmak için anlatırken duymuştum..."

"Buldum ulan buldum!!!"

"Şu Selimi bir kurtarayım da....
Gerçeğine tahammül edilemezken dümenden askerlik anısı neymiş gösteririm ben size..."

Çocuklar benden umutlu ben yardım edeceğim için hafiften havalı bir vaziyette neredeyse mahallenin dışına geldik ev görünüyor. Uzaktan sakat bir şey yok gibi. Ama durum tam tiyatro...
Eski partici Memduh beyin, yani Aysel hanımın babasının bahçeli evi.
Selim balkonda eğilmiş ara sıra kalkıp asmadan kopardığı korukları bahçedeki köpeklere atıyor.
Kusto Sami duvarın yanında tam siper yatmış. Askılı pantolon olmasa yüzü simsiyah boyalı, kim olduğunu anlamayacağım.
Çevrede bizden başka kimse yok. Yavaşça yanına gidip "Hişt kardeş Afrikanın içinden misiniz?" diye takılıyorum...
Kusto delirmiş gibi bana bakıp "Allahıma şükürler olsun" diyerek ayağa kalkıyor. Hareketleri hala yarı deli gibi hesapta ikide bir etrafı kolaçan ediyor. Selime sesleniyorum "Selim biz köpekleri bu tarafa çekince, sen öbür taraftan atla, kaç kurtar kendini, sakın yanına da birşey alayım deme." "Gelin sizde şimdi benle. Ben ne dersem bütün gücünüzle bağırıp aynen tekrarlıyorsunuz tamam mı?" Hepsi iyice aptallaştı, Cabbar "Abi hırsızlık yaptığımız evin önünde bağıracak mıyız, doğru mu anladım?" diye soruyor.
"Evet ulan bağıra bağıra kurtaracağız Selimi başka yolu yok..."

Önce duvara iyice yaklaşıyoruz başlıyorum bağırmaya...

"La, la, la, la, la, la, la, la, laaaaaa, yaşaaaa fenerbahçeeeeee!
La, la, la, la, la, la, la, la, laaaaaa, yaşaaaa fenerbahçeeeeee!
Re, re, re, ra, ra, ra, gassaray, gassaray cimbombom!"

Bizimkiler aptal aptal bana bakıyor ama, bu sırada köpekler stadlarda geçen eski günlerini yadetmek için duvarın dibine, aldıkları eğitim gereği tam yanımıza gelip oturunca, durumu anlayıp onlarda bana katılıyor.

"La, la, la, la, la, la, la, la, laaaaaa, yaşaaaa fenerbahçeeeeee!
La, la, la, la, la, la, la, la, laaaaaa, yaşaaaa fenerbahçeeeeee!
Re, re, re, ra, ra, ra, gassaray, gassaray cimbombom!"
Bir dakika boyunca böyle devam ediyoruz,

Selim kurtulup yanımıza gelince işin suyunu çıkarıp sevinçten, alkışlarla üçlü çekiyoruz...
Şak! Şak! Şak! Şak! Şak! Şak! Şak!
Şak! Şak! Şak! Şak! Şak! Şak! Şak!
Şak! Şak! Şak! Şak! Şak! Şak! Şak!
"Beşiktaş!!!"

Oradan uzaklaşırken Kusto Sami bir yandan yüzünü silip bir yandan da bu sıkıcı durumu atlatmanın sevinciyle Lastik Osman'a yetişemeyen yavaş tekmeler savuruyor...
"Ben size demedim mi oğlum çözerse bu işi o çözer"...

Taşkın durumumuzu yavaş yavaş dizginleyipte kahveye yaklaştığımız sırada, Selim
"Abi sen hiç birşey alma demiştin ama bir kere almış bulundum. Bir daha da geri koyamadım, artık bunu sen hakkediyorsun" diyerek gömleğinin altına sakladığı bir defteri bana uzattı.

Sanırım Ayselin iyi kötü bütün yaşadıklarını, tüm detaylarıyla anlatacak hatıra defterini elimde tutuyordum...

Yukarı

BAZEN DE GÖLGELER AYDINLATIR SOKAKLARI

BÖLÜM 6 - Yazan: Ahmet Altan

"Aval aval, elimdeki deftere bakadururken, aniden birisi kapıverdi elimden. Zaten defterde yazanların hayalini kurarak, derin düşüncelere dalmıştım, ama böyle ani bir hareketi de beklemiyordum, yerimden sıçradım. Defteri kapan Sami olanca hızıyla koşmaya başlamıştı ki, Zafer birden ayağını uzatıp Sami'ye çelmeyi taktı. Fitili almış olan Sami, iki seksen uzandı yere, defter bir yana, Sami bir yana.. O kargaşada, birisi defteri kapıp uzadı. Kimdi, dikkat bile etmedim. Zaten Sami öyle kötü yuvarlandı ki, can havliyle ayağa kalktığında, Zafer'in suratında gülümsemeyle karışık korkunun gölgesi, dikkatimi defterden koparmıştı bile. Sami'nin sağ eli kanıyordu, belki bileği bile kırılmış olabilirdi, öyle kötü düşmüştü, nasıl ki Zafer'in suratında korku varsa, Sami'nin suratında da nefret ve acı birlikte ışıldıyordu. Birden, öfkeyle bağırışını duyduk Sami'nin 'Ulan puşt! Şaka mı bu ne? Ha?' Zafer sesini kısmış, önüne bakıyordu. Sami ileri atıldı, sol yumruğu Zafer'in midesine gömüldüğünde araya girmek için atıldım. Sami tersledi, 'sen karışma abi, yeter artık! Bu ibne biliyor neyin, niye olduğunu!' Zafer, sessiz ve çaresiz kıvranıyor, önüne bakıyordu. Bu kargaşa içerisinde Sami'nin cebinden sustalı bir çakı çıkardığını, sanırım hiçbirimiz farketmedik. Ses etmeden, kuru bir tehdit bile savurmaksızın, aniden, sadece ani bir öfkeyle, sokuverdi bıçağı Zafer'in karnına. Zafer, o şaşkınlık içinde, gözleri yuvalarından fırlamış, oracığa çöküverdi dizlerinin üzerine. Sağ eliyle kapattığı karnından çıkan ılık kan, buharlar çıkartarak parmaklarının arasından süzüldü ve yolun kenarına doğru bayırdan aşağı ince bir dere oluşturarak yuvarlanmaya başladı. Sami elindeki bıçağı öfkeyle fırlatıp koşarak uzaklaşmaya başladığında hepimiz donup kalmış, Zafer'in başına toplanmıştık. Zafer'in alnındaki ter damlalarına çok şaşırdığımı hatırlıyorum, az önce böyle bir şey yoktu. Zafer güçlükle ağzını açıp, aynı Türk filmlerindeki cinayet sahelerinde olduğu gibi 'Aysel...' dedi ve başı yana düşüverdi. Onca yıllık çocukluk arkadaşım. Birlikte kerhaneye bile ilk kez gittiğimiz Zafer.. ellerimin arasından kayıvermişti, ve bir hiç yüzünden. Neden 'Aysel'? Neden??

Ambulans çağırmaya gerek kalmamıştı bile. Böyle bir şey bizim mahallede ilk kez oluyordu. Herkes, inanılmaz bir şok geçirdi. Nasıl davranacağımızı şaşırdık. İlk günler rutin cenaze işleriyle geçti. Mahalleye derin bir sessizlik çöktü. Sami kayıptı. Nereye gittiğini bilen yoktu. Ama polisler peşine düşmüşlerdi. İki güne bir gelip içimizden birisini karakola çağırıyor, olayı detayları ile, değişik ağızlardan defalarca dinleyip soruşturuyorlardı. Hafta sonuna doğru ziyaretleri seyrekleşti.

Nasıl olup da olduğunu bir türlü anlamadığım bu olayda Aysel'in adının neden geçtiği, baştan beri kafamı en çok kurcalayan hadise oldu. Bu konudaki inanılmaz bilgiyi de Lastik'ten öğrendiğimde, bunca zamandır mahallede olup, bu konudan nasıl haberdar olmadığıma hayret ettim. Aysel'in anası, Nuriye hanım, bakmayın o orospuya hanım dediğime, ağzım alışmış, neyse, Nuriye orospusu çok alımlı çalımlı karıydı eskiden. Şimdilerde patates çuvalı bile ondan güzeldir belki ama, bilenler bilir, gençliğinde afet-i devran derlermiş Nuriyeye.. Annemin de arkadaşıydı, bize oturmaya geldiği zamanlardan benim de çocukluk hayallerimi süsleyen tek kadın oydu, hatırlarım. Bize geleceği günler, önceden haberim olursa, topa filan boş verir, bir bahanesini bulur evden çıkmazdım. Bu Nuriye karısı, Aysel'i getirmediyse beni yanına çağırır, kucağına alır, aşifte havalarda elini bi tarafıma atar, 'nasıl oldu delikanlı oldun mu artık? Seni evlendiricem, ona göre..' diyerek şuh bir kahkaha patlatır,sanki farkında değilmiş gibi birkaç düğmesini açardı blüzünün. Annem, 'bırak oğlanı Nuriye, aklını alacaksın!!' derse de Nuriye aldırmaz, sonunda kalbimin atışını yoklar, sonuçtan emin ve mutlu olarak salıverirdi beni.. Gecelerce havale geçirmiş gibi tirtir titrediğimi hatırlarım.. O zamanlar daha 12 yaşlarındaydık. Sami'de.. Aysel'de.. Zaten aynı sınıfa gidiyorduk. Lastik bizden iki yaş küçüktür, sonradan Sami ile iyi arkadaş olmuşlardı. Bu hikayeyi de Lastik'e Sami anlatmış. Lastik'in dediğine göre, Sami 20 yaşına geldiğinde bir gün Aysel'e yanaşmış ve ona nasıl da yangın olduğunu söylemiş. Aysel karşılık vermiş bizimkine. Bir süre böyle sürmüş bu ilişki. Sonra Sami askere gittiğinde Aysel bir başka kırık bulmuş kendine. (Benim bu olaylardan hiç haberim olmadı, çünkü o zamanlar ben üniversiteye gitmek üzere ayrılmıştım mahalleden.) Uzatmıyalım, ekildiğine fena halde içerleyen Sami askerden döndükten sonra, artık kırklı yaşlarının en güzel çağlarında olan Nuriye'ye takmış kafayı. Ben bunun kızıyla da iş bitirmiştim, anasını da istiyorum diye tutturmuş. Gecelerce içip içip Lastik'e anlatıp durmuş.. Gerçekten de bir fırsatını bulup Nuriye'nin koynuna girmeyi başarmış. Bir süre devam eden bu ilişki, mahallede ufaktan dedikodular dolaşmaya başlayınca kesilmiş. Sonra Sami Lastik'e bir hesap yapmış, demiş ki, '18 yaşındayken kızıyla yattım, 20 yaşında anasıyla.. Şimdi 22 yaşındayım, eğer bu Aysel olacak evlenir de 23 yaşında doğurursa, kızı 18 olduğunda ben 41 olurum, ve işte üçüncü kuşak da hazır olmuş olacak.. İntikamımı o zaman almış olacağım işte.. ' Böyle diyormuş, inanılmaz.. Lastik'in anlattığına göre, daha sonra bir şekilde Aysel'in Nuriye hikayesinden haberi olmuş, ve bir gün sokakta Sami'ye okkalı bir tokat aşketmiş. İşte Sami, Lastik'in demesine göre bu hikayelerin anlatıldığını düşündüğü için defteri kapıp kaçmak istemiş, Zafer'de ona engel olunca, hırsını çocuktan çıkarmış. Aslında severdi de Zafer'i. Hiç yoluna gitti zavallı.

Günler günleri kovaladı. Neden sonra defterin kaybolduğunu, ve kimselerin gelip 'ben aldım' demediğini hatırladık. Hakikaten, o kargaşada kim almıştı defteri ve neden ortaya çıkmıyordu alan? Acaba Aysel'in haberi var mıydı defterin evden yürümüş olduğundan? Bunu ölesiye merak etmemize rağmen, bir türlü cesaret edip Aysel'e de soramıyorduk. Sami zaten hepten yok olmuştu. Mahallede o eski huzur kalmamıştı. Havada alışık olmadığımız bir gerginlik, bir huzursuzluk asılı duruyor, kimseler eski günlerdeki gibi gülüp konuşmuyor, kahveye bile nadiren gidiyorduk. Ortalıktaki sessizlik ve gerilim Muzaffer'in aniden kaybolmasıyla doruğa ulaştı. Hiç unutmuyorum, bir Perşembe günüydü, tenekeci Mustafa'nın dükkanının önünden geçerken, içeri girdim. Amacım Zafer'in ölüm gününün üstünden kaç gün geçtiğini anlamaktı. Yani bu işleri tenekeci Mustafa çok iyi bildiğinden, Zafer'in ellikisini kaçırmıyayım diye sormak için girmiştiğm dükkana. İçeride Kustoların alt kat kiracısı, tapucu Muharrem beyin büyük oğlu Sinan'ı farkettim. Bu oğlan İstanbul'da mimarlık okumuş, ama pek bir işte dikiş tutturamamış, mahalleye geri gelmiş, belediyeden geçici işler alarak yaşar. Hep gazete kitap okur, bizlere de hiç takılmaz. Seveni yoktur pek.. ama efendi adamdır, o nedenle saygı görür. Selamlaştık, ben tam Zafer'in ellikisini soracakken Sinan 'Mükemmel'in yokolduğundan haberin var mı?' dedi.

'Nası yanii?'
'İki gündür eve gelmemiş. Annesinin dediğine göre, üç gün evvel eve bir mektup gelmiş, zarfı kadın almış postacıdan, ama galiba Sami'denmiş mektup. Mükemmel alel acele giyinip çıkmış evden, giderken de anasına hiçbişeyler dememiş. Ama o gün bu gündür de yokmuş ortalıkta.'

Ben Zafer'in ellikisini falan bırakıp bir kenara, hemen kahveye gittim. Eğer burada da bir şey anlıyamazsam, artık Aysel'e gitmeyi kafama koymuştum.

Yukarı

HEP SÜRER HİKAYELER

BÖLÜM 7 - Yazan: Beyhan Duffey

Kahveden içeri girdiğimde az daha şaşkınlıktan küçük dilimi yutacaktım. Babamın asker arkadaşı Tenekeci Mustafa dayı , Seçkin Ekmek Fırınının sahibi Zeki Usta, lokantacı Şükrü Usta, Aysel'in babası eski partici Memduh Bey, tanımadığım ama bizim yaşlarımızda iyi giyimli, yakışıklı bir genç bir de babam oturmuş bir masaya keyif içinde sohbet ediyorlar. Ben kapının önünde öylece kalakaldım. Radarla tarar gibi tek tek bu yüzlere bakıyordum. Neden sonra kapının önünde dikildiğimi fark ettiler. Şükrü Usta babama " Bak Hasan senin oğlan kapıda. İyi görünmüyor hasta falan mı ? " Babam bir telaşla ayağa fırlayıp yanıma geldi. Ben şaşkınlığımı henüz üzerimden atamamıştım ki babam elini alnıma koyup, " neyin var oğlum ? İyi misin ? " dedi. " İyiyim iyiyim " deyip kendime gelmeye çalıştım. " Baba siz gelmezsiniz bu kahveye, hayrola. Hem de iş güç vakti... " Babam kolumdan tutup masaya sürükledi beni. Masada oturan genci göstererek " Bak bu Mustafa'nın Amerika'daki oğlu Rıdvan. Hayırlı bir iş için dönmüş Amerika'dan. Hem okulu da bitmiş. Özel Amerikan Hastanesi'nde doktor olarak da göreve başlayacakmış " Elimde sıkı sıkı tuttuğum defteri masanın üzerine bıraktım. Rıdvan'a elimi uzattım, tokalaştık. Diğerlerine de selam verip oturdum. Alelacele bir çay söyleyip, hızlı hızlı içtim. Hala kafam allak bullaktı. Masadakilerse sürekli konuşuyorlar, konuşmalar beynimde uğultuya dönüşüyordu. İşim olduğunu söyleyerek, izin isteyip çıktım kahveden. Hava güneşli, pırıl pırıl. Evin yolunu tuttum. O kadar dalgınım ki Allah'tan ayaklarım evin yolunu biliyor. Beynimin içi uğulduyor. Uzaklardan bir ses sürekli ismimi tekrar ediyor. Ses gittikçe yaklaşıyor. Ama ben sesin kime ait olduğunu bir türlü çıkaramıyorum. Omzuma dokunan bir elin sıcaklığıyla irkiliyorum. Suna bu. Soluk soluğa kalmış. "Ay kaç kere seslendim arkandan. Aşkolsun, dönüp bakmıyorsun bile. Artık selamı sabahı da kestin öyle mi ? " " Yok yok. Biraz dalgınımda " Büyümüş koca kız olmuş. Her geçen gün daha da güzelleşiyor. Göğsüne bastırdığı dershane kitapları, dekolte bluzundan göğüslerinin taşmasına neden olmuş. Bir an gözlerimi alamıyorum. O da fark etmiş olacak ki kitapları boynuna doğru daha bir yaklaştırıyor. Gereksizce " Nereden böyle ? " " Dershaneden geliyorum. Bu sene kararlıyım. Çok çalışıyorum. Hukuk fakültesine girdim girdim, yoksa kocaya varacağım " diye küçük bir çığlık atıyor. O kadar da güzel gülüyor ki.. Yanağıma bir öpücük kondurup, gidiyor. Yoluma devam ediyorum. Bu ay parçası gibi güzel kızı Zafer dingiline kaptırmam. Hem olacak iş mi aralarında onca yaş farkı varken...

Sonunda eve geldim. Yatağıma kendimi zor attım. Mahallede hayat olanca hızıyla devam ediyor. Herkes işinde gücünde. Bahar kuşlarının sesine karışıyor çocukların sesi. Seçkin Ekmek Fırınının odun ateşinde pişen o güzel ekmeğinin kokusu egzoz kokusuna karışmış açık penceremden içeri süzülürken derin bir uykuya dalıyorum. Aysel'in defteri bir türlü bulunamıyor. Aslında ben yerini biliyormuşum ama ortaya çıkaramıyormuşum. Mükemmel Muzaffer'in Sami'den aldığı mektup onun da bir daha ortaya çıkmamacasına kaybolmasına neden oluyor. Böylece üçüncü puştu da ortadan kaldırmış oluyorum. Zafer, Mükemmel ve Sami. Geriye kalanları temizlemek kolay... Azıcık geriye dönmeli ve Selim itini de Memduh Bey'in eğitimli kurt köpeklerine parçalatmalı. Görsün o godoş neymiş Aysel'e tutulmak. Davul bile dengi dengine be... Aysel'in kıçını sildiği kağıt parçası bile olamazsın sen. Lastik Osman ciğeri beş para etmez ahmağın teki. O Aysel'i rüyalarında bile zor görür. Ama Aysel kahvenin önünden geçerken onu gözleriyle soymuyor mu, elini bilmem neresine atıp it gibi kaşınmıyor mu deli oluyorum valla... Yok rahat edemeyeceğim bu dingili de ortadan kaldırmanın bir yolunu bulmalıyım. Aysel'in sümüklü erkek kardeşi Taner'i de kafaya aldık mı bu iş tamamdır oğlum. Artık sırtın yere gelmez senin. Gerçi şu tenekeci Mustafa Usta'nın yıllar sonra ortaya çıkmış kıl kuyruk doktor oğlu canımı sıkmıyor değil ama onun da çaresine bakarız evelallah. Bu mahallenin delikanlısı değil miyiz lan. Amerikalardan aldığın kağıt parçaları söker mi bize ? Adamın ciğerini deşeriz anadın mı ? Ne o Aysel mi şu siyah gelinliği andırır seksi kombinezonuyla üstüme üstüme gelen. Yapma Aysel yapma... Dayanamıyorum. Hay anasını s..im. Yine bizim kuş korkudan kayboldu. Aysel, hani biraz el hareketi, dil falan... Aysel kurban olsun sana da kuşuna da. Korkma aslanım korkma. Hadi öp beni... öp... sımsıkı sarıl bana. O güçlü kollarınla sar beni. Kemiklerimi kır... Hadi...hadi... daha hızlı, hızlı...

Lanet olsun üstümüz başımız da batmış. Ulan Aysel'inin de gelmişinin geçmişinin de... Odanın bir kenarına atılmış kirli atletlerimden birine temizlendim. Simdi anamda görürse bunları. Eşek kadar adam diyecek. Hay sıçayım böyle işin içine. O anda odamın kapısı hızlı hızlı vuruldu. Annemdi kapıdaki. Telaşla, " ne var " dedim. " Osman kapıda, açılmış seni çağırıyor. " Hay Allah... " Söyle yarım saate kadar kahvedeyim ". Annemin Lastikle konuştuğunu duyuyorum. Odanın içinde dört dönüyorum, ne yapacağımı şaşırdım. Annem tekrar sesleniyor, " Geç kalmasın diyor. Çok önemliymiş. Herkes seni bekliyormuş, ben de Aysel'in annesi Nuriye Hanımla alışverişe çıkıyorum. Babana uğra da söyle merak etmesin " Oh.. çok şükür annemde evden çıkıyor. İyi bir düş almalı kahveye inmeli. Bu dallamalar bana ne söyleyecek merak ettim doğrusu. Annemin diş kapıyı çekip çıktığını anlayınca ben de odamdan çıktım. Salonun tülünü aralayıp sokağa baktım. Lastik hızlı hızlı köşeyi dönmek üzereydi. Annemle Nuriye Hanım sallana sallana, konuşarak yokuş aşağı iniyorlardı. İnşallah hayırlı şeylerden bahsediyorlardır diye geçirdim içimden. Sıcak duşun altında bir güzel kendime geldim. Sabah babamların kahvede toplanmış hallerine şaşırmıştım. Çünkü bilirim gitmezler iş güç vakti kahveye. Aralarındaki kılkuyruk Rıdvan piçi de iyice canımı sıkmıştı. Sonra Aysel'im. Hayatımın anlamı, varoluş sebebim. Rüyalarımı süsleyen melek... Ya kahvedekiler. Bu dallamalar yine bir şey yumurtlayacak ya hadi hayırlısı... Hızlı hızlı giyinip sokağa çıktım. Hava kararmak üzereydi. Çocukların okuldan çıkma saati. Mahallede bir telaş. Kadınlar ev gezmelerinden dönüyorlar. Esnaf öğlen mahmurluğunu atmış üzerinden, herkes gününü kurtarma peşinde. Uykunun ve düşün verdiği tazelikle hızlı hızlı iniyorum yokuşu. Birden zınk diye durdum. Gözlerime inanamıyorum. Hayır gerçek olamaz bu. Yanılıyorum. Evet evet Aysel'e olan tutkum her kadını ona benzetmeme sebep oluyor. Ya onun bana olan kayıtsızlığı. Deli olacağım. Evet bu o. Başkası olamaz. Benim Aysel'im. Yanındaki de sabah gördüğüm doktor bozuntusu dingil. Ne işleri olabilir ki, birlikte, onlar, yani.... Yok, yok iyice saçmalamaya başladım ben. Şimdi gidip yakasına yapışıp bu dürzünün paçasını alaşağı etmeli. Yok sakın olmalıyım. Aysel'in önünde bir puan daha kaybetmeyelim. Amerikan maymunu olmuş ibne kibarlıktan kırılacak, Aysel'in elini öyle bir sıkıyor ki sanırsın Kraliçe Elizabeth'le vedalaşıyor. Aysel bahçe kapısından girip kayboluyor. Rıdvan ibnesi de karşıdan karşıya geçip dolmuş duraklarına doğru gidiyor. Az önce gördüklerim düş müydü gerçek miydi ayırdına varamıyorum. Şimdi sanki hiç bir şey olmamış gibi. Ne Aysel var ortada ne de doktor bozuntusu. İyice kafayı kırmaya başladım ben bu Aysel karısı yüzünden. Bir gün keseceğim onunu, ya ben ya ölüm diyeceğim. Başka yolu kalmadı bu işin. Bütün bu düşünceler kafamdan geçerken kendimi kahvede buldum. Bizim ekip oturmuş sigaralar, çaylar eşliğinde bir kısım kağıt oynuyor, bir kısım okey dönüyor. Kusto yine askerde. Takımın en iyi oyuncusu, gol peşinde koşuyor. Zafer sigarasını içerken bir yandan da oyunu izliyor. Gırgır şamata... Ben kapıdan girer girmez bütün kafalar bana çevrildi. Olağanüstü bir durum var seziyorum ama bir türlü de anlayamıyorum neler dönüyor. Hemen hepsi yerlerinden kalkıyor, sandalye çekiyorlar altıma. Lastik bile oyunun en sıkı yerinde hayatta yapmayacağı şeyi yapıyor elini dağıtıp sandalyesini yanıma çekiyor. Ocağa bir çay daha söyleniyor. Kimsenin gıkı çıkmıyor ama hepsinin yüzünde gizli bir sırıtma durumları.. Patladı patlayacaklar gibi görünüyorlar. Sonunda ben dayanamayıp " eee... " diyorum. Zafer'in sigara paketine uzanmış olan Kusto Sami dudağının kenarında oluşan mükemmel bir gülümseyişle " haberler sende "diyor. Zafer bir elini omzuma atıp " Ulan beni de bok yoluna feda etmişsin ya yuh sana be. Bir de kerhane arkadaşım olacaksın. İnsanlık edip elinden tutup milli yaptık seni. İnsan en yakın arkadaşına bunu yapar mı ? O da yetmemiş mahallemizin kızı, namusumuz Suna'ya da abayı yaktırmış, bizi sübyancı pezevenklerle bir tutup erkekliğe bok sürdürmüşsün ". Öbürleri bastı kahkahayı. Bir şeyler sezeceğim ama kafamı bir türlü toparlayamıyorum. Kusto söze giriyor, " Ulan ben olsa olsa ancak balık kanı akıtırım. Adam öldürmek benim neyime ? Bir de hem anasını hem kızını, fesüpanallaahh.. Nuriye hanım duyacak olsa kadıncağız aklını yitirir valla.." deyip mükemmel bir kahkaha atıyor. Lastik pişkin pişkin " Aysel'e yanıksın biliriz abi. Ama helalin değildir. Bu yüzdendir Aysel her kahvenin önünden geçişinde onu yalayıp yutmamız. Öğrendik ki mahallenin kitabını yazıyormuşsun. Biz Aysel karısının günlüğünü bulamadık ama senin defterini bulduk abi. Hem artık bu hikayede burada sona eriyor. Baksana Aysel karısı tapusunu Tenekeci Mustafa dayının Amerikanyalı doktor oğlu Rıdvan'a kaptırmış " deyip, sabahleyin kahveye gelip de o dingille burada karsılaşıp, tokalaştığımda masa üzerinde unutup çıktığım defterimi masanın orta yerine " şaaak.. " diye atıyor. İşte o zaman beynimde bin bir türlü şimşekler çakıyor. Hepsinin yüzüne öfkeyle, onlara kötü yakalanmış olmanın verdiği utanç ve hırsla bakıyorum. Hepsi de pişmiş kelle gibi otuz iki dişini sırıtarak bakıyor bana. Masanın üzerindeki defteri kaptığım gibi, kahkahaları arkamda bırakarak hışımla çıkıyorum kahveden...

