İdare Amiri: Ebru Kargın
GAZETECİ - YAZAR UĞUR MUMCU'NUN ÖLDÜRÜLMESİ VE MECLİS ARAŞTIRMA KOMİSYONU: Gazeteci-Yazar Uğur Mumcu'nun 24 Ocak 1993 tarihinde faili meçhul cinayete kurban gitmesi ile ilgili olarak bir grup CHP Milletvekili 7 Haziran 1996 tarihinde, "Uğur Mumcu cinayetinin açıklığa kavuşturulması amacıyla Meclis Araştırması açılması"nı istediler. CHP Denizli Milletvekili Adnan Keskin ve 28 arkadaşının, "Uğur Mumcu Cinayetinin Açıklığa Kavuşturulması Amacıyla Anayasanın 98 inci, İçtüzüğün 104 ve 105 inci Maddeleri Uyarınca Bir Meclis Araştırması Açılmasına İlişkin Önergesi", TBMM Genel Kurulu'nun 14 Ocak 1997 tarihli birleşiminde görüşülerek kabul edildi.
Karar uyarınca oluşturulan Meclis Araştırma Komisyonu, çalışmalarını 4 Haziran 1997 tarihinde tamamladı ve raporunu Genel Kurul'da görüşülmek üzere TBMM Başkanlığına sundu. Raporun sonuç bölümünde şu değerlendirmeye yer verildi:
Devamı...>>
CAN DÜNDAR: Uğur Mumcu'nun mirası… Şaşırmıştım duyduğumda: Uğur Mumcu ile Abdi İpekçi tanışmazlarmış meğer... Daha doğrusu çok geç tanışmışlar. 27 Ocak 1979'da Etap Oteli'nde bir açık oturuma birlikte katılmışlar. Mumcu o günlerde üzerinde çalıştığı silah kaçakçılığı-terör ilişkisini gündeme getirmiş. Sonra İpekçi söz istemiş ve "Uğur Mumcu'nun söylediklerine aynen katılıyorum, altına imzamı atıyorum" demiş. Masada el sıkışmışlar. Sonra İpekçi de terörün ardındaki silah kaçakçılığından söz etmiş. Lanetledikleri şiddete kurban verdiğimiz Mumcu ile İpekçi'nin buluşmasını, toplantıyı izleyen gazeteci Leyla Umar'dan dinlemiştim. Umar, hep mutedil görüşler savunan İpekçi'ye "Hah şöyle, nihayet sert çıktın" demişti çıkışta...
Devamı...>>
ERTUĞRUL ÖZKÖK: Yeni Gazetecilik Modelleri… Şimdi genç gazeteciler için ''rol modellerinin'' ortaya çıkması gerektiğini savunuyorum. Bugün için genç gazetecilerin rol modelleri hálá iki şahsiyet üzerine kurulu. Bunlar rahmetli Abdi İpekçi ve Uğur Mumcu.
Hálá sadece bu iki rol modelinden hareketle kriter oluşturuyoruz. Yanlış anlamayın, ben canilerin kurşun ve bombalarıyla aramızdan ayrılan bu iki meslektaşımın büyüklüğüne toz kondurmak niyetinde değilim. Zaten böyle bir şey yapmaya kalksam, samimiyetimi de ispat edemem. Ama aynı samimiyetle şunu savunuyorum: Türk gazeteciliğinin yeni kuşakları artık bu iki rol modelini müzelerdeki haklı yerine yerleştirip başka yeni modeller de aramak zorundadırlar.
Devamı...>>
EMİN ÇÖLAŞAN: Ertuğrul Özkök'e yanıtımdır… Ertuğrul Özkök dün yazdığı -bugün çıkan- yazısını, bulunduğu yere kucak bilgisayarını götürmeyi unuttuğu için dün bizim Ankara bürosuna telefonla yazdırmış. Ben de ekrandan -yani bir gün öncesinden- okuma fırsatı buldum. Yazısında özellikle rahmetli Abdi İpekçi ve Uğur Mumcu için yazdığı bazı cümlelere katılmıyorum. Gazeteciliğe 1977 yılı şubat ayında Milliyet'te başladım. Öldürüldüğü 1979 yılına kadar tam 2 yıl Abdi Bey'i yakından tanıma fırsatım oldu. Gazetenin başındaydı. Habercilik konusunda ne derece duyarlı ve titiz olduğuna yüzlerce kez tanık oldum. Karşı tarafın görüşü sorulup haberde yer verilmemişse, o haberi asla kullanmazdı. Bu titizliği muhabirler açısından çoğu zaman ''bunaltıcı ve sıkıcı'' olurdu. Dört dörtlük sağlam ve belgeli haberler bile bu yüzden gazeteye girmezdi.
Devamı...>>
MURAT YETKİN: 2000 Mayıs'ında hükümet Uğur Mumcu'nun katil zanlılarının yakalandığını açıkladığında, kendisini umut dalgasına kaptırmayan tek kişi vardı. Dün Ankara DGM'de sonuçlanan dava ne yazık ki bir tek onu, Uğur Mumcu'nun eşi Güldal Mumcu'yu haklı çıkardı. Mahkeme, yargılananlardan kimin Uğur Mumcu'yu öldürmekten suçlu olduğunu açıklamadı. Türk Ceza Kanunu'nun 'Anayasa'yı silah zoruyla değiştirmek' suçunu öngören 146'ncı maddesi gerekçesiyle verilen üç idam cezası, eğer onaylanırsa, Türkiye'nin AB dosyalarına ek yük getirecek. Ama Mumcu davasına adalet getirecek mi? Oysa, Başbakan Ecevit, 2000 Mayıs'ında, "Haberler kesin, katil yakalandı" derken sesi sevinç doluydu. O zaman çalıştığım gazete adına bu açıklamayı Başbakan'dan alan ilk gazeteci olmak da bana sevinç vermişti.(*) Zanlı, dönemin İçişleri Bakanı Tantan'ın gözaltına alındığını açıkladığı dokuz şeriatçı militan arasındaydı. Mumcu'nun avukat kardeşi Ceyhan Mumcu bu açıklamalar üzerine "Tantan'a güveniyorduk, faillerin yakalanması sürpriz olmadı" derken, Güldal hanım susuyordu.
Devamı...>>
HASAN CEMAL: Uğur Mumcu 'çete' düğümünü çözdüğü için mi temizlendi? Uğur Mumcu'yu şu günlerde özellikle arıyorum. Çünkü Susurluk tam Uğur Mumcu'luktu! Ya da Uğur Mumcu hayatta olsaydı, belki de bir yol kazasına gerek kalmadan Susurluk çoktan çözülmüş olacaktı. Akla sorular da geliyor: Uğur Mumcu acaba çete düğümünü çözdüğü ya da çözmek üzere olduğu için mi temizlendi? Uyuşturucu ve silah kaçakçılarıyla Abdullah Çatlı'ları ve onların devlet içindeki uzantılarını gördüğü için mi faili meçhul cinayete kurban gitti? Kuyumcu titizliğiyle yaptığı geceli gündüzlü çalışmalarla "Çetenin şablonu"nu çıkarttığı için mi Uğur'u kaybettik bombalı suikastte?
Devamı...>>
SABAH: İnanılmaz Hatalar… Uğur Mumcu cinayeti soruşturmasında hata üstüne hata yapıldı. Mumcu için otopsi raporunda, saçlarında bir tane bile beyaz olmadığı halde "Ak saçlı maktül" denildi. Bilgisayar disketleri ve PTT kayıtları incelenmedi, bombanın yapısı belirlenemedi.Ankara- Meclis Uğur Mumcu Cinayetini Araştırma Komisyonu'nun bugün Meclis Başkanlığı'na sunulacak olan raporunda, cinayet soruşturasında baştan sona kadar büyük hatalar yapıldığı, sorumsuzluklar yaşandığı belirtiliyor.
Mumcu için otopsi raporunda "Ak saçlı maktül" denildi. Oysa Mumcu'nun saçlarında bir tane bile beyaz yoktu. Bu hata komisyon üyelerini de hayrete düşürdü ve "Acaba Mumcu diye başka bir cesede mi otopsi yapıldı?" sorusunu gündeme getirdi. Komisyonun 60 sayfalık raporunda hatalar şöyle sıralandı: Bomba nasıl patladı?
* Olay yerinde yeterince araştırma yapılmadığı için bombanın patlatılış biçimi hâlâ bilinmiyor. Mumcu'nun aracına bindikten sonra mı, yoksa binmeden önce uzaktan kumanda ile mi bombanın patlatıldığı saptanamadı. Renault marka aracın şoför mahali kapısı incelenmediği için kapı kilidinin açık mı kapalı mı olduğu bilinmiyor.
Devamı...>>
MEHMET ALTAN: UĞUR Mumcu'nun öldürülmesinden bu yana yedi yıl geçti. Önceki gün gazetelerde yeralan Umut Operasyonu iddianamesi katillerin yakalandığını ileri sürüyor. Mumcu'nun aracına bombayı koyan üç kişinin arkasında ise İran'daki Kudüs Ordusu Örgütü ile İran Gizli Servisi SAVAMA varmış. Ne var ki, Ankara Devlet Güvenlik Mahkemesi Savcısının ileri sürdükleri henüz Dışişleri Bakanlığı tarafından sahiplenilmiş gözükmüyor. İddianamedeki anlatılanlara rağmen ortada karışık bir durum var. Mumcu'nun katledilmesinden bu yana ortaya atılan iddialardan hiç biri ciddi çıkmadı. Bu kez de mahkemenin sonucunu beklemek gerekecek. Önceki günlerde, Mumcu'nun adı sadece kendisine yapılan saldırı ile değil eski Genelkurmay Başkanı Necdet Üruğ ile olan ilişkileri nedeniyle de gündeme geldi.
Devamı...>>
DERYA SAZAK: Uğur Mumcu'ya özlem… On yıl önce Uğur Mumcu'nun ardından 'gözlerimin yaşına bak' diye sel olan milyonların acısını bastıran ortak duygu şu olmuştu: Aydınlarını koruyamayan bir ülkede Mumcu suikastının 'faili meçhul' kalmaması için devlet adına 'namus sözü' veren iktidarların peşini bırakmayacak, 'Uğur Ağabey'i unutmayacaktık. Halk sözünü tuttu.Uğur Mumcu her yıl özlemle anılıyor, Cumhuriyet gazetesindeki köşesindeki yazılarının değeri, onu susturanların amaçladıklarının aksine daha çok değer kazanıyor. Genç kuşaklar Mumcu'yu, cesur eşi Güldal Hanım'ın yönetimindeki Uğur Mumcu Araştırmacı Gazetecilik Vakfı'nın (um:ag) yayımladığı kitapları okuyarak, etkinliklere katılarak tanıyorlar. Böylece Mumcu'nun taşıdığı Cumhuriyet Türkiyesi'nin aydınlanmacı bayrağı, demokrasi, özgürlük ve hukuk mücadelesi geleceğe taşınıyor.
Devamı...>>
HALUK ŞAHİN: İpekçi ve Mumcu aşıldı mı? Ertuğrul Özkök'ün bir yazısı ve aynı gün Emin Çölaşan'ın ona verdiği sert yanıt üzerine Abdi İpekçi ile Uğur Mumcu'nun yeni gazetecilere rol modeli olup olamayacağı tartışılmaya başlandı. Özkök'e göre genç gazetecilerin yeni rol modellerine ihtiyacı vardı, günümüzde Abdi İpekçi ve Uğur Mumcu'nun gazeteciliğini özlemek 'nostaljik bir patinaj'dan öteye gidemezdi. Çölaşan'a göre ise, İpekçi ve Mumcu bir rol modeli olarak geçerliliklerini koruyorlardı, onlara asıl bugün ihtiyaç vardı. Basınımız polemiğe bayılır. O gün bugün gazetelerden pek çok kişi telefon edip bu konudaki fikirlerimi sordu. Bölük pörçük yayımlanan ya da yayımlanmayan yanıtlar yerine görüşlerimi sizlerle topluca paylaşmak istiyorum.
Ben konunun kişiselleştirilmesine, Uğur Mumcu'yu sevmek ya da sevmemek şeklinde formüle edilmesine karşıyım. Bence soruyu şu şekilde sormak daha doğru: Abdi İpekçi'nin ve Uğur Mumcu'nun gazetecilik ölçüt ve performanslarının hangileri aşıldı, geride kaldı, müzelik oldu; hangileri aşılmadı, hâlâ imrenilecek ve yeni gazetecilere öğretilecek bir örnek oluşturuyor? Soruyu böyle sorarsak bu iki büyük gazetecinin basın tarihimizdeki yerlerinin daha nesnel bir biçimde değerlendirilebileceğini düşünüyorum.
Devamı...>>
CAN DÜNDAR: Kuyruklu bir yalan: "Uğur'lar ölmez!" Önce aydınları vuruyorlar.
İran'da da böyle oldu bu; Irak'ta da... Böylece ilk ve en önemli direniş barikatı çökertilmiş oluyor. Toplumun fikir kaleleri bir kez düştü mü, ilhak kolaylaşıyor. Sonra fikren çölleştirilen ülkenin yeniden yeşermesini engellemek isteyen "karanlık"ın güçleri, "aydınlık"a saldırıyor. "Entel-dantel" alaycılığıyla okuyup yazmışlık, itiraz hakkı ve muhalif gelenek ayaklar altına alıyor. Vicdanını, irfanını, ışığını yitiren toplum karanlığa gömülüyor. Uğur Mumcu'yu "Uğurlar olsun" türküleriyle uğurladığımız o uğursuz 24 Ocak sabahı "Bir Uğur gider, bin Uğur gelir" diye beylik konuşmalar yapılmıştı. Hadi itiraf edelim: "Bin"den geçtik, bir tane gelmedi.
Devamı...>>
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
Adrese Teslim
Günlük E-Gazete - 25 Ocak 2006
UĞUR MUMCU 1942 - 1993
22 Ağustos 1942'de ailesi Ankaralı olmasına karşın, babasının görevi nedeniyle bulundukları Kırşehir'de, doğdu. Tapu kadastro memuru Şinasi Hakkı Bey ile Nadire Hanımın dört çocuğunun üçüncüsüdür.