Yukarı

GÖLGELER ZAHİRİDİR BELKİ AMA AKSİDİR GERÇEKLERİN

BÖLÜM 8 - Yazan: Tamer Soysal

O gün, Tenekeci Mustafa'nın dükkanında Mimar Sinan'dan aldığım haberle, kahveye koşmuş, fakat kimseyi bulamayınca eve yollanmıştım. Acaba Aysel hatıra defterini kaybettiğinin farkında mıydı?Aysel'e sorsam, kızar mı? derken uyuyakalmışım. Annem, "oğlum kalk, yemek hazır" diye uyandırdığında, ter içindeydim. Huzur ve sükunet içindeki mahallemizde son olan olaylar herkes gibi benim de psikolojimi bozmuştu. Sürekli kabuslar görüyordum. "Keşke hepsi böyle rüya olabilseydi" dedim. Hala inanamıyordum bütün olanlara. "Eğer bizim mahallenin dizisi çekilse, Allah için bir tane kötü adam karakteri çıkmaz, başka mahallelerden oyuncu transferi gerekir" diye düşünürdük hep, nerden nereye. En yakın arkadaşım Zafer yoktu artık. Mahallenin sıcacık insanları, Kusto Sami ile Mükemmel Muzaffer'de yoktular. Sıkılıyordum. Elbette kahvede kimseyi bulamazdım. Bu arada içimde bir hoşluk da vardı. Annem tekrar seslendi "Yemek hazır "

"Tamam, anne siz devam edin, ben bir duş alıp geliyorum, uykum dağılsın"
Duştan çıktım ve yalnız yemek yiyordum. En sevdiğim iş buydu. Gidip, gazeteyi aldım ve spor sayfasını açtım. Bir yandan yiyor, bir yandan okuyordum meraklı meraklı. Sonra gazeteyi bıraktım. Sunayı düşündüm. Keşke şimdi masada o da olsaydı, karşımda, yanıbaşımda.. Hayali bile çok güzeldi. Artık yaşım gelmişti. Evlenmek, yuva kurmak istiyordum. Suna da tertemiz, melek gibi bir kızdı. Yemekten kalktım ve odama çekildim. Rüyamdaki Aysel geldi aklıma. Aysel, baştan çıkarıcıydı. Fantezilerimin kadını idi.Ama o kadar işte...

Suna aklına geldi yeniden... Hemen düşüncelerini Sunaya yoğunlaştırdı.
Acaba ailesini gönderse ve istetse ne olurdu. Verirlermiydi, daha önemlisi Suna istermiydi kendisiyle evlenmeyi.. Yaş farkını sorun edermiydi. Ya, üniversiteyi kazanamazsa ne olacaktı. Lise mezunu biriyle evlenmeli miydi?

Suna hayatının en kritik günlerini geçiriyor, üniversiteye hazırlanıyor, böylesi bir zamanda onun kafasını bölmemeliyim.Sonra sonra diye geçirdi içinden.. Mimar Sinan geldi aklına. Kendisinden daha gençti, mesleği de iyiydi. Adı bile kafiyeliydi, Koca Sinan'ı akla getiriyordu hemen. Belki bunun için, mimar oldu salak, diye geçirdi aklından. Kendisi ise 2 aydır işsizdi. Maliye okumuştu. Ama burası Türkiye idi. Kendisine bazen hiçte aldığı eğitimle ilgisiz işler teklif ediliyordu. Tecrübeli de olmasına rağmen oluyordu böyle şeyler yine de. Son işinden de onun için ayrılmıştı. Bir an önce iş bulmalıydı. Birikmiş parası da azalmaya başlamıştı çünkü. Son olayları unutmalı ve kendisini toparlamalıydı. Suna hele bir üniversite sınavına girsin gerisi kolay, diye geçirdi içinden...

Ertesi gün, dışarı çıktı, biraz dolaşıp, geleceğe yönelik planlarını düşünmek istiyordu. Şükrü Ustaya uğrayım, bir hal hatır edeyim diye düşündü. Baktı içeride birisi çorba içiyordu. Şükrü Usta," bak karşıda oturan kişi kim biliyormusun?"
Beklemeden devam etti Şükrü Usta. Be adam sorunun cevabını beklemiycen, ne diye soruyorsun. Belki de şak diye bileceğim kim olduğunu. Gerçi böyle sorularda karşıdakine biçilen rol "Kim" şeklinde pekiştirici bir cevaptır, başka birşey değil.
- "Şu bizim tenekeci Mustafa'nın oğlu.."
- "Haaa!?"
- "Rıdvan canım, hani şu 3 senedir kayıp çocuk"
- "Nerdeymiş hayırsız, bunca senedir, Mustafa amcayı acılar içinde bıraktı."
- "Benim buraya onun için uğramış, burdan çıkmazdı gitmeden, yazları gelir burada harçlığını çıkarırdı. Babası ile de yakınız, biliyorsun. Akıl danışıyor bana. Hapishaneye girmiş, başına kötü olaylar gelmiş, kumar makineleri var ya şu para atıyorsun, denk gelirse, paraları topluyorsun falan.. Onların kolayını bulmuşlar. Kumar makinelerinden para çalıyorlarmış bol bol.. Sonra yakayı ele vermişler. İçeri atmışlar. Sonra çıkmış. Bin pişman olmuş yaptıklarına. Orada bir işe girmiş. Bir Türk'ün yanında, fabrikada çalışıyormuş, bir yandan da üniversiteye kayıt olmuş, okuyacağım diyor. Bakalım, babasıyla arasını yapacağız inşallah"
- "Hayırlısı, Şükrü Amca" dedim. "Benim gitmem gerekiyor, bari gidip bir tanışayım da öyle gideyim" Gittim, biraz oturup sohbet ettim, Rıdvan'la.. İyi bir insana benziyor, ama biraz hareketi ve eğlenceyi seviyor izlenimine kapıldım.
Bir de babama uğrayım, bir isteği var mı diye babama uğradım. Vardığımda babam bir ceketi eline almış, düşünüyordu. "Aaa baba, bu Zafer'in değil mi?" dedim.
- "Evet, rahmetlinin, bana bırakmıştı, ölmeden önce. Alamadı geri rahmetli"
Öldükten sonra bırakacak değil ya, diye düşündüm. "Vay zafer vay, aa bi kağıt düştü cebinden baba" Kağıdı babamdan önce bir hamlede aldım. Kağıtta bir ufak şiir vardı:

Saçlarımın keratinisin
Uykumun melatoninisin
Nezle gibi tutuldum sana
Aşk çiçeğim, nerdesin...


Bir daha okudum. Dizelerin baş harflerine kaydı gözlerim. Duygulandım. Babamın "neymiş kağıt" sorusuna aldırmadan "hiçç, ben çıkıyorum baba, var mı isteğin" dedim ve çıktım.

Yürümeye başladım ki, telefonum çaldı. Arayan bizim Kusto idi. Acilen görüşmeliyiz dedi. Eski Sinemanın oradaki okulun bahçesinde buluşmaya karar verdik, kimseye haber verme , dedi. Hemen okulun bahçesine gittim. Kusto ile mükemmel oradalardı. Kusto ağlamaklıydı. "Abi ne yaptım ben, şeytana uydum, ne olur affet beni" Sustum. Devam etti " abi fazla vaktimiz yok, ben mükemmel ile bir plan yaptım.Polislere yakalanmak, hapislerde çürümek istemiyorum abi. Malum bir topluma kazandırma yasası var."
Mükemmel atladı "Abi müthiş bir plan, ben buldum" dedi.
Müthiş ve mükemmel, irtibat kuramadım." Mükemmel plan demen lazım oğlum" dedim. Kusto devam etti." Abi dağdan inmiş gibi gidip, teslim olacağım ve estetik ameliyat olmak istediğimi söyleyeceğim. Hani isteyene yapıyorlarmış. Sonra kimse tanımaz beni, öyle değil mi abi, ben de yaşantıma devam ederim" Düşündüm... "olabilir, ama ya senin kimlik bilgilerin bildirilmiş ise, senin dağdan inmediğini anlarlarsa..." devam ettim "neticede seni de bir şekilde topluma kazandırmak gerekir, geç bile kaldık." "Şakanın sırası mı abi, neyse ona da birşey bulacağız, bir sahte kimlik falan belki. Bilmiyorum, kesin birşey yapmalıyım, hapse girmek istemiyorum. Birde abi, şu Selim, beni arıyormuş, abisinin intikamı için.. Selim seni sever, kırmaz. İstemeden olmuş diye izah etsen durumu. Hem seni sevmeseler, senin için Aysel'in evine giderlermiydi desen. Selim'in de belaya bulaşmasını istemiyorum abi.."
"tamam bakarız, konuşuruz. Ama Selim'den önce ben sana kızgınım. Bir de mahallede senin Aysel'in hatıra defterini neden alıp kaçtığına dair söylentiler dolaşıyor."
"Ne gibi abi"
"Ne gibi, sen güya Aysel'i de anasını da, hatta planlarına göre, Aysel'in müstakbel kızını da...." cümlenin sonunu Selçuk çok sanatsal bir şekilde pandomim ile bitirmeyi uygun gördü. Esasen çok da zor olmadı bu cümlenin sonunu sadece bir eliyle bitirmek...
"Aman abi, ne diyorsun, namımızı çalanlar var anlaşılan. Ben kim, bunlar kim abi. Başıma şu olaylar gelmese, benim bile uyduramayacağım cinsten ama yok abi küllüyen yalan"
"Zaten senin atmış olabileceğini düşünmüştüm. Yalnız bu atma sendeyken, estetik yaptırıp suratını da değiştirsen, 100 metre öteden tanınırsın aslanım, ona göre"
Hemen ayrıldım oradan. Aklım en baştan beri şiirdeydi. Tekrar okudum şiiri. Helal olsun oğlum zafer dedim. Zafere ulaşamadı, kahraman olamadı, belki o uğurda ölemedi, bir hiç uğruna öldü ama olsun, dedim. Şimdi bir de Suna çıkıyormuş karşıma diye düşündüm . Çıktı. O arada karşıma elinde kitapları ile Suna çıktı. Elimdeki kağıdı kaldırıyordum ki, "elinde ki ne" diye soruverdi. Ne diyeceğim diye düşünüyordum ki merak ettim neymiş diye çekiverdi elimden. Baktı, okudu. Bir de bana baktı. Sonra yine okudu. "Selçuk" dedi. "Sen sen..." Selçuk, onun ismiydi. Ona abi değil, Selçuk demişti.
"Evet, sana yazdım bu şiiri" bir çırpıda dökülüvermişti, bu cümle ağzından. Yalan söylediği, zamanlama hiç aklına gelmeden. Sadece sevdiğini düşünerek.
"Çok güzel, çok güzel olmuş" dedi Suna.. Ve koşarak eve gitti.
Şoklar üst üste geliyordu. "Ulan, ne olacaksa olsun, yalan belki ama bizde seviyoruz kardeşim." Böyle düşüne düşüne yürürken, az ötede bizim Aysel ile Rıdvan konuşurlarken gördüm. Sonra el sıkışıp ayrıldılar. Bir anda, garip bir hisse kapıldım Hani, insan bazen yaşadığı anı, daha önce yaşamış hissine kapılır, öyle bir his kapladı içimi. Silkelendi, kendine geldi. Rıdvan ile merhabalaştılar. Rıdvan, Aysel ile tanıştığını ve gününü onunla geçirdiğini söyledi. Çok hoş bir kız, dedi. "Nasıl, Türkiye'yi özlemişmisin?"

- "Baba yaa, ne olmuş, Türkiye'de, ne yarışmalar başlamış. "Biz çocuk yetiştiriyoruz" diye bir yarışma var ha!"
- "Evet, sen giderken, "Biz evleniyoruz , Pop Star falan vardı. Şimdi gençler eve giriyor. 5 yaşına kadar çocuğu yetiştiriyorlar. En iyi çocuk yetiştiren, ödülleri kapıyor.
- "Bugün yarışmanın sunucusu, anons yapıyordu. Burada ilk amaç sevgi, aşk değil, Çocuk yapmak, diyordu. Onun için tez elden çocuk yapacak eşinizi bulun diye.. Hayret ettim."
- "Daha neler oluyor, rıdvancığım.Herşeyi tüketiyoruz. Duygu, sevgi, aşk gibi güzellikleri hepten tükettik. Bakalım tüketecek şey kalmayınca neyi tüketeceğiz.
- "O zamana zaten herkes tükenmiş olur. Valla , ben giderken, bu işin sonu kaka olur, diye düşünüyordum ama bu kadar olacağını düşünmezdim."

Rıdvanla biraz daha konuştuk ve ayrıldım. Eve gittim. Derin bir nefes aldım, ne gündü... Rıdvan, Zafer'in şiiri, Suna... İçim kıpır kıpır, "Ajdar'ın duygu dolu Nane kaseti"ni koydum ve Suna'yı düşünerek uyudum.

1 hafta sonra bizim Lastikten duydum. Rıdvan 3 hafta sonra izni bitince Amerika'ya Aysel ile birlikte dönme planları yapıyormuş, birbirlerini seviyorlarmış...

Yukarı

AYNADAKİ GÖLGE YADA "AYSEL"

BÖLÜM 9 - Yazan: Zeynep Meryem Pınar

Uyandığımda aklım hala Suna'daydı. Soğuk bir İstanbul sabahıydı, yataktan kalkmakta çok zorlandım,suyun altında kendime gelme planıyla duşa girerken ıslıklı bir türkü tutturdum.

Sunayı da deli gönül suna yı
Ben uğruna terk ederim sılayı,
Ferman göndermiş yarim telli turnayı,
Kayar gider bir gözleri sürmeli...

Ilık su kalan uyku kırıntılarıda beraberinde götürdü, annemin sesi geliyordu mutfaktan "hadi oğlum su kurbağasına döndün, gel artık, çayın soğuyor"

İçimde bu gün farklı bir heyecan nedenini bilmediğim bir neşe var, koca kadını kucakladığım gibi kaldırdım,yanağına okkalı bir öpücük kondurdum. "Deli oğlan" dedi "bırakta yere ineyim yaşlı kalbim yükseklere dayanamıyor artık". Zeki ustanın ellerinden çıkma taş fırın ekmeği var sofrada henüz dumanı üstünde, annem bilir bu ekmekle iyi gider deri peyniri,hele yanında çay ayrılmaz üçlüdür bizim kahvaltı sofrasında,"ellerin dert görmesin annem".

Çayımı yudumlarken düşünmeyi sürdürüyorum kaldığım yerden.mahallede ne çok şey değişti son dört ayda. Sanki şu hep bahsi geçen meçhul düğmeye bu kez bizim mahalle için basılmıştı da mahallenin makus kaderi bu "düğmeye basma" operasyonuyla değişecekti. Çocukluk arkadaşım Zafer'i kaybedeli neredeyse iki koca ay geçmişti. Gittiğinde sonbaharın ılık rüzgarı vardı sokaklarda şimdi zemherideyiz... Bir hiç uğruna terk etti gitti bu dünyayı, bir hiç, Aysel'in beş para etmez günlüğü...

Soğuk havaya rağmen sokaktan çocukların sevinç çığlıkları geliyor, bu neşeli seslerle çıkıyorum dalışımdan, çayımıda alıp odama pencerenin önüne geçiyorum, yılın ilk karı nazlı edalarla iniyor yeryüzüne, İstanbul'a Şimdi bir gelin gibi süslenecek İstanbul, beyaz gelinliğinin üstüne mavi nazarlıktan bir gerdanlık takacak, bayram yerine dönecek sokaklar, çocukların ve bir yanı çocuk kalmışların sevinçleriyle...

Pencerenin kırılma sesiyle irkiliyorum, öyle dalmışım ki yerimden sıçrıyorum, şaşkın gözlerle tarıyorum dört bir yanı. Çocuklar oyunlarını sürdürüyorlar bu durumda onlardan biri yapmış olamaz diye düşünüyorum. Yokuş aşağı büyük bir hızla inen biri çarpıyor gözüme tül perdeyi aralayıp daha bir dikkatle bakıyorum. Gördüklerime inanasım gelmiyor camı kırıp kaçan şu kadının bizim Aysel olmasına imkan var mı?

Annem gürültüyü duymuş olmalı ki sesleniyor mutfaktan. Yok bir şey anne diyorum bir kaza sadece.. Bir yandan da odanın her köşesine bakıyorum pencereden içeri düşen taşı bulabilmek için.Ayağımın dibindeki bir kağıt topağını fark ediyorum, hızla eğilip alıyorum, buruşuk kağıtları açmaya çalışırken annem beliriyor kapıda meraklı gözlerle bakıyor elimdeki kağıtlara "eeee şeyyy bu kağıtlara bir şeyler karalamıştımda tekrar bakmak istedim" diyorum, ama kendi yalanımı bende inanılır bulmuyorum, imalı bakışlarını üstümde bırakıp mutfağa dönüyor annem... Kağıtlar ve ben baş başa kalıyoruz, müthiş bir merak kaplıyor içimi.
Aysel in ne yazacağı olabilir ki bana? Daha dün Rıdvan la birlikte görmüş selamlamıştım O'nu... Bir defter sayfasına kargacık kurgacık el yazısıyla yazılmış bir mektup, bu el yazısını çok iyi tanıyorum, hiç değişmemiş .İlkokuldayken yine böyle yazardı, Rahmetli Bekir öğretmen bir türlü okuyamazdı bu yazıyı "çivi yazısı" der çıkardı işin içinden... Satırların arasında kayboluyorum,sanki düğüm bu mektupta ve bu mektupla her şey yine dört ay öncesine dönecek hatta Zafer i bile geri getirecek bu mektup...

"Sevgili Selçuk;
Yakında mahalleden ayrılıyorum biliyorsun, işte bu yüzden gitmeden önce sana yazmak istedim... Posta yoluyla mektup göndermek çok klişe geldiği içinde biraz daha tarzıma uyan bir yöntem seçtim,pencerenden gönderdim mektubu...

Şimdilerde ne kadar "fantezilerinin kadını" olsamda biliyorsun ki biz yıllar önce iki iyi dosttuk,çocukluğun araya menfaat,yalan dolan,dalavere girmemiş masumane dostluğuydu bizimkisi. Sonra "biz büyüdük ve kirlendi dünya" hepimiz değiştik. Sen ben, mükemmel Muzaffer, Kusto Sami ve Zafer. Hatırlarsın en sıkı oyun arkadaşlarıydık biz. Ne mahallede nede okulda biz olmadan oyun başlamazdı. Kağıttan uçurtmalarımız vardı göğün en yükseğine uçurma hayellerimiz vardı,kağıtlar tellere takılırdı da bir hayallerimiz takılmazdı tellere. Yazlık sinemada izlenen bir filmden sonra söz vermiştik yine filmdekiler gibi "iki elimiz kanda olsa...."

En akıllımız sendin,her şeyi sana sorar öyle yapardık. Beni ne zor almıştınız aranıza, "biz dördümüz erkeğiz sen kızsın ne işin var bizimle git evcilik oynasana sen" demiştiniz, gitmemiştim."Annenle gezsene sen" diye terslemiştiniz yok saymıştınız beni günlerce. Sonra bir gün kendimi ispatlama fırsatı doğdu,arka mahallenin piçleriyle kapıştınız hepinizden çok ben döğüştüm. Sonunda ne yaman kızmış şu bizim Aysel dediniz en çokta senin desteğinle girdim aranıza.Öyle başladık...

İlk gençlik yıllarına değin sürdü yol arkadaşlığımız, sonra hep olduğu gibi ayrıldı yollarımız. Şimdilerde o günler hafızamda bir sezen aksu şarkısı;

Ah kaldırımlar biliyor bir devir muhteşemdik
Güz güneşinden hüzünlü ilk yazdan şendik
Hem utangaç hem hevesli mektepli sevgililerdik
Pek kırılgan pek acemi bir söyler bir gülerdik
Ne kahraman ne cesur ne güzel çocuklardık...

Sen liseden sonra tellere takılmayan hayalerinide aldın gittin mahalleden, işte ondan sonra oldu ne olduysa... Sami mecrasını şaşırmış aşkıyla geçti karşıma hiç anlatamadım ona,sonrası malum.. Zafer'le Sami aynı dönemde asker oldular, ben aynı dönemde yaşadım ilk karın ağrımı, ilk aşkımı...ilk gurur yaramı o dönemde aldım, ilk kez o zaman yemin ettim intikam almaya bütün hemcinslerinizden...

Kırıtarak yürümeyi, göz süzmeyi yalan söylemeyi, yaralamayı, terk etmeyi öğrendim. Bulduğum her fırsatta tamir ettim gururumu, reddedilişimi reddetmelerle kapadım, terk edilişimi terk etmelerle örttüm,yaralarımı yaralar açarak sardım. Hepinizin hayalerini süsledim her seferinde zafer kazandım, O kahvenin önünden her geçişimde rüzgarım yaladı yüzlerinizi, hepinizin sarhoşluğu zaferim oldu,yinede geçmedi kinim...

Bu hırs en çok bana zarar verdi, en çok ben üzüldüm, kinim büyükçe ben küçüldüm, şimdi buralardan gitmek yeni ufuklara yelken açmak istiyorum.Biliyorsun biz beş kişiydik Zafer, sen, ben, Mükemmel Muzo ve Sami.Zafer in ne uğurda öldüğünü biliyorum, defterimin kimde olduğunu da..İçinde yazılı sırları bilenleride biliyorum... Zafer gitti, Sami'nin ne olacağı meçhul. Bense üç hafta sonra Tenekeci mustafanın oğluyla gidiyorum buralardan. Geriye sen kalıyorsun gruptan birde mükemmel. Mükemmeli bilmem ama tekerine taş gelmeyen bir sen vardın içimizde ve yine sen olacaksın. Belki de içimizde bir tek senin mutlu bir yuvan olacak. İşte bu yüzden sana yazıyorum. Ve senden ilk ve son kez bir şey istiyorum..."

Bu mektup elimde ne kadar zamandır dikiliyorum odanın ortasında bilmiyorum, pencereden içeri giren soğukla buz kesilmiş ayaklarım, yinede merakım galip geliyor benden ne istediğini merak ediyor kaldığım yerden devam ediyorum, ama dışardan gelen sesler okumama müsaade etmiyor ,bağırtılar giderek artıyor, kağıtları masaya bırakıp koşar adım kapıya gidiyorum. Kusto Sami'nin sesini tanıyorum önce imdat çığlıkları atıyor, kapıyı açtığımda Selim' le gözgöze geliyoruz koşmasına devam ediyor bir yandanda bağırıyor, "erkeksen kaçmasana oğlum nasıl olsa düşeceksin elime"

Ayakkabılarımı nasıl giydiğimi bilmiyorum peşlerinden bende bir koşu tutturuyorum....

Seliiiiiim duuur dinle beni!

Yukarı

BAZEN DE GÖLGESİDİR POTİNİMİN BAĞIN DÜŞEN

BÖLÜM 10 - Yazan: Hüseyin Alparslan

Sanki hiç koşmamışım bugüne değin. Hele şu gece maçlarımızda santrfor değil de tazı yerine kullanırlardı beni , gıkım çıkmazdı. Bir an Selim'in gömleğinin altında siyah karaltıyı görünce, olanca gücümü kullanıp havalarda uçmaya başladım. Kartalın avını yakalayışında bile görülmeyecek bir maharetle iki elimi omuzlarına bastırıp yüzüstü yere yapıştık.

Selim'den küfür resmi geçidini dinlemeye hazırlanırken , sokağın karşısında sakallı iki adam çullanırvedi Kusto'nun üzerine. Kelepçeler... Bir hengamedir gidiyor ortalık. Kusto uzun zamandır aranıyormuş. Mahalleye de bir gün geleceğini akıl etmişler elbet!

Selim yüzüme baktı ;
-İçim yanıyor abi , içim yanıyor dedi, hıçkırarak.
Benim de yanıyordu !
-Selim , kandan kına yakılmaz aslanım. Bırak artık Kusto'da hesabını versin. O belindekini de ne cehennemden bulduysan hemen geri ver . Gözüm görmesin!
Selim şaşkın şakın yüzüme bakıp başını salladı.
Cep telefonum çalıyordu. Aklıma Aysel'in notu geldi. "Eh be Aysel kaçıncı yüzyıldasın kızım! Ne gereği vardı camdan cama taş atmaca oynamaya! Arasan olmaz mıydı şu mereti ! bak işte sıfır beşyüz..." Enişte'mdi arayan. Kontorü bitmiş, verdiğim şu numaradan ara beni diyordu. Yine aynı kabus başlıyordu. İçim buruldu.
- Psikiyatri Kliniğini istiyorum efendim ! 132 , dahili 132 !
- Anladım !
- ...
- Durumu nasıl enişte ?
- ...