Babası Ankara'ya atanınca, Ulus'taki Balıkpazarı'ında bulunan Devrim İlkokulunda başladığı ilköğrenimini, 1954'te Bahçelievler' deki Ulubatlı Hasan İlkokulunda tamamladı. Ankara Cumhuriyet Ortaokulunu ve Ankara Deneme Lisesini bitirdikten sonra 1961'de Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesine girdi.
Yazmaya öğrencilik yıllarında başladı. Cumhuriyet Gazetesinde yayımlanan "Türk Sosyalizmi" başlıklı makalesiyle 1962 yılı Yunus Nadi Ödülünü aldı. 1963'te Fakültede Öğrenci Derneği Başkanı seçildi. Öğrencilik yıllarında "bilgi sahibi olunmadan fikir sahibi olunmayacağı"nı kavramış, etkin, coşkulu bir gençti. Hukuk Fakültesi Öğrenci Derneği Başkanıyken onun öncülüğünde yapılan toplantılara zamanın politikacıları, bilim ve sanat insanları çağrılıyor, katıldığı "münazara"lardaki başarılarıyla dikkati çekiyordu.
1965'te Hukuk Fakültesini bitirdi ve Cemal Reşit Eyüpoğlu'nun yanında bir süre avukatlık yaptı. 18 Haziran 1965'te "Biz Anayasayı Savunuyoruz. Ya Siz?" başlıklı makalesiyle Yön Dergisinde yazmaya başladı. 27 Mayıs Devriminin özgürlükçü ortamında "İnsanlar sadece konuştuklarından değil sustuklarından da sorumludurlar" diyerek Doğan Avcıoğlu'nun yönetimindeki Yön Dergisinde yazdığı makalelerle bir yandan Mustafa Kemal Atatürk'ün ilke ve devrimlerini, tam bağımsız bir Türkiye'yi savundu.
30 Haziran 1967'de 30 Haziran'da "Kitap Toplatmak Anayasaya Aykırıdır" başlıklı yazısıyla Kim Dergisinde18 Ağustos'ta "Anayasaya Saygı" başlıklı yazısıyla Akşam Gazetesinde incelemeleri yayımlanmaya başladı.
1968'de Dil öğrenmek için İngiltere'ye gitti, yazılarına oradan devam etti. 25 Şubat'ta Akşam Gazetesindeki inceleme yazılarının sonuncusu yayımlandı. 1 Mart'ta Kim Dergisindeki son yazısı, Londra'dan yolladığı "Yeter Artık Beyler" oldu. 25 Mart'tan itibaren aralıklarla Türk Solu Dergisinde yazmaya başladı.
31 Ocak 1969'da Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi İdare Hukuku Kürsüsü Profesörü Tahsin Bekir Balta'nın asistanı oldu. 15 Temmuz'dan sonra incelemeleri, Milliyet Gazetesinde yayımlanmaya başladı. Asistan olduktan sonra, 13 Kasım'da Ankara Barosu Levhasından kaydını sildirerek avukatlığı bıraktı.
1969 - 1971 yılları arasında, Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dergisi'nde yazıları, 1970'de Ant Dergisi ve Cumhuriyet Gazetesinde makale ve incelemeleri yayımlandı.
24 Mart 1971'den itibaren Devrim Dergisinde yazmaya başladı. 12 Mart 1971'de gerçekleşen darbenin aydınlara yönelik baskıcı tutumundan o da payına düşeni aldı. 17 Mayıs'ta gözaltına alındı. Bir ay sonra serbest bırakıldı. 12 Temmuz'da Ortam'da yazıları yayımlanmaya başladı. Dergi, 29 Kasım'da çıkan sayısından sonra kanun dışı baskıları protesto etmek amacıyla yayın hayatına son verdi. 27 Ekim'de Devrim Dergisine son kez yazdı.
Askerliğini yapmaya hazırlandığı sırada, orduya hakaret etme savıyla tutuklandı. Pek çok aydınla birlikte, Mamak Askeri Cezaevinde bir yıla yakın kalan Uğur Mumcu, cezaevinde öteki aydınlarla birlikte buz kırmak, tuvalet temizlemek zorunda bırakıldı. Açılan davada, 7 yıl hapse mahkûm edildi ancak, "komünist düzenin getirilmesinde bayrağı soldan sağa sallanacağını belirtmektedir" gibi ifadelerin yer aldığı kararın Yargıtay'ca bozulmasının ardından 10 Ekim'de serbest bırakıldı. Kendi deyişiyle, Yön dergisi o sırada "sıkıyönetim bekleme salonu" gibi olmuştu. Birçok demokrat aydına cezaevlerinin kapısı ardına kadar açılmıştı.
Serbest bırakılmasının hemen ardından askere alındı. Tuzla Piyade Okulunda 10 Ocak'a kadar süren üç aylık eğitimden sonra, 1973'te okul yönetimi tarafından "kötü hal ve düşünce sahibi" diye suçlanarak "er" çıkarıldı ve Patnos'a yollandı.
31 Ocak 1974'te askerliğini sakıncalı piyade eri olarak, Ağrı'nın Patnos ilçesinde tamamladı. Bu yaşadıklarını "Evet, evet ne olursa olsun, ben Patnos dağlarında halk çocuklarıyla er olarak askerlik yapmayı, emekli olduktan sonra siyasal iktidarın uzattığı yönetim kurullarında, on binlerce lira para alan orgeneral olmaya değişmem!" diyerek, yedek subaylık hakkı ve aylıkları için sadece maddi tazminat isteğiyle açtığı davayı kazandı ve yedek subaylık hakkını elde etti. Ancak askerliği sırasında kendisi için yapılan tüm harcamaları tazminat tutarından düşüldü.
Her zaman duyarlı olan midesindeki rahatsızlığa doktorların tanısı ülserdi. Uğur Mumcu' nun "12 Mart ülseri" tanımlaması bu dönemi özetlemeye yetiyordu.
Askerlikten sonra üniversitedeki görevinden ayrıldı ve gazeteciliğe profesyonel olarak, Aynı yıl 25 Şubat'ta Yeni Ortam Gazetesinde "Anarşist!.." başlıklı yazısıyla başladı. Yazılarında, hem sorunları dile getirdi hem de hukuka aykırı ve yasadışı uygulamaların üstüne gitti. "Tek bir tahrikçi ajan adı veremezsiniz" diyen Demirel'e "Bir Hikâyemiz Var" başlıklı yazısında, onlarca provokatörün adını belgeleriyle açıklayarak, tüm antilaik, antidemokratik oluşumları uygulamalarıyla belgeledi.
12 Mart 1975'te "Ayrılırken" başlıklı yazısıyla Yeni Ortam Gazetesinden ayrıldı. 18 Mart'ta "Denklem" yazısıyla Cumhuriyet Gazetesindeki 'Gözlem' başlıklı köşesinde düzenli olarak yazmaya başladı. Aynı zamanda da Anka Ajansında çalışmaktaydı.
Nisan ayında 12 Mart dönemini sergilediği makalelerinden oluşan Suçlular ve Güçlüler kitabı ve Ekim ayında, Anka Ajansında çalışırken Altan Öymen'le birlikte hazırladıkları, Süleyman Demirel'in yeğeni Yahya Demirel'in hayali mobilya ihracatını konu edinen, Mobilya Dosyası adlı kitabı yayımlandı. Böylece "hayali ihracat" kavramı kamuoyunun gündemine girmiş oldu.
1976 Yılı Mayıs ayında, Güldal Homan ile nişanlandı. Aynı yılın 19 Temmuz'unda evlendiler.
1977'de Anka Ajansından ayrılarak Cumhuriyet Gazetesinin kadrolu yazarı oldu. Terörün toplumu korkuya, karamsarlığa ittiği günlerde, kalemiyle teröre karşı durdu. Taksim'deki 1 Mayıs katliamının ardından, bu olayı ve bu tür olayları irdeleyen yazılar yazdı. Mayıs ayında oğlu Özgür dünyaya geldi.
Sakıncalı Piyade ve Bir Pulsuz Dilekçe kitapları yine aynı yıl yayımlandı.
1978'de 12 Mart döneminde yaşadıkları, gülmece ustaları için bulunmaz bir malzemeydi. Kendisi de yazı ve konuşmalarında gülmece öğelerini sık sık kullanırdı. Bu dönemi anlattığı Sakıncalı Piyade adlı yapıtını, Rutkay Aziz ile birlikte, tiyatroya uyarladı. Sakıncalı Piyade Tiyatro ilk olarak Ankara Sanat Tiyatrosu'nca (AST) sahneye kondu ve 700 kez sahnelendi.
Aralık'ta, siyasal yaşamda adı duyulan, belli dönemlere damgasını vurmuş birçok ünlünün yaşam öykülerini, siyasal geçmişlerini, bir güldürü zenginliğiyle anlattığı kitabı Büyüklerimiz yayımlandı.
Temmuz 1979'da terörün yeniden tırmandığı, gencecik insanların sokak ortasında kurşunlandığı, kahvelere, evlere bombaların atıldığı bir ortamda, tarihin boş yere tekrar etmesini önlemek ve ders alınmasını sağlamak amacıyla, 12 Mart öncesi ve sonrası gençlik liderlerinin yaşadıklarını kendi ağızlarından yansıttığı ve silahlı eylemlerle bir yere varılamayacağına dikkat çektiği kitabı Çıkmaz Sokak yayımlandı.
1980'li yıllar başlarken 70'li ve 60'lı yılları da incelediği, yenilmeyen gücün, halkın örgütlü gücü olduğunu anlattığı yazıları Tüfek İcat Oldu başlığı altında Şubat ayında yayımlandı. 12 Eylül darbesi oldu ve 12 Eylül'ü gerçekleştiren generaller tarafından partilerin, birçok kitle örgütünün kapatılması gibi sorunların yaşandığı bu dönemi ve uygulamalarını eleştirdi. (Terörsüz Özgürlük)
Mart 1981'de Kendi deyişiyle, "..terörün silah kaçaklığıyla ilgisini ortaya koymak ve kamuoyunu bu konuda uyarmak..." için yazdığı Silah Kaçakçılığı ve Terör adlı inceleme kitabı Mart ayında yayımlandı.
13 Mayıs'ta Mehmet Ali Ağca, Papayı öldürme girişiminde bulunması üzerine, "Yine Ağca" başlıklı yazısı Cumhuriyet Gazetesi'nde yayımlandı. Daha önce 1979 yılında Abdi İpekçi'nin katili olarak yakalanan Ağca üzerine çalışma ve araştırmalar yapmıştı, Papa olayı sonrasında irdemelerini yoğunlaştırdı.
Haziran ayında kızı Özge dünyaya geldi.
Yine aynı yıl, "Bu kitap ile yalnızca, parlamento çalışmalarını engelleyen, kürsülerde yurt ve dünya sorunlarının özgürce konuşulmasını engelleyen sorumsuz bir azınlığın sergilediği çirkinlikler eleştiri konusu yapılmıştır." dediği Söz Meclis'ten İçeri adlı kitabının ilk baskısı Ekim ayında yapıldı.
1982'de Ağca Dosyası kitabının ardından Kasım'da Terörsüz Özgürlük adlı makale derlemesi yayımlandı. Barış Derneği kapatıldı. Yöneticileri ve üyeleri 141. ve 142. maddelerden suçlanarak tutuklandı. Barış Derneği Davası, 12 Eylül döneminde, Türk aydınlarına karşı topluma gözdağı vermek için açılmış bir davaydı. Mumcu pek çok yazısında bu konuyu ele aldı.
1983'te Genel seçimler yapıldı. Birçok politikacının yasaklı olduğu bu dönemde, ekonomik ve toplumsal çarpıklıkları, hukuk dışı uygulamaları göz önüne seren araştırmalar yaptı. (Lozan ve Sevr)
Şubat'ta Ağca ile cezaevinde röportaj yaptı. Bu röportajın NBC'de yayımlanmasını isteyen NBC yöneticilerine, hazırladığı röportajı o sırada kapalı olan gazetesi Cumhuriyet'ten başka bir yerde yayımlamayı düşünmediğini söyledi.
1984 Mart Ayında, ülkedeki olumsuzlukların dile getirildiği, yazar Aziz Nesin öncülüğünde bir grup tarafından Cumhurbaşkanlığı ve TBMM Başkanlığına sunulan ancak, Kenan Evren'in imzalayanları "vatan hainliği" ile suçlayarak dava açtığı "Aydınlar dilekçesi"nin hazırlanmasına katıldı.
Sakıncasız adlı oyunu yazdı. Basındaki yozlaşmanın ve döneklerin sergilendiği, 12 Eylül döneminde aydınlara yapılan işkencelerin anlatıldığı oyun, 3 Nisan - 7 Mayıs tarihleri arasında İstanbul Hodri Meydan Kültür Merkezi'nde ve 10 - 27 Mayıs tarihleri arasında da Ankara Sanat Evi'nde sahnelendi.
Uzun ve yorucu bir araştırmanın ürünü olan Papa-Mafya-Ağca kitabı Haziran ayında yayımlandı.
1985 Yılı Haziran ayında, Liberal Çiftlik ve Devrimci ve Demokrat adlı kitapları yayımlandı. Roma'ya gitti. Papa davasında uzman tanık olarak bilgisine başvuruldu.
Temmuz 1986'da Mehmet Ali Aybar'la Türkiye İşçi Partisi (TİP) olgusu ve Marksizm üzerine yaptığı Aybar ile Söyleşi kitabı, Şubat 1987'de, yakın tarihimize ışık tutacağını düşünerek, 27 Mayısçılardan Osman Köksal'ın anı ve mektuplarına yer verdiği kitabı İnkılâp Mektupları yayımlandı.
Yine 1987' de Milliyet Gazetesinden Örsan Öymen ile birlikte, Federal Almanya'da, eski Adana Müftüsü Cemalettin Kaplan ile cemaati önünde görüştü. Bu görüşme, 10 Şubat'ta Cumhuriyet Gazetesinde, Mayıs ayında araştırmacı gazetecilik açısından büyük bir başarı kabul edilen Rabıta ve Kasım'da da 12 Eylül Adaleti adlı kitapları yayımlandı.
Takibinde, Ağustos 1988'de Eski Türkiye İşçi Partisi (TİP) Başkanı Behice Boran'la yaptığı söyleşiyi içeren Bir Uzun Yürüyüş ve günümüzde de etkinliğini hiç yitirmediği görülen üçlü arasındaki ilişkileri belgeleriyle anlatan yazılarından derlediği Tarikat-Siyaset-Ticaret adlı kitapları yayımlandı.
1989'da, Özal hükümeti döneminde Milli Savunma Bakanlığına getirilen Ercan Vuralhan, Dışişleri Bakanlığı İdari ve Mali İşler Daire Başkan Yardımcısı iken, diplomatlar ve dış görevdeki personelin güvenliğini sağlamak için aldırılan zırhlı araçlar konusundaki yolsuzluklar üzerine yazılar yazdı.
1990'da "Yakın tarihimizin pek aydınlanmayan bir bölümünü oluşturuyor…" diye düşündüğü 40'lı yılların siyasal çerçevesini çizmek ve koşullarını yansıtmak amacıyla yaptığı araştırma çalışmalarını 40'ların Cadı Kazanı adlı kitabında topladı. Ağustos'ta da diğer bir kitabı Kâzım Karabekir Anlatıyor yayımlandı.
1991 Temmuz ayında, en önemli araştırmalarından biri olan Kürt-İslam Ayaklanması 1919-1925 yayımlandı. 6 Kasım'da onaylamadığı gelişmeler üzerine, 80 arkadaşı ile birlikte, Cumhuriyet Gazetesinden ayrıldı.
1992'de, 1 Şubat - 3 Mayıs tarihleri arasında Milliyet Gazetesi'nde yazdı. Buradaki yazılarında Kürt sorununu sıklıkla gündeme getirirken yurtdışındaki PKK yayınlarını yakından izledi. 3 Mayıs'ta Milliyet Gazetesindeki son yazısı "Gazeteci"ydi. Şubat ayında, ilk kez yayımlanan belgelerin yer aldığı Gazi Paşa'ya Suikast adlı kitabı basıldı. 7 Mayıs'ta Cumhuriyet Gazetesi'nde yapılan yönetim değişikliği üzerine yeniden Gazetesine döndü. Hizbullah, PKK ve kontrgerilla konularını irdeleyen makaleler yazdı. "Hizbulkontra!.."
1993 13 Ocak'ta İstanbul'da Harp Akademilerinde gazetecilik üzerine bir konferans verdi.
24 Ocak Pazar günü arabasına yerleştirilen bomba ile öldürüldü.
Öldürülmeden önce, PKK ve Kürt sorunu üzerinde çalışmalar yapmaktaydı. Son yazısı "Zeyilname"
Aile bireyleriyle ve dostlarıyla paylaştığı karşılıklı sevgi saygı onun üretkenliğine katkısı oldu. "Susmayı, kendi kabuğunun içine çekilmeyi" çağın suçu olarak niteleyen Mumcu "cesur bir kere, korkak bin kere ölür" diyordu. Demokrasi ve insan hakları savunucusu olarak ülkü ve ilkelerinden hiç ödün vermedi. Katilleri yakalanmayan gazetecilerin, bilim ve sanat insanlarının, tüm insanların kanı yerde kalmasın diyerek savaşını verdi. Terörün silah kaçakçılığıyla ilişkisini giderek artan gerici örgütlenmenin iç ve dış boyutlarını belgeleriyle gözler önüne serdi. Kamuoyu, Susurluk kazasızla yeniden gündeme gelen Abdullah Çatlı adını, ülkücü mafya kavramını ilk kez onun yazılarından duydu. Kontrgerilla var mı, yok mu tartışmalarını, yurtdışındaki görevlilerimizin aylığını ödeyen örgütleri rabıta olayını, kimi aydınların bile yüzeysel bir bakış açısıyla ele aldığı Kürt sorununu, Abdullah Öcalan'ın iç ve dış ilişkilerini ipekçi cinayetinin araştırılmasını, Ağca'yı, Papa suikastının perde arkasını yılmadan ve korkmadan araştırdı. 12 Eylül adaletini, Özal döneminin kural tanımayan uygulamalarını bıkıp usanmadan yazdı. 1990'ların sonunda yaşananlar Uğur Mumcu'yu haklı çıkardı, ölümünden önce yayımlanan 25, ölümünden sonra yayımlanan 40 kitaptaki belge ve bilgiler, etkili ve yetkili olanlarca göz önüne alınmayı bekliyor.
Mumcu'nun dikkate değer asıl özelliği ise insan ilişkileriydi. Ailesine çok düşkün olan Mumcu, yakın çevresi için de "hasta olan için hastanede, yargılanan için mahkemede, tahliye olan için cezaevi kapısında; birisi pasaport mu almamış, kim olursa olsun o işin peşinde" diye bilinen bir dosttu. Hatta tanımadığı insanların sorunlarıyla da yakından ilgilenir, doğrudan ya da köşesi aracılığıyla çözüm bulmaya çalışırdı.
Araştırmacılığında, telefon numaralarından uçak biletlerinin tarihlerine, Resmi Gazeteden Ticaret Sicil Gazetelerine dek hiçbir şeyi gözden kaçırmayan Mumcu, aynı zamanda haber için ödün vermeyen, hiç kimsenin özel yaşamıyla ilgili tek satır yazmayan, haber kaynağını her şeye rağmen koruyan ve belgesiz yazı yazmayan örnek bir gazeteci idi.
Yobazların, kaçakçıların, hırsızların, sömürücülerin korkulu rüyası olan, Cumhuriyet ve Atatürk'ü tüm ilkeleriyle benimseyip savunan Mumcu, din maskesi altında Türkiye'yi emperyalizme teslim etmek isteyenlerin gerçek yüzlerini sergiledi. Silah kaçakçılığı, terör, Kürt sorunu ve benzeri konulardaki araştırmalarını sağlam belgelere dayandırdı. "Bilgi sahibi olmadan fikir sahibi olunmaz" ilkesinden hareketle emperyalizmin, mafya aracılığıyla Türkiye'ye soktuğu silahların terörü körüklediğini kanıtlarıyla gözler önüne serdi.
Toplumsal sınıf ve katmanlar arasında dengesizliğin ve sömürünün, planlı devletçilikle önlenebileceğini, devlet kaynaklarını geniş kitleler yerine bir avuç azınlığa aktarmanın bu sorunu çözmeyeceğini savundu.
Demokrat, laik, cumhuriyetçi, Atatürkçü, devrimci, emekten tüm hak ve özgürlükten yana, emperyalizmin, çıkarcılar, vurguncular ve yobazların karşısında olan Uğur Mumcu, 24 Ocak 1993 Pazar günü arabasına konan bomba ile öldürüldü.
"Ben Ankara'nın yerlisiyim" diyen Uğur Mumcu için Ankara, yalnızca yaşadığı kent değil, laik cumhuriyetin simgesiydi. Ankara'da yaşanan ve tüm yurda yayılan olumsuzluklar yüzünden zaman zaman "Ankara'nın taşına bak / Gözlerimin yaşına bak / Uyan uyan Gazi Kemal / Şu feleğin işine bak" diye yazıyordu. Bu halk türküsü, ölümünden sonra bir bakıma, Uğur Mumcu ile özdeşleşti. Demokrasi, adalet özgürlükler, emek için, laik cumhuriyetin Atatürk devrimlerinin yara almaması, terörün kaynaklarının bulunması, irticanın boyutlanmaması için yaşamını yitiren Uğur Mumcu'nun ölümü, 24 Ocak 1993' ten bu yana sorgulanamamaktadır.
24 Ocak 1993'ten bu yana hükümetler kuruldu, hükümetler bozuldu; başbakanlar, İçişleri Bakanları geldi geçti, ancak Uğur Mumcu cinayeti aydınlanamadı.
Sosyalizmin, Marksist-Leninist, Avrupa Komünizmi, Maoizm gibi değişik uygulamaları olduğuna dikkat çeken Uğur Mumcu, Türkiye için de bağımsızlıkçı, antiemperyalist, kendi özgün koşullarına uygun, kendi ulusal değerlerinden kopmamış bir "Türk Sosyalizmi" modeli öneriyordu.
Türkiye'de araştırmacı gazeteciliğin öncüsü olan Mumcu, Irak'a yönelik operasyonlarda İncirlik Üssünün kullanılmasına izin veren hükümetleri eleştirdi. Yolsuzluk iddiaları, yabancı istihbarat örgütleri, mafya, Papa suikastı gibi konularda araştırmalar yaptı. Abdi İpekçi suikastının perde arkasını belgeleriyle ortaya koydu.
Siyasilere yönelttiği eleştiriler yüzünden, yazıları aleyhine birçok dava açıldı. Hepsinde de Mumcu'nun haklılığı kanıtlandı.
Yukarı
UĞUR MUMCU'DAN…
26 Ağustos 1962 - Cumhuriyet Gazetesi
Türk Sosyalizmi
"Demir ağlarla ördük ana yurdu dört baştan" mısrası, genç bir Türkiye'nin onuncu yılında mutlu yarınlara seslenişiydi. Gel gör ki, birkaç on yılın ardından Türkiye batılı tarifiyle iktisaden geri kalmış bir ülke oldu.
NATO subayları Türkiye'de çöl zammı alırlar. İktisadi durumumuz ve itibarımız için en acı misal... Geri kalmış ülke damgasını, Türk aydını, Türk halkı, bir suçlu gibi alnında taşıyor.
Yıllarca kendi çilesine terk edilen fakir halk, geciken yarınların ıstırabı içinde. Toprak-parlamento ağalığına dayanan demokrasimiz, son on yılda sadece köşe başı milyonerleri türetmiş. Mutlu azınlıklar, umutsuz çoğunluğun ıstıraplarıyla zenginleşmiş. İktisadi planlar siyasi müteşebbislerin kasalarına bağlanmış. Vergiler dar gelirlilerin omuzlarına yüklenmiş. Vergi adaleti, sosyal adalet, işçi hakları fantezi bir edebiyattan ileri gidememiş ve en fenası, siyasi ve iktisadi ahlak yoksunluğu bir sari hastalık olmuştu.
Son on yılın iktisadi tablosu karşısında ibretle düşünmeye mahkûm bir kuşağız. Gelecek nesilleri değil, gelecek seçimleri düşünen politikacılarımız bu tablonun ressamlarıdırlar. "Bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler" parolası ile liberalizm, en acı örneğini Türkiye'de vermiştir. Amerikan kapitalizmini sosyalizme antitez misali olarak verenler; bünye farklarını tahlil edemeyenler, oluş şartlarını mukayese edemeyenlerdir. Ne kazandırmıştır on yıllık liberalizm memlekete?!.. Kalkınma hızı mı?.. Sosyal adalet mi?.. Çalışma gücü mü?.. İktisadi itibar mı?.. Milli gelirde artma mı?.. Yoksa Ortak Pazar toplantılarında bir geri kalmış ülke ismi mi?.. Son on yılın örneğinden ve sonuçlarından hoşnut olanlar, dünün köşe başı milyonerlerinden başkaları değildir.
Atatürk devletçiliği ne kaybettirmiştir veyahut iktisadi şartlarımızda ne derece bir değişiklik olmuştur? Bu soruların cevapları Türk sosyalizminin anahtarıdırlar. Sistemleri, tarihi oluşlarıyla birlikte memleket şartlarıyla düşünmek gerek. Sosyalizm, Lenin'in tarifinde bir işçi diktatörlüğü, batılı tariflerde bir iktisadi demokrasi, yani halkın iktisaden kendi kendisini idare etmesidir. Bunun içindir ki, aynı sosyalizm altında çeşitli yönler vardır. Türk sosyalizmi ne Marks'ın sosyalizmine benzemeli, ne de batı sosyalizminin bir kopyası olmalı. Memleket şartlarının yarattığı ve siyasi rejime en uygun olan bir sosyalizm...
Türkiye'de demokrasi, kadrosuzluktan dolayı ideal safhaya erişememiş ve acı sonuçlar vermiştir. Kadrosuz sosyalizm ise kötü bir liberalizm olur. Acılarını yine milletçe çekeriz. Bugünkü bürokrasi kartvizit imtiyazı, rüşvet alışkanlığı kalkmadıkça, bilgili, rasyonel, dinamik bir kadro bulamadıkça, sosyalizmden mucizeler beklemeyelim. Kelimelerin sihrine değil, tatbikine önem verelim.
İşte Türk halkı, şartların yarattığı bir Türk sosyalizmin ve dinamik ve rasyonel bir kadroya muhtaç...
Her şeye Atatürk gücüyle ve onuncu yıl umuduyla başlayacağız, başlamalıyız.
Yukarı
18 Haziran 1965 - Yön
Biz Anayasayı savunuyoruz. Ya siz?..
Gerçek teminatın yurttaşların gönüllerinde ve iradelerinde yer aldığı inancı ile, hürriyete, adalete ve fazilete âşık evlatlarının uyanık bekçiliğine emanet edilen 27 Mayıs Anayasasının ışığı altında, son günlerdeki Bulvar olaylarının değerlendirmesini yapmak istiyoruz. Bu, aynı zamanda bir Hukuk Fakültesi öğrencisi olarak, kanunlara duyduğumuz saygının, sosyal hukuk devletine olan özlemimizin gerektirdiği bir davranıştır.