Taksi Dicle Nehri'nin üzerinden geçerken , tepenin ardındaki fakülte binası göründü. Merdivenleri hızla tırmanıp , eniştemi buldum. Yorgunluk ve umutsuzluk kaplamıştı yüzünü.
- Yok dedi.
- Doktorlar uyutuyorlar sadece. Çıkış yolu yok ! Zamana bırakın diyorlar.
İskender'i bir yumrukta yere devirecek adam , o yağız kabadayı yürekli adam, sanki bir sözcükle yıkılacak gibiydi.
- Çok yorulmuşsun . Git artık !
Yanıtını bile beklemeden , bayat kavun rengi bir taksiyi yoldan çevirip, akşamın alacasına uğurladım. Kliniğe girdiğimde demir parmaklıklar ardımdan kilitlenmişti. Flouresant ampullerin balastlarından çıkan vınlama sesleri ve erkekler tuvaletindeki adamın opera havi gaz çıkarma seremonisi dışında ortalık oldukça sessizdi. Usulca kardeşimin yatağına yanaştım . Uyuyordu.

Gündüzleri tababet talebelerinin ders gördüğü , geceleri ise televizyon izlenen salona geçtim. İçeride hummalı bir tartışma yapılıyormuş gibi gürültülüydü. Kimi televizyondaki haberlere bakıp bakıp kahkaha savuruyor , kimide matlada volta atan mahkum edasıyla turluyordu , küçücük salonu. Hafif bir öksürük savurarak içeri daldım. Kırk yıllık ahbaplarını görmüşler gibi şalap lap öpmeye başladılar yanaklarımı.

- Çok sigara içersen ahan işte böylen öksürürsün !
Sigaradan değil diyecek oldum . Vazgeçtim. Hemen bir sandalye bulup bir köşeye iliştim. Ağzı sarımsak ocağı gibi kokan yeni yetmelerden biri yanıma yaklaşıp;
- Üzülme , iyi olacak biliyorum.
Kısa bir duraksamadan sonra kızgın bir sesle bana dönüp ;
- Biliyorum dediysek , vardır elbet bildiğim, yukarıdakiyle konuştum anlasana ! Minnettar bir ifadeyle bakmaya çalıştım. Olmadı.
Ardından sandalyesine tavuk gibi tünemiş olan atıldı ;
- Eğer buradan kalkarsam ne olur biliyon ha ? Biliyon ?
Okkalı bir küfür savurmayı içimden geçirdiysem de , bunu gerçekleştirecek cesareti kendimde bulamadım . Sandalyenin tepesinde beş virgül beş büyüklüğünde depreme uğramış gibi sallanmaya devam etti ;
- Biliyon biliyoooon, buradan kalkarsam dünyanın dengesi bozulacak biliyoooon.

Kaşlarımı çatarak Deprem Dede'nin yüzüne baktım ! O an karla kaplı ormanda aç kurtla göz göze gelmiş gibi hissettim kendimi. Zafer'e , mahallede olan biten her şeye , kardeşimin başına gelenlere müsebbip tutmuştum Deprem Dede'yi. Deprem Dede , beklemediği bu tepkiyle bir an duraladı. Yüzündeki gülümseme yavaş yavaş kayboldu. Gözlerini benden kaçırarak sandalyesinden indi. Daha bir adım atmamıştı ki , yere boylu boyunca uzandı. Vicdan Muhasebecimin sırtıma indirdiği kırbaçların acısını hafifletebilmek için olsa gerek hemen yanına koştum. Elimi uzattım. Kahverengi katarakt sarısı gözleriyle ürkerek elime baktı. Gözlerinin kenarında birikmiş iki damlayı görünce , Vicdan Muhasebecimin kırbaçlarının acısını daha da hisseder olmuştum. Biraz önce sandalyenin tepesinde depremleri önlemeye çalışırken etrafa saçtığı o pür neşe halleri çoktan kaybolmuştu. Sıkıca ve kararlılıkla kavradım elini.
-Hep bağlıyorlar. Ne zaman ayağa kalksam , bağlıyorlar.
Diyerek botlarını gösterdi. Botlarından biri kundura kahverengisi tonunda bağcıkla , diğeri ise inşaat teli ile bağlanmıştı.
-Tel diğer botuna takılmış , ondandır herhal dedim gülümseyerek.
Elindeki titreme kaybolmuş, yeniden neşelenmeye başlamıştı. Ezgileri belli belirsiz duyulan bir şarkıyı mırıldanarak , iki botunu birbirine değdirmemeye dikkat edercesine odasına doğru gitti.

Nöbetçi hemşire , elinde çay tepsisine benzeyen bir tablayla gülümseyerek içeri girdi. İsmini söylediği kişiye tablasındaki renkli küçük hapları vererek ;
-Hadiii Hasan, Nuriş'im yutacaksın değil mi canım benim ?
Bana döndü.
-Bunlar kardeşinizin. İsterseniz siz verin.
Yanıt bile beklemeden iki küçük hapta benim elime tutuşturdu.
Kardeşimin yattığı odaya gittim. Etajerindeki minesi aşınmış bardağa su doldurup , "hadi canım ilaçların !" diye kulağına fısıldadım. O uzun saatlerin ölü uykusundan sıyrılan kardeşim ; "Abi..." diyerek boynuma sarıldı. "Ne zaman geldin? Ali nereye gitti?" Sorular peş peşe geliyordu. Çok yorulduğunu ve eve gönderdiğimi söyledim. İlaçları uzattım. Şakaklarındaki ter damlacıkları loş ışıkta yakamozun suya vuruşu gibi parıldıyordu.

Nöbetçi hemşire boş ilaç tablasını iki eliyle kavramış ve hasta koğuşunun kapısına yaslanarak kardeşime seslendi;
-Küçük hanım gözleriniz parıldıyor. Gözün aydın!
Kardeşim gülümseyerek bana göz kırptı.

İlaçlarını içtikten sonra yeniden uykuya daldı. Ortalık yeniden sessizleşmişti. Koridordaki flouresant ampullerin vınlamasını yeniden duyulmaya başladı. Televizyon adasına geçtim. İçerisi boşalmıştı. Bir sigara yakıp dumanını ciğerlerime öyle çok çektim ki öksürmemek için kendimi zor tuttum. Aklım İstanbul'daydı. Kusto'yu götürmüşlerdi. Aysel ne yapıyordu acaba ? Ne söylecekti bana ? Ya Suna ah Suna... Nöbetçi hemşire içeri girdi. Sessizce masaya oturup cebinden bir sigara çıkardı.

-Yarın taburcu olacak kardeşiniz. Üzülmeyin . Zamanla düzelecek dedi.

Gülümsedim. Ne çok severdi babamı kardeşim. Babamın da en gözde çocuğuydu. Kıskanmıyor da değildim bu durumu. "prensesim" derdi ona. Ali'yle tanışmışlar . Ali'de Tuzla'da Asteğmen öğrenciymiş. Haber vermeden kaçmışlardı. Babam çok üzülmüştü."Hem isteseler de vermez di babam! Ayrılmaz Prensesinden" diye mırıldandım.
Hemşire yüzüme baktı.
-Hani şu sallanan biri vardı az önce o kim ,diye sordum hemşireye.
-Selçuk bey , adınız Selçuk değil mi ?
Hafifçe başımı salladım.
-Hastaların geçmişlerini anlatmamız yasaktır aslında ! Ama çok acı bir hikayesi var onun da , diğerleri gibi. Kendisi Sismologmuş. Canımızı yakan o onyedi ağustos var ya bir terslikler sezmiş , Doğu Anadolu fayını incelemeye gelmiş apar topar. Çoluk çocuk Sakarya'da ... Ve o acı gece ... Böyle bir yanılgıya düştüğü için affedememiş kendini.

Tuhaf bir his kapladı içimi , o katarakt sarısı gözlerinde Zafer'i görmüş gibi oldum. Kim bilir ...Belki de o gece yıkıntılar arasından beni hayata çeken Zafer'in eli olduğu için.

Aysel geldi aklıma. Taşa sardığı o notlar . O görmekten korktuğum Aysel'i anlatan notlar... Benden son kez isteği olduğunu söylemişti. Fantezi dünyamın başrol oyuncusu Aysel ... Karmaşık duygular içindeydim. Biz mi mutsuz ettik Aysel'i? Biz mi uzak diyarlara gitmesine sebep olacaktık ? Kaç Aysel daha kaçacaktı. Kal desem kalır mıydı? On yedi ağustosta tıpkı Zafer'in eli gibi , uzatsam elimi çıkarabilir miydim hayata ?

Yukarı

Yılların Gölgesiyle Sokaklar Dar Gelir Öykülere

BÖLÜM 11 - Yazan: Ahmet Şeşen

Güzel bir Pazar sabahıydı baharın ortasında ve kahvaltının en keyifli kısmına gelmiştim. Aslında kahve altı demek daha doğruydu, alt bölümü bitmiş kahve bölümüne sıra gelmişti zira..! Daha seslenmeye bile gerek kalmadan; bol köpüklü, çok pişmiş, sade kahvemi getirmişti bile sevgili eşim. Koklaya koklaya bir fırt çektim gazetemi açarken. Önce spor sayfasına bakmaktan hoşlanırım eskiden beri. Yine bizim takım sidik zoruyla berabere kalmıştı. Son dakikalarda gelen beraberlik golüne engel olamamışlardı. "Bu yıl da şampiyonluk bize hayal ..!" diye söylendim içimden. İkindi vakti Yalı Kahvesi'nde buluştuğumuzda, kimbilir ne biçim dalga geçerler şimdi benimle diye düşünmekten de kendimi alıkoyamadım. Ön sayfaya geçtim o hışımla, yine haberler üç aşağı beş yukarı aynı idi gazetede.
"Selçuk'cuğum, yine 1-1 kazanmışsınız öyle mi ?" sesine başımı uzattım pencereden.
Lastik Osman yine her zamanki lastikliğini sergiliyordu işte ..!
- Sen kendi takımına bak lem Patlak Lastik..!" dedim sinirle. Başını bile çevirmeden kaykıla yıkıla yürümeye devam etti, nasılsa kahvede görüşürüz der gibi de elini sallamayı ihmal etmedi.

Osman'ın yaşı ilerledikçe, düğünlerdeki meşhur kaykıla kaykıla oynaması yürüyüşüne de bulaşmıştı, ancak kaykıla kısmının ikizi biraz yıkıla hale gelmişti.. Hele Şükrü Usta'nın lokantasında ( ki vefatından sonra oğlu Fikri işletiyor ) toplaşıp birkaç tek attığımız geceler sonrasında, kaykıla diye bir bölüm hepten kalmaz oluyor, yıkıla yıkıla evin yolunu tutuyordu Osman. Eee, kağıt oyunlarından anlamaya benzemez ve şişede durduğu gibi durmaz Lastik Efendi ..! Koluna girmesek yıkılacak zaten. Bazen yenge, evlerinin köşe başında karşılardı. Allah rahmet eylesin Tenekeci Mustafa Amca'ya dua etsin yine de bizim Lastik. Vermemişlerdi o Şükran'ı ona epey bir süre. Taa ki; kızın babasının ölümünün 53.günü dolduğunda; "Kalkın gidiyoruz bugün Şükran'ı istemeye" demişti bizim saatli maarif takvimi Tenekeci Mustafa Amca. Artık, kızın babası da olmayınca annesi; "Verdim gitti, Niyazköy'de bu kadar naz yeter !" demişti Osman'ın hep hayalini kurduğu ve veresiye defterinde çiçekli şalvarlı kız diye yazdığı Şükran için...

Osman'a laf yetiştirmeye pencere kenarına gelince, güllerimin açtığını farkettim sevinçle.. Ve hemen konuşmaya başladım onlarla. Sevgi sözcükleriyle mırıldanırken :
"Çiçekleri çiçek yapan işte böylesi sevgilerdir Selçuk Efendi" dedi Müşerref.
- Günaydın.. Ne hoş sürpriz.. Nereye böyle Müşerref Hanım ?
"Her zamanki gibi Yaşlılar Evi'mize.. Sağolsun Aysel, ne iyi etti şu ev konusunda.."
- Haklısın.. Ben de tam kahvemi içiyordum, sen de gel, hem biraz laflarız, hem de şu falımıza bir bakarsın, emekli maaşlarına zam görünüyor muymuş ufukta diye.. Hanııııım, yap bir az şekerli, Müşerref Hanım geliyoooor...
"İşi, gücü vardır Selçuk Efendi boşver, inşallah başka zaman.. Sahi, Zafer'in işi yoksa öğleden sonra Yaşlılar Evi'ne yollasana bugün. Birkaç koltuk gelecekti, arkadaşlarını toplasın, gelip yardım etsin taşımaya..!" diyerek uzaklaşmaya başladı. Elbette Zafer olacaktı doğan ilk çocuğumun ismi, en iyi arkadaşımın ismi, yeter ki kaderi benzemesin ona. Bir yandan Müşerref'in arkasından bakıyor, bir yandan da mahalleye ilk gelişini hatırlamaya çalışıyordum.. Yılların gölgesi çöküvermişti bir anda üzerime..


Kızkardeşimi taburcu ettiğimiz gündü yanılmıyorsam. Uykusuz geçen klinik nöbet gecesi sabahında Ali Enişte gelmiş, kızkardeşimin klinikten çıkış işlemleri tamamlanmış, herkes evinin yolunu tutmuştu. Yorgun argın eve dönmüş, deliksiz bir uykuyu haketmiştim. Tüm geceyi kızkardeşimin başında geçirdiğimi sanmayın sakın. Aldığı ilaçlarla o mışıl mışıl uyurken, kanıma girivermişti Şule Hemşire..! Çay içmeye davet edip, "Sabaha kadar uyur merak etme !" demişti. Bildiğiniz gibi; Aysel'in taşa sarılmış mektubunu okumayı bitiremeden fırlamıştım dışarı. Selim'i durdurmaya çalışırken Kusto Sami yakalanmış ve Selim'in olası vukuatı önlenmişti. Tam o sırada telefon gelmiş ve kızkardeşim için kliniğe gitmek zorunda kalmıştım. Ve öylesine damardan Aysel yüklüydüm ki;
- İçerim.. Ama aslında bir içkiye daha çok ihtiyacım var sanki ..!" sözcükleri çıkıvermişti bir solukta dudaklarımdan.

Şule Hemşire'nin nöbet odası da tam teşekküllü klinik gibi adeta ! Yarıdan fazlası dolu viski şişesini dayadı önüme, başladım içmeye. Hayal meyal hatırlıyorum anlattıklarını. Yalnızlığını... Şanssızlıklarını.... Kızkardeşim nedeniyle beni gördüğünü ve benden hoşlandığını, vs.vs.... Bir çırpıda anlatıvermişti. Gece nöbetini devretmiş, bir koluna beni, diğerine de viskiyi taktığı gibi evine götürmüştü. Kliniğin kararan ışıklarından mı yoksa viskinin yavaş yavaş başlayan etkisinden mi bilemem ama gözüme esmer esmer görününce : - Viskinin yanına çikolata olarak seni yiyeceğim..! dediğimi çok iyi anımsıyorum... Sağolsun, sabah beni yaka paça kliniğe getirmiş ( Ali Enişte'ye yakalanmadan ) kızkardeşimin yanına sanki nöbetteymişim gibi oturuvermiştim. Hey gidi günler hey..! Kimbilir şimdi nerelerdedir Şule Hemşire ? Tekrar onu görmeye gittiğimde tayini çıktı, gitti demişlerdi.. İşte o devrisi günün ikindi vakti zilin sesiyle uyanmıştım. Alacaklı gibi çalıyordu kapı. Kafam zaten kazan gibi olmuş viskiden. Evde de kimsenin olmadığını anlayınca güç bela kalktım yataktan ve açtım kapıyı :
"Merhaba.. Ben Jale.." dedi kapıdaki sarışın afet; "Girebilir miyim ?"
- Haydaaa, sen de kimsin yahu ? Dur, bir kahve yapayım da kendime geleyim, sen geç salona" diyerek mutfağa yöneldim.

Musluk suyu ile yüzümü tokatlarcasına yıkadım kahve pişirme süresince. İyi ki giysilerimle yatmıştım o yorgunluk ve sarhoşlukla. Asla giyinemezdim bile bu zile ! Kim bu Jale yahu ? diye düşüne durmak yerine kahveleri alıp salona geçtim merakla. Birer de sigara yaktık Jale ile...
"Sen beni pek hatırlamazsın Selçuk.. Asıl adım Müşerref.."
- Müşerref...? Aman efendim bu ne şeref...! Müşerref oldum teşrifinize.. dedim alaycı alaycı.. Gülümsedi :
"Haklısın, ailem de kendilerine teşrif olunca ismimi Müşerref koymuşlar. Ben, Müko Muzaffer'in teyze kızıyım. Yıllar önce bu mahalleyi terk etmiştik.."
- Aaa, hatırlıyor gibiyim sanki..! Hayrola ?
"Kusto Sami'yi aramaya geldim Selçuk. Mahalleye de görünmek istemiyorum, hoş görseler bile tanıyamazlar ama ..!"
- İyi de, neden teyze oğlu Mükemmel Muzaffer'e sormuyorsun ? Müko mu dedin demin sen ? Hahaaaaa ! Hiç güleceğim yoktu .. Müko ha, gitti karizması Mükemmel'in... Neyse, sen neden Sami'yi arıyorsun pür telaş ? "Sami benim sevgilimdir ama ailelerimiz görüşmüyor diye, özellikle Muzaffer'den saklanmak zorundaydık. Kaç aydır haber yok Sami'den. Merak ettim, Muzaffer'e gidemezdim, en doğrusu sana gelmek diye düşündüm...
- Hadi bee ! Sen ve Sami haa ?... dedim.
"Anlatırım sonra, sen Sami'yi söyle.. Nerelerde bu herif ?"

Bir solukta anlattım Zafer'in haybeye ölümünü... Kusto Sami'nin daha dün yakalandığını.... Mahallemizin başımıza gelenleri... O da bana Sami ile olan aşklarını ve onun vasıtasıyla edindiği mahallemiz haberlerini anlattı.. Kafam darmadağın olmuştu. Yüzümü yıkamalıydım ve kendime yeni bir kahve daha koymalıydım. Öyle de yaptım, döndüğümde ise salonda ne Jale kalmıştı, ne de Müşerref... "Hala mı sarhoşum ?" diye söylenirken masanın üstüne bırakılan notu okuyunca iyice ayıldım :
"Seni arayacağım, şimdi gitmem gerek, kusura bakma, Aysel'in mektubunu da yanıma alıyorum. Günlüğü ile birlikte bende kalması daha doğru olur... Şu paragraf seninle ve benimle ilgili olduğu için onu koparıp sana bırakıyorum... Sevgiler..."

Her akşamüstü şu çiçekleri sularken neden dolu dolu oluyor sanki gözlerim ? Aysel'in anısına dikmiştim bu gülleri pencerenin önüne. "Güüüllerin içinden caaanım, koşarak koşarak gel bana geeeellll !" şarkısı her çalınışında da ağlayıp durmuştum. Birazdan Yalı Kahvesi'ne yollanacaktım her zamanki gibi. Ve her zaman olduğu gibi Yaşlılar Evi'ne uğrayacaktım. Gerçekten de çok iyi bir iş yapmıştı Aysel. Gerçi Müşerref ve ben olmasam o ev yapılamazdı mahalleye ama yine de eserin asıl sahibi Aysel idi. Kusto Sami'nin hapisten çıkmasına pek birşey kalmamıştı. Aysel'in mektubunun koparılmış bölümünü anlatacaktım Yalı Kahvesi tayfasına. Hala cüzdanımda saklarım Aysel'in mektubundan Müşerref tarafından koparılmış o parçayı, yine de ceketimi giyerken kontrol etmeyi ihmal etmedim hala cüzdanımda duruyor mu diye.. Yerli yerinde duruyormuş diye mırıldanıp evden çıktım.
- Geldi mi oğlum Zafer ve arkadaşları Müşerref Hanım ?
"Geldiler, sağolsunlar taşıdılar koltuklarımızı.. Buyrun, bir kahve içmez misin ? Yani konuklarımız var hem evimizde..."
- Beklerler şimdi kahvede, başka zaman inşallah...
Ne iyi olmuştu şu Yaşlı Evi. Tüm mahalleyi daha bir kaynaştırmıştı. El birliği ile hallediyorduk işlerini. Aysel de görebilse ne iyi olacaktı. Müşerref ona mektuplarda anlatıyordur nasılsa diye düşüne dalgın yürüdüm sokaklarda. Ne anılar sığmıştı oysa mahallemizin şu dar sokaklarına. Sonunda gelebildim Yalı Kahvesi'ne... Hassssssxxxxx ! O da ne ? Hepsi bir olmuş, daha ben kapıdan içeri girerken her iki ellerini havaya kaldırmışlar, işaret parmaklarıyla 1-1'i gösteriyorlardı. Aaaa ! Adiiiii'lere bak...! Arkasından da sol ellerini yumruk yapıp, sağ elleriyle hani pişti yaptığımızda yaptığımız gibi şaakkkadanak biçiminde...
- Size selam vereni ..!
"Tamam yaaaa, kızma, hadi otur şööölee...! Tamam arkadaşlar.. Mavra bitmiştir, anılara devam... Getir oğlum okkalı bir kahve Selçuk Efendi'ye..." deyince Lastik Osman; başladım anlatmaya. Yakın gözlüğümü de taktım her ihtimale karşılık.. Hatırlayamazsam koparılmış mektup parçası cüzdanımdaydı nasılsa...


"Belki de içimizden bir tek senin mutlu bir yuvan olacak. İşte bu yüzden sana yazıyorum. Ve senden ilk ve son kez bir şey istiyorum...Ama öncelikle seni hep sevdğimi hiç bir zaman unutma Selçuk... Belki sana bunu bir türlü hissettiremedim. Asıl istediğim sendin benim, sen ise beni hiç görmedin. Artık dayanamaz hale geldim, senden de bana bir ışık göremeyince kendime ve duygularıma daha fazla işkence etmek istemiyorum. Rıdvan'a aşık değilim, ama beni buralardan sadece o alıp götürebilir yepyeni bir hayata. Ve ancak böyle unutabilirim sensizliğimi... Bir iz bırakmak istiyorum ardımda, küçük de olsa bir iz bırakmak, mahalleye bir hayrım olsun istiyorum. Bunu da senden rica ediyorum, şimdilik ismini veremeyeceğim bir arkadaşım bu konuda sana yardım edecek. İstediğim bir Yaşlı Evi açmak mahalleye, bu iş için bir miktar altın biriktirdim. Mahalleli de bir kısmını biriktirdi denilebilir, sen bana takılmadığın için bilemezsin elbette... Bunca güzellik heba olmasın bari dedim, Kuyumcu Kamil'e altınını getirmeyen veya benim için satın almayan haybeye peşime dolmasın dedim.. Kısacası; Aysel giden yol, Kuyumcu Kamil'in altınlarından geçer... Eeee, yaşlılık var, gurbet ellere gidip dönememek var. Rıdvan'ı ailesi reddediyor benim yüzümden, o ise beni istiyor, hem de beni olduğu gibi kabul ediyor. Ne demişler : "Sev seni seveni...". Ailesi nedeniyle buraya dönemez artık Rıdvan, ben nasıl gelirim bu durumda ? Yardımcı ol lütfen arkadaşıma, elimdeki kalan altınların tümünü ona verdim, gerisini siz bulacaksınız, kimlerin çaldığı hakkında hiç bir fikrim yok.. Bulun altınlarımın devamını ve benim için yapın Yaşlı Evi'ni mahallemize.. Ve en başta annem Nuriye'yi unutmayın.. Haa, birde kimse bilmesin bu evi yapanın aslında ben olduğunu..."

- Sonrasını, Kusto Sami'nin hapisten çıktığı gün birlikte anlatacağız rakı sofrasında. Söz verdim, anlatamam.. Mükemmel Muzaffer ister gelsin, ister gelmesin... dedim.
"Mızıkçııııııı, huysuz ihtiyar...!" sesleri arasında kahveyi terketmek üzere ayağa kalktığımda Lastik Osman atladı :
"Sizin takıma Kusto'nun gençliğindeki gibi birini transfer etseydiniz, belki son dakika golüyle galip bile gelirdiniz be Selçuk Efendiiiii...! Yürüüüüü...!" demez mi ?


Ne öyküler yağacak daha sokaklara... Yılların gölgesiyle sokaklar dar gelir öykülere...

Yukarı

SOKAĞIN SİLUETİ VURUR SATIRLARA

BÖLÜM 12 - Yazan: Leyla Ayyıldız

Sokağın kokusundan sürünmüş rüzgarın eşliğinde, denizi izleyerek evime doğru yürüdüm. Nedense ayaklarım beni Tenekeci Mustafa'nın dükkanına doğru itti. Ondan kalan izlere bakmak istedim. Aysel'i alıp Amerikalara götüren Rıdvan'ın ufak kardeşi işletiyordu artık dükkanı. O dükkan bana geçmişi, gençliğimizi anımsatır hep...

Mustafa'nın oğlu o sırada çalışıyordu. Ona abisi Rıdvan'ı ve karısı Aysel'i sordum. Amerika'dan aldığı haberleri...

Sorumu bile duymayarak, heyecanla 'Selçuk Amca' dedi, 'bak geçen gün ne buldum. Babamın defteri... Hani tüm mahallenin şeceresini tutardı ya, o defter'.

Ellerim titredi, tüm mahallenin yaşadıkları elimdeydi. Çok heyecanlandım. Kravatımı biraz gevşetip, bir iskemleye oturdum. Sayfaları çevirdim. Mahallenin muhtarı Cem bile bu kadar itinayla tutamazdı bu defteri. İnci gibi yazılarla doldurmuştu her satırını.

'Oğlum' dedim, 'Buna ayak üstü bakılmaz, kim bilir ne anılar gizli bu defterde. Birkaç günlüğüne bende kalsın bu, yengenle eski günleri bir yad edelim.'. Sağ olsun kırmadı beni.

Elimde defter, kalbim kuş gibi çırparak, evin yolunu yeniden tuttum. Kapıyı çaldığımda ne şanslı olduğumu düşündüm. Suna gibi bir eş açacaktı kapıyı. Suna... Sevgili karım...

İçeriye girip, yanağına her günkünden daha çok öpücük kondurdum. 'Elleşme Bey' dedi, gülümseyerek. 'Bilsen Suna, bilsen elimde ne var. Bu akşam yemekten sonra tüm fotoğraf albümlerini açıp, bu deftere bakacağız. Ah Suna, ah, bu defterde ne sırlar saklı kim bilir. Kimler geldi, kimler geçti bu sokaklardan, hangi gölgeler vurdu kaldırımlara...'

Tüm albümleri açtık, sararmış resimlere, siyah beyaz olanlara, geçmişe dair her kareye göz gezdirdik. Ve o muhteşem an geldi. Defteri aralayıp, satır satır okuduk;


Adı Kimlerden   Mesleği Ölüm Tarihi
Selçuk   Kimi zaman Meraklı Sedat tarafından Cemal olarak hitap edilse de gerçek adı; Selçuktur. Maliye mezunu  
Suna Selçuk'un karısı Zafer'in de aşık olduğu kız olmasına rağmen, Zafer'in ölümüyle Selçuk ile evlendi Selçukla evlenince okumaktan vaz geçti.
Aysel Rıdvan'ın karısı Mahallenin aşüftesi Mesleklerin en eskisi.  
Zafer Selçuk, Sami, Aysel, Zafer, Muzaffer sınıf arkadaşları Suna'ya aşıkken, Sami tarafından öldürüldü. Ölü 15.03.2001
Kusto Sami Selçuk, Sami, Aysel, Zafer, Muzaffer sınıf arkadaşları Palavracı biri. Zafer'i öldürdü. Aysel ve Aysel'in annesi Nuriye Hanımla ilişkiye girdiğini iddia ediyor. Hapiste (Mikrop Ahmet’in iddiasına göre, bulsa Aysel’in kızını da becerecek.)
Muzaffer Selçuk, Sami, Aysel, Zafer, Muzaffer sınıf arkadaşları Mükemmel Muzo Mesleği her neyse, o işi mükemmel yapıp yapmadığını merak edenlere  meraklı lakabının verilmesine sebep olmuştur.
Lastik Osman Şükran'ın kocası Düğünlerde kaykılarak oynar. Pazarcı  
Terzi Hasan Selçuk'un babası   Terzi 22.08.2003
Zeki Usta     Fırıncı 24.09.2002
Şükrü Usta     Lokantacı 14.01.2002
Fikri Şükrü Ustanın oğlu Şükrü Ustanın ölümüyle lokantayı işletiyor. Lokantacı  
Tapucu Muharrem Sinan'ın babası   Tapu Kadastrocu  
Sinan Tapucu Muharrem'in oğlu İşlerinde dikiş tutturamamış biri. Mimar  
Müşerref Hanım Muzaffer'in teyze kızı Diğer adı Jale, Sami'nin sevgilisi. Aysel'in günlüğü ve Selçuk’ a yazdığı mektup onda
Tenekeci Mustafa (yani ben) Selçuk'un babasının asker arkadaşıyım. Bakmayın tenekeci olduğuma, böyle güzel kayıtlar tutarım. Tenekeci Bu kutuyu ben ölünce  bir başkası dolduracak.
Rıdvan Tenekeci Mustafa'nın Aysel ile evli oğlu Avukat Tamer tarafından kumarhanelerden para çalıyor iddiasında bulunulsa da ABD'de okuyan bir Doktor. Doktor  
Selim Zafer'in kardeşi Aysel'e aşık.    
Memduh Bey Aysel'in babası. Zengin bir partici.    
Taner Aysel'in erkek kardeşi.      
Nuriye Hanım Aysel'in annesi Mikrop Ahmet tarafından onun da aşüfte olduğu söyleniyor.
Şükran Lastik Osman'ın karısı Pazarda Lastiğe veresiye yapıp, sonunda evlendi.
Kuyumcu Kamil Aysel'e giden yolun geçtiği adres. Kuyumcu 24.12.2002
Cabbar   Lastik Osman'ın yakın arkadaşı.  
Bekir Öğretmen Aysellerin öğretmeni.     17.07.1998
Minik Zafer Selçuk'un büyük oğlu. Ölüp, Suna’yı Selçuk’a bırakan Zafer’in anısına bu isim verildi.
Şule Hemşire   Esmer bomba.    
Ali Enişte Selçuk'un eniştesi.      
Arı Seyfo Kahvecigillerden Mahallenin kurucusu. Mahalleyi çocuğu gibi sever, üstü açılmış bebelerden bile haberdardır. Üstlerini örter. Yazar  
Meraklı Sedat Kahvecigillerden Mükemmel Muzafferi hep merak eder. Yazar  
Çıtırcı Tuba Kahvecigillerden Devli halüsinasyonlar görür. Zeki Usta’nın en çıtır ekmeklerini o yer. Yazar  
Bonus Cüneyt Kahvecigillerden Karanlık güçlerle ilişkisi olduğu düşünülür. Her türlü işkence yöntemini bildiği iddia edilir. Yazar  
İkiz Tarkan Kahvecigillerden Köpek eğitimi konusunda uzmandır. Yazar  
Mikrop Ahmet Kahvecigillerden Zaten aşüfte olan Aysel ve annesi Nuriye onun yüzünden mahallenin diline daha da düşmüştür. Yazar  
Arap Beyhan Kahvecigillerden Selçuk’un rüyalarına hep Aysel’i itelese de, Selçuk Suna’sından vaz geçmez. Yazar  
Avukat Tamer Kahvecigillerden En güzel ‘Suna’ şiirleri onun elinden çıkmıştır. Yazar  
Böcük Zeynep Kahvecigillerden Aysel’i anlar ve korur. Aysel’in psikolojisini mahalleye izah etmeye çalışır. Yazar  
1071 Hüseyin Kahvecigillerden Selçuk’un sınıf arkadaşı, okul numarası 1071 1998 yılı depreminde bilincini yitirdiğinden kendini Dicle nehri kıyısında zanneder. Yazar  
Erişteci Enişte Kahvecigillerden Mahalledeki tüm baldızlarının desteği ile yaşlılar evinin temelini elcağızıyla atmıştır. Yazar  
Mahallenin Mıhtarı Cem Mahalleden Ondan iyi kayıt tutsam da bu haneyi doldurmak sıkar. Muhtar  
Kitap Kurdu İde Mahallenin sevgili çalışkanı Okur, okur, okur. Hikaye Kurdu  

Suna da, ben de gülmekten yerlere yattık. Kimler gelip, kimler geçmişti. Bizim Tenekeci Mustafa da ne Tenekeciymiş ama, kaçırmadığı tek bir an kalmamış. Ulan Tenekeci, hiç işin gücün yok muydu?, Hiç mi yorulmadın bunları sıralarken. Rahmetlinin ruhu şad olsun. Ne güldük, ne güldük.

'Vay be Tenekeci, vay be Tenekeci, sen çok alemmişsin' diye ben hala gülerken Suna'nın durgunlaştığını fark ettim. 'Sahiden rüyalarında gördün mü Aysel'i, Selçuk? ' diye mırıldandı.

'Aysel'in günlüğü... Aysel'in günlüğü... Müşerref Hanım... Aysel'in günlüğü...'

Yukarı

IŞIĞA YAKLAŞTIKÇA BÜYÜR GÖLGELER

BÖLÜM 13 - Yazan: Faik Karaege

Aysel, Aysel, Aysel. Aysel'in Günlüğü. Evet Aysel'in Günlüğünde neler olduğu bir gün mutlaka ortaya çıkacaktı. Devlet sırları bile bir müddet sonra karaya vurmuyor muydu? Bu kadar sene defterde neler olduğunun mahallede duyulmaması bile şaşırtıcıydı. Günlüğü elinde tutan uygun bir zaman bekliyor olabilirdi. Ya da Aysel'e duyulan değişik bir sevgi, bir saygımıydı neden? Neden ne olursa olsun muhakkak bunun da bir açıklaması vardı.

Geçen gün Rıdvan'ın Aysel ile evlenmesinde ki asıl neden bomba gibi düştü mahallenin sokaklarına. Söylentilere göre Rıdvan doktorluk diplomasını alırken bazı karanlık işlere bulaşmıştı. Bu işlerin aslında uyuşturucu kaçakçılığı olduğu söyleniyordu. Resmi bir polis açıklaması yoktu, kulaktan kulağa yayılan dedikodular böyle diyordu. Aysel de Rıdvan'ın kafasında iyi bir taşıyıcı olarak belirmişti. Güzel, alımlı bir kadın ve bir doktordan hiç kimsenin şüphelenmeyeceğini düşünmüştü. Aysel'i olduğu gibi kabul etmesindeki neden aslında sevgi değildi. Aysel ta baştan beri bunu biliyordu. Bu evliliği kabul etmesinde kendince bazı nedenler vardı. Bu mahalleden kurtulmak, maceracılık ve paralı bir hayat sürme isteği bu şekilde karşılanmış olacaktı.

Günün birinde bir yerlerde nasılsa bir şekilde sona erecekti bu hayat. Aysel'de yaşamaya ve yaşatmaya büyük önem veriyordu onun için. Yaşlılar evine yardıma devam ediyordu. Miktarını ise bayağı büyütmüştü. Bakım evinin yan tarafına da gelir getirmesi için ufak çapta bir dükkanlar kompleksi kurmuşlardı. Bakım evinin sırtı pek yere gelmezdi artık. Aysel de örnek bir kuruluş haline gelmesi için her türlü yardıma hazır olduğunu bildirmişti. Bu ne kadar daha böyle sürerdi bilinmez, ama gittiği yere kadar böyle gidecekti. Aysel ve Rıdvan belki birer kaçakçıydılar ama mahallelinin gözünde onlar birer iyilik meleği, birer kahraman ve dünyanın en iyi insanlarıydılar.

Evet Aysel'in rüyalarıma girdiğini yalanlamak kendime karşı saygısızlık olacaktı. Giriyordu, girmişti tabi ki. Onun gibi kadınlar her erkeğin hayallerini süslerdi. Suna ise sevgili karımdı sadece. Çocuklarımın annesi ve evinin kadını. Suna ile niçin evlenmiştim? Bunun tam bir açıklamasını hiçbir zaman yapamadım. Neden Aysel değil di? Ya da Şule hemşire? Neden Suna olmuştu? Eskiden neden 4 kadın alındığını şimdi daha iyi anlıyordum. Hayat ikilemlerle doluydu. Bir yaşadığımız, yaşamak zorunda kaldığımız hayat bir de hayallerimizde yaşadığımız hayat. Bunları ortak bir yerlerde çakıştıranlar bir miktar mutlu olabilen insanlar oluyordu herhalde. Hiç kimsenin de tam mutluluğu bulabildiğini zannetmiyordum. Sadece dışardan bakınca mutlu bir yuva gibi gözüküyordu bizimkisi. Keşke her şey dışardan göründüğü gibi olsaydı.

Ben ve yaşamımla ilgili her şey önceden kararlaştırılmıştı sanki. Suna ile evlenmeyi pastasını kaçırdığım günden beri düşünmüştüm. Ama asıl aşık olduğum kadın başkaydı. Herkes bir bedel ödüyordu hayalleri ve yaşadıkları arasında. Benim ödeyeceğim bedel ne olacaktı acaba? Kendi hayatımı yanlış formüle ettiğimi yavaş yavaş anlıyordum. Sevdiğin işi yaparak hayatını kazanmak ne kadar güzelse, insan istediği şeyi olduğu gibi söylemeyi de becerebilmeliydi yaşam boyunca. Kendi görüşlerinin kurbanı olmak, düşlerinin arkasından gidememek, onların zaman içinde parçalanmalarına şahit olmak. Zaman içinde bunların yerine, iç dünyamızı dengede tutmak için yenilerini koymaya çalışmak. Ve konulanların ne kadar yamru yumru durduğuna şahit olmak. Sonuçta yaşamımızın gerçekten yalnızca çok küçük bir kısmını yaşadığımızı görüyordum. Büyük kısmı ise gereksiz yere verilmiş bir mola gibi yaşanıyordu. Muhakkak ki bu da yaşamın bir parçasıydı, ama kesinlikle yaşamın kendisi değildi. Arkasından koştuğumuz zamana nasıl ve ne zaman yetişebilecektik? Zaman akıp gidiyordu ve bizim yaşamımız sonsuzluk içinde bir nokta bile değildi.

Peki, ya Suna neden benimle evlenmişti? İki dost gibi konuştuğumuz gecelerde bu olayı çözmeye çalışmıştık. Ama çözülecek gibi değildi tabi. Suna'nın bana ilgisi bir abi kardeş sevgisinden öte değildi aslında. Liseden sonra bir yerlere girememesi ve iş bulamaması sonucunda benim evlenme teklifime hayır diyememişti. Zafer yaşasa idi belki benim yerimde o olacaktı. Bir yerde hayatın kolay yolunu seçmiş, kendisine bakacak bir koca bulmuştu. Genç yaşta yapılan bu evliliğin üzerinden seneler geçtikçe, kolay yolun bu olmadığını anlamıştı. Hayatı daha hiç tanımadan çoluk çocuğa karışmıştı. Gençliğinde yapamadıklarını da orta yaşlara geldiği şu sıralarda yaşamak istiyordu. Özgürlüğü tam tadamamıştı. Gençliğinde anne baba baskısı, şimdi ise evli bir kadın olmasının verdiği sıkıntılar. Bir zamanlar kendini meşhur bir avukat gibi görüyordu. Koltuğunun altında dosyalar o dava senin bu dava benim koşturup duracaktı. Yoğun bir çalışmanın ardından da akşamları onun olacaktı. O zamanlarda da istediği gibi gezip eğlenecekti. Ama böyle şeyler ancak ya dizilerde ya filimler de oluyordu. Halbuki o ne yapmıştı? Herkes gibi evlenmiş, doğurmuş ve de artık bütün evliliklerde olduğu gibi geri sayıma geçmişti. Her akşam baş ağrısı, karın ağrısı v.s. icat etmekten sıkılmıştı. Ya günün birinde bu geri sayıma yeter artık diyecek, okyanusa açılan bir yelkenli gibi rüzgara kendini bırakacak ya da kocasıyla yaşlanıp ölümü bekleyeceklerdi. Ayrılmaya kalksa tek başına yaşayacak ekonomik gücü yoktu. Başka bir adamla beraber yaşamak ise yapılacak işlerden en anlamsızı olur diye düşünüyordu. Bir müddet sonra aynı sıkıntılar onunla da yaşanacaktı. Yelkenli işi biraz zor görünüyordu. Ya rüzgar yeterince esmezse, ya okyanus bir yerlerde biterse? Çocuklarına karşı bazı sorumlulukları vardı. Sonuçta kaderine razı olmaktan başka yolu yoktu. Başka bir çözümde hayatına kendi isteğiyle son vermek olabilirdi. Bu da çok bencilce olacaktı. Geride kalanları üzmeye hakkı yoktu. Yine de hayat neler gösterecekti acaba?

Mahallemizin ortasından geçen o güzelim yol bir yerde kaderlerimizi ikiye bölen bir kılıç gibiydi. Zaferi genç yaşında aramızdan almış, Sami'yi hapishaneye yollamış, Aysel'i Amerikanyalı yapmış, beni Suna ile evlendirmişti. Hayat hiç durmayan bir nehir gibi akışına devam ediyordu. Kış aylarında suyun artmasıyla önüne çıkan kayaların üzerinden büyük bir coşkuyla aşıyor, yazları suların azalmasıyla kayaların etrafından dolaşıp yolunu bulmaya çalışıyordu.

Mahallemiz de zaman içindeki değişime ayak uydurmaya çalışıyordu. Mahallemizin nüfusu her geçen gün gittikçe artıyordu. 2-3 katlı evler yerlerini blok apartmanlara bırakıyordu. Daha üç beş sene öncesine kadar herkes herkesi tanırken artık etrafta yabancı bir sürü insan dolaşmaya başlamıştı. Yine de eski ilişkiler, kahve sohbetleri devam ediyor, yaşlılar evinde ki toplantılar bir mutluluk ağacı gibi mahallenin ortasında büyüyordu.

Geçen hafta içinde kuyumcu Kamil de aramızdan ayrılmak zorunda kalmıştı. Polis açıklamasına göre "kimliği belirsiz kişiler" dükkanını soymak istemişlerdi. Kamil bunlara karşı koymaya çalışmış ve 5 yerinden bıçaklanarak öldürülmüştü. Polis seneler sonra bir kez daha mahallemizde boy gösteriyordu. Bu kişilerin mahallenin içinden mi, yoksa oradan geçen birilerimi olduğu sorgulanmıştı. Kimileri Aysel'in bir ara yanında görülen iri yarı kişiye benzeyen birinin oralarda dolaştığını söylemesi üzerine polis araştırmalarını o yönde geliştirmişti. O adam hakkında bilinen yalnızca iri yarı biri olduğuydu. Daha fazla bilgi Aysel'in günlüğünden bulunabilirdi belki. Ama günlüğü ortaya çıkarmaya da kimsenin niyeti yok gibiydi. Soruşturma birkaç gün sürdü ve suç aleti bile bulunmadan olay yavaş yavaş unutulmaya başlandı.

Kamil'i öldüren/öldürenler zaman içinde kaybolup gidecekler miydi? Devamlı bir yakalanma korkusu ile yaşamak? Onlar için hayat yakalanmadan önce ve yakalandıktan sonra diye ikiye ayrılmıştı bile. Zaman onlar için çözülmesi imkansız bir olay olarak sürüp gidecekti.

Kamil'in defninden sonra birkaç ay geçmişti. Mahallede yaşam yine sessizleşmişti. Bu gelecek bir fırtınanın habercisi gibiydi. Çok gecikmeden bu haberde geldi. Sami bayram affı, seçim affı, iyi hal ve davranış derken cezasını çekmiş oluyordu. Önümüzdeki birkaç gün içinde tahliye olması bekleniyordu. Mahalleye tekrar döner miydi? Jale ile beraberliği devam edecek miydi? Zafer'in kardeşi bunu duyunca ne yapacaktı? Bir sürü soru işaretiyle zaman akışına bu cephede de devam ediyordu.

İpekböcekleri kendilerini ipek lifleriyle ördükleri kozalarına hapsederler ve böylece ölüp giderlermiş. Bizim mahalle de yavaş yavaş ördüğü kozası içinde yok olup gidecek miydi?

Aydınlığa çıktıkça, gölgeler yok oluyorlardı.

Yukarı

KADININ RUHUNDAKİ GİZLERDİ BİR MAHALLEYE YANSIYANLAR

BÖLÜM 14 - Yazan: Filiz Güner Mercanköşk

Müşerref uyandığında yaşlılar evine giderken, yolunun üzerindeki Selçuk'lara da uğrayarak, bir kahve içmeyi planlamıştı. Bu kahve sohbetleri, üç günlük dünyanın tantanaları arasında pek keyifli oluyordu. Yüzünü yıkamak için banyoya yöneldi. Pencereden dolmakta olan güneş ışıkları, içinde tuhaf bir heyecan dalgası oluşturdu. Kusto Sami geldi aklına. Gülümsedi. En yakınlarından bile, nasıl da saklamayı becermişlerdi ilişkilerini. Aşk nelere kaadirdi. Aynaya baktı. Alnında ve gözlerinin altında beliren çizgiler ilk kez bu kadar gözüne batmış ve canını sıkmıştı. Yarım kalmış bir aşkın hayallerinde gezinirken, yıllar geçmiş ve yaşlandığının farkına varamamıştı. Şeftali rengi gömleği, mavi gözlerini daha da belirginleştirmiş ve ona çok yakışmıştı. Dışarı çıkmak üzere kapıyı açtığında yerde bir zarf gördü. Aysel'den gelen mektubu, bir çırpıda merakla açtı.

Sevgili Müşerref,

Bunca zaman seninle çok şey paylaştık. Yaşlılar evini bu günlere taşırken gösterdiğin yardımları ve azmi ne kadar takdir etsem azdır. Mahalledeki insanlar arasında hakkımda en çok bilgiye sahip olan sensin. Neredeyse en güvendiğim de. Bu kez seninle hallice dertleşmeyi, sırlarımı paylaşmayı istiyorum. Galiba yaşlandıkça ben de duygusallaşmaya başladım. Biliyor musun, hala çoklarının yüreğini hoplatacak kadar güzel ve çekiciyim. Yıllandıkça güzelleşen şaraplar gibiyim anlayacağın:))) Belki içten içe kızıyorsundur bana, kendimle bu kadar övündüğüm için. Aysel'i herkes, erkeklerin hayallerini rüyalarını süsleyen bir aşüfte olarak biliyor sadece. Bilmedikleri, düşünmedikleri yahut görmezden geldikleri bir şey var. Aysel'in bunların ötesinde aynı zamanda bir kadın olduğu. Böylesi bir kadın olmak sanıldığı kadar basit bir iş değil arkadaşım. Benim de acılarım, hayallerim oldu. Kaç erkek tenime dokunma arzusuyla tutuşan, şehvet dolu anlar hayal etmek yerine; komşu evlerden birinin önünden geçerken bir gül koparıp vermeyi, oturup sohbet etmeyi hayal etti benimle. İstemezdim öyle çiçekçilerden özenle hazırlanmış buketler göndersinler... Bir gün otobüste karşıma orta yaşlı bir bey oturdu. Elinde bir buket gül vardı. Adama gözüm iliştikçe değişik senaryolar kurguladım. Kimdi o şanslı kadın? Belki eşine bir kavga sonunda gönül alma niyetiyle götürüyordu elindekileri? Belki... Belki... Neler geldi aklıma bir bilsen.... Gülüyorsundur şimdi.. İlahi Aysel, bir çiçeği sorun etmeye ne gerek var, kaç kadın senin yerinde olmak isterdi biliyor musun diyerek?. Bir mektubunda varlığını bir yana bırak, hayalin bile kaç erkeği aşık, kaç kadını mutsuz kılıyor dediğini unutmuş değilim. Beni anlayabilir misin bilmem. Bir kez olsun gözlerime sevgiyle bakarak, sadece ve sadece bir çiçek vermek için kapımı çalanım olmadı. Güzel çiçekleri pahalı hediyeleri gönderenlerse, hep karşılığında bir şey isteyenlerdi. Bana çok aşık olan erkekler var ya hani, nelerden hoşlanabileceğimi düşünmek ve beni tanımak yerine, fevri kahramanlıklar gösterdiler. Kendilerine zarar vermekten öteye geçemedi çabaları. Bunu benim gönlümü kazanmak için değil, birlikte olabilmek adına, yani kendileri için yaptılar. Mesela çoğunuz bilmezsiniz ciddi bir kitap kurdu olduğumu ne yazık ki. İşte gerçekler acı ve çıplak bir şekilde yerlerde sürünüyor gördüğün üzere. Hazır kitap dedim, yeri gelmişken onu da söyleyeyim, bende kalmasın. Öğrencilik zamanlarımızdı. Selçuk, Sami, Zafer, Muzaffer ve ben okuldan çıkmıştık. Eh o zamanlar erkek gibi kızdım bilirsin. Sonra Selçuk'a karşı kalbimde inceden inceden sızılar başladı. Anlaşılmayan ve karşılık görmeyen duygularımla ilk aşk acılarını çektiğim o gün ani bir karar aldım. Bundan sonra her şey çok farklı olacaktı. O sıralar dedemin özel eşyalarıyla dolu kutusunu karıştırıyordum. Benden başka ilgilenen yoktu zaten evde bu eşyalarla. Gizli bilgilerin muhafaza edildiği bir bölüm gibiydi burası. Toz bağlamış dosyaları kurcalarken elime bir kitap geçti. O zaman ellerim böyle öjeli değildi, tek örgüyle toparladığım saçlarımla, yüzüm bu halinden ne kadar uzak, hayattan ne denli habersizdi... İlginçtir ki ilk sayfalarda okuduklarım, yaşadığım duygulara birebir uyuyordu. Romandaki esas kız, çektiği aşk acısıyla bundan sonra çok farklı bir insan olmaya karar verdi ve harekete geçti. Aklıma bir cinlik geldi ve ben de aynı şekilde davranmaya karar verdim. Kitabın müridi oldum gönüllüce.. Orada ne yazılıysa aynısını yapmaya koyuldum. Karşılaştığım gerçekler beni şaşırtmakla kalmayıp, bu yolda ilerleme konusunda tetikledi. Günden güne heyecanım artıyordu. Aysel'in hayatının hemen hemen tamamı aslında o kitabın kendisidir. Mahallede benimle ilgili olaylar ve sonuçları benim için bilindik ve tahmin edilebilir olmasına karşın, mahalleli için tamamen o zamanın, hayatın getirdiği sürprizler ve cilvelerden ibaretti. Elbette yanıldığım veya beklediğim sonucun tamamen gerçekleşmediği oluyordu, fakat gerçekleşenler yanında bunlar çok önemsiz kalıyordu. Zafer'in ölümüne neden olan olay, tasarladığım şekilde gelişti. Sonuçsa ummadığım ve beni de üzen bir şekilde acı oldu. İtiraf etmeliyim ki arzulanan, hayran olunan, elde edilemeyen kadın olmak çoğu zaman gurur ve güç verdi bana. Fakat hiç bir zaman, yerimde olmak isteyenlerin tasavvur ettiği ölçüde mutlu olmadım ben. Çoğu zaman yerimde olmak isteyenlerin, yerinde olmayı çok arzuladığımı hiç bilmeyecek kadınlar. Sevdiğim adamla evlenip, evimin kadını olmak nasıl olurdu acaba? İçimdeki şuh ve maceraperest ruh sıkılıp, fırlar mıydı olduğu yerden, bunların cevabını hiç bir zaman bilemeyeceğim?