Anayasamızın, "Herkes, düşünce ve kanaat hürriyetine sahiptir; düşünce ve kanaatlarını söz, yazı resim veya başka yollarla tek başına veya toplu olarak açıklayabilir veya yayabilir" diyen 20. maddesinin teminatında, Siyasal Bilgiler Fakültesi öğrencilerinden bir grup, Dönüşüm adlı dergiyi satarken saldırıya uğruyorlar, dövülüyorlar. Komünistlikle itham ediliyorlar, hatta tutuklanıp polisçe nezaret altına alınıyorlar. Bu olaylar günlerdir başkentin Atatürk Bulvarında sürüp gidiyor. Olayları izlemekte olan gençler bile polisçe yakalanıp Anayasanın 30. maddesine rağmen, 24 saat içerisinde yargıç huzuruna çıkarılmaksızın, sabahlara kadar hücrelerde tutuluyorlar. Karakolda 30 saat nedensiz tutulmuş bir genç olarak, olayların kamuoyunca duyulmasında yarar görmekte, kendi yönümden gerekli kanuni haklarımı kullanmakla birlikte, ilgilileri Anayasaya bağlı oldukları ölçüde göreve çağırmaktayım. Bu, kişisel bir yakınma değil, 27 Mayıs Anayasasının lafzı ve ruhuyla uygulanması veya uygulanmaması sorunudur. Acaba 27 Mayısın getirdiği sosyal anlayışı gerek yurttaş olarak, gerek görevli olarak anlamış mıyız?
Çağdaş demokrasiler, toplumun çok yönlü yapısının ge-rektirdiği sınırlamalarla bağlıdırlar. Partiler, baskı grupları, sendikalar, çağdaş demokratik anlayışın vazgeçilmez unsurlarıdır. Gençlik bu anlayış içerisinde, baskı grubu olarak görevini her türlü günlük siyasi endişenin dışında yapma çabasındadır. Özellikle azgelişmiş toplumlarda gerçekler, gençliğin baskı grubu olarak demokratik hayatta yer alışını zorunlu kılar.
Memur ve subaylar, statüleri gereği olarak siyasetle uğraşmazken; halk, her türlü sosyal olanaktan yoksun biçimde yaşarken; toplumun bu aydın kuşağı, azgelişmişlik koşullarından yararlanmak isteyenlerin karşısına çıkar. Gençliğin bu dikilişi, varlık nedenlerini toplumun fakirliğinde bulan politik çevreleri tedirgin eder. Dolaylı ve dolaysız her türlü baskıyı "komünizmle mücadele" gerekçesiyle yapmaya çalışırlar. Onlara göre toprak reformunu istemek, vergi reformunu savunmak, Anayasanın 130'uncu maddesine dayanarak tabii kaynaklara sahip çıkmak, dış ticaretin devletleştirilmesini istemek, faşist İtalyan ceza kanunundan alınan maddelerin Anayasaya aykırı olduğunu söylemek komünistliktir. Böylece de büyük halk yığınlarıyla, en az namussuzlar kadar cesur olan aydınlar arasındaki düşünce ve eylem birliğine engel olmaya kalkışırlar. Çünkü bilirler ki, bu bağ bir kere kurulursa, halk artık kendi ekonomik çıkarlarına karşı olanlara oyunu vermeyecektir. İşte böyle bir yapı ve durumda, tıpkı Hitler öncesi Almanya ve Mussolini öncesi İtalya gibi, antikomünist nümayişler, sahte bir milliyetçilik ülküsü, ortaklaşa kin ve çıkarlar, faşist bir düzenin temellerini atar. Faşizmin başlıca dayanağı komünizm korkusu ve demokratik özgürlük düzenine olan güvensizlik olduğuna göre, bu yönde çalışmaları önlemek, demokratik ilkelere bağlı her yurttaşın ortak görevi olmalıdır.
Anayasadan habersiz bir polis şefi
Ben bu temel amaçla, Hukuk Fakültesi Öğrenci Derneği Başkanı olduğum 1963-64 ders yılı boyunca, dernek üyesi diğer arkadaşlarla, yurt sorunlarının çeşitli parti sözcüleri, yazar, iktisatçı, öğretim üyeleri arasında tartışılmasını sağlamak için açıkoturum ve konferanslar düzenledim. Bu açıkoturumların sonuncusu Türk Ceza Kanununun 141. ve 142. maddeleri konusunda idi. Bu açıkoturuma Prof. Dr. Muammer Aksoy, Cihat Bilgehan, Sahir Kurutluoğlu, Burhan Apaydın, C. Reşit Eyüpoğlu, Doç. Dr. Uğur Alacakaptan ve TİP Genel Başkanı Mehmet Ali Aybar katılıyorlardı. Açıkoturumun yapılacağı sabah ZAFER gazetesi, "Solcular rejimi temelden yıkmak için faaliyete geçti" baş manşetiyle çıktı. Tarih 7 Aralık 1964. Bir hafta önce düzenlediğimiz "Kalkınma Yolu" adlı açıkoturuma o zamanlar genel başkan adayı olan Süleyman Demirel'i çağırmamızı öven Zafer gazetesi, ikinci açıkoturumu böyle yorumluyordu. Bu arada fakültede bazı gruplar, metni o günkü Zafer gazetesinde de yayımlanmış olan ve açıkoturuma engel olacaklarını duyuran bildiriler dağıtıyorlar, kaba kuvvet gösterilerine kalkışıyorlardı. Polis işe karıştı.
Birinci Şube sivil polisleri tarafından Şube Müdürü İbrahim Ural'ın huzuruna çıkarıldım. Bana neden böyle bir açıkoturum düzenlediğimi sordu. Ben de bunun Hukuk Fakültesi olarak görevimiz olduğunu, her partiden eşit konuşmacı çağırdığımızı söyledim. Ancak Birinci Şubeye yalnız ben çağrılmıştım. Bildiri yayımlayanlar, kavga çıkaranlar değil...
Sayın Şube Müdürü çalışmalarımı izlediğini, böyle açıkoturumlar yaptığım için hakkımda fiş tuttuğunu, isterse istikbalimi mahvedeceğini(!) söylüyordu. Özellikle "Bu memlekette fiili bir komünist partisi varsa bunun Anayasa Mahkemesi tarafından kapatılması gerektiğini, partilerin Anayasamızın 56. maddesinin teminatında görev yaptıklarını, hakkımda Aybar için fiş tutacaksa, getirdiğim diğer konuşmacılar için de fiş tutması gerektiğini" anlattım. Ayrılırken, sayın müdür, oturumu iptal etmemi istedi, ben bunu yapmayacağımı söyleyince "Bir daha karşıma çıkarsan başka türlü muamele edeceğim" dedi. Başka türlü muamele, acaba neydi ve buna yetkileri var mıydı?
Sekizer adımlık demir parmaklıklı hücre...
Aradan aylar geçti. Bulvardaki Dönüşüm satışları birtakım olaylara sebep oluyordu. Satanlar dövülüyor, küfrediliyor, karakollara götürülüyorlardı. Ben Dönüşüm dergisini satanlardan değilim, bu dergiyle de ilgim yok. Ayrıca Öğrenci Derneği Başkanlığından ayrıldıktan sonra, fakültedeki kulüplerden hiçbirine kaydolmadım. Olayların çıktığı 7 Haziran günü, Dönüşümcüler dövülürken fakültemde ders çalışmaktaydım. Olayları gece öğrendim ve kaba kuvvetle yapılan bu saldırılara engel olabilmek için, telefonla en büyük gençlik örgütü olan TMGT başkanlığına durumu anlattım. Kaba kuvveti önlemenin çareleri üzerinde kendileriyle konuştum. 8 Haziran günü fakültemde ders çalışırken kitap başından alınarak Birinci Şubeye götürüldüm. Anayasamızın, kişi güvenliğini teminat altına alan 30. maddesine rağmen, suçumun niteliği söylenmeksizin, Yenimahalle Karakolunda sekizer adımlık demir parmaklıklı bir hücreye üç arkadaşımla birlikte kapatıldım. Suçumuzu bilmiyor, ailemizle görüştürülmüyorduk. Bizi arayanlara ise, Birinci Şube, serbest bırakıldığımızı söylüyor, yanıltıcı beyanlarda bulunuyordu.
Evet Anayasa, kişi güvenliği ve 1789 İnsan ve Vatandaş Hakları Evrensel Beyannamesinin "herkes, mahkum oluncaya kadar masumdur" diyen 9. maddesi, buna karşılık Birinci Şube Müdürünün "Bir daha karşıma çıkarsan başka türlü muamele ederim" tehdidi.... Bu tehdidin her türlü hukuk kuralından daha geçerli ve etkin olduğunu, demir parmaklıklar ardında anladım. Benimle birlikte hücrede yatan Alper Aktan adlı arkadaşımın da, Kıbrıs mitingleri sırasında aynı müdürle tartışması ve tutuklanması, Birinci Şube Müdürünün, görevini hangi anlayış içersinde yaptığını ortaya koyar.
Bundan sonra avukatlarım Prof. Dr. Muammer Aksoy, C. Reşit Eyüboğlu, Yunus Koçak, Kemal Çınar, Beyhan Mumcu'nun, Valiye, Emniyet Müdürüne yaptıkları başvurma sonucu, ancak yakalandıktan 30 saat sonra savcının huzuruna çıkarıldık. 171 sayılı kanun ve TCK 312. madde suçlarını işlemekle itham edildiğimizi ancak savcılıkta öğrendik. Çankaya Savcılığınca serbest bırakıldıktan sonra, bu kez Ankara Merkez Basın Savcılığında ifade verdik...
Saldırılar, 27 Mayısa karşıdır...
Bu ne İşçi Partisi, ne de bir Dönüşüm dergisi meselesidir. Ayrıca ne Dönüşüm dergisiyle ilişiğim vardı, ne de İşçi Partisinde bir üyeliğim. Bu, 27 Mayıs Anayasasını koruyan gençliğe karşı, 27 Mayısa karşı olanlarca alınması gecikmiş bir intikamın gerektirdiği bir davranıştır. Bugün İşçi Partisi, Dönüşümcüler, yarın tüm 27 Mayısçılara karşı girişilecek sindirme ve intikam politikasının başlangıcıdır. Bu nedenle bütün Atatürkçü ve 27 Mayısçı kuvvetler birleşmeli ve Anayasayı korumalıdır. Bu olumsuz davranışlar devam ederse, aşırı sol ile mücadele gerekçesi tüm namuslu aydınlara karşı kullanılırsa, fikre karşı yumrukla çıkılırsa kimin haklı kimin haksız olduğu anlaşılmaz ve bu düzen en azından faşist bir yönetimin koşullarını hazırlar.
İnsanlar sadece konuştuklarından değil sustuklarından da sorumludurlar. Gençlik, görevini, devrimlere bağlılığının, Anayasa düzenine olan saygısının bilinci içerisinde yapacaktır. Her türlü engeli geçip halka dertlerini anlatacağız; bunu önlemeye kimsenin gücü yetmeyecektir. 1920'de Mustafa Kemal'e komünist diyen Bolu Mutasarrıfı Osman Kadri hortlamış da, Atatürk'ten alamadığı intikamı Atatürkçülerden alacaksa, halktan yana olanlara komünist denecekse biz bu propagandayı komünizme hizmet olarak anlayacak ve mücadelemizi yapacağız. Komünizmle mücadele lafla değil, sosyal ve ekonomik tedbirlerle yapılır. Boş kafayı, boş mideyi istismar eden komünizme, sosyal ve ekonomik reformlara engel olmakla, kafaları boş, karınları aç bırakmakla, bizzat antikomünistler hizmet etmektedirler.
Her türlü baskıya rağmen mücadele yürüyecek ve gerçekleri söylemekten korkmayacağız. Çünkü büyük Atatürk "Türk genci devrimlerin, bu rejimin sahibi ve bekçisidir. Bunların gerekliliğine herkesten fazla inanmıştır. Rejimi ve devrimleri benimsemiştir. Bunları güçsüz düşürecek en küçük veya en büyük bir kıpırtı veya haraket duydu mu, bu memleketin polisi vardır, jandarması vardır, adliyesi vardır demeyecektir. Hemen işe girişecektir..." diyor.
27 Mayıs hiçbir şahsa, hiçbir zümreye karşı yapılmamıştır. Ama sadece sabaha karşı da yapılmamıştır. 27 Mayıs, Atatürk devrimlerine bağlılığın tam bilincine sahip olan bir anayasa ve özgürlük düzenini getirmiştir. Bu düzeni gönüllerimizde ve iradelerimizde yer alan inanç ile koruyacağız.
Yukarı
1 Mart 1968 - Kim
Yeter Artık Beyler (Londra Mektubu)
Dünyanın sonu geldi galiba. Burada bir İngiliz ekonomisti tutmuş, "Yabancı sermaye bizi sömürüyor, bütün Avrupa'yı Amerikan sermayesi ele geçirdi" diye bir yazı yazmış.
Bakın siz adamın yediği naneye!.. Büyük dostumuz, mahremi esrarımız, koruyucu meleğimiz, ağababamız Amerika'ya karşı bu ne küstahlık, bu ne cüret!..
Amerika, Avrupa'yı sömürüyormuş. Laf efendim, laf, iftira, aşırı cereyan, zehirli fikir. Bunlar bir merkezden idare ediliyorlar. Başları ezilmeli, içeri atılmalı...
Size bu tescilli komünisti tanıtalım. Adı, Nicholas Harman, The Economist dergisi yazarlarından. Yazdıklarını bir okuyun da komünistlerin nerelere kadar sızdıklarını anlayın. Bakın ne diyor bu hain solcu:
"... Bugün Avrupa ekonomisine Avrupalılar sahip değildir. Amerikan sermayesi, şirket payları yoluyla Avrupa şirketlerini de ele geçirmiştir. Petrol endüstrisinin yüzde 30'u, uçak endüstrisinin yüzde 50'si, otomobil endüstrisinin yüzde 30'u, elektrikli hesap makineleri endüstrisinin yüzde 66'sı Amerikalılarındır. Bu sömürüden kurtulmak için savaşmak, teknik gücünüzü artırmak zorundayız..."