Nasıl olur, tüm bunlar tasarlanmış bir oyun, bir kitabın taklidi miydı? Her şey bu kadar basit mi? Bunu nasıl yapabilir bir insan dediğini duyuyorum sanki. Hayat insana her şeyin mümkün olabileceğini gösteriyor yaşadıkça. İnsan zaman zaman çok basit, zaman zamansa bir o kadar karmaşık olabiliyor. Bazı şeyleri uzaktan duyumsamak ile, yaşayarak anlamak oldukça farklı olsa gerek. Eleştirme beni ne olur. Yerimde olmanı ister miydim beni anlaman için? İstemezdim herhalde. Uzaktan hoş gelen davulun sesi yanıltmasın seni. Eğer kitabı merak ettiysen ismini veremeyeceğim üzgünüm. Ancak şöyle bir şey yapabilirim eğer istersen. Kimseye bundan bahsetmeyeceğine söz verirsen, kitabı kendim vereceğim sana. Yakında Türkiye'ye gelmeyi planlıyoruz Rıdvan'la. O zaman görüşürüz ve kitabı teslim ederim elceğizlerimle:))) Ha ha haayy.. İşte böyle. Senin yerinde olsam kitabı kendi çocuklarımın bulamayacakları, okuyamayacakları bir yere saklardım. Tehlikeli ounlara sevkediyor, biliyorsun artık:)))) Belki Sami de çkmış olur döndüğümüzde. Kuyumcu Kamil'in başına gelenleri biliyorum. Rahmet dilemekten başka yapılabilecek bir şey yok. Yaşlılar evi yaptığım en iyi işlerden biri oldu sanırım. İlerde çok faydasını göreceğimize inanıyorum. Ve Selçuk... Ona gelince... Ondan istediğimi gerçekleştirdi sana yardım etmekle. Fakat o da gönlümdeki gibi sevmeyi beceremedi beni. Ona bir sürprizim olacak geldiğimde.

Sevgiyle ve mutlu kal, sevgili dostum,
Aysel

Müşerref okuduklarını hazmetmeye çalıştı. Aysel sandığı kadar umarsız ve de mutlu biri değildi demek. Hayat öyle gerektirmiş, o da gerekeni yapmıştı. Yaptıklarına kedisi de alıştıktan sonra, doğal bir davranış biçimi halini almıştı her şey. (Aysel'in kitabında, Kusto Sami'nin annesiyle birlikte olduğu gibi, Aysel'in kızını da yatağa atmayı hedefleyip üç kuşaklık tek çapkın olma hayali yazılı olsaydı, neler olurdu acaba? Mahallenin halini düşünmek bile ürkütüyor beni.) Bir kitapla olacak iş miydi bunlar? Bu Aysel ne acayip kadındı böyle. Yine bir şeyler tezgahlıyor anlaşılan.

Müşerref Selçuk'un evine geldiğinde onu güllerle uğraşırken buldu. Bir şarkı yankılanıyordu odada.

Bilir misin bu şehirde sana aşık biri var
Gözünde yaş ve kalbinde inceden bir sızı var,
Sana adanmış hayatı,
Umurunda olmasa da,
Bu şehirde sana aşık, sana tapan biri var.


-Yine çiçeklerinle meşgulsun bakıyorum.
-Evet Müşerref, zevk alıyor ve dinleniyorum bu işi yaparken.
-Ben de vakit ayırırsın, bir kahve içeriz diye heveslenmiştim.
-Ne demek, zevkle. Sunaaa!!! Hayatımmm!!! Falcı bacı geldi. O güzel ellerinden yapıver bi yandan çarklı da içip, maaşlarımıza zam var mı öğrenelim.
-Hep hayır diyordum son zamanlarda kahve teklifine. Bu kez içelim dedim, ancak uygun olabildim de. Biliyor musun Aysel yakında geliyormuş. Sana da bir sürprizi varmış.
-Ne, ne dedin? Aysel mi geliyormuş?

Adını duyar duymaz bir garip oldu, buruklaştı, heyecanlandı Selçuk. Hele bir de kendisine sürprizi olduğunu duyunca başlı başına tuhaf bir telaşa kapıldı. Yanında duran koltuğa, güçlükle bıraktı kendini.

-Demek sürprizi var, geliyor demek ha? Neymiş acaba? Aysel, Aysel geliyor demek.

O sırada Suna kahvelerle içeri girdi ve Selçuk'un Aysel'i sayıkladığını duydu.

-Aysel mi geliyor dedi, rahatsızlığını belli etmemeye çalışarak. Zaten hiç gitmemiştiki diye geçirdi içinden.

Yukarı

BİR KAN DAMLASI BOZAR KORKUSUZLUĞUMU..!

BÖLÜM 15 - Yazan: Akın Ceylan

Müşerref'in gelişiyle hareketlenen ev, Suna'nın yaptığı garip kaprislerden sonra iyice çekilmez oldu. Ve Suna akşamüzeri yapacağını yaptı. Sudan bir sebeple,anlamsız bir kavga çıkarıp, "ben artık bir dakika bile seninle aynı çatı altında kalamam", diyerek küçük bavulunu hızla toparladı. Aklım hala Aysel'de olmasına ve bir an önce yalnız kalmak istememe rağmen, yarım ağızla bile olsa, "Lütfen Suna, gereksiz yere tatsızlık çıkarmayalım. Sen gidersen bu evde yalnız başıma ne yaparım. Sen benim tek ve biricik karımsın, lütfen gitme", diyerek gönlünü almaya çalıştım. Nafile çabam sonuç vermedi. Düşüncelerim ve ben başbaşa, sakin bir gece geçirmekten başka bir şey düşünemez durumdaydım.

Bu gece diğer bütün gecelerden daha uzun gibi sanki. Suna anlamsız tartışmadan sonra annesine gidince evde yalnız kaldım. Bir şişe şarap açıp, cam kenarındaki ve sokağı en temiz görebildiğim koltuğa kuruldum. Gece sabaha kadar içip iyice sarhoş olmak niyetindeydim.

Genellikle böyle zamanlarda hatırlarım geçmişin detaylarını. Bu mahallenin kaldırım taşlarından herhangi bir tanesi gibi veya sokak lambalarından en çok arıza yapanı gibiyim. Ergenlik dönemindeki genç delikanlıların gece yarısı muhabbetleri sonrası, evlerine gitmeden önce ellerine geçirdikleri taşları rastgele fırlatıp, lambasını patlatmaya çalıştıkları bir sokak lambası gibi. Bu bölgede tanımadığım yok diyebilirim. Yakın tarihlerde mahalleye taşınanlar hariç, herkes tanıdık ve neredeyse akraba gibi. Ama bu genç yaşımda bu kadar yorgun olmak, pek anlayacağım cinsten bir şey değil. En çok koyan ise, bunca kalabalık içerisinde tek başına yaşarmış gibi çırpınıp durmak oluyor benim için.

Bedava yaşıyoruz, bedava;
Hava bedava, bulut bedava;


Babam ilk takım elbisemi kendi elleriyle dikip bana hediye ettiğinde, henüz oniki yaşındaydım. Neden bilmiyorum; ama hediyesini verirken bu şiiri okumayı da ihmal etmemişti. Ne zaman tek başıma içsem hep bu şiir gelir aklıma. Nasıldı devamı?

Dere tepe bedava;
Yağmur çamur bedava;
Otomobillerin dışı;
Sinemaların kapısı.


Yalnızlıklar sonuna kadar bedava. Aşık olup kavuşamamak bedava. Ne çok severdi Zafer. Aslında bu kadar içmesem Zafer'in de adını ağzına almazdım ama neyse. Ne derdi hep, "Eski dost düşman olmaz, sen benim hep dostum olarak kalacaksın unutma". Toprağı bol olsun.

Camekanlar bedava;
Peynir ekmek değil ama
Acı su bedava;
Kelle fiyatına hürriyet,
Esirlik bedava;
Bedava yaşıyoruz, bedava.


Öffff sıkıldım artık. Aysel'in günlüğü, Aysel'in günlüğü... Sakız gibi herkesin ağzında. Kimdeyse çıkarsın artık ortaya. Dedikodular almış başını gidiyor; ama günlükte neler yazdığını bilen biri hala yok. Nerde benim öteki şişem, hah buradaymış. Allah kahretsin pakette sadece iki tek sigara kalmış. Bu saatte sadece alt sokağın başındaki bakkal Süleyman abi açıktır herhalde.

Çocukluğumuzda ne dalga geçerdik Süleyman abiyle. En sinir olduğu şey üst katında oturanların, sepetlerini sallandırdıklarında yaptıkları şey olurdu. Sepeti tam tepesinden aşağı sallandıran kişi, "Süleyman efendiii" diye bağırmak yerine, sepetin ipini hızla boşaltıp, dükkanın önündeki tenekeden yapılma tenteye hızla çarptırırdı. Süleyman abi sinirli bir şekilde dışarı çıkıp bağırmaya yeltenir; ama daha ilk kelimeler ağzından çıkmadan, sepeti sallandıran kişi siparişini umursamaz bir tavırla söylemiş olurdu. Ne yapsın ekmek parası deyip sineye çekerdi Süleyman abi. Şimdilerde pek kimseye kızamaz olmuştu. İlk önce oğlu baba mesleğini iş olarak görmeyip, para kazanmak amacıyla Almanya yollarında izini kaybettirmişti bile. Beş sene önce de eşini kaybedince bu hayatta pek amacı kalmamıştı. Neredeyse 24 saat açık duran bakkalında gündüz mahalleliyle, geceleri ise sarhoşlarla sohbet ederek yalnızlığını unutmaya çalışırdı.

Hadi bakalım iyice sarhoş olmadan iki paket daha sigara alayım da, sabaha kadar yalnız kalmanın tadını(!) çıkarayım diyerek sokağa attım kendimi. Sokak kapısını açtığımda yüzüme çarpan soğuk havanın etkisiyle biraz olsun kendime gelmiştim. İlk gözüme çarpan evin karşısındaki karaltı oldu. Önce tedirgin olmama rağmen, soğukkanlılığımı korumaya çalışıp karaltıya yaklaştım. Bu, çuval gibi yere yığılmış karaltı Lastik Osman'dan başkası değildi. Sarhoş olduğunu düşünüp yerinden kaldırmaya çalışırken, yüzünün kan içerisinde olduğunu farkettim. "Osman sana ne oldu oğlum", dediğimi duymamış gibi, "valla billa ben hiç bir şey bilmiyorum" diye sayıklıyordu.

Osman, lan Osman, Nooldu oğlum sana..?

Yukarı

ÖLÜME ALIŞMAK!

BÖLÜM 16 - Yazan: Kamuran Bulgurcuoğlu

Aysel... Güzel Aysel... Alımlı Aysel... Mahallenin aşüftesi Aysel... Rüyaların masum kızı, kırmızı ışıklı hayallerin afet kadını Aysel... Gözlerinin feri gitmiş, ışığı sönmüş, boynu bükülmüş... Derin düşüncelere dalmış. Kendi denizinde boğulmamak için çırpınışlarda. Bir kelebek kadar kırılgan, korumasız, kısa ömürlü ve çaresiz...

İstanbul'da iniş yapmak üzere biraz önce havalanan uçaktaydı. Derhal uykuya dalmak ve kafasındaki gürültünün uğultusundan ve kalbindeki güvercin sürüsünden kurtulmak istiyordu. Arka arkaya birkaç kadeh şarap istedi hostesten. Mesafeler kısaldıkça, yolculuk uzuyordu. İrtifa arttıkça, o uçurumlara yuvarlanıyordu. Tam dalarken uykuya, sıçrayarak uyanıyordu. Her sefer aynı kareler... Şırıngalar, röntgenler, beyaz önlükler, mamografi görüntüleri, röntgen filmleri, test sonuçlarını gösteren rakamlar...

Ne umutlarla gelmişti Amerika'ya Rıdvan ile. Şimdi yalnızdı, ölümcül hastaydı. Coşkun umutlarla beslediği gönlünde artık sadece baba ocağına gidebilecek kadar vakti olmasını dilemek yatıyordu. Gidecek ve yıllar önce vedalaşmadan ayrıldığı sevdiklerinin gözlerine derin derin bakacaktı, belki bazılarına sıkı sıkı sarılacaktı. Defterini yeniden eline alacak, sararmış yaprakları arasında kurumuş kalmış dostlarının yarım kalan hikayelerine bir son hazırlayacaktı. Son sayfaları kendi eliyle doldurmalıydı, bunu yapmalıydı.

Kendi yatağını bulmuş bilge dereler gibi, aktıkça derinleşen nehirler gibi yerleştiğinde çizgiler güzel yüzüne... O zaman gidecekti baba ocağına. Öyle düşlüyordu... Vakit henüz bu kadar erkenken, o geç kalmaktan korkuyordu, ama ne fayda işte. Oysa ki, yaşadıklarının derin izlerini harita gibi işledikten sonra yüzüne, iyice şişmanlayıp beyaz saclı, ensesinde topuzu tonton bir teyze olduktan sonra dönecekti mahalleye. Demek buraya kadarmış diye düşündu...

Yaşlılar evine dönüştürdüğü baba yadigarı evine döndükten sonra, yaprak dökümünden arta kalan eski ama hiç eskimemiş dostlarıyla alışacaktı ölüme. Oyle hayal etmişti. Ölüme, onunla yarenlik ede ede alışacaktı. O kadar yaşlanacaktı ki, bilge bir yaşlının ölüme duyacağı vuslat duygusuyla uyuyacaktı ölüme, bir kış sabahı. En son görmek istediği, eskiden evinden dışarı baktığında penceresinden içeri ona arkadaşlık eden koca çınar ağacının, çıplak ve kuru dallarına tünemiş kar tanecikleri olacaktı. Kardeşlik duygusuyla kol kola yağmış ve o dalda buluşmuş ve derin muhabbetlere dalmış kar tanecikleri...

Daha birkaç ay önce sevgisiz yaşamına bir pınarı katmak için, anne olmaya karar vermişti. O da tomurcuk verecekti artık. Geç kalmış bir sevinçti bu ya... Onun kapkara odalardan aydınlığa açılan penceresi olacaktı bu bebek. İlk tarama testlerinden aldığı sonuca, HIV testinin pozitif çıkmış olmasına kahrolurken, bir de metastaza başlamış sinsi bir hastalığının daha olduğu öğrenmek, göğüs kanserine yakalanmış olmak, onu hepten sarsmıştı. Rıdvan ? Rıdvan ? Hatırlamak bile istemiyordu, onun haberi duyduğundaki tepkisini. Ridvan'i haberdar etmeden, hemen ilk İstanbul uçağına rezervasyon yaptırmisti.

Kaptan pilot Atlantiği geçtiklerini anons etti. Hostesler ısıtılmış, kolonyalı havlu dağıtıyorlardı. Bu koku, içinde çırpınıp duran güvercinlerin yuregindeki dallara tünemelerini sağladı. Çocukluğunun bayram günlerinden dimağına kazınmışti bu kolonya kokusu... Onu garip bir huzura götürdü. Hemen çantasını açtı. Bir kenarda bir iki bonbon olacaktı. Kolonya ve seker, muhteşem ikili. Dantel örtülerin örttüğü cevizden sehpanın üzerinde kristal bir kül tablası. İçinde, taze acilmiş Samsun paketinden çıkarılan ilk sigarayı yakmış yarım yanık kibrit çöpü. İnce belli altın bilezikli çay bardaklarda tavşan kanı çaylar. Melamin tabaklarda kaymaklı ev baklavası. Kahverengi kadifeden perdelerin çevrelediği pencereden içeri sızarak, Hereke halinin üzerine düşen ışıkta kıvrılıp bükülen sigara dumanları. Güven veren tanıdık insan sesleri. Ne güzeldi o evin kokusu, sıcağı ve ışığı.

Evlenip Amerika'ya giderken, annesinin el emeği göz nuruyla dolup taşırdığı çeyiz sandığını Suna'ya hediye etmişti. İyi kızdı Suna. Selçuk'un, o kanava işlemeli çarşaflara kendisinin yerine bir baskasiyla sarılmasina, ancak o kisi Suna olursa dayanarabilirdi. Suna o beyaz danteller gibi tertemizdi... Selçuk... Selçuk...

Derin bir uykuya daldı bunları düşünürken. Bu sefer düşlerinde hastane odası, laboratuar kokusu ve beyaz önlükler yoktu. Selçuk ona bakıyordu, her yerde buram buram İstanbul kokusu...

Yukarı

KAHROLASI GÜNLÜK

BÖLÜM 17 - Yazan: Ayla Ayyıldız Potur

-Gel şöyle içeriye. Osman sana ne oldu oğlum? Bu suratının hali ne böyle? Uzan şuraya...

Osman'ın yüzü kanlar içindeydi. Ve sürekli 'Ben bir şey bilmiyorum' diye sayıklıyordu. Selçuk onun yaralarını pansuman etti. Uzun bir süre yarı baygın bir şekilde uyudu. Bir süre sonra kendine geldi.

-Ne oldu Osman?

-Aysel gelmiş Abi.

-Aysel mi gelmiş? İnanmıyorum... Ya Rıdvan?

-Yokmuş Abi. Rıdvan yokmuş yanında. Aysel çekip gelmiş, bir daha da Amerika'ya dönmeyeceğini söylüyorlar. Hastalanmış, çok hastaymış. Bugün onu yaşlılar evine yerleştirmişler. Kimseyle konuşmuyormuş, sadece gülümsüyormuş.

Aysel... Demek Aysel geldi. Yıllar sonra... Suna ile aramız böyle bozukken, kendimi bu kadar yalnız hissederken... Öyle bir zamanda geldi ki. Yanlış zaman Aysel, yanlış zaman...

-Peki sana ne oldu böyle. Kim bu hale soktu seni?

-Anlatamam Abi, anlatamam.

-Oğlum anlatsana neler oldu sana?

-Çok kötü Abi, çok kötü. Kusto Sami hapishaneden çıkmış. Müşerref ile ilişkileri hala devam ediyormuş. Müşerref onun tuttuğu eve sık sık gidiyormuş. Bunu duyduğumda Müşerref'i sıkıştırdım. Sami ile görüşmek istediğimi söyledim. Biliyorsun Aysel'in günlüğü onlarda. Abi, lütfen bana söz ver. Kimselere anlatmayacağına yemin et. Şu Aysel'in günlüğünü almam lazım Abi, almam lazım. Kusto Sami şimdi hepimizi sıkıştırmaya başlayacak, belki de şantaj edecek. Özellikle de beni.

-Seni de mi? Sen de mi?

-Gençtim Abi. Tabii ki beni de... İşte, bunları düşünerek Sami'yle görüşmeye gittim. Korkmadım değil. Önce ona tane tane anlattım. 'Gel birlikte yakalım şu günlüğü, hala akıllanmadın mı, uğruna bir kişinin öldüğü, boşuna hapislerde çürüdüğün yetmedi mi?' dedim. Çok sinirlendi, çok... Dövmeye başladı, beni bu hale o getirdi. Bir an beni de öldürecek sandım. Çok korktum Abi, çok...

-Ahhh! Demek o yaptı. Baş belası... Kara bela... Hala akıllanmamış değil mi? Müşerref'in ona uyduğuna inanmak istemesem de , o da yanında işte. Peki sana neler söyledi? İyi düşün, lütfen hatırla, neler anlattı?

-'Göreceksiniz siz!' diyor. 'Göstereceğim size!' diyor. Sizler hakkında bir sürü şey sordu. Hiçbir şey bilmediğimi söyledim defalarca. Çok zor günler bizi bekliyor Abi. Çok zor... Mahalle huzur içindeyken böyle bir belanın içimize yeniden düşmesi, öyle korkunç ki. Bugün gördüm ki, onun gözü dönmüş, yapmayacağı hiçbir şey yok. Umutsuz insanlar tehlikelidir Abi. Müşerref bile onun umudu olmaya yetmiyor.

-Sakin olmalıyız, çok sakin... Birkaç gün düşünmeme müsaade et. Sonra oturup, konuşalım. Kimleri de yanımıza alırız, bu beladan nasıl kurtuluruz, bir bakalım. Günlük sahibine geri dönebilmeli, yani Aysel'e. Düşünmeliyiz Osman... Düşünmeliyiz...

Suna eve gelmeden, Osman'ı gönderdi Selçuk.

Aysel'in gelişi... Aysel gelmişti. Onunla ne zaman ve nerede karşılaşacaklardı. Gözlerine bir daha bakabilmek mümkün olacaktı işte. Aysel... Aysel...

Yukarı

Gidiş - Dönüş

BÖLÜM 18 - Yazan: Belgin Ayhan

Suna'nın gidişiyle keskinleşen acı çınlıyordu beynimde; "Aysel gelecek, Aysel geliyor, Aysel geldi, Aysel geldi..."

Geldi. Burada. Şimdi yürüsem birazdan yanındayım. Beklesem kapının önünden geçecek sabaha. Pencereyi aralasam kokusu yayılacak eve, içimi sızlatacak, beyin hücrelerimi arşınlayacak eski zamanlar, nefes aldıkça Aysel'le dolacak her yerim, ciğerlerim, kadehim, odam...
Benim odam, Suna'nın odası...
Suna...
Gitti...

Aysel'in gidişi Suna'nın gelişiydi, Suna'nın gidişi Aysel'in gelişi, her dönen bir hasreti getiriyordu beraberinde, kendi özlemini alıyor, bir başkasını bırakıyordu ellerime.
Yıllar önce gitmekle ne iyi yapmıştı Aysel, yıllar sonra dönmesi ne kadar güzeldi.
Ne çok yakışmıştı beyaz gelinlik Suna'ya, ne tatlı kızdı o çocukluğundan beri.
Kimdi Suna? Karım.
Ya Aysel? Ne derler diye kimselere anlatamadığım, çocukken beraber top oynadığım, büyüyünce rüyalarda gördüğüm beyaz giysilerle, sonra çekip giden, şimdi geri dönen, beni paramparça eden, tüketen, sevdalım, aşkım.
Mahallenin aşüftesi falan değildi o. Biz öyle koymuştuk adını. Güzel olması, saçlarının içimizi yakması, kirpiklerinin kıvrımları, endamı, duruşu, dudaklarının kırmızı kırmızı olması onun suçu değildi. Kimseyi koynuna almadığından bu çirkin sıfatı yakıştırmıştık belki ona, hiçbirimiz ona ulaşamadığımızdan. Artık söylemem gerekiyordu bazı şeyleri kendime. Suna yalnızca Aysel'in hayaliydi aklımda.Gözlerimi kapatarak öperdim onu, Aysel'i hayal ederek. Sunayı seviyordum, Aysel'e aşıktım.

Ne büyük hatalardı yaptıklarım. Keşke hiç seni seviyorum demeseydim Suna'ya. Keşke bir kez olsun deneseydim Aysel'e içimde olup bitenleri söylemeyi. Belki, belki o da...
Hayır, sevseydi gitmezdi...

Birden yıllar önce penceremden gelen bir mektubu hatırladım, Aysel'di yazan, sonunu okuyamamıştım, ve bir daha da cesaret edememiştim yeniden bakmaya. Kağıdı buldum defterlerimin birinin arasından. Ellerim titriyordu. Tekrar okudum.
"Mükemmeli bilmem ama tekerine taş gelmeyen bir sen vardın içimizde ve yine sen olacaksın. Belki içimizde bir tek senin mutlu bir yuvan olacak. İşte bu yüzden sana yazıyorum. Ve senden ilk ve son kez bir şey istiyorum.

Günlüğümde yazanların hepsi doğrudur, ama onlar yalnız benim rüyalarımdan ibarettir. Seninle gittiğimiz tüm parklar, arşınladığımız köşe başları, yatağın başına oturup saçlarını okşamam sen uyurken, öpüşmelerimiz, tenimin teninde eriyişi, gözlerimin sönüşü gözlerinde ve seninle yaşadığım o kara sevda, hepsi gerçekti düşlerimde.
Mahallenin ben yaştaki tüm erkekleri düş kurdular üstüme. Avuçlarının içine alıp hayalimi istediklerini yaptılar. Ama sen...
Sevseydin gelirdin biliyorum, kim ne der diye korkmaz gelip beni sevdiğini söylerdin. Ama sen, hiç kimsenin rüyalarında milyon kere sevişmediği birisine layıksın belki. Elimde olsa, başka türlü gelirdim dünyaya, senin olabilmek için, seninle olabilmek için...

Ve senden son bir şey istiyorum.
Bir kez olsun elimi tut ne olur. Bir kez olsun diğer erkekler gibi bak yüzüme. Belki de,

gitme dersin..."

İnanamıyordum. Tüm bu olanların tek suçlusu bendim öyleyse, susuşumla, sessizliğimle yapmıştım her şeyi. Demek günlüğün içine yalnız beni sevdiğini yazdığından hala ortaya çıkmamıştı o kağıt yığını. Demek ben değiştirebilirdim artık her şeyi.

Şimdi gitmeliydim Aysel'e, şimdi söylemeliydim onu sevdiğimi. Yıktığım her şeyi yeniden yapmalıydım.

Ya Suna?
Hala Aysel'e aşıkken onunla aynı evde yaşamam daha büyük bir acı olmaz mıydı ona!

Sabah erkenden kalkıp pastanenin yolunu tuttum. Büyükçe bir çikolatalı pasta alıp Suna'ya gittim. Kapıyı kendisi açtı. Gülümseyişini saklamaya çalışırken içeri aldı beni. Yüreğim sızlıyordu. Masanın başına oturduk. "Hatırlıyor musun Suna" dedim, " bir keresinde doğum günü pastanı kaçırmıştım da bir daha konuşmamıştın benimle, büyüyene kadar." Bu kez koydu yüzüne en derin gülüşünü. "Unutur muyum!" dedi. Paketi açıp pastayı çıkardım. Daha da ışıklandı gözleri. Onu öyle gördükçe zorlaşıyordu her şey. Sol elini, iki elimin arasına aldım. "Seni çok sevdim Suna, Suna'm. Bugüne kadar yaptığım her şey için özür diliyorum. Seni bir daha asla üzmeyeceğim." dedim. Ellerimin arasındaki eline bir öpücük kondurdum, ellerimi çekerken ellerimin arasındaki elinden parmağından nişan yüzüğünü çıkarıp aldım. "Seni çok sevdim Suna ama, gitmeliyim." Kendi yüzüğümü de çıkarıp masanın üstüne bıraktım. Yanakları elma elma şiş, şaşkın, hevesi kursağında, ağladı ağlayacak öylece kalakaldı, yıllar önce de yaşatmıştım ona böyle bir acı. "Aysel'e mi?" dedi. Başımı salladım. Konuşamıyordum. Ağladığını duydum sonra. Gözyaşları gözlerinin altındaki çizgi kılıklı oluklardan yüreğine akıyordu. Bir ırmak oluyor, kayalara çarpıyor, elma yanaklarında çağlayana dönüşüyordu. Bakamadım. Yıllar sonra bu anı hatırladığımda kulaklarımı yalanlayabilecektim belki. Ama görürsem, gözlerimle birlik olup beni suçlu çıkaracaktı duyduklarım. Yapamadım, bir daha yüzüne bakamadım.
Suna'm, nazlı ceylanım, tatlı kızım... Gelmeyeceğim artık doğum gününe, öyle istemiştin ya hani!

Aysel'e gidiyordum. Aysel beni seviyordu. Aysel dönmüştü. Rıdvan'ın çocuğunu taşıyordu, ve onun karısıydı üstelik. Beni seviyordu. Çocukluğundan beri. Aysel hastaydı, ağır hasta. Rıdvan'ın karısı Aysel beni severek hastaydı, hamileydi bir de üstüne..
Rıdvan, karısı, Selçuk, Aysel, ben, Aysel'in kocası, Aysel'in çocukluk aşkı, Aysel'in çocukluğu, Aysel'in çocuğu, Rıdvan'ın çocuğu, ikisinin çocukları...
Rıdvan'ın karısı Aysel beni severek hastaydı, hamileydi bir de üstüne...

Dokuz ay, on gün. Yeterdi bir çocuğun doğmasına. Peki ya Aysel'in ölmesine?

Aysel'e gidiyordum, Aysel beni seviyordu, ben Aysel'i seviyordum...

Aysel'e gidiyordum, Aysel'e dönüyordum...

Yukarı

HİÇ YARA ALMADAN, GEÇEMEZSİN AYNADAN

BÖLÜM 19 - Yazan: Hakan Güler

Suna'ya kafamdan geçenleri bir solukta anlatıp, Aysel'e gideceğimi söyledikten sonra O'nun bana tek bir kelime bile cevap vermesini beklemeden koşar adımlarla sokak kapısına doğru yönelip, kendimi sokağa attım. Umarsızca Yürüyordum.
Beni artık; hiçkimse, hiçbir düşünce.... etkilememeliydi. Belki bu bir kaçıştı..
Ne belkisi... Bal gibi kaçıştı.
Tüm yaşadıklarım bir film şeridi gibi gözümün önünden geçiyordu.
Kalbimde; Aysel, beynimde ise; Suna.
Aslında kendi içimde bile çelişki halindeydim. Ayaklarımın götürdüğü yere kalbim eşlik ederken, mantığım tüm bu zaaflarıma inanılmaz bir biçimde karşı koyuyordu.
Neler oluyordu bana? vicdan azabı dedikleri bu muydu acaba?
Nasıl bir gündü bu böyle Yarabbim ? Neydi bu yaşadıklarım?
Nasılda yara alıyordum sürekli...
İçinden mütemadiyen geçtiğim bu ayna, beni paramparça etmişti. Eee ne de olsa boşuna söylememişler; "Hiç yara almadan, geçemezsin aynadan" diye.
İçimdeki fırtına, dışarıda da bana eşlik ediyor, dışarıdaki kasvetli yağmur havası, yüreğimi daha da esmerleştiriyordu.
Öyle bir ruh haliydi ki bu; Ne ben kalbimi taşıyabiliyordum. Ne de yorgun bedenim beni...
Herşey birbirine girmişti adeta...
Kafamdaki bütün bu denklemlere, bir çözüm bulamadan ne kadar yürüdüm hatırlamıyordum ki, çalan cep telefonum beni kendime getirdi.
Arayan Müşerref Hanım'dı;
-Sana verecek emanetim var.Yarım saat sonra bizim sokağın bitimindeki kurumuş çeşmenin önünde buluşalım.
Bekliyorum seni mutlaka...
Sersemlemiştim bu beklenmedik telefon çağrısında. Şaşırdım;
-Emanet mi ...? Ne emaneti Müşerref hanım?
Kalbimde ki çarpıntı adeta konuşmamı engelliyordu.
Müşerref Hanımın sert ses tonuyla bir kez daha irkildim.
-Ne emaneti olacak koca aptal... günlük... Aysel'in günlüğü. deyip benim daha fazla konuşmama fırsat bile vermeden telefonu suratıma kapattı.
Bir soru halkası daha aydınlığa kavuşacaktı sonunda. Büyük emanet, Aysel'in Günlüğü yani,
Şu sır dolu olduğu söylenen, adeta bir şehir efsanesi haline dönüşmüş olan "meşhur yazıtlar" birazdan benim elimde olacaktı.
Kafam daha da bir karıştı... Adımlarımı daha hızlı bir şekilde atarak bir an önce büyük buluşmaya doğru yol aldım. Çeşmenin önüne geldiğimde yarım saatlik periyodun dolmasına daha beş dakika vardı.
"Nasılda erken gelmiştim buraya ben, başka zaman olsa, bu sapa yolu değil yürüyerek, arabayla bile gelmeyi gözüm kesmezdi" diye içimden geçirirken, Müşerref hanımın silueti uzaktan belirdi.
O yaklaştıkça yüzündeki donuk ama sert ifade daha da belirgin hale gelmişti.
Elindeki gazete kağıdına sarılı paketi sımsıkı tutmuş vaziyette yanıma geldi. Elleri titriyordu Göz göze geldik. Ağlamıştı. Soru bile sormama fırsat vermeden gazete kağıdına sarılı olan paketi elime tutuşturdu.
Yine ağlıyordu. Dudakları titreyerek;
-Artık zamanı geldi, vakit bu vakittir.'diyerek hızlıca yanımdan uzaklaştı.
Kalakaldım mı ben elimde bu paketle tek başıma
Elimdeki paketi alelacele hiç kimse görmesin diye, montumun içine atıp, fermuarı son hızla gırtlağıma kadar iyice çekip, kendimce koruma altına alarak, koşmaya başladım. Bir an önce eski okulun yanındaki yıkık barakaya; hiç kimsenin beni bulamayacağı o küf kokulu gizli barınağa ulaşmaktı şu andaki tek amacım.
Günlüğü bir an önce okumanın vereceği heyecanı düşünerek, mahallenin arka sokaklarında, bu izbe yerlerde bilinçsizce koşuyordum...

Eski okul ve yıkık baraka görünmüştü. İçimdeki heyecan daha da bir arttı. Kendimi barakaya attım. İçeri süzüldüm.Ter içinde kalmıştım. Ayaklarım adeta iflas etmişti. Yere çömelerek oturdum. Önce derin bir nefes aldım. Sırtımı küflü duvara yaslayarak montumun fermuarını aşağıya doğru hızlı bir şekilde indirip, saklamış olduğum; gazete kağıdına sarılı olan paketi çıkardım. Dış kapağı eflatun renkli bir defter çıktı. Defterin çok eski olduğu besbelliydi. Cildin üzerindeki yazılar silinmişti.

İşte günlük elimdeydi artık. Aysel'in.... Aysel'imin günlüğü elimdeydi işte....
Okumaya hazırdım. Derin bir soluk alarak günlüğün ilk sayfasını çevirdim.
Okuduğum satırlar daha beni ilk anda şok ederken, gözüm yan taraftaki boş sayfaya yapıştırılmış olan fotoğrafa takıldı.
Okuduklarım ve gördüğüm fotoğraf karşısında adeta donup kalmıştım.

Meğerse....

Yukarı

Baharda çiçeğe durur bütün ağaçlar

BÖLÜM 20 - Yazan: Mehtap Akdeniz

Bir süre elimde eflatun defter, gözlerimi tavana dikip öylece dondum kaldım. Derin bir soluk alıp defteri yeniden açtım. Aysel'in kargacık burcagık yazısını okumakta güçlük çekiyordum. Fotoğrafa dikkatlice baktığımda, ilk gençliğimin deli meltemini tenimde hissettim. İki kır çiçeği kafa kafaya vermişler; biraz endişeli, biraz hevesli bir gülümseme ile minicik bir bebeği kucaklarında tutuyorlardı. Fotoğrafa dikkatlice baktığımda bu genç kızlardan bir kesinlikle Aysel'di. Fotoğraftaki giysisinden lise son yazından kalma bir resim olduğu anlaşılıyordu. Biri Aysel'di.. Peki ya diğeri kimdi ? Bebek kimindi ? Tekrar sakin sakin günlüğü okumaya kararlıydım. İlk sayfayı tekrar okudum.

''Hoşgeldin Bahar. Sana Bahar dersem bana kızmazsın değil mi kara kız ? Daha adın bile yok. Müşerref Jale olsun diyor, ben ise Bahar. Nasılsa sana yaraşır bir isim bulacaklar, dahası bize fikrimizi sormadan sana bir ad koyacaklar. Ne büyük haksızlık. Sana baktıkça bir yanım yanıyor, bir yanım sönüyor. İçim polis lambası gibi bir ışığa, bir karanlığa suçlu gibi yanıp sönüyor.

Benim adım Aysel. Yeni geldim buralara. Daha doğrusu senin için geldim. Müşerref de benim en yakın sırdaşım. Aynı sokaklarda büyüdük onunla, sonra onlar bizim oraları terk etmek zorunda kaldılar, şimdi de ben. Ne bana sor niye burdayım diye ne de Müşerref'e. Ben yakında geri döneceğim. Belki sen de benimle gelirsin. Bizim oraları bilir misin ? Bizim oralarda öyküler sokaklara yağar. Sokakları gölgeler aydınlatır ve gölgelerde aranır umutlar. Ben bu sokaklara geri döneceğim. Genç kızlık hayallerimin vakitsiz açan bahar dallarına... Soğuk vurmuş beyaz erik çiçekleri gibi sokaklara yağıp kirlendiğim dar yollara...''


Geri kalanını okumaya cesaretim kalmamıştı. Elimde eflatun defteri kapatıp, viran barakada divane gibi kalakaldım. Kalbimin atışları durmak bilmiyordu. Kendimi suçlu gibi hissetmek bile vicdanımı rahatlatmıyordu. Niçin Aysel benim bunları bilmemi istemişti ki ? Yeni bir bebeği olacaktı ve belki de gelen ilk baharda beyaz bahar dakkarı tomucuğa durmadan onu kollarına alacaktı. Bu kez de ölüm ayırcaktı onu yeni baharından. Ellerim titiriyor, üşüyordum. Defterin ortalarına doğru rasgele bir sayfa daha açtım. Bana yazılmıştı.

'Affet beni Selçuk. Sevgilim, beni affedemeyeceğin kadar affet. Sen buralardan gideli ne benden, ne de mor menekşelerin açtığından haberin bile yok. Eflatun bir yorgan serili şu anda oturduğum barakanın önüne. Sana yazarken kendimi yine o küçük kız gibi hissediyorum. Herkes beni herca-i gönüllü bir hoppa belledi. Herca-i menekşelere baktıkça masallar yağıyor içimdeki boş sokaklara... Sana yazdığım masallar kaplıyor hayallerimin boş arsalarını. Sonra bir tanıdık el gelip, eteğimin altına hoyratça girip koparıyor beni benden. Bir gün lastik Osman diyorlar elin adına, bir gün Kuyumcu Kamil...'

Boğulacak gibi olduğumu hissettim ve defteri kaptığım gibi koşmaya başladım...

Aklımda bir tek soru vardı.. O bebek kimindi ? Kimdendi ? Kimdi ? Yoksa... Suna...

Yukarı

Aysel'e 10 Kala

BÖLÜM 21 - Yazan: Betül Ayhan

Boğulacak gibi olduğumu hissettim ve defteri kaptığım gibi koşmaya başladım.

Aklımda tek bir soru vardı. O bebek kimindi? Kimdendi? Kimdi? Yoksa... Suna...

Nefesim kesilip karnıma ağrılar girinceye dek koştum. Balıkçı barınaklarının hemen yanında bir yandan kendime yığıldığım yerden kalkmam gerektiğini telkin ederken bir yandan da hala aynı soruyu soruyordum. Yoksa Suna...

Ne kadar koşmuştum? O fotoğrafı görüp o soru aklıma geleli ne kadar olmuştu? Ölüyor muydum, kalbim onun için mi böyle atıyordu? Gözümün önünde uçuşan yıldızların altında bir Aysel'i bir Suna'yı öpmem nedendi? Yoksa Suna Aysel'in kızı mıydı...

Yağmuru engellemekten başka işe yaramayan kulübelerden birinde açtım gözümü.

- Emmi, adam uyandı.
Kafamı sesin geldiği tarafa çevirince beyaz muşambadan yağmurluğun içinde biz yaşlardaki bir adam ve 16-17 yaşlarındaki delikanlıyla kısa kısa bakıştık.
- Geçmiş olsun hemşerim.
- Sağol...
- Bir hastalığın neyin yok ya?

Adam bana beni sorunca birden ayrımsadım kendimi, Aysel'i, Suna'yı ve defteri.
- Bir defterim olacaktı benim?
- Haa, anlaşıldı senin hastalığın dedi bıyık altından gülerek. Bizim yaşımızda gönül işleri böyle yapar adamı. Aha burada defterin, kusura bakmayasın hemşerim, kimsin, necisin belki bir şey yazar diye şöyle bir baktım. Çocuğa elletmedim ama, için rahat olsun.

Konuşurken bir yandan defteri bana uzattı. Son cümleyle delikanlıya kaydı bakışlarım. Çocuk sayılmasına, defterin elletilmemesine bozulmuş, dik dik bir bana bir deftere bakıyordu.
- Osman! Bardak getir abine diye kükredi. Hemşerim sen de gel şöyle sobanın yanına otur, mart havası çarpar adamı dedi bir yandan Osman'ın uçarak getirdiği bardağa çay doldururken. Adın ne hemşerim?
- Selçuk.
- Ben de Osman.
Şaşkın gözlerle delikanlıya baktığımı fark edince kocaman bir kahkaha eşliğinde açıklama gereği duydu.
- O da Osman ben de Osman. Kardeşimin oğlu. Babam Alamanya'ya gidip bir Alaman karısıyla evlenince ben baktım sayılır babasına. Vefalıdır sağolsun, oğluna benim adımı koydu.
Dikkatle beni süzen Osman kendinden bahsedilince lafa karışma izni verilmiş gibi söz aldı.
- Sen nerdensin dayı?
Daha oturduğum yeri söylerken pişman oldum. Osman Reis günlüğü okuduysa her şeyi çözecekti. Aysel'in ününün 3 mahalle öteye gelmesi işten bile değildi. Hatta belki o da aşıktı Aysel'e... Ya Aysel hakkında kötü bir şey söylerse, ya ben bütün mahalleye olan hıncımı Osman Reis'ten çıkarırsam? Küçük Osman onu dinlemediğimi fark etmemişti bile, hala anlatıyordu.
- Anaa! Ben biliyom sizin oraları dayı. Benim teyze oğlunun asker arkadaşı var sizin mahallede, Selim abi. Bilirsin bekli sen de, abisini teröristler vurmuş. Askerdeyken bunların elebaşısını yakalatmış abisi, onlar da intikam için vurmuşlar. O ölünce sevdiğini başkasına vermişler, o gece benim teyze oğlunu da alıp sabaha kadar içmiş Selim Abi. Sen bilin mi Selim abigili?
Bir anda bütün vücudum buz kesti. Yalan değil, Zafer'in sevdiği kızı, Aysel'in kızını gelin almıştım. Halimi fark eden Osman Reis delikanlıya çıkıştı.
- Ben sana burnunu her boka sokma demedim mi lan! Çık dışarı tekneyi kontrol et, gece fırtına çıkacak.
- Emmi daha demin baktım ya...
- Bak hala konuşuyo! diye fırladı yerinden. Kalkıp koluna yapıştım.
- Elleme çocuğu, ben de müsaade isteyeceğim zaten.
Defteri alırken Osman'a dönüp "bilirim, aynı mahalleliyiz" dedim. Çay parasını vermek için elimi cebime atınca Osman Reis elime yapıştı.
- Ayıp ediyon hemşerim, kapımıza gelen Tanrı misafirine çay da mı ikram etmeyecez, helal olsun.
Ne ısrar edecek gücüm vardı, ne de ısrarın bir faydası olacaktı. Bir an önce eve gidip günlüğü okumak ve gırtlağıma yapışan sorulardan kurtulmak istiyordum.
- Tamam o zaman, daha geniş bir zamanda yine misafir olurum sana Osman Reis. Balık senden, rakı benden bir sofra kurarız şuraya.
- Ooo, ağzından bal damlıyor hemşerim.

----
Osman Reis ikisinde de yanılmamıştı. Hem bu yaşta gönül işlerinin insanı ne hale sokacağını hem de gece fırtına çıkacağını bilmişti. Peki ya Suna'yı bilseydi, Zafer'i, Aysel'i, Sami'yi bilseydi ne derdi acaba...

Ağlamaktan yorgun düşüp oturduğum yerde sızmışım. Fırtına çıkınca açık camdan yağmur dolmuş evin içine. Şimdi Suna olsaydı nasıl kızardı. Hangi Suna kızardı? Karım olan mı yoksa Aysel'in kızı olan mı... Ulan canına tükürdüğümün Selçuk'u, erkek adam ağlar mı lan! Yok yok kesin rakıdan sızdım ben. Hadi lan kimi kandırıyorsun, yerinde iki büyük devirip bana mısın demeyen sen iki kadehle mi sızacaksın. Bal gibi de ağlamaktan sızdın işte. Peki ne yapsaydım? Ağlanacak halime bakıp da defterin karşısına geçip göbek mi atsaydım? Oğlum Selçuk doldur bir kadeh daha...

Deftere bakıp içtikçe gecenin kör vaktine kadar okuduklarım film şeridi gibi geçiyor gözümün önünden. Sanki bahsedilen ben değilim, benim tanıdıklarım değil de yazlık sinemanın perdesine yansıyanlar sadece.

Esas kız esas oğlana sevdiğini söyleyemediği, ondan da yüz bulamadığı için Sami'yi kabul ediyor. Sami esas kızın Selçuk'a aşık olduğunu öğrenince deliye dönüyor. Önce dövüyor kızı sonra tecavüz ediyor. Kızın hamile olduğu anlaşılınca bir telaştır alıyor herkesi. Kızın annesi bebeğin çocuğu olmayan komşuya evlatlık verilmesine karar veriyor. Üvey anne öğretmen, doğuda bir köye tayin istiyor. Hemen çıkıyor tayini, o zamanlarda kimse doğuya gitmek istemiyor çünkü. Kızı da yanına alıp gidiyorlar köye. Köylülere kızın yeğeni olduğu, kocasının Almanya'ya çalışmaya gittiği, onun da halasının yanına geldiği söyleniyor. Kendi kocasının tayini de başka şehre çıkmış, eş durumunda tayin için 1 senenin dolması bekleniyor. Bu arada Sami okulu bırakıp gemide çalışmaya başlıyor. Mahalleliye üvey annenin hamile olduğu, hamilelikte İstanbul havası yaramaz diye köyüne gittiği, kızın hasta anneannesine bakmak için birkaç aylığına İzmir'e gittiği, Sami'nin de kaptanlık sınavını kazandığı ve uzun yol kaptanlığı için stajda olduğu söyleniyor. O zamandan sonra da Sami'nin adı Kusto Sami kalıyor. Biz de mahallecek saf saf inanıyoruz bu yalanlara. Hiç kimse esas oğlanın esas kıza aşık olduğunu bilmiyor...
Bir zaman sonra hepsi mahalleye dönüyor ve her şey unutuluyor. Yıllar sonra Aysel'in günlüğü ortaya çıkıyor. Sami günlük yüzünden Zafer'i öldürüyor...

Öyle utanıyorum ki kendimden... Kendimden, Aysel'den (Aysel, ben senin kızınla yattım ama onun saçını okşarken bile seni düşündüm), Suna'dan (Suna, ben kendimi bildim bileli annene aşığım), Zafer'den (Zafer, senin sevdiğin kızı ben aldım), Selim'den (Selim, abin benim yüzümden öldü aslanım) hatta Zafer'le adaş olduğu için oğlumdan bile utanıyorum. Kimin yüzüne bakabilirim ki artık? Oğluna doğru isim bile koyamayan bir zavallıyım ben. Oğlum Selçuk, değme yazarların uyduramayacağı senaryoyu yaşadın lan. Film yapsan Oscar, kitap yazsan Nobel Edebiyat Ödülü'nü alır. Alsın lan Selçuk neye yarar! Aysel ölecek... Hepsi senin suçun oğlum, hepsi senin suçun...

Bütün mahalle beynimin içinde dönüyor. Aysel ölüyor, Suna baba evi zannettiği eve gidiyor, Selim Zafer'in boktan bir günlük yüzünden ölmesini yediremiyor, herkese 'ağabeymi teröristler öldürdü' diyor, Kusto Sami Zafer'i öldürüyor. Aysel beni seviyor, ben Aysel'e öküz gibi aşığım, kimse bilmiyor. Kusto Aysel'i hamile bırakıyor... Ulan Kusto, bittin lan sen, öldüreceğim lan seni!! Önce seni sonra kendimi öldüreceğim! Rakı şişesi elimden kurtulup duvarda, Suna'nın yaptığı etamin tabloda patlıyor. Suna olsaydı yine kızardı... Suna, ben var ya bu Kusto'yu şu şişe gibi parçalayacağım...

Aysel... Aysel'i kaybederken bulmakmış kaderim. Aysel'e gitmem lazım...

- Alo! Aysel'i bağla bana.
- Zafer abi, sen misin?
- Benim, Aysel'i bağla.
- Abi saat sabahın beşi...
- Ulan orospu, saati mi sorduk sana, bağlasana Aysel'i!
Kızın sesi ağlamaklı oluyor.
- Abi Aysel Hanım yok, kontrole gitti hastanede kalacak bu gece. Öğlen 3 gibi falan gelir.
O gece son hatırladığım ağlayarak Aysel'i sayıkladığım. Aysel... Aysel'im... Aysel beni seviyor. Aysel ölecek. Ölme Aysel be, seviyorum seni ölme. Aysel'in gelmesine 10 saat daha var. Aysel'e 10 var, Aysel'ime 10 kaldı...

Yukarı

ÇIKMAZ SOKAK

BÖLÜM 22 - Yazan: Levent Şenyürek

Nefes nefese Aysel'e doğru koşuyordum. Rampa yukarı. Sanki Aysel oradaydı, yukarıda, hastane yukarıdaydı sanki. Kafam karmakarışık oldu yine. Öyle yalnız hissediyordum ki kendimi, hava öyle soğuk ki. Sonra kendimi Suna'nın evinin önünde buldum. Işıkları da açıktı. Bu saatte hala ayaktaydı demek ki! Belki de gözüne uyku girmiyordu garibimin. Ah Suna, ah. Ben neler yaptım! Ondan özür dilemek için içeri girmek geçti aklımdan, sonra vazgeçtim. Biraz soluklanıp düşündüm. Hastane, hastane neredeydi, nerede olabilirdi, neden sormadım sanki? Bir taksiye atlamaya karar vermiştim ki şakağıma soğuk bir şeyin yaslandığını hissettim. Birisi kafama bir silah dayamıştı. Aynı zamanda da sağ kolumu arkaya kıvırarak kıskıvrak yakalamıştı beni.

"Sakın ses çıkarma. Ses çıkarırsan ikimiz de ölürüz."
"Cabbar?"

Cabbar'dı bu. Bunca yıl ortalarda olmayan Cabbar. En son Zafer'in öldüğü gün görmüştüm onu. Sonra kayıplara karışmıştı. Kimse de arayıp sormamıştı zaten. Peki bunca zamandır neredeydi, ne yapmıştı? Ve şimdi, tam böyle bir günde kafama silahı neden dayamıştı?

"Allah kahretsin!" diye bağırdım sinirimden, "Yetti be, yetti artık! Sen de mi Cabbar! Bir sen kalmıştın! Sen de mi engel olacaksın Ayselim'e kavuşmama!"

"Sakin ol Selçuk abi! Bildiğin gibi değil. Hiçbir şey bildiğin gibi değil. Anlatacağım. Ama yürü şimdi, hızlı hızlı, yolun sonuna doğru yürü, hiçbirşey de belli etmemeye çalış, heryerde olabilirler, lütfen!"

"Ne saçmalıyorsun sen Cabbar! Ben Aysel'e gidiyorum. İstersen öldür beni!"

Elinden kurtulmaya çalıştım, ne mümkün, inanılmaz güçlüydü. Sanki mahalleden uzak olduğu yıllar boyunca vücut geliştirmeye adamıştı kendini. Tam bağırıp yardım isteyecektim ki nereden çıkarttığını bilmediğim bir bandı ağzıma yapıştırarak susturdu beni; sonra da yolun sonuna, sokağın ağaçlarla kesiştiği yamaca doğru iteklemeye başladı.