Şaka bir yana, uluslararası sermaye artık bu aşamaya gelmiştir. Bütün bunlar gerek dünyada, gerek Türkiye'de rakam rakam açıklanmış bilimsel gerçeklerdir. Amerikan sermayesi, ahtapotun kolları gibi, yoksul ekonomilerden başka, gelişmiş ekonomileri de kıskıvrak yakalamıştır. Temel endüstrisini bir yüzyıl önce kurmuş, zengin ve sömürücü Avrupa bile, kıtalararası bu soyguna karşı isyan etmektedir. Ya bütün bunlar gün ışığına çıkmışken, bizler ne yapıyoruz?..
Aman efendim ortanın bir adım sağında mı solunda mı; Anayasamız sosyalizme açık mı kapalı mı; işçiler iktidara gelsin mi gelmesin mi diye nane şekeri kandırmacıları ile uğraşıp duruyoruz. Sevsinler çok partili cici demokrasimizi...
Ey devletli, şevketli koca göbekli komprador burjuvalarımız!.. Ey kafasında seçim sandığı taşıyan meydan çığırtkanları!.. Ey vicdanını seçim sandığında satışa çıkaran profesör eskisi!.. Ey küflü kalemler!.. Amerikan yardakçılığı yapmaktan rotatifi aşınan gazete patronları!..
Şöyle dünyanın gidişine bakın. Bir de türlü yalanlarla, soygunlarla yirminci yüzyılın dışında tuttuğunuz yoksul Türk halkının düzeyine.
Anladık milliyetçisiniz. Bu memlekette ezan sesleri kesilmeyecek. Haklısınız. Alçak kızılların başını ezeceksiniz. Yaparsınız. Komünizmle mücadele için kanınızın son damlasına kadar savaşırsınız. Ona ne şüphe!..
Affedersiniz, zahmet olacak; rahatsız ediyoruz ama, bakınız, dünyanın en geri uluslarından biriyiz. Biraz da bunları düşünün. Türkiye bugün dünyanın en yoksul ülkelerinden biriyse, sizin hiç mi sorumluluğunuz yok, hiç mi?!.. Bütün bu yoksullukları hain solcular mı icat etti?!
Evet, Amerikan sermayesi bizi komünizme karşı koruyacak. Ne kadar doğal zenginliklerimiz varsa verelim onlara:
- Petroller sizindir, istediğiniz gibi kullanın.
- Madenler ha sizin, ha bizim.
- Kanunlarımızı size uygulamayız, kendi eviniz gibi rahat edin.
- Casusluk raporlarınızın da bir önemi yok, örtbas ederiz.
Bu mu, bunlar mı Türkiye'nin kurtuluş yolları?!.. Koca koca siyasilerimiz bunları salık verdiler yıllarca.
- Petroller bizimdir.
- Bir önemi yok, onlar bizi komünizme karşı koruyorlar.
- Madenlerimiz yağma ediliyor.
- Sus, hain.
- Milli bağımsızlığımızı yitiriyoruz.
- Moskova'ya, Moskova'ya...
Türkiye'de çok partili düzenin temel özellikleri ile batı kapitalizmi casusluğu birbirine karıştırılmaktadır. Solculuk dünya işçi ihtilalciliği, kapitalizm çok partili demokratik düzen demek değildir. Artık bilimsel gerçeklerin ışığında muhafazakârlığın da, Amerikan kârlarının muhafazacılığı demek olmadığı biraz daha anlaşılmaktadır.
Türkiye'nin kurtuluş yolu, çağdışı kalmış korkularda değil, bilimsel nedenlerin gözleminde saklıdır.
Yirminci yüzyılda Türk milliyetçiliği, Türk halkının alınterini yabancı çıkarlara karşı korumak demektir. Geri kalan boş laf, kuru gürültüdür, kendimizi kandırmayalım.
Bakın yine zehirlendik. Bir merkezden idare ediliyoruz. İngiliz ekonomistinin yazısını okuyup büyük dostumuza karşı neler yazdık. Ayıp çok ayıp.
Anayasamız sosyalizme kapalı, memleketimiz yabancı sermayeye açıktır. Amerika bizim canımız, feda olsun kanımız...
Yukarı
7 Haziran 1974 - Yeni Ortam
Kitaplarımı İsterim
17 Mayıs 1971 günü evimde kitap okuyordum. 11.45 ajansını dinlemek için radyoyu açtım. Spikerin tanıdık sesi:
- Şimdi hükümet başkanlığı tebliğini dinleyeceksiniz... dedi. Ben de kendi kendime:
- Hayırdır inşallah... dedim. Ve kulak verdim radyoya. "Başbakan idari ve siyasi işler yardımcısı" kartvizitli, emekli albaylarımızdan Sadi Koçaş beyefendi başladı konuşmaya:
- Makabline şamil kanun çıkarırız ha... Herkesi içeri alacağız... Asacağız... Keseceğiz... Mülki amirler emirlerimi dinleyin... Falan filan...
Emekli albay bas bas bağırıyordu:
- Anarşistlerle uzaktan yakından ilişkileri olanlar içeri alınmalı... Mülki amirler... Emirlerimi dinleyin.
Yine kendi kendime düşündüm. Bu Sadi Koçaş beyefendi, 13 Mart 1971 günü "Cumhuriyet Gazetesi"nde çıkan bir yazısında "eylemci" gençleri göklere çıkarıyor ve şunları söylüyordu:
- Memlekette yüzyıllardır bir soygun düzeni vardır. Hiç kimse bunun karşısına çıkmamış. Çıkanlar ya canından olmuş ya istikbalinden... Ama eski çamlar bardak oldu Türkiye'de. Bir kuşak yetişti ki bu ülkede, bilinçli, Atatürkçü... Dönen dolapların içyüzünü iyi anlamış ve önemlisi imanlı... Mücadele güçleri var ve mücadeleye kararlılar...
Böyle sürüp gidiyordu yazı. Bunu hatırladım. İçimden:
- Vay Sadi Koçaş efendi vay... dedim.
Uzatmayalım. Bir iki saat sonra kapı çalındı. Hızlı hızlı... Annem benden önce uyanmış. Dışarıdaki ses:
- Örfi İdare'den... diyordu sertçe.
- Kapıyı açın.
Annem kapıyı açtı. Fakat şaşkınlıkla kapının zincirini çekmeyi unuttu. Kapının arasından bir sten namlusu sokuldu hemen. Kapıyı açar açmaz bir sürü insan doldu. Ekibin başındaki Albay:
- Uğur Mumcu'yu arıyoruz.
- Benim.
- Kütüphaneniz nerede?
Gösterdim kitaplığımı. İki-üç sivil saldırdılar kitaplarıma. Birer ikişer alındı kitaplarım. Yasaklanmış kitap-yasaklanmamış kitap ayrımı da yapılmıyordu. Manav sergisinden meyve seçer gibi istediklerini alıyorlardı. Bir de tutanak tutuldu. Ben:
- Benim de imzalamam gerekir dedim.
- Olmaz... dediler. Olmaz, çünkü burada MİT görevlisinin de imzası var. Gizliliğe uymamız şart.
Sonra götürüldük "Yıldırım Bölge"ye. Orada Orhan İzgi adında bir yargıç binbaşı vardı. Ona da, evlerden kitap toplamanın yasalara aykırı olduğunu söyledim. Memleketimiz bir hukuk profesörünün başbakanlığında yönetilmekte olduğundan, kimsenin anayasaymış, hukukmuş dinlediği yoktu. Çaresiz döndük koğuşa.
Gözaltına alındığımızdan bir ay kadar sonra, askeri savcılığa çıkarıldık. Prof. Bahri Savcı, Mümtaz Soysal, İlhami Soysal, Uluç Gürkan, Suat Şükrü Kundakçı ve ben. Yanıma "suç delili" kitaplarım da konuldu.
Yıldırım Bölge Tutukevi'nin bahçesinde Merkez Komutanı Tevfik Türüng Paşa büyük çadırlar kurdurmuş, toplanan kitap, dergi ve gazeteleri de bu çadırlarda "gözaltına" aldırmıştı. 12 Mart rejiminin en büyük düşmanı kitaptı, aydındı.
İlk sorgumu Sıkıyönetim Başsavcısı İlhan Şener yaptı. Kitaplarım hakkında tek bir soru bile sorulmadı. Sorgumdan sonra bir-iki gün daha tutuldum ve otuzuncu günde salıverildim. Sonra iki kez daha tutuklandım. Yargılandım. Mahkum oldum. Mahkumiyet bozuldu. Mahkeme birkez daha direndi. Yargıtay Genel Kurulu, kararı birkez daha bozdu. Bana hiçbir zaman kitaplarım hakkında hiçbir soru yöneltilmedi. Kitaplarım gitti gider... Hiç ses yok kitaplardan.
12 Mart'tan sonra, binlerce aydından on binlerce kitap toplandı. Evlerinde yasak kitap bulunduruyor diye ihbar edilenler cezaevlerine atıldılar. Öğrenciler, öğretmenler, yazarlar, üniversite profesörleri, yasak kitap bulundurmakla suçlandı sıkıyönetim dönemlerinde. Bildirilerde:
- Bol sayıda yasaklanmış sol yayın... tanımlarına rastladık.
Sonra...
Evet sonra, Askeri Yargıtay'ın çeşitli daireleri, "kitap katliamının" başladığı günlerde verdikleri kararlarla evlerde yasak kitap bulundurmanın yürürlükteki yasalara göre suç sayılamayacağını belirttiler. Bunlardan bir tanesini aktaralım. Askeri Yargıtay 3. Dairesi'nin, 17.8.1971 gün ve 1971/337-339 sayılı kararında:
"Bir kitabın veya sair matbuanın memleket için zararlı olduğu gerekçesi ile yetkili merciler veya mahkemeler tarafından toplatılmasına veya yasaklanmasına karar verilmesi, konu ile ilgili karardan önce bahsi geçen kitap veya matbuatı temin eden, nezdinde veya evinde bulunduran kimseleri ilzam etmez..." denilmektedir.
Yüksek mahkeme böyle karar vermiştir. Vermiştir ama, evlerden toplanan kitaplar sahiplerine geri verilmemiştir şimdiye kadar.
Nerde bu kitaplar? Bilelim nerede? Nerde ve kimde? Bilelim kimde bu kitaplar? Adliye mahzenlerinde farelere yem mi oldu? Çuvallarla denize mi döküldü? Üzerine gaz dökülüp yakıldı mı yoksa? Kimde ve nerde bu kitaplar?
Kitaplarımı isterim ille de.
Benden istemesi... İsteyenin bir yüzü, vermeyenin iki yüzü kara... Kitaplarımı isterim...
- Sadi Beyefendi size soruyorum; nerede benim kitaplarım?
"Kuvvetli ve inandırıcı" Nihat Bey, ben onu bunu anlamam:
- Kim yedi kitaplarımı? Zorla aldığınız kitaplarımı geri verin!
Kitaplarımı istiyorum.
Yukarı
13 Kasım 1974 - Yeni Ortam
Sormayalım mı?
Öğrenci olayları yeniden başladı. Orta Doğu Teknik Üniversitesi'ne yapılan silahlı saldırı, ister istemez eski günleri anımsamaktadır.
1960 sonrası, "antiemperyalist" bilinçle yetişen yüksek öğrenim gençliği, "petrol ve madenlerin millileştirilmesi", "bağımsız dış politika" gibi konuları savunarak, yasal yollarla seslerini duyurmağa başladılar: Gençlik, ulusçu, toplumcu ve devrimci bilinçle halkı uyarmağa ve uyandırmağa çalışıyordu.
Karşı eylem planladı hemen...
Aynı dönemde, bir siyasal partiyi ele geçiren Alparslan Türkeş ve arkadaşları, "komando kampları" adı verilen silahlı eğitim merkezlerinde bazı gençleri "milliyetçi-toplumcu" öğretiyle yetiştirmeye çalışmaktaydı. Bu örgütlenme biçimi, açıkça Siyasi Partiler Yasası'na aykırıydı. Fakat devir Süleyman Demirel devriydi ve bu devrin Başbakanı:
- İti ite boğduruyorum... gerekçesiyle, ülkede çıkacak bir sağ-sol çatışmasından çıkar ummaktaydı.
Kanlı öğrenci çatışmaları bundan sonra başladı. Cinayetler birbirini kovaladı. Sokak ortalarında, üniversite yurtlarında vurularak öldürülen öğrencilerin hiçbirinin katili bulunamıyordu. Üstelik olaylar bütün şiddetiyle sürdürülüyor ve devrin sorumlu hükümeti, bir "kapalı tribün" seyircisi gibi olup bitenleri göz ucuyla izlemekle yetiniyordu. Böylece günden güne, üniversiteler birer savaş alanına dönüştü. Silahlı baskınlar, sokak ortasında vuruşmalar sürüp durdu.
Hükümetin sorumsuz başı aynı günlerde:
- Sokaklar yürümekle aşınmaz... diye önemsemez görünüyordu olup bitenleri. Fakülte sınırlarını aşan öğrenci olaylarını önlemek gerekçesiyle, polis birlikleri yanında, Silahlı Kuvvetlerden de askeri birlikler çağırılmakta, böylece "asker-öğrenci" çatışması yaratılabilmesi için gerekli ortam oluşturulmaktaydı.
Bunlar, toplum olaylarının ortaya çıkarttığı basit rastlantılar mıydı, yoksa gizliden gizliye uygulanan bir "plan"ın gerekleri miydi? Olayları, geriye doğru dönüp değerlendirdiğimizde, bu ikinci olasılığa ağırlık vermek akla yakın gelmektedir. Bir de, olayların içindeki "kışkırtıcı ajanlar" teker teker saptanınca, bazı gerçekler iyice su yüzüne çıkmaktadır. İstenmiştir, körüklenmiştir bazı olaylar. Hiç şüpheniz olmasın.
Bu tür olayların akışı ile 12 Mart gününe gelindi. Kurulan sıkıyönetim mahkemeleri, 12 Mart öncesi olaylarını yargılamak için göreve koyuldu sonra da.
Bu noktada, Türk adalet tarihinin en önemli bir dönemi başladı. Sıkıyönetim savcılıklarına atanan, çoğu Milliyetçi Hareket Partisi ideolojisine bağlı bazı askeri savcılar, Ülkü Ocakları yöneticilerinin ihbarlarıyla kamu davaları açmaya başladılar. 12 Mart öncesi sokak ortalarında, birer birer vurulan devrimci öğrencilerin bir tekinin katili bile askeri savcılarca kovuşturulmadı. Bu öğrenciler Türk vatandaşı değiller miydi? Bunlar sokak ortalarında sorgusuz sualsiz vurulmamışlar mıydı? Ceza yasalarında yer alan adam öldürme suçu nasıl yok sayılırdı?...
Evet, bu olaylar için bir tek askeri savcı dava açmadı. Üstelik Ülkü Ocakları yöneticilerinin ihbarlarıyla, tanınmış öğretim üyeleri evleri basılarak gözaltına alındı. Duruşmalarda, kapılarından kuş uçurtulmayan sıkıyönetim mahkemeleri koridorlarında ihbarcı Ülkücüler gösteri yürüyüşleri yaptı. Kurt Karaca takma adıyla "Milliyetçi Türkiye" konulu bir kitap yazan Türkeşçi doçentin, "milliyetçi-toplumcu" düşünceleri bazı askeri savcıların iddianamelerinde yer aldı. Bununla da yetinilmedi. Bazı askeri yargıçlar:
- Ülkü Ocakları, devletin emniyet kuvvetleri yanında çalışan ve çatışan milliyetçi öğrencilerdir... gibi değer yargılarını mahkeme kararlarına geçirdiler. Böylece, sıkıyönetim savcılarının kürsülerine kadar tırmanan bir siyasal düşünce, suç ve suçlu yaratmaya çalıştı. Bütün bunların belgeleri ortadadır artık.
Şimdi Ankara'da sıkıyönetim var. Orta Doğu Teknik Üniversitesi'ne saldıran terörist çete, Ülkü Ocakları Başkanının:
- Bu tip hareketler devam edecektir... sözüyle de kışkırtılmaktadır üstelik. Nasıl görmezlikten gelinir bunlar?
Olaylar çığırından çıkmadan gerekli yasal yollara bir an önce başvurulmalıdır. Bir terörist örgüt, dün olduğu gibi, bugün de, eski eylemlerini sürdürerek ülkede "anarşiyi" körüklemeye çalışmaktadır.
Evet... Neredesiniz sıkıyönetimin askeri savcıları? Bütün bunlar suç değil mi?..
Saldıranlar "mantar tabancası" mı kullandılar? Havai fişekler mi attılar? Üniversite kapısına çiçek mi bıraktılar? Saklambaç mı oynadılar?..
Yukarı
18 Mart 1975 - Cumhuriyet Gazetesi
Denklem
Son yılların siyasal bunalımları, gün geçtikçe toplumu dar boğazlara sürüklemektedir. Bu bunalımdan kurtulmak için önerilen çözüm yollarını hep birlikte izliyoruz. Olayları, siyasal dedikoduların kısır döngüleri içinde görmeye alışmış olanlarımız için, konu oldukça basittir:
- Demirel Ecevit'e elini uzatsa, Korutürk bütün partileri bir araya toplasa, Bozbeyli anlayışlı davransa, Bayar desteklese gibi avuntularla olasılıklar zincirinin halkaları tamamlanmaktadır.
Oysa, bunalım nedenleri derindedir.
Olayların üzerindeki gelip geçici kaygı bulutlarından sıyrılıp geçerek, nedenlere eğildikçe, sorunların içinde yepyeni odak noktaları belirmekte ve toplumsal değişimin kuralları aydınlık ışıklarla gözler önüne serilmektedir. Her demokrasinin "gerek" ve "yeter" koşulları vardır. Bu koşullar yaratılmadan, sadece bi-çimsel görünümlerle yetinmek, bedeli çok pahalı ödenecek serüvenlere yol açar.
Önce şu gerçek koşulu tanımlayalım: Batı demokrasilerinde, toplumun bütün sınıf ve tabakalarına söz ve örgütlenme özgürlüğü tanınır. Bu özgürlük demeti, insanlığa, sınıf kavgaları, ihtilaller ve devrimler sonucunda sunulabilmiştir. Özgürlük ve demokrasi bütün insanlığın ortak misafiridir. Fakat bu miras, çağlar boyunca toplumun belirli kesimlerince, aynı toplumun öteki sınıf ve tabakaları için kullandırılmamıştır.
Bu yasak düzeni, demokrasimizde bütün alaturkalığıyla sür-dürülmektedir. Toplumun emekçi kesimlerine söz ve örgütlenme özgürlüğü isteyen herkes:
- Zararlı akımlar... Aşırı cereyanlar... Yıkıcı düşünceler gibi gerçeklerle korkutulmak, sindirilmek ve cezalandırılmak istenmiştir.
Oysa demokrasilerde "zararlı düşünce", "zararsız düşünce" ayrımları yapılmaz. Düşünceler için uygulanacak tek ölçü, yanlışlık ve doğruluktur.
Türkiye'de biçimsel görüntülü hayat yürürlüktedir. Fakat bu çok partili hayat tek parti döneminden kalan ceza yasası ile korunmaktadır. Açıkçası çok partili demokrasimiz, yıllardır tek partili dönemin ceza yasasıyla "gözaltında" tutulmaktadır.
Sadece on beş yıldır, bu ceza yasasının ünlü maddelerini bir darağacı gibi birbirine çatıp başbakanlar, bakanlar, kurmay albaylar ve devrimci gençleri birer birer ipe çekmişiz. Siyasal bunalımlardan kurtulmak için idam hükümleri, hapis cezaları, kelepçeler hiç yarar sağlamamış, toplum yerinden, döne dolaşa yine çıkmaz sokakların eşiklerine getirilmiştir.
Bu çıkmaz sokağın kavşak noktasındayız şimdi.
Türk toplumu ya çağdaş demokrasilerin gereklerine uyarak toplumun bütün sınıf ve tabakalarına söz ve örgütlenme özgürlüğü sağlayacak ya da kurulu düzenin denklemi eskisi gibi, yeni güçlüklerle ve sorunlarla sürdürülecektir. Bu denklem, oldukça kaba görünümüyle gözler önündedir.
Önce bir "iktidar boşluğu" yaratılacak, bu boşlukta kargaşa ortamı oluşturulacak, bu koşullar sağlandıktan sonra otoriter devlet özlemcilerine "yeşil ışık" yakılacaktır.
- Kuvvetli ve inandırıcı hükümet... gerekçesiyle kurulu düzenin haksızlıkları, adaletsizlikleri ve ayrıcalıkları üzerinde yönetimler sürdürülecektir. 14 Ekim seçimlerinden tedirgin olanlar için başka yol kalmamıştır. Bu iktidar boşluğu bilinerek ve istenerek yaratılmaktadır.
Bu boşluğun anlamsız uğultuları içinde, olayların nedenlerini ve sonuçlarını birbirine karıştırmak, güncel sorunları:
- Demirel, Ecevit'e elini uzatsa, Irmak görevini sürdürse, gibi çözümlere bağlamak, olaylara bakış açımızı kısırlaştırır ve bir süre sonra kamuoyunu anlamsız siyasal dedikoduların yanıltıcı yaklaşımı içine sokar. Nedenler, toplumsal gelişimin temellerindedir. Kurulu düzenin topluma sunduğu denklemin, tersyüz edilmesi, Türk halkının bütün sınıf ve tabakalarıyla, özgürlüğe ve demokrasiye sahip çıkmasına bağlıdır. Demokrasinin gerçek güvencesi halkın bilinçli desteğidir.
Bu destek nasıl sağlanır?
Demokrasimizin "güncel gündemi" bu sorunun yanıtında saklıdır. Bu köşeden hep birlikte yaşadığımız olayları gözetleyecek ve yorumlarını yapacağız. Cumhuriyet gazetesinin yarım yüzyıldır aydınlattığı düşünce ortamında bu sorunları sizlerle tartışma özlemiyle:
- Merhaba... diyorum.
Yukarı
14 Eylül 1980 - Cumhuriyet Gazetesi
Bundan Sonra…
Silahlı Kuvvetlerin, emir-komuta zinciri içinde yönetime tümüyle el koyması yağmurun yağması gibi, doğal bir olaydır! Kuraldır, belli nedenler belli sonuçları doğurur. Devlet devlet olmaktan çıkar, parlamento on beş gün içinde seçilmesi gereken cumhurbaşkanını seçmez ve ülke baştan başa örtülü bir iç savaşın kanlı arenasına dönüşürse, Silahlı Kuvvetlerin yönetime el koymasından doğal ne olabilir ki? Sonuç, şaşırtıcı değildir.
Çok partili yaşama adımımızı attığımız günden bu yana tam otuz yıl geçmiştir. Bu otuz yılın ilk onuncu yılında 27 Mayıs İhtilali yaşandı. 27 Mayıs İhtilali'ni, on bir yıl sonra 12 Mart Muhtırası izledi; 12 Mart Muhtırasından dokuz yıl sonra da 12 Eylül günü Silahlı Kuvvetler, hiyerarşik bütün içinde yönetime el koydu. Arada, 22 Şubat ve 21 Mayıs gibi ihtilal girişimlerine de tanık olundu.
1950 yılından bu yana, 12 Eylül tarihi ile birlikte tam dokuz kez sıkıyönetim ilan edilmiş bulunuyor.
Otuz yıllık çok partili yaşamımız, her iki yılına karşılık bir sıkıyönetimli yıl ile ilginç bir siyasal grafik çizdi.
Bu gerçekleri alt alta koyarsanız, sonuç kendiliğinden belirir. Biz çok partili yaşamı, çoğulcu ve özgürlükçü demokrasiyi, Anayasal düzeni yaşatamadık, hukuk devletini kan gölünde boğduk, demokrasinin ne olduğunu, daha da önemlisi, ne olmadığını bir türlü anlayamadık!
Bu bir iflastır. Bu sonuç, otuz yıldır bizleri yöneten, yönettiklerini sanan kadroların ve bunların siyasal düşüncelerinin tam bir iflası demektir.
Evet, kimsenin kimseye söyleyeceği bir söz yok. Bu sonuç sürpriz değildi, bekleniyordu. Bu çalkantıda bu kan gölünde başka ne olabilirdi, ne beklenirdi? Bir parlamento, on beş gün içinde seçilmesi gereken Cumhurbaşkanını, akıl almaz vurdumduymazlıklarla altı aydır seçemezse, kim kime ne söyleyebilir? Günde ortalama yirmi yurttaşımızın can verdiği bir ortamda, kim hukuk devletinden, Anayasadan, demokrasiden söz edebilirdi? Bu enflasyonlu devalüasyonlu düzen, bu kan gölü, elbette bir yerde noktalanacaktı. Ve noktalandı.
1960 ihtilalini hep beraber yaşadık. 60 Mayısında yönetime el oyan Silahlı Kuvvetler, bu ihtilalin lideri Orgeneral Cemal Gürsel'in deyişi ile "duvarları küfürlerle kirlenmemiş bir parlamentoyu" sivil yönetime armağan etti; sivil yönetim, bu armağanın değerini hiç anlamadı. 12 Mart kargaşasından sonra yönetimde ağırlığını duyuran askeri yönetim, isteseydi sürekli kalıcı bir askeri yönetime dönüşebilirdi; ama 12 Mart yönetimi de sivil yönetime kapılarını açtı. Genelkurmay Başkanı ve Milli Güvenlik Konseyi Başkanı Orgeneral Evren'in yaptığı ilk açıklamada "Ferdin ve toplumun huzur ve refahına önem veren, özgürlükçü, demokratik, laik ve sosyal hukuk kurallarına dayalı bir yönetim" kurma amacını taşıdıklarını söylemesi, Silahlı Kuvvetlerimizde sivil yönetime dönme yolundaki sağlıklı geleneğin canlı tutulduğunu göstermektedir.
Buradan da bir başka sonuç çıkmaktadır. Türk Silahlı Kuvvetleri, çok partili yaşama adımımızı attığımız günden bu yana oluşagelen olaylar karşısında, hiçbir zaman sürekli ve kalıcı bir askeri yönetim kurmayı düşünmemiştir. Bu tutum, değeri çok sonra anlaşılacak bir büyük güvencedir.
Bu gibi büyük olaylar, yaşadığımız bunalımların temelindeki nedenleri anlamaya katkıda bulunmalıdır. Bugüne kadar, kalıcı ve sürekli bir "sivil yönetim" kuramadık; yaşadığımız deneylerden de yararlanarak, bundan sonra "özgürlükçü, demokratik, laik ve sosyal hukuk kurallarına dayalı" yönetimi nasıl kuracağız, hep birlikte bu konuyu düşünelim.
Yukarı
15 Eylül 1980 - Cumhuriyet Gazetesi
Terörsüz Özgürlük
27 Mayıs İhtilali ile 12 Mart Muhtırası, yakın geçmişimizin ders alınacak deneylerle dolu iki büyük siyasal olayıdır. 27 Mayıs ve 12 Mart'a, bugün bir ölçüde serinkanlı gözlemlerle bakma olanağı vardır. Yaşadığımız ortamda, toplumsal olaylara "yaşasın" ya da "kahrolsun" edebiyatı ile yaklaşmak çok yanıltıcı olur. Şu son yirmi yılın acılı serüvenlerinde görüldü ki, bu "yaşasınlar" bir süre sonra "kahrolsunlar"a, kahrolsunlar da "yaşasınlar"a dönüşür. Yaşasınların sevinci kahrolsunların öfkesini, kahrolsunların öfkesi yaşasınların sevincini, birkaç yıl içinde silip süpürünce, geriye yalnızca, evet yalnızca gerçeğin kendisi kalır. Tarihi yazan da gerçeğin kendisidir.