Süleyman Efendi'nin bakkal dükkanının yanından geçiyorduk ki birden durduk. Cabbar bir-iki kez sağa sola bakındıktan sonra apartmanın yanındaki bir kapıdan içeri soktu beni. Apartmanın kömürlüğüne girmiştik. Sonra kömürlerin arasında, zeminde duran metal bir kapağı açtı Cabbar ve beraberce aşağıdaki odaya indik.
Utancımdan işte yerin dibine geçiyorum diye düşündüm. Aşağıdaki oda çok dardı ve çok basit döşenmişti. Bir lamba, bir masa, bir de yatak vardı sadece.

"Otur Selçuk abi!" diye mırıldandı Cabbar sandalyeyi göstererek.
Hareketlerimden ona ateş püskürdüğümü belli ederek gösterdiği yere oturdum. Cabbar bu sırada masanın sağ üst çekmecelerini açmış bir şeyler arıyordu. Sonra ani bir hareketle arkasını dönerek üzerime atıldı. Direnmeye çalıştımsa da kısa sürede sandalyeye bağlayıverdi beni. Ben kuzu, kuzu sandalyeye otururken o çekmeceden ip bulmuştu herhalde. Sonra da karşıma geçti. Gözlerimle "Neden?" diye haykırıyordum. Cabbar sonunda ağzımdaki bandı açarak en azından konuşabilme, soru sorabilme hakkımı geri verdi bana. Bandı sökerken yüzüne patlayacak küfürlere, sorulara hazırlıklı olmaya çalışırcasına yüzünü buruşturmuştu.. Hiç acı duymadım. Zaten yeterince çok azap çekiyordum. Aysel. Ah, Aysel.

"Bırak beni orospu çocuğu!" diye bağırdım, "Bırak ulan Aysel'e gideceğim. Geri zekalı Cabbar! Manyak mısın sen oğlum!"

"O eski Cabbar yok artık abi. Çok şey değişti. Direniş beni çok değiştirdi."

"Oğlum bak, hiç sabrım yok, hiç yok, çıldırtma beni, ne diyorsun? Ne diyeceksen bir an önce de, ne bok yiyeceksen bir an önce ye de bırak beni! Kız ölüyor anlamıyor musun? Gitmem lazım! İşkenceci misin be!"
"Sakin ol abi! Aysel ölmüyor. Dur. Hiçbir şey söyleme. Sakin ol her şeyi başından anlatmaya çalışayım."

Sonra Cabbar sanki aklındakileri toparlamaya yardımcı olsun diye odanın içinde bir ileri, bir geri yürümeye başladı. Ben susmuştum. "Aysel ölmüyor!" cümlesi yankılanıyordu aklımda hala. Birdenbire ona kavuşmuş gibi hissetmiştim kendimi. Bu gerçek olabilir miydi? Bu gerçek olmalıydı!

"Nerden başlayacağımı bilmiyorum abi."
"Nerden başlarsan başla ulan, konuş yeter ki, ben anlarım."

Sonra cebinden bir sigara çıkarıp yaktı Cabbar. Bana da soracaktı içer miyim diye ama ellerimi bağlamış olduğunu hatırlamış olacak ki hemen cebine geri soktu paketi. Sonunda:
"Bazen," dedi, "içinden geçiriyorsun ya tüm bunları yaşayan ben değilim, sanki tüm bunlar yazlık sinema perdesinden yansıyan görüntüler diye. Sonra bazen yaşadıklarını tekrar tekrar yaşıyormuş gibi de hissediyorsun ya abi; Aysel ve Rıdvan'ın tekrar tekrar tokalaşması mesela; sonra gördüğün rüyalar; birilerinin ölüp ölüp dirilmesi."

Ağzım açık kalmıştı.
"Evet?" diye kekeledim. "Öyle, evet garip birşeyler döndüğünü hissettiğim olmuştur hep... de sen tüm bunları nereden biliyorsun Cabbar? Bunlar benim DÜŞÜNCELERİMdi!"
"Bunların hepsi yazılı abi. Oradan biliyorum."

Aklımdan geçenleri biliyordu Cabbar. Bir şekilde biliyordu. Bu reddedebileceğim bir şey değildi; ve bunun için gösterdiği gerekçe o kadar garip ti ki oturduğum yerde kitlenip kalmıştım. Artık kollarımdaki bağları çözebilirdi. Kıpırdayacak halim kalmamıştı zaten. O anlatmaya devam etti.

"Şimdi, bana inanmaya başladığına göre herşeyi baştan alayım. Bu dünya, bu sokak, hepsi düzmece, uydurma, tasarım yani. Bu sokak gerçekte yok. Biz bir deneyiz. Bir hikayenin parçasıyız. Mahallenin sırtını yasladığı şu tepede, Niyaziköy'ün de daha üstünde, ormanlarla çevrili Kırkyama Malikanesi diye bir yer var. Seni de götürdüler oraya. Ama sonra bir rüya gördüğünü düşündürterek olayı örtbas etmeye çalıştılar. Nedenini sonra anlatacağım. Hatırlıyor musun?"

Başımı evet anlamında sallamaya çalıştım.
"Orada herşey devler için yapılmış gibiydi değil mi? Onların karargahı orası. Tasarımcıların. Tanrı'lar da diyebilirsin onlara. Kırk kişiler. Orada yaşıyorlar ve bizi oradan yönetiyor, yönlendiriyorlar, deneylerini oradan yürütüyorlar. Bazen aramıza indikleri de oluyor tabi. Bunun için de insan biçiminde kılıflar kullanıyorlar. Aysel, Müşerref, Tenekeci ve Rıdvan Tanrılar ve Tanrıçalar'ın kullandığı bu kılıflar işte. Müşerref Aysel'in arkadaşı, Rıdvan ise Tenekeci'nin oğlu kılığında. Amaç dökümanlara çifte koruma sağlamak. Bu kılıklara bürünerek aramızda dolaşıyorlar ve not tutuyorlar. Sisteme her müdahale edişlerinde dejavu hissediyoruz. Yani yaşamış olduklarımızı daha evvelden de yaşamış olduğumuz izlenimine kapılırız. Aysel'in yaşlansa da ne kadar çekici olduğuna dikkat ettin mi hiç? Bizden değil o. Ya Tenekeci'ye ne demeli? Ölüm tarihlerini, her şeyi not tutmasının nedenini hiç merak etmedin mi? Öylece kabullendik sorgulamadan. Tenekeci niye not tutsun abi? Sonra bir tek iş bile alamıyordu son zamanlarda nasıl açık tutuyordu bu dükkanı, neyle geçiniyordu? Anlamışsındır. Böylece iki deney tutanağı oluşturuluyor. Biri Aysel'in günlüğü diğeri ise Tenekeci'nin notları. Bunlar çok önemli."

"Ama Aysel'in günlüğü bende! Neler saçmalıyorsun Cabbar!"

"Dur dinle, biraz sabredip dinlersen anlayacaksın. Fazla zamanımız yok. Tanrılar dışında düzeni sağlamaya yarayan ajanlar da var. Gardiyanlar. Genellikle it kılıklı tipler bunlar. Arada sırada ortaya çıkıyorlar, kriz durumlarında. Bazen Aysel'in yanında dolaşırlar, koruma amaçlı olarak. Bir karakteri yok etmek ya da doğru yola getirmek gibi pis işler için kullanılıyorlar. Deneyin amacı ne diye soracaksın şimdi. Çok eskilerden kalmış kitaplarda geçen huzurlu mahalle fikrini yeniden oluşturmaya çalışıyorlar. Bunun gerçekten mümkün olup olamayacağını test ediyorlar. Bin yıl öncesinden kalmış bir kitap var, böyle bir mahalleyi anlatan, onu kılavuz olarak kullanıyorlar. Bunu itiraf eden bir mektubu ele geçirdik. Bu üçüncü başarılı eylemimizdi Tanrılar'a karşı. O mektupta bizim yaşamlarımızla oynanarak her şeyin yazılı bir kitaba uydurulmaya çalışıldığı ispatlanıyordu. Bir şeyler deniyorlar, sonuçlarını bilmiyorlar, izliyorlar, sonuçlara göre yeni kararlar veriyorlar. Ellerinde oyuncak gibiyiz. Hatta yönetim sık sık el değiştiriyor Tanrılar arasında. Belki sadece basit bir eğlence için tüm bunlar. İkinci büyük eylemimizde Tenekeci'nin notlarının bir kısmını ele geçirdik; hatta sana sızdırmayı da başardık bu dökümanları. Orada mahallede olmayan isimler, Tanrılar'ın isimleri de listelenmişti. "Çıtırcı", "mikrop" gibi tuhaf lakaplar vardı. Bunun seni kuşkuya düşüreceğini ve gerçekleri anlamaya başlayacağını tahmin ediyorduk. Ama bir şekilde görmedin, fark edemedin o isimleri çünkü gözüne perde çekmişlerdi. Seni çok iyi koruyorlar. Senin onlar için özel bir önemin var. O yüzden sana yaklaşmak çok tehlikeliydi, böyle dolaylı yollar deniyorduk. Bazen kahvede falan toplanıp direniş planları yapıyorduk ama hep senden gizli tutmaya çalıştık. Hatırlarsın, bir ortama girdiğinde konuyu değiştirmeye çalıştığımızı falan."

"Evet, bir şeyler döndüğü belliydi ama ben onlar için neden önemli olayım?"

"Sanırım sen bunların birinci tekil şahsı gibi bir şeysin. Hikayenin sonuna kadar baki kalacağın belliydi. Seni sistemden çıkaramazlardı. O yüzden seni bütün güçleriyle koruyorlardı. Ama artık son yaklaşıyor."

"Son mu yaklaşıyor?"

"Evet hikayenin sonu yaklaşıyor. Aysel'in dönüşü falan hep bunu hazırlıyor. Yakında bu sokağı yok edecekler. Deney bitiyor. O yüzden bütün riskleri göze alıp seni kaçırdım. Senin desteğine de ihtiyacımız var. O zaman belki kaderimizi değiştirebiliriz. Tabi Zafer'in sistemden çıkarılması da sana ulaşmamızı kolaylaştırdı. Karşı çıkmazsak acılı bir yokoluş bekliyor bizleri. Trajik bir son. Bu çoktan oluşmaya başladı biliyorsun." Konuşurken bir yandan da bir tik gibi saatine bakıp duruyordu Cabbar. Acaba deli miydi? Acaba ona inanmakla aptallık mı ediyordum? Ama düşüncelerimi nasıl bilebilirdi ki? Sonra anlattıkları uçuk da olsa kendi içinde tutarlıydı. Mahallede yıllardır olup biten kafa karıştırıcı olaylara bir açıklama getiriyordu en azından.

"Peki ben ne yapabilirim ki?" diye sordum.

"Bilmiyorum. Yardımcı olabileceğini hissediyorum. Ben sana inanıyorum."

"Kafamı kurcalayan şeyler var Cabbar. Zafer'in ölümü neden bana ulaşmanızı kolaylaştırsın? Sonra onu neden sistemden çıkarsınlar ki?"

"Tamam, öyküyü tamamlayayım. Zafer senin özel bekçindi. Çocukluk arkadaşın, en iyi arkadaşın kılığında seni daha yakından kontrol edebilmelerini sağlıyordu. Onun gerçekten en iyi dostun olabileceğine inanmıyordun herhalde? Öyle olsaydı tüm bunları yapabilir miydin ona? Aranızda hep bir soğukluk yok muydu? Zorlamaydı sizin dostluğunuz, senaryonun bir parçası, gerçek değildi. Senaryoya göre Zafer'in Suna'ya aşık olup evlenmesi ve senin bunu kabullenmen gerekiyordu ama sende bir problem vardı. Sen rolünü kabul etmedin. Kaderine boyun eğmedin. Senin rolünü kabul edebilmen için ellerinden geleni yaptılar. Kafandaki bu sakat düşünceyi silmek için Tanrıçalardan biri Aysel kılığında sana kendini bile sundu hatta, biraz da eğlenmek için, böylece Suna'yı unutacağını sanıyorlardı. Sonuçta sen onu da reddettin ve çileden çıkarttın Tanrılar'ı. Tahmin edilemez davranışlar sergiliyordun ki bu tehditti. İşkenceden geçirdiler seni, ama değiştiremediler. Başka çareleri kalmayınca da Zaferi iptal edip Suna'yı sana verdiler. Zafer'i de önceden günah keçisi belledikleri Sami'ye öldürttüler. Böylece bir taşla iki kuş vurmayı amaçladılar. Oraya da geleceğim yine. Ama sen tahmin edilemez, düzen bozucu davranışlarını sürdürdün. Bu kez Aysel'e tutuldun, Tanrıça'ya yani. Açıkçası biz de bu aşkın gelişmesini destekledik. Sistemi tehdit eden bir durumdu bu çünkü. Tabi Aysel'i, yani kendilerini sana vermeleri mümkün olamazdı. Osman Reis'i karşına çıkararak, telefonlara cevap vermeyerek seni senaryonun çok da fazla dışına çıkmadan engellemeye çalıştılar. Biz ise buna karşılık senin Aysel'e yürüyüşünü destekliyor, aşkının şiddetini arttırmak için elimizden geleni yapıyorduk. Senin Aysel'e yürüyüşün var ya, Gılgamış'ın Tanrılar'ın dağına çıkmaya çalışması gibi bir şey oldu."

"Biz biz diyorsun, kim bu biz? Siz kimsiniz? Kaç kişisiniz?"

"Elbette senaryo karakterleri olarak tek başımıza bu direnişe girişemezdik. Neler olup bittiğinin farkına varmamız bile mümkün olmazdı. Direnişi örgütleyen ve yürüten Sinan'dır. Mimar Sinan. O sistemin mimarı. Sonra yaptığına pişman olup bizi kurtarmak için bu direnişi örgütledi. Diğer Tanrılar'a karşı gelerek. Bir bakıma bu dünyanın baba Tanrılığı'ndan istifa ederek Şeytan oldu yani. Zaten kötü, silik, alay konusu edilen ya da kötü kaderli kişileri, yani sistemin kurbanlarını çevresine topladı önce. Onları ikna etmesinin çok daha kolay olacağını biliyordu çünkü. İlk hedef Sami'ydi. Hem mahallenin kötü karakteri olmaya zorlanıyordu Sami hem de Mimar onun iyi bir direnişçi olacağını biliyordu. Sami'nin kiracısı tapucu Muharrem'in İstanbul'dan dönen oğlu kılığında sisteme sızdı ve ona gerçekleri açıklayarak direnişe katılmasını sağladı. Ardından ben de onlara katıldım. Sonra Sami tarafından yazılmış bir mektupla Mükemmel Muzaffer'e gerçekler açıklandı. Önlenemez biçimde büyüyordu direniş. Sıra Lastik Osman'a gelmişti. Onun da direnişe katılmaması için çok uğraştılar. Lastik Osman alay konusuydu biliyorsun ve sevdiğine ulaşamıyordu, yani isyana meyilliydi ama onun gerçeklerin farkına varmasını engellemek için senaryoyu değiştirmeyi bile göze aldılar. Tenekeci araya girerek Osman'ın sevdiği kızı ortaya çıkarttı ve evlendirdiler onları apar topar. Ama sonunda onu da ele geçirmeyi başardık."

Cabbar bir an sustu, başını yukarı kaldırdı, kapıya doğru gitti. Gecenin sessizliğini dinliyordu sanki. Düşmanı dinliyordu.

"Başka kim var?"

"Bakkal Süleyman var. Hem dikkat çekmiyor, hem de kaybedeceği bir şey yok onun artık biliyorsun. Yalnız kaldıktan sonra zaten ölümü bekliyordu. Bize katılması zor olmadı. Kuyumcuyu da safımıza çektik ama çatışmada kaybettik. Size kimliği belirsiz kişilerce öldürüldüğü söylendi. Gardiyanlar öldürdü onu."

"Cabbar, günlük konusunu hala açıklamadın!"

"Evet, günlük. Günlüğü ele geçirmek ilk büyük eylemimizdi. Hatırlarsın. Seni de dolaylı olarak o işe kattık. Bu yüzden Zafer'in bile işe karışmasına müsaade ettik. Ancak planın içinde plan varmış. Zafer günlüğü eline alır almaz Sami'nin dizginlerini ele geçirip Zafer'i öldürttüler ona. Nedenini anlatmıştım; Zafer'i, Suna'yı sana vererek içindeki isyanı dindirmek için ortadan kaldırmaları gerekiyordu. Yoksa Sami Zafer'i neden öldürsün? Bunun çok mantıksız olduğunu hepimiz biliyoruz ama mahalle düzmece hikayelerle kandırıldı. O kargaşada ben günlüğü alıp kaçtım. Sami de bir yerlere kaçtı. Sonra ormanda buluştuk yine. Mahalle iyice tehlikeli olmaya başladığı için ormanda saklanıp direnişe oradan devam etmeye başladık. O sırada Sami için; kaçtı, hapse girdi falan diye hikayeler uydurdular. Bense zaten silik bir karakter olduğum için kayboluşum kimsenin umurunda bile olmadı."

Bunu söylerken Cabbar bir an sitemkar bir ifadeyle yüzüme bakmıştı. Başımı öne eğerek gözlerimi gözlerinden kaçırdım. Söyleyebileceğim bir şey yoktu. Haklıydı.

"Sonra bir ara direniş gerileme dönemine girdi. Günlüğü geri aldılar. Sami de ele geçti. Selim'in onu öldürmeye çalıştığı o sahneyi hatırlarsın, sakallı ajanlar kelepçeleyip götürdüler onu. Topluma kazandırma adına korkunç işkence gördüğünü tahmin ediyorum. Sonra Müşerref'in bekçiliğinde yeniden ortaya çıktı. Lastik Osman aracılığıyla ona ulaşmaya çalıştık böylece günlüğe de ulaşıp onu yok etmesi için kandırmayı planlıyorduk Sami'yi. Bir kez daha ellerine geçmesini istemiyorduk çünkü artık günlüğün. Böylece planları bozulabilirdi. Ama Sami artık Sami değildi, onu da bir tür ajana dönüştürmüşlerdi. Sıkı bir kavga oldu aralarında. Neredeyse öldürecekti Osman'ı, zor kurtuldu Lastik. Çok iyi dövüşür halbuki, jimnastik yapar gibi dövüşür, yeteneği var. Dayak yedikten sonra sen buldun onu."

"Evet, uyandığında "Bilmiyorum ben bir şey!" diye bağırıp çağırıyordu. Ne demek istediğini anlayamamıştım."

"Tabi, yakalanıp işkenceye götürüldüğünü sanmış. Sonra toparlanıp çok zekice davranarak seni de yeniden günlüğü ele geçirme planlarının bir parçası yapacak bir senaryo uydurmuş. Dur, tamam, günlük konusuna geldim işte. Sana verdikleri günlük düzmece. Ortaya düzmece bir günlük çıkararak günlük efsanesini bitirmeyi, günlüğü unutturmayı planladılar. Böylece hikayeyi de planlanan biçime geri döndürmeyi istiyorlardı."

Birden aklımda bir şimşek daha çakmıştı.
"Ben, ben aslında suçlu değilim değil mi?"

"Hayır, tam tersine madur durumdasın. Hepimiz gibi."

Cabbar'ın anlattıklarının tüm boğuculuğuna rağmen en azından bu rahatlatıcıydı işte. Suçlu olmamak. Suna'ya, Aysel'e kötülük yapmamış olmak.

"Aysel de ölmeyecek, söylemiştim zaten. Biz ölücez."

Birden aklıma geldi.

"Ama dur!" dedim, "Sana neden inanayım ki? Ya sen de onların gönderdiği bir ajansan? Bak sen de gidişimi engelliyorsun işte Aysel'e şimdi, öyle değil mi?"

"Bu benim de aklıma geldi abi. Şu anda bile senaryonun bir parçasını oynuyor olabiliriz. Eğer öyleyse sıçtık zaten, hiç şansımız yok."

"Neyse, galiba sana inanabilirim."

Sonra birdenbire, üst kattaki kömürlükte ayak sesleri duyuldu.

"Kahretsin!" diye bağırdı Cabbar. "Geldiler! Yerimizi buldular!"

En azından beş-altı kişi kömürlüğe girmiş olmalıydı. Cabbar'a baktım. Yüzünde korkudan çok bir nefret ifadesi belirmişti. Telaşlı değildi. Tecrübeli bir asker gibi sakin ama hızlı hareketlerle savaş hazırlığına girişmişti. Silahını hazırladıktan sonra beni sandalyeye bağlayan ipleri çözmeye başladı.

"Neler oluyor, ne yapacağız şimdi?" diye sordum.
"Karete bilir misin?"
"Hayır. Tabii ki hayır."
"Al şu silahı."

*

Kırkyama Sağaltım Merkezi ormanlar arasında büyük bir taş binaydı. İlk bakışta huzur verici bir ortam izlenimi uyandırıyordu. Zeki Usta, esmer bir hemşirenin refakatinde bahçeyi geçerek hastane binasına girdi. İçerisi karanlıktı. Bahçedeki huzur içeride yoktu. Demir parmaklıklı kapılardan geçerek bekleme salonuna ulaştılar. Hemşire:
"Siz burada bekleyin amca, ben doktora haber veriyorum, Selçuk Bey'i de birazdan çıkartırız." dedikten sonra yüksek topuklarıyla kırıta kırıta uzaklaştı.

Zeki Usta rahat görünüşlü deri koltuklardan birine oturdu ve derin bir nefes aldı. Ardından bekleme salonunu incelemeye başladı. Odada başka bir ziyaretçi daha vardı. Yaşlı bir kadındı bu. Onunla göz göze geldiklerinde gülümseyerek selamladı fırıncıyı.

"Geçmiş olsun."
"Size de. Sağolun."
"Yakınınız mı hasta?"
"Akraba değiliz ama yakınım. Aynı mahalledeniz. Ben mahallenin fırıncısıyım. Selçuk'u çocukluğundan beri tanırım. Benim odun ekmeklerime bayılırdı, her fırsatta yaptığım ekmeklerden bahsederdi. O hep küçük, saf bir çocuk olarak kalacak benim gözümde."

Sonra "Ne olursa olsun." diye mırıldandı kendi kendine.
"Efendim?"
"Yok bir şey. Siz de herhalde birini bekliyorsunuz değil mi?"
"Evet. Eşimi."

Kocasından bahseder bahsetmez kadının gözleri doluvermişti.
"Deprem onu korkunç etkiledi. Evimiz yıkıldı depremde. Ailecek yemek yiyorduk. Selami, kocam yani, sandalyeden kalkar kalkmaz deprem başladı, göçük altında kaldık. Bütün çocuklarımızı kaybettik. O gün bu gündür bir sandalyeye oturup o sandalyeden kalkmayarak yeni bir depremin olmasını engellediğini zannediyor."
"Yazık. Geçmiş olsun. Allah sabır versin size de. Çok, çok zor."
"Ya sizin hikayeniz nedir?"
"Valla uzun hikaye. Yürek dayanmaz."
"Lütfen anlatır mısınız? Paylaşmak iyi geliyor, inanın."
"Aslında haklısınız. Zaten burada böyle bir yerde, ne bileyim, çok kötü, çok yalnız hissettim kendimi birden. İlk defa da göreceğim Selçuk'u. Desteğe ihtiyacım var. Anlatırsam belki rahatlarım. Aslında sevimli bir hikaye değil hiç."
"Olsun, lütfen, sizi dinliyorum."

Ve Zeki Usta, Selçuk'un korkunç öyküsünü ta çocukluğundan başlayarak anlatmaya başladı. O konuşurken sessizliği bozan tek şey bekleme salonundaki florasan lambalardan gelen vınlamalardı.

"....Sonra Aysel'in günlüğünü bir şekilde Selçuk'un eline geçiyor. Çocuk oradan gerçekleri öğrenince atıyor yüzüğü, sonunda Aysel'ine kavuşabilmek için."
"Ölmek üzere olan anne için kızını terk ediyor yani bilmeden."
"Yaa! Çocuk neler yaşadı. Durun bu daha başlangıç hem."
"Sonra ne olmuş?"
"Ha, şeyi de unuttum tabi. Kafa kalmadı ki bu yaşta. Sami Aysel'den intikam almak için yaptıkları yetmiyormuş gibi bir de annesini beceriyor. Annesi de zaten hakkaten mahallenin aşüftesiydi yani. Ben bile... Neyse. Onlar ayrı hikayeler. Bir de üstüne üstlük yemin etmiş Sami. Bunun bir kızı olsun onu da becereceğim diye. Sonra da bir şekilde Suna'nın Aysel'in kızı olduğunu öğreniyor ama kendi kızı olduğunu bilmediği için Suna'yı gizli gizli sana aşığım, ölüyorum falan diye kandırmaya çalışıyormuş. Suna da tatsızlık çıkmasın diye Selçuk'tan saklıyormuş durumu. Sonra da Selçuk apar topar Aysel için Suna'yı terk edince, o sinirle, intikam alırcasına Sami'nin, yani babasının kollarına atıyor kendini kız."
"Aaa! Yunan trajedisi gibi valla."
"Öyle ya, bu da Türk trajedisi işte. Selçuk içip içip bir gece Aysel'e gideceğim diye sokaklara atıyor kendini. Suna'yı bıraktıktan bir-iki gün sonra bu. O sırada Suna'nın kaldığı evin ışığının yandığını görüyor, içeri giriyor, girmez olaymış, Sami ile Suna'yı yatakta yakalamış. Çıldırmış tabi, zaten Sami'ye nefret besliyor, o hışımla, kafası da iyi, bir bıçak alıp doğramış ikisini de."
"Aman Tanrım!"
"Ya böyle işte. Sevimsiz bir hikaye olduğunu söylemiştim. Sonra bir kez elini kana bulamışken dışarı çıkıp, Aysel'e taciz ettiklerini günlükten öğrendiği kim varsa, Bakkal Süleyman, Lastik Osman, Mükemmel Muzaffer, hatta Cabbar, hepsini öldürmüş. Perşembe günüydü, çok iyi hatırlıyorum. Kanlı perşembesidir o gün bizim mahallenin. O kadar da soğuktu ki hava. İhbar üzerine polisler apar topar yakalayıp götürdüler Selçuk'u. Aysel'e ulaşamadı garibim. Aklı da çoktan uçup gitmişti zaten. Mahkeme deli hastanesine sevk etti hemen. Olanları Aysel'e de anlatamadık. Kız zaten hasta. İkisi de birbirlerini bekleyip durdular ayrı hastanelerde. Aysel de iyice ağırlaştı sonra, bağışıklık sistemi çöktü kemoterapi ilaçlarından, zavallı güzel kızım benim, Selçuk diye diye gitti."
"Yürek dayanmaz yahu."