12 Eylül günü, emir-komuta zinciri içinde yönetime el koyan Silahlı Kuvvetlerimizin her rütbedeki komutanları, 27 Mayıs ve 12 Mart deneylerini yaşayarak bugüne gelmişlerdir. Ve hem 27 Mayıs, hem 12 Mart, yandaşları ve karşıtlarınca özgürce tartışılmış ve yakın tarihimizin bu iki olayında yaşanan yanlışlar, tutulan yollar, izlenen tutumlar en ince ayrıntılarına kadar gözler önüne serilmiştir. Bu iki olayın gerçekleri, doğruları ve yanlışları, özgürlük ortamında en duyarlı terazilerde tartılmış, değer yargıları bu ağırlıklarla oluşmuştur.
27 Mayıs İhtilali, ihtilal ile kaldırılan Millet Meclisi'nin Demokrat Parti Grubu ile bu partinin hükümetini yargılamıştır. Yassıada'da yapılan yargılamalar sırasında, Cumhurbaşkanı Celal Bayar için "köpek davası", Başbakan Adnan Menderes için "bebek davası" gibi gereksiz soruşturmalarla ihtilalin anlamı gölgelenmiş, amacı saptırılmış, Başbakan Menderes, Dışişleri Bakanı Fatin Rüştü Zorlu ve Maliye Bakanı Hasan Polatkan haklarında verilen ve uygulanan ölüm cezaları ise toplumda derin yaralar açmıştır. Siyasal suçlarda ölüm cezalarının hiçbir toplumsal sorunu çözmediği, bir parti grubunun toptan ceza görmesinin siyasal gelişmeleri engellemediği, yaşanan gerçeklerle, çok açık biçimde kanıtlanmıştır.
Devlet, Genelkurmay ve Milli Güvenlik Konseyi Başkanı Orgeneral Sayın Kenan Evren, 12 Eylül günü yaptığı radyo-televizyon konuşmasında; "Parlamento üyeleri siyasi faaliyetlerinden dolayı suçlanmayacak ve yeni yönetime karşı suç teşkil edecek tutum ve davranışlarda bulunmadıkları sürece haklarında herhangi bir işlem yapılmayacaktır" derken, çok gerçekçi bir yaklaşımı sergilemiş bulunmaktadır.
Eğer tutum ve davranışlarıyla, terör odakları ile örgütsel bağ içinde bulunan parlamento üyeleri varsa, elbette bunlar, Sayın Evren'in verdiği bu güvenceden yararlanmayacaklardır. Bu da doğaldır.
12 Mart Muhtırası çok başka potalarda kaynadı, çok başka kanallarda yürüdü. Bu dönemin herhalde en büyük yanlışı, devlet gücünün silahlı sağ eylemciler için hiç kullanılmayıp yalnızca sol eylemciler için kullanılması ve yaygın bir "ihbar kampanyası" eşliğinde "solcu avına" çıkılıp silahlı eylemlerle uzaktan yakından ilgisi olmayan insanların gözaltına alınıp tutuklanmasıdır. Bu tür devlet öfkesinin, özellikle devlete zarar verdiği anlaşılmış, bu anlaşılıncaya kadar da iş işten geçmiştir.
12 Eylül ortamı, 27 Mayıs ve 12 Mart'tan çok başka türlüdür. Böylesine kanlı bir ortamda devletin ilk ve başlıca görevi, yurttaşları "korkusuz yaşama özgürlüklerine" kavuşturmasıdır. Bunun da ilk koşulu, terör odaklarını, arkalarındaki karanlık karargâhları ile birlikte ortaya çıkartmaktır.
Terörün olduğu yerde Anayasadan, hukuk devletinden, serbest seçimlerden, bağımsız yargıdan söz etmenin olanağı yoktur. Terörün bu kanlı ipoteği kaldırılmadıkça, özgürlükçü demokrasiye dönülmüş sayılmaz. Terörün hüküm sürdüğü ülkelerde, Anayasa kâğıt parçalarından, parlamentolar taş yığınlarından başka bir işe yaramaz. Yaramadığı, ülkemizdeki acı deneyle görüldü.
Türk Silahlı Kuvvetleri 27 Mayıs'ta da 12 Mart'ta da kalıcı bir askeri yönetim kurmak istemedi. Yeni yönetim de "özgürlükçü, demokratik, laik ve sosyal" nitelikli bir "sivil yönetim" kurma amacını taşıdığını ilan etti.
Şimdi hepimizin bir tek amacı olmalıdır. Çok yönlü kışkırtmalara, kurt kapanlarına kapılmadan, terörsüz özgürlüğü, kansız demokrasiyi kurmak ve sivil yönetimi sağlıklı yöntemleri ve kalıcı çözümleri ile yeniden oluşturmak...
Yukarı
14 Mayıs 1981 - Cumhuriyet Gazetesi
Yine Ağca
Abdi İpekçi'nin katili ülkücü Mehmet Ali Ağca şimdi de Papa'ya karşı düzenlenen suikastla karşımıza çıkıyor. Dün akşam BBC radyosundan, suikastçı olarak "Ağca" adını duyunca İpekçi cinayeti ile birlikte bütün olayları, geriye doğru dönüp tek tek anımsadım; tıpkı sizler gibi...
İpekçi nasıl vurulmuştu? Ağca, İstanbul'da ülkücü militanların karargâhı bir lokalde nasıl ele geçirilmiş; poliste ne gibi itiraflarda bulunmuş ve tutuklu bulunduğu Kartal-Maltepe Askeri Tutukevi'nden nasıl kaçırılmıştı?
Ağca bireysel bir terörist değildi; görevliydi. Arkasında bir takım gizli örgütler, uğursuz karargâhlar bulunmaktaydı. Bunların yurt içi ve dışı bağlantıları, bu azılı katili korumuşlardı. Ve Ağca cezaevinden kaçırıldıktan, İstanbul'da yeni cinayetler işledikten, Ankara'da, Yozgat'ta ve Erzurum'da elini kolunu sallayarak dolaştıktan sonra yurtdışına çıkabilmiş ve yakın bir zamana kadar Almanya'da üs kurabilmişti.
Evet, anlaşılıyor. Bu bir örgüt işidir. Bu, yurt içinde ve dışında örgütlenmiş uluslararası bir terör örgütünün işidir. Bu bir kanlı zincirdir.
Şimdi geriye dönüp düşünelim. Acaba İpekçi cinayeti ve askeri tutukevinden kaçırılış olayı, geçmiş dönemlerde bu açıklıkta, bu netlikte görülebilmiş miydi? Sanmıyoruz.
Türkiye'deki sağ teröristlerin Batı Almanya'da örgütlendiklerini herkes biliyor. Yine Almanya'daki sağ teröristlerin uyuşturucu madde kaçakçıları ile içiçe olduklarını herkes biliyor. Bu karanlık ilişkiyi kanıtlayan bir çok olay, Alman mahkemelerine kadar yansımış, haftalık dergilere kadar taşmıştı.
Bugün Türkiye'de, devletin resmi belgeleri ile açıklanan gerçekler, Batı Almanya'daki örgütlü sağcı militanlarla "bazı servislerin", yani uluslararası istihbarat örgütlerinin içiçe çalıştıklarını da ortaya koymuştur.
Olayları böyle bir zincir içinde düşünürsek, Hristiyan dininin bu uygar, bu insancıl liderine karşı düzenlenen suikast olayını basit bir saldırı olarak göremeyiz. Bu bir örgüt işidir ve bu örgüt Türkiye'nin dış saygınlığını yok etmeye yönelmiştir.
Bu, Türk diplomatlarına karşı Ermeni soykırımı örgütlerince düzenlenen alçakça saldırıları dünya kamuoyunda mazur göstermek ve denetlemek için sahneye konmuş kanlı bir senaryonun satırbaşıdır. Nitekim Papa'nın 1979'da Türkiye'ye yaptığı ziyaret sırasında, "Gizli Ermeni Kurtuluş Örgütü"nce Madrid'de yayınlanan bir bildiride bu gizli örgüt, "Papa'nın Türkiye'ye gitmesine engel olunmazsa saldırılarımız Türk hükümetini destekleyenlere karşı da yoğunlaşacaktır" demişti. Tüm bu olayların her türlü olasılıkla birlikte ele alınması gerekmektedir.
Bize düşen, İpekçi cinayetini akla gelen ve gelmeyen bütün olasılıkları ile yeniden değerlendirmek ve Ağca'yı gerek İpekçi, gerek Papa olayında piyon olarak kullanan bu uluslararası terör çetesini daha yakından tanımaktır. Bunun için zaman geçmiş değildir. Papa olayı, İpekçi olayının yeniden ele alınmasını gerektirmelidir.
Bakın, İpekçi cinayetinin kan izleri, nerelere kadar uzanıyor? Bu olaydan ders alalım...
Yukarı
21 Temmuz 1983 - Cumhuriyet Gazetesi
Lozan ve Sevr…
Üç gün sonra, Lozan Antlaşması'nın 60. yıldönümünü kutlayacağız. İsviçre'nin Lozan kentinde, 60 yıl önce imzalanan bu antlaşmayla Türkiye, Kurtuluş Savaşı'nın sonuçlarını bütün dünyaya onaylatmıştı.
Altmış yıl sonra İsviçre'nin aynı Lozan kentinde, "Dünya Ermeni Kongresi" düzenleniyor. Bunun özel bir anlamı olsa gerek. Bunun anlamını değerlendirmek için Kurtuluş Savaşı öncesine kısaca göz atmak ve o yıllarda Ermenilerle Rumların kimlerce nasıl desteklendiklerini anımsamak gerekir.
Kurtuluş Savaşı öncesinde, emperyalist güçlerin, Türkiye toprakları üzerinde Rum ve Ermeni devletleri kurma ve bunları kendi güdümlerine bağlama girişimleri, Kurtuluş Savaşıyla boşa çıkartılmıştır. Türkiye'yi de "manda" adı verilen yönetim biçimiyle kendine bağlamaya çalışan Amerika, Türkiye toprakları üzerinde kurulacak bir Ermenistan devletinin de "vesayetini" üzerine alma amacındaydı.
Erzurum ve Sivas Kongreleri, Türk toprakları üzerinde dış destekli Ermeni ve Rum devleti kurma planlarına karşı ulusal bilinci eyleme geçirmiş ve Kurtuluş Savaşının antiemperyalist kavgası, bu kongrelerde biçimlenip yönlendirilmiştir.
Yakın tarihimizden bu yana, emperyalist güçler, Türkiye'de hep ayrımcı güçleri örgütlemek ve desteklemek istemişlerdir. Amaç aynı amaç, plan aynı plandır. Kurtuluş Savaşı öncesindeki bu çabalar, Türkiye Cumhuriyeti kurulduktan hemen sonra da sürdürülmüş, etnik kökenli ve dış destekli isyanlarla karşılaşılmıştır.
Bunları unutmuş değiliz.
Amerikan misyonerlerinin ve Anadolu'da kurulan misyoner okullarının, Kurtuluş Savaşı öncesinde, Ermeni ve Rum toplulukları üzerinde nasıl bir ayrımcı siyaset izledikleri bugün belgelerle sabittir. Ermenilere, o tarihte Amerikalılar tarafından silah yardımı yapıldığı ve doğu illerimizin, Ermenilere güvence vermek gibi yapay gerekçelerle Amerikan askerleri tarafından işgalinin düşünüldüğü, bugün Amerikan ve İngiliz gizli belgeleriyle kanıtlanmış durumdadır. Yeter ki tarih arşivindeki bu belgeleri okumayı ve yorumlamayı bilelim...
Lozan Konferansında Amerikan delegelerinin, "Ermeni yurdu projesi" getirdikleri ve kongrede sonuna dek bu projeyi savundukları, Lozan görüşmelerinin tutanaklarında yazılıdır. Amerika'nın ünlü Devlet Başkanı Wilson'un "Ermeni devleti" önerileri de aynı yakın tarihin arşivindedir. Amerikan hükümetinin Lozan Antlaşması'nı onaylamamasının nedenlerinden bi-ri, Ermeni devleti kurma projesinin başarısızlığa uğramış olmasıydı.
Bunları da unutmuş değiliz.
1974 "Kıbrıs Barış Harekâtı"ndan sonra başlatılan ve yer yer Rum desteğiyle sürdürülen Ermeni siyaseti ve terörü, bugün de hiç şüphesiz, değişik amaçlı ve çokuluslu desteklere sahiptir. Fransa'nın Ermeni terörü konusundaki utanç verici tutumu, Amerika'da dikili Ermeni anıtları, bu yeni "Haçlı zihniyeti" ile ilgilidir. Yanılmayalım; Ermeni terörü yalnızca eylemci teröristlerle ilgili bir sorun değildir. Önemli olan, Ermenilerin dünya çapında kurdukları ilişkiler, sağladıkları destekler ve bunların siyasal nitelikleridir. Ön plana çıkartılması gereken, siyasal desteklerdir.
Terörün yıllardır Türkiye'yi, "destabilizasyon" adı verilen anarşi ve iktidar boşluğu ortamına sürüklemeyi amaçladığı, gün geçtikçe daha iyi anlaşılıyor. Ve gün geçtikçe, tıpkı Kurtuluş Savaşı öncesinde olduğu gibi Ermeni-Rum ve öteki ayrımcı güçlerin çokuluslu desteklerle bir araya geldikleri de görülüyor.
Amaç, Lozan Antlaşmasını hükümsüz sayıp Sevr Anlaşmasını yürürlüğe sokmaktır.
Türkiye, emperyalizmin bu eskimiş kirli oyununu dün olduğu gibi bugün de elbet tarihin çöplüğüne atmasını bilecektir.
Bu "kurt kapanı" karşısında Kurtuluş Savaşımızın o kutsal "Kuvvayı Milliye ruhunu" diriltmek, Atatürk'ün "tam bağımsızlık" inanç ve siyasetini bir bayrak gibi dalgalandırmak tek seçenektir. Emperyalisti yenecek güç ulusal birlikten geçer. Bu oyunları tek tek aydınlığa çıkaracak ve ulusça üstesinden geleceğiz.
Yeter ki, "tam bağımsızlık" ruhunu ve bilincini yeniden diriltelim ve "Kuvvayı Milliye türküleri"nde ulusça bir araya gelelim...