Zeki Usta artık konuşamıyordu, gözlerinden yaşlar akmaya başlamıştı.
Derken doktor geldi. Kalın gözlükleri olan, uzun boylu bir adamdı. Ziyaretçilerin ellerini sıktıktan sonra önce Zeki Usta'yla konuşmaya başladı.

"İyi yaptınız gelmekle. Epeydir ziyaretçisi yoktu Selçuk Bey'in. Siz ilk kez mi geliyorsunuz?"
"Evet, keşke daha önce de gelseydim."
"Mahalledensiniz."
"Evet. Durumu nasıl doktor bey? Hiç umut yok mu?"
"Hiç yok. Zavallı adam, gerçekle bağlantısını yitirmiş iyice. Geçmişle gelecek, hatta şimdi birbirine girmiş durumda. Kendine işkence çektirip duruyor hayallerinde, işkence odalarına girip çıkıyor. Zafer Bey'i onu Suna Hanım'la yattığı için suçlarken görüyor sık sık. Kendine bir dünya yaratmış kaçmak için gerçeklerden. Orada da kontrolü kaybetmiş durumda. İnsanlar ölüp ölüp diriliyorlar. Karşısına Suna Hanım çıksın istiyor, onu çıkartıyor, inanıyor gerçekten onunla konuştuğuna ve yazdığı bir şiiri veriyor. Sonra o şiiri aslında Zafer yazdı ben onun şiirini çaldım diye kendini suçlu çıkarıyor yine. Doğrusu daha önce böyle bir kişilik bölünmesi görmemiştim. En az kırk farklı karakter var içinde. Kadınlı erkekli hem de. Aklı yamalı bohçaya dönmüş durumda. Kendine daha fazla işkence çektirmemesi için uyuşturuyoruz. Çıkış yolu yok gibi. Gerçeği kabullenemiyor tabi."
"Nasıl kabullensin, nasıl kabullensin."
"Açıkçası gerçekleri öğrenmesindense belki bu durumda kalması daha iyi diye bile düşündüğüm oluyor. Bazen kendinin deli hastanesinde olduğunun farkına varıyor ama varolmayan sorunlu bir kız kardeş uydurdu kendine, babasıyla kavgalı olduğu için onu uzun zamandır görmediğini, kız kardeşinin ziyaretine geldiği için burada olduğunu düşünüyor."

O sırada Hemşire Selçuk'u getirdi. Mavi bir hasta kıyafeti giydirmişlerdi Selçuk'a. Traş edilmiş saçları iyice beyazlaşmıştı. Gözleri donuk donuk bakıyordu. İşkenceden geçmiş gibi kolları yara bere içindeydi. Doktor, durumu izah etmeye çalışırcasına:

"Kendine zarar vermeye, intihar etmeye çalışıyor." dedi, "Her zaman engel olamıyoruz ne yazık ki."

Zeki Usta ağlamamak için kendini zor tutuyordu. Kendini toplayarak ona yaklaştı ve omzunu tutup sıktı titreyen elleriyle.

"Nasılsın Selçuk? Nasılsın oğlum? Bak ben geldim. Zeki Usta. Fırıncı. Bütün mahallenin selamı var sana."
Selçuk bir süre sessiz kaldıktan sonra Zeki Usta'nın sağ kulağına doğru eğildi ve:
"Ben deli değilim!" diye fısıldadı. "Lütfen. Bir şeyler yap. Onlara engel olmaya çalıştığım için beni buraya hapsettiler. Yakında hepimizi yok edecekler. Hikaye bitmek üzere. Hepimiz yok olacağız."

Derken Hemşire girdi araya.

"Hadi yutacaksın ilacını değil mi canım benim?"

Zeki Usta ağlamaya başlamıştı. Aslan gibi adamı bu halde görmek, ondan böyle sözler duymak, bu kadar gerçeklerden kopmuş olduğunu görmek iyice ağır gelmişti artık yaşlı fırıncıya. İnsanların başına neler gelebiliyor diye düşündü.

Sonra hastaneden fırına gidene kadar hep ağladı. Sokakta çocuklar her şeyden habersiz top oynuyorlardı yine. Çocukluğa, geçmişe neden geri dönülemez diye düşündü. Neden?

"Hoş geldin Usta!"
"Hoş bulduk Hasan, hoş bulduk! Nasıl iyi idare ettin mi fırını ben yokken?"
"Ayıpsın Usta."
"Aferin sana. Aferin oğlum."

Yukarı

SOKAKLAR HIÇKIRARAK AĞLAMAZ

BÖLÜM 23 - Yazan: Seyfullah Çalışkan

- Ellerimi bağlamışlar doktor bey. Ellerim morarmış, parmak uçlarıma kan oturmuş baksana.
-Ellerin bağlı değil ama. Sen yine rüya görmüşsün.
- Sen de onlardansın, biliyorum. Satılık herifin tekisin.
- Onlar kim?
- Anlamazdan gelme doktor. Hadi kes şu ipi. Bileklerim acıyor.

Selçuk ellerini birbirine kenetlenmiş olarak doktorun yüzüne doğru uzattı... Doktor iplerin olmadığını iddia edip duruyordu. Ondan elleri ile bazı hareketleri yapmasını istedi. Sonunda ellerini istediği gibi hareket ettirebilmeye başlamıştı. "Doktor yardım etmese de ben ipleri koparmayı başardım" diye düşündü Selçuk. Ellerini iyice ovuşturarak kan dolaşımını hızlandırmaya, uyuşukluğu geçirmeye çalıştı.

Doktor odadan çıkıp gitti. Selçuk yatağından kalkıp cam kenarındaki sandalyeye oturdu. Sokaklar, ağaçlar ve kocaman kent, bütün şekillerini, renklerini yitirmişti. Sadece ışıklar vardı. Göz alabildiğine ışık, binlerce lamba… Bir sigara yakıp karşıdaki apartmanların pencerelerine baktı. Üst katlarda oturanların bazıları perdelerini çekmemişlerdi. Kendi mahallesini, sokağını, komşu evleri seçmeye çalıştı. Bu imkansızdı. Gece zihnimizle ve mesafelerle oynamayı çok seviyordu. Başaramadı… İzmariti kül tablasında ezip yatağına döndü.

Üç çocuk eski Bizans sarnıçlarının önündeki incir ağacına çıkmıştı. Dalların uçlarına kadar tırmanıp çok güneş alan uçlardaki yeni olgunlaşmaya başlayan incirleri topluyorlardı. " Bir tane daha gördüm! Ben gördüm! O benim, kimse almasın, bozuşmayalım…" Ağaçtan inip, sarnıçtan sökülmüş kocaman bir taşın üzerine oturdular. Ceplerindeki incirleri çıkarıp kucaklarına dizdiler. Üç çocuğun üçü de, en ballı, en güzel, en tatlı incirleri kendisi yedi. Ötekilerin incirleri daha kozalaktı, hamdı. Birbirlerine göstere göstere, özendire özendire, şamatayla, ağızlarını şapırdata şapırdata yediler. Dalda tüneyen kuşlar gibi bıcır bıcır, mahalledeki en kral üç arkadaştılar. Ertesi sabah üçünün de dudakları incir sütünden yara olmuştu. Parça parça anıların içinden geçip derin bir uykuya daldı. Uykusunda sabaha kadar yüzlerce, binlerce kez hep aynı rüyayı gördü. Gecenin en ıssız saatinde bir musluk damlıyordu. Kocaman bir evin içinde geniş bir yatakta uyumaya çalışıyordu. Damlayan musluk uykusunu kaçırıyordu. Bütün muslukları tek tek sıkıp yatağına geri dönüyordu. Yatağına uzanır uzanmaz yeniden aynı su damlasının sesi duyulmaya başlıyordu. Yeniden kalkıyordu, yeniden kocaman evin içinde damlayan musluğu arıyordu. Üç beş dakikalık bir filmi binlerce kez yeniden izlemek gibiydi. Sırılsıklam ter içinde uyandı. Nefes nefese ve yorgundu…

Odasından çıkıp servisin koridorundaki tuvalete gitti. Lavabolardaki beş musluğun hiç biri de damlamıyordu. Geceyi anımsadı. Elleri bağlı olarak uyandığı zamanı düşündü. Sonra ipleri koparmıştı. İpleri aradı. Doktor ya da hemşire almamıştı ip parçalarını ama bulamıyordu bir türlü.Yerlere, yatağın altına, yorganın içine, kaloriferin etrafına baktı. Hatta etajerin içine, çekmecelere, elbise dolabına bile baktı. Hiçbir yerde o mavi renkli çamaşır ipini bulamadı. "Aklımı kaçırıyorum galiba, gerçekten deliyim belki," diye düşündü. Bileklerine baktı dikkatlice. İpten kalmış izler olmalıydı. Ama hiçbir şey göremedi. En küçük bir morluk bile yoktu. Kafası karıştı.

Uykusunu alamamıştı ama yeniden uyumak da istemiyordu. Nasıl olsa uykuya dalar dalmaz yeni bir rüya başlayacaktı. Ve onu anasından doğduğuna bin pişman edecekti. Uykuların insana bu denli eziyet edeceğini hiç düşünmemişti. Yatağın kenarına uzanıp bir sigara yaktı.

Balatlar Kilisesi'nin yorgun duvarlarının arkasında üç çocuk oturuyordu. Onları sokaktan gizleyen, kuytu, tenha bir duvarın arkasındaydılar. Sami nereden ele geçirdiyse üç gün önce bir fırıldak bulup gelmişti. Şark çikolatasından ve Mabel sakızlardan çıkan artis fotoğraflarına oynuyorlardı. Zafer'in elindeki fotoğraflar iyice azalmıştı. Selçuk kendi payındaydı. Sami ise kârdaydı. Fırıldağı çeviriyorsun, dönmesi bitip yere yatınca üzerindeki yazıda ne varsa uymak zorundasın. "Bir koy, bir al, iki koy, hepsini al…" Zafer bütün fotoğraflarını kaybedince yerde birikenleri avuçlayıp kaçtı. Sami'yle Selçuk'da arkasından fırladı. Göz açıp kapayıncaya kadar kendini evin kapısından içeri attı. Yakalayamamışlardı ama ertesi gün okulun bahçesinde ellerine düşmüştü. Bir daha böyle kalleşlik yapmayacağına dair anasının başı üzerine yemin etti. "Anam ölsün; ekmek, Kur'an çarpsın."dedi. Temiz bir sopayı hak etmişti ama kıyamadılar. Onlar üç kral arkadaştı. Üç beş fotoğraf için günlerce küs kalamazlardı. Sami kaleye geçmeye razı olduğunda aşağı mahallenin çocuklarını hep yenerlerdi.

Hava aydınlandıktan kısa bir süre sonra koridorlardaki sesler çoğaldı. Temizlik yapılıyordu. Bir görevli çöpleri topluyor, biri yerleri paspaslıyordu. İçerisi havalansın diye demir parmaklıklı pencerelerin camlarını da açtılar. Bir süre sonra koridorda kahvaltının geldiğini haber veren bir ses yankılandı. Hastalar gidip kahvaltılarını aldılar. Kahvaltının ardından hemşire ilaçlarını verdi. Hepsini de hemşirenin yanında içmesi zorunluydu. Hemşire "Bu gün kendini nasıl hissediyorsun?" türünden her hasta için kullandığı ezbere cümlelerle Selçuk'la konuştu. Moral vermek için " Yüzüne kan gelmiş. Seni iyi gördüm. Yakında taburcu olursun."dedi. Ses tonu Selçuk'a hiç inandırıcı gelmedi.

Selçuk İlaçlarını içtikten sonra odasına döndü. O girer girmez açık pencereden içeri kara bir karga girdi. Hayvan Selçuk'u görünce geri dönmek istedi. Camın kapalı olan üst kısmına çarpıp yere düştü. Kapının altından doğruca koridora geçti. Hasta bakıcılar, hemşireler ve diğer koğuşlarda yatan hastalar karganın peşine düştüler. Hayvan panikle nereye kaçacağını şaşırdı. Uzun koridoru boydan boya birkaç kez uçtu. Koridorun sonundaki cama çarpıp yere düşütü. Kargayı kovalayanlardan biri en sonunda pencereyi açmayı akıl etti. Hayvan bütün gücü tükenmek üzereyken açık pencereyi bulup dışarı süzüldü. Koridorda karganın peşinden bir o yana, bir buna koşuşturanlar balonları elinden alınmış çocuklar gibi kalakaldı. Sanki oyunları yarım kalmıştı. Biraz evvel koşturan, bağıran, gülen, ıslık çalan kalabalık birden sus pus oldu. Hastalar odasına, hemşireler koridorun ortasındaki bürolarına geri döndüler.

Doktor saat on gibi Selçuk'u kontrol etmeye geldi. Selçuk yatağa, doktor sandalyeye karşılıklı oturdular. Konuşmaya başladılar;

- Kendini nasıl hissediyorsun?
- İlaçlar beni uyutuyor . Uyandığımda ağzım zehir gibi acı ve kurumuş oluyor.
- Rahat uyuyabiliyor musun?
- Hayır, sabaha kadar rüyalar görüyorum.
- Nasıl rüyalar bunlar, bana anlatır mısın?
- Bu gece sabaha kadar damlayan muslukları kapatmaya çalıştım. Aynı rüyayı yüzlerce kez görüyorum.
- Zamanla düzelecek. Rüyalar seni rahat bırakacak.
- İlaçlarımı değiştir. Onlar bana iyi gelmiyor. İğnelerin yerleri acıyor.
- Belki apse yapmıştır. Aç kalçanı da bir bakayım.

Selçuk utanarak pijamasını aşağıya indirdi.

- Apse yapmamış ama iğne yerlerin morarmış biraz. Onlar da çabucak geçer merak etme. İlaçlarını da yeniden gözden geçireceğim bu gün
- Sen iyi birine benziyorsun. Nasıl onlardan yanasın anlamadım.
- Kimlerden yanayım?
- Anlamazlıktan gelme doktor. Bana numara yapma.

Bunları söyledikten sonra ısrar etmekten vazgeçti. Doktorla tartışmanın bir yararı olmadığını düşündü. Onlardan değilse ne sorduğunu anlamayacaktı, onlardansa da bunu kabul etmeyecekti nasıl olsa.

- İlgilendiğin için teşekkür ederim doktor bey.
- Öğleden sonra yine geleceğim. Bir isteğin var mı?

Hiçbir şey istemiyorum anlamında başını yukarı kaldırdı. Doktor "Geçmiş olsun." deyip odadan çıktı. Selçuk sonraki birkaç gün çok iyi bir hasta oldu. Hiçbir şeyden yakınmadı. İlaçlarını itiraz etmeden içti ve görevlilere karşı hep kibar davrandı. Odasından çıkıp dolaşmaya, diğer hastalarla konuşmaya da başladı. Sürekli plastik bardaklardan çay içildiği için bile şikayet etmiyordu artık. Uykularını zehir eden rüyaları doktorundan sakladı. "Artık rüya görmüyorum, doktor."diyordu. Yüzünde kocaman bir gülücük, iyileştiğine seviniyormuş gibi rol yaparak yalanlar söyledi.

Ziyaretine gelenlere "Beni hastaneye kapattılar, öldürecekler."bile demedi. Nasıl olsa olan biteni anlamaları imkansızdı. Yardım istemenin bir anlamı da yoktu. Bir deliye kim inanırdı. Hastaneden kaçmanın bir yolunu bulmalıydı. Ona deli diyorlardı. Deli damgası vurulmuş birini öldürmek hiç zor değildi. "Onlar beni iğnelerle ilaçlarda öldürmeden kaçmalıyım." Kendi kendine planlar yapmaya başladı. Ama kilitli servis kapılarını aşmak çok zor olacaktı. Ziyaret saatinde de ziyaretçilerin kabul edildiği kantinin kapısının yanına bir masa konmuş ve iki görevli oturtulmuştu. Ama bir yolunu bulmak zorundaydı. "Her geçen gün biraz daha iyileşiyorsun. Yakında taburcu olacaksın." lakırdılarını onu oyalamak için söylüyordu. Eğer bu hastaneden kaçamazsa, dışarı çıkmayı başaramazsa ömrünün sonuna kadar burada kalacaktı. Ziyarete gelenler de iyice azalmıştı. Bütün komşular, tanıdıklar, herkes onu yavaş yavaş unutacaktı. Önce unutulacak, sonra öldürülecekti. Ve o öldüğünde buna kimse aldırmayacaktı.

Üç arkadaş iskelenin ucundaki kocaman gemiye baktılar. Yabancı gemiler limana yanaşınca iskelenin uzun sürgülü kapısı kapatılırdı. Limanın kapısından sadece gümrükte görevli memurlar ve pasaportu olanlar geçebilirdi. Zafer uzun zamandır bir gemiye binip dünyayı gezmek, yabancı ülkeleri görmekten söz ediyordu. Yazlık sinemada gösterilen filmlerdeki ormanları, yüzlerce metreden aşağı köpük köpük akan çağlayanları, köpeklerin çektiği kızakların olduğu kutupları merak ediyorlardı. Zencilerle, çekik gözlü Japonlarla, saçları mısır püskülü renginde olan İsveçlilerle, kovboy filmlerindeki Kızılderililerle maceralara atılmayı düşlemeye başlamışlardı. Bütün iş limana kadar yüzüp çapa zincirinden gemiye tırmanmaktı. Gemi hareket edinceye kadar bir yerde saklanabilirlerdi. Amerika' ya ulaşınca iş kolaydı. Nasıl olsa altın bulup zengin olurlardı. Birkaç defa niyetlendiler. Su çok soğuktu, yakalanmaktan da korkmuşlardı. Ha bu gün ha yarın derken planı uygulamaya sokmayı sürekli ertelediler.. Bir sabah uaynadıklarında gemi limanda yoktu. Onlar çok kral üç arkadaştı. Koca şehirde başka böylesine candan arkadaş yoktu.

Son zamanlarda nereye baksa, bu çocukluk anıları çıkıp geliyordu karşısına. Belki de ilaçların etkisinden bunları anımsıyorum diye düşündü. Rüyalar, anılar, düşler ve gerçekler çok yakında birbiri içinde kaybolacaktı. Banyoya girip elini yüzünü yıkadı. Koridor çok kalabalıktı. Tıp öğrencileri staj için gelmişlerdi. Onların çıkması için kapının açıldığı anı kollayıp belki aralarına karışabilirdi. Uygun bir fırsat beklemeye başladı. Öğrenciler kendilerine verilen hastaları ile görüşmeler yaptılar. Öğlen yemek saati geldiğinde kapının açılmasını isteyip çıkarlarken Selçuk da arkalarına yanaştı. Kapıdaki hizmetli o an için dikkat etmezse kaçmayı başarabilirdi. Görevliden tarafa hiç bakmadan çıktı. Ama çıkar çıkmaz bir el kolunu yakalayıverdi. "Hayrola Selçuk? Nereye böyle?" diyen görevliye "ben kapı açılmışken sigara almaya gidecektim" gibi hiç kimsenin inanmayacağı bir yalan söyledi. Servise geri götürüldü. Bu kaçma deneyiminden sonra daha sıkı göz hapsine alınmıştı.

Ne yapıp edip kaçacaktı kaçmasına ama önce yeniden güven sağlamalı ve üzerindeki sıkı kontrolün kalkmasını beklemeliydi. Aslında katlar arasındaki pencerelerde demir parmaklık yoktu. Hikayelerdeki gibi çarşafları, nevresimleri kesip birbirine eklese oradan sarkıtarak en alt kata ulaşabilirdi. Ama o pencerelerin olduğu yere nasıl çıkacaktı? Bunun gibi bir sürü şey düşündü. Bir türlü çıkış bulamıyor ama vazgeçmeyi de asla düşünmüyordu. Servisteki her hareketi, her şeyi daha sıkı gözlemeye başladı. Sonunda sabah hastalar uyanmadan önce servise temizliğe gelen personelin kapıyı kilitlemek konusunda bazen daha dikkatsiz davrandığını fark etti. Geriden gelecek olan arkadaşları varsa birkaç dakika kapı açık kalıyordu. O saatte nöbetçi hemşire de genellikle koridordaki yerinde değil odasında kestiriyor oluyordu.

Sadece hikayelerde filmlerde olur diye düşündüğü çarşaflı kaçış planını gerçekleştirebilir miydi? Denemek zorundaydı. Her şeyi ayrıntılarıyla planladı. Hayatında ilk defa sigara içmenin büyük bir yararını görecekti. Odasındaki adi metal kül tablasının kenarı keskinceydi. Gece servis derin bir sessizliğe bürününce pencereden odaya sızan aydınlıkta nevresimin iki kenarını büyük bir titizlikle dümdüz kesti. Böylece nevresimin boyu iki kat uzuyordu. Eğer bir aksilik çıkmasa nevresim ve çarşafın uzunluğu onu yere iyice yaklaştıracak kadar oluyordu. Kendi boyunu da hesaplayınca atlanacak yer bir metre kadar kalıyordu. O gece heyecandan uyuyamadı. Bütün ayrıntıları gözden geçirdi. Çarşafları birbirine düğümledi, defalarca karış karış karış ölçtü. Bütün iş sabahki görevlinin kapıyı kilitleyip kilitlememesine, iki temizlikçinin aynı anda gelip gelmemesine kalmıştı.

Onlar üç kral arkadaştı. Ocak başlarında bu güne kadar hiç görülmedik bir Zargana akını olmuştu. İskele akşam üzeri karınca gibi insan kaynıyordu. Gece herkes otuz beşlik misinadan oltalarını sabırsızlıkla hazırladı. Sabah Zeytinlik yokuşu başında buluştular. Çantalarını Yesari Türbe'sinin arkasına saklayıp o gün okuldan kaçtılar. Tersanedeki balıkçıdan bir kiloya yakın istavrit aldılar. Kesip kesip yem yaptılar. Ekmek yemediler, su içmediler. Akşama kadar balık yakaladılar. Tuttukları balıkları solungaçlarından misinaya dizip evlerine götürdüler. O akşam eve gidince üçü de eşek sudan gelinceye kadar dayak yediler. Ama balık yiyemediler. Onlar bu koca şehirde en kafadar, en kral üç arkadaştılar. Ertesi sabah okulda "Babam beni dövmedi ki" diyerek üçü de birbirlerine yalan söylediler.

Selçuk gözüne bir damla bile uyku girmeden sabahı bekledi. Zaten uyumak da istemiyordu. Uyuyup kalmaktan, temizlikçilerin geldiği saati kaçırmaktan çok korkuyordu. Sonunda servis koridorunun kapısında ayak sesleri duyuldu ve ardından da kilitte dönen anahtarın sesi işitildi. Kalbi hızla çarpmaya başladı. Temizlikçilerin biri girerken diğerine "hadi oğlum gelsene" diye seslendi. Diğeri bir şeyler söyledi. Selçuk diğerinin ne söylediğini duyamadı. Adam çok kısa zaman sonra arkadaşının geleceğini düşündüğü için kapıyı kilitlememişti. "Şansım yaver gidiyor."diye sevindi. Sessizlikte, kesilmiş, ulanmış çarşaflarını alıp usulca önce oda kapısından sonra servis kapısından süzüldü. Merdivenlere gelmişti. Merdivenlerdeki demirsiz pencereyi açtı. Çarşafın ucunu pencerenin koluna bağlayıp aşağıya sarkıttı. Başarmak üzereydi işte. Çarşafa sımsıkı sarılıp aşağıya kaymaya başladı. Heyecandan kalbi duracak gibi oldu.

Birkaç metre aşağı inince pencerenin kolu yerinden fırladı. Beton zemin üzerine fırlayan kolun sesi bütün hastanede yankılandı. Selçuk, uzun bir boşluktan aşağı akıp sırt üstü yere düştü. Yerden kalkıp hızla sabahın alacakaranlığına doğru koşmak istedi. Kolları, bacakları bu isteğine yanıt vermedi. Yerinden kalkamayacağını, kaçamayacağını anladı. Sokak lambaları, hastanenin ışıkları, duvar, kaldırımlar ve bütün görüntüler birbirine karıştı.

Selçuk'un başından sızan kan kendine ince bir yol çizip duvarın kıyısında göllendi. Gözleri uzaklara bakıyordu. Dudaklarından "Aysel" sözü çıktı fısıltıyla. Başka bir şey demedi. Dünyanın bütün ışıkları karardı. Selçuk için başka sabah ve doğacak güneş kalmadı.

- Bitti -

Yukarı







Arkadaşlarınıza önerir misiniz?

Yazılarınızı buradan yollayabilirsiniz!



KAHVE YANINDA DERGi

Hoşgeldiniz
Arşivimiz
Yazarlarımız
Manilerimiz
E-Kart Servisi
Sizden Yorumlar
KÜTÜPHANE
SANAT GALERiSi
Medya
İletişim
Reklam
Gizlilik İlkeleri
Kim Bu Editör?
SON BASKI (HTML)
YILDIZ FALI
GÜNÜN
ŞARKISI
(Yeni)




ÖZEL DOSYALAR

ATA'MA MEKTUBUM VAR
Milenyumun Mandalı
Café d'Istanbul
KIRKYAMA
KIRK1YAMA
KIRK2YAMA
KIRK3YAMA
ZAVALLI BİR YOKOLUŞ
11 EYLÜL'ÜN İÇYÜZÜ
Teröre Lanet!
Kek Tarifleri
Gezi Yazıları
Google
Web KM

Uygulama : Cem Özbatur