Yukarı
3 Mayıs 1992 - Milliyet Gazetesi
Gazeteci
Gazeteciyi nasıl tanımlarsınız? Kimdir gazeteci, ne yapar? İşlevi nedir? Gazeteci, her konuda fikir ileri süren, her şeyi bilen insan demek midir? Hayır. Nereden bilecek gazeteci her şeyi?
Ben kendime göre bir tanım yapayım:
- Gazeteci, haber ve bilgi kaynağına en çabuk ulaşan ve bu kaynaklardan edindiği bilgi ve haberleri okurlara sunan insan demektir.
Gazetecinin bu görevini yapabilmesi için habere, olaya, olguya, belgeye ve bilgiye dayalı yazılar yazması gerekir. Bunun için de gazetecinin güvenilir kişi olması zorunludur. Sır saklayan, haber ve bilgi kaynağını gizlemesini bilen, gerektiğinde hükümetlere ve güç odaklarına karşı savaşmayı göze alan insan, gazetecidir.
Günümüzde sarı basın kartlarının ardına gizlenip devlet kapılarında ve belediyelerde "ihale takip eden", bankalardan aldıkları kredilerle milyarlar vuran, düzmece belgelerle gazetelerini ve devleti dolandıranlar da var.
Hem bunlar var, hem Osmanlı İmparatorluğu'ndaki "mabeyn katipleri" gibi, gazetecilik adına hükümetlere, konutlara ve köşklere tutanak katiplikleri yapanlar da!
Türkiye'de gazete okuru sayısı da pek parlak bir grafik çizmiyor. Okur sayısını dünya ölçeklerine vurduğunuz zaman, iç karartıcı tablolar ile karşılaşıyorsunuz. UNESCO, bir ülkenin gelişmiş sayılabilmesi için her 1000 kişiden 100 kişinin gazete okuru olması ölçüsünü getiriyor. Bizde bu sayı, binde 58'dir.
Bu oran İngiltere'de binde 373, Danimarka'da 360, Almanya'da 342. Fransa'da 179, İtalya'da 146 ve komşumuz Yunanistan'da da binde 133'tür.
Üstüne üstlük, Türk basını "tekelcilik" tehlikesi ile karşı karşıyadır. İngiltere'de, sahip değiştirecek bir gazetenin tirajı 500 bini geçiyorsa, satış işlemleri "Monopolies and Mergers Commission" adlı komisyonca onanmadan kesinleşmez. Almanya'da "Federal Kartel Dairesi", yıllık 25 milyon marklık iş yapan bütün şirketleri olduğu gibi, devredilecek bu gazete işletmelerini de denetler.
Fransa'da 1986 yılında çıkarılan "Basının Yasal Rejiminde Reform" adlı yasa, bir yıl içinde toplam tirajın yüzde 30'unu geçen gazetelerin satış işlemleri ile ilgili kayıtlayıcı kurallar getirmiştir. ABD'de "Federal Communications Commission", bir büyük yayın organının, aynı alandaki bir yayın kuruluşunu almasını yasaklamıştır.
Türkiye'de bu konuda hiçbir kural yok; gazete dergi ve televizyon kanalları ile tam bir tekelleşme sürecine giriyoruz.
"Star 1" devlet desteği ile açıkça Anayasaya ve yasalara aykırı olarak yayın yapıyor. Böylece, yayın ve reklam dünyasında "haksız rekabet" devlet eliyle yaratılıyor.
Böyle bir ortamda Cumhuriyet gazetesinden, bir grup arkadaşımızla birlikte ayrılma zorunluluğu duymuştum. Cumhuriyet gazetesinden içi kan ağlaya ağlaya ayrılanların, emeklerinden başka geçim kaynakları yoktu. Hiçbirinin bankada birikmiş parası da yoktu. Ayrılırken de hiçbir yasal hakkımız verilmemişti. Ayrılan arkadaşlar aramızda yaptığımız toplantıda "1 Şubat gününe kadar beklemeye", daha sonra da herkesin kendi yolunu seçmesine karar vermiştik.
Bu arada, bin bir engele karşın Cumhuriyet gazetesini yaşatabilmek için gazeteye yeni sermaye ve yeni ortak arama çalışmalarını da sürdürüyorduk.
Milliyet gazetesi, haber çeşitliliği ve yorum özgürlüğü ilkelerini amaç bilmiş bir "düşünce forumu"ydu. Milliyet gazetesi, bu güç günlerimizde bana ve arkadaşlarıma kucak açtı. Üç aydır, Milliyet gazetesinde karınca kararınca, olaya, habere, belgeye ve bilgiye dayanan yazılar yazmaya çalıştım. Bunda ne ölçüde başarıya ulaştım, bilemiyorum.
Bu üç ayda, Milliyet gazetesinin çağdaş anlamı ile tam bir "gazetecilik ortamı" olduğunu, bu ortamın güven duygusuna dayalı arkadaşlık ve dostluk ilişkileri ile geliştiğini, gazetelerde hep yakındığımız "tek adam yönetimleri" yerine; gazetenin, haber zenginliği ve yorum özgürlüğüne dayanan demokratik ve çağdaş bir anlayış ile yönetildiğini yaşayarak gördüm.
Cumhuriyet gazetesini dramatik serüvene sokan grup, gazeteyi milyarlık borç batağına sürükleyip kaçtıktan sonra benim görevim, güç durumda olan eski gazeteme koşmaktır.
Milliyet gazetesinden bu nedenle ayrılıyorum. Umarım, beni anlayışla karşılarsınız.
Nazım Hikmet'in en çok sevdiğim şiirlerinden biri "Ve kavga bittiği zaman / Ne çiftlik sahibi oldu ne apartman / Kavgadan önce Kartal'da bahçıvandı / Kavgadan sonra Kartal'da bahçıvan" diye biter.
Cumhuriyet gazetesindeki "kavgadan sonra" ben, yine eski görevime kaldığım yerden devam edeceğim. Borç batağına sokulan ve tirajı 40 binlere inen gazetede, ellerimize dikenler de batsa, görevimiz; okurlarımıza, yediveren bağımsızlık güllerini sunmaktır.
Binlerce teşekkürler, hoşça kalın...
Yukarı
26 Eylül 1992 - Cumhuriyet Gazetesi
Hizbulkontra!
Son günlerde Güneydoğu'da işlenen cinayetlerin arkasında kimler var? Bir sava göre "Hizbullah"...
Bu savın sahipleri, Hizbullah örgütünün devlet tarafından desteklendiğini, bu cinayetlerin "Kontrgerilla" örgütünce planlandığını, "Hizbullah" adlı İslamcı örgütün bu amaçla kullanıldığını da ileri sürüp, bu örgüte "Hizbulkontra" adını takıyorlar.
"Hizbullah" Şii kökenli bir terör örgütüdür. Sözcük anlamıyla "Allah'ın Partisi" demektir.
"Hizbullah", 1973 yılında İran'ın Kum kentinde Muhammed Gaffari tarafından kuruldu. Gaffari, Şah rejimi tarafından tutuklandı ve cezaevinde öldürüldü. Örgüt, Humeyni'nin iktidara gelmesinden sonra Muhammed Gaffari'nin oğlu Hadi Gaffari tarafından yaşatıldı. "Hizbullah", İran'da İslam Cumhuriyeti kurulduktan sonra kısa sürede 75 silahlı militana sahip bir örgüt haline geldi.
Aynı amaçlı bir başka örgüt "Amal" örgütüdür. Şii liderlerden İmam Musa Sadr'ın 1975 yılında Güney Lübnan'da kurduğu "Amal" örgütü, 1978 yılında Musa Sadr'ın Libya'da öldürülmesinden sonra ikiye ayrılmış, "Amal" örgütü Nebih Berri tarafından temsil edilirken, Hüseyin Musavi liderliğindeki "İslami Amal" Bekaa Vadisi'nde örgütlenmeye başlamıştı.
İktidara geldikten sonra komşu İslam ülkelerine "devrim ihraç" etmek isteyen Tahran rejimi, bir yandan büyük çaplı bir propaganda çalışmasına girişirken, bir yandan da İran İslam Cumhuriyeti'nin emrindeki "Hizbullah" eliyle Ortadoğu ülkeleri ile Avrupa ve Türkiye'de Şah yanlılarına karşı eylemler düzenlemeye başlamıştı. İran rejimi, ilk aşamada Irak'a ve daha sonra Türkiye'ye de devrim ihraç etmek istiyordu. Asıl amacı da Irak ve İran'daki Kürtleri denetimi altında tutmaktı.
Hizbullah, Türkiye'deki Kürtleri etkilemeye çalışıyordu.
Tahran'da "Vezaret-i İrşadı İslami" tarafından hazırlanan "Kürdistan, Emperyalizm ve Bağımlı Gruplar" başlıklı kitap Türkçe olarak yayımlandı.
Hizbullah ve öteki Şii örgütleri, Türkiye'de de örgütlendiler. Güneydoğu'daki "Hizbullah" adlı örgüt, bu Şii örgütlerinin Türkiye'deki uzantısıdır. Güneydoğu'daki Hizbullah, İslamcı Kürtler'den oluşur, "Hizbullah" ve "Amal" örgütleri ile aynı yolu izler, aynı yöntemleri kullanır.
PKK ise Marksist-Leninist ideolojiye dayandığını ileri sürer. İslamcılıkla Marksist-Leninistlik nasıl bağdaşır? Tabii ki bağdaşmaz.
PKK 15-26 Temmuz 1961 tarihleri arasında topladığı 1. Kongre'ye sunduğu raporda Marksist-Leninist ideolojiyi benimsediğini ve bu bağlamda şu stratejiyi uyguladığını açıklamıştı:
- Orta-Kuzey-Batı Kürdistan Devrimi proletarya önderliğindeki bir Milli Demokratik Devrim'dir (Politik Rapor, Weşanen Serxwebun, 1982, Köln, s. 92 ve 147).
1988 yılından sonra Tahran rejiminin PKK'ya Kuzey İran'da kamp yerleri vermesi üzerine PKK lideri Abdullah Öcalan, İran İslam Devrimi'ni öven demeçler vermeye başladı:
- Çünkü İran devrimi İslam'ı, ilerici temelde kullanmış veya değerlendirmiştir, devrimci ve anti emperyalist özünü ortaya çıkarabilmiş ve büyük etkinlik sağlamıştır. (Serxwebun, Kasım 1990, s. 19)
Öcalan, Almanya'da yayımlanan "Din Sorununa Devrimci Yaklaşım" adlı kitapta da şu görüşleri savundu:
- Bir İran deneyiminde olduğu gibi anti emperyalist, radikal çıkış örneklerinden yararlanarak, bunların olumlu yönlerini kendi koşullarımıza göre değerlendirerek ve daha olumlu bir karşılık vererek sonuç alabiliriz. (Din Sorununa Devrimci Yaklaşım, Weşanen Serxwebun, 1991, Köln, 119)
Marksist-Leninist olduğunu ileri süren PKK'nın din silahına el atması ters tepki yaratmış ve PKK'nın bu yeni stratejisi herhalde "Hizbullah" örgütünü ve İslamcı Kürtleri harekete geçirmiştir.
"Kürt Hizbullahı" özellikle son bir yıldır PKK'ya karşı saldırılar düzenliyor. Bu saldırılar devlet içindeki örgütler, örneğin "Kontrgerilla" olarak bilinen eski adı "Özel Harp Dairesi" tarafından destekleniyor mu? Bunu, bugün için bilmeye ve yazılı belgeye dayanarak kanıtlamaya olanak yoktur.
Bazı devlet görevlileri ile bu tür örgütler arasında hiyerarşik düzen içinde ve emir komuta ile değil, 12 Eylül öncesinde kanıtlandığı gibi bireysel ilişkiler de kurulabilir.
12 Eylül öncesinde kurulan bu ilişkilerin bir kısmı yazılı belgelere dayanılarak kanıtlanmış ve ilişkiler bu köşede yayımlanmıştı. Ancak bu ilişkilerin devletin hangi tepe noktasına kadar ulaştığı ise bir türlü anlaşılamamıştı.
Bugün, hükümetin başta Musa Anter cinayeti olmak üzere bölgede işlenen bütün cinayetleri tek tek aydınlatması gerekir. Bu cinayetler aydınlanmaz ve bu saldırılar da böyle sürüp giderse, devlet-haklı ya da haksız, yanlış ya da doğru- bu tür suçlamalardan kurtulamaz.
Yukarı
24 Ocak 1993 - Cumhuriyet Gazetesi (Son yazısı)
Zeyilname…
Bugün pazar, nedense dilimin ucuna ANAP'ın o eski şarkısı takılıyor: "Arım / balım / peteğim..." Bugün bu şarkıyı ele alıp bir pazarlık yazı mı yazayım? Yoksa son güncel olaylara mı değineyim... Gazetecinin görevi güncel olayları yazmak, öyleyse şu Yüce Divan konusuna girelim.
İki eski Bayındırlık Bakanına Yüce Divan yolunun açılması, ANAP içinde tepkiyle karşılanıyor.
Bu iki eski bakan; Safa Giray ve Cengiz Altınkaya, TBMM Başkanlığına gönderdikleri açıklamada, otoyol ihaleleri ile ilgili sözleşmelerde "büyük ekonomik bunalımlarda" yüklenici şirkete "fiyat farkı" ödeneceğine ilişkin madde bulunduğunu, TBMM Soruşturma Komisyonu'nun bu maddeyi "olağanüstü durumda fiyat farkı ödenmeyecektir" biçiminde yorumladığını ileri sürüyorlar.
İki eski bakan, TBMM Başkanlığı'na gönderdikleri açıklama metnine 16 Aralık 1986 günü Karayolları Genel Müdürlüğü ile yüklenici şirket "Enka-Bechtel Müşterek Teşebbüs Ortaklığı" arasında imzalanan "Gerede-Ankara ve Ankara Çevre Yolu" sözleşmesinin 65. sayfasının noter onaylı örneğini de sunmuşlar.
İki bakanın sundukları söz konusu sözleşmenin 71. maddesi şöyle:
- Teklif tarihini takiben işlerin inşa edilecek olan ülke dahilinde o ülke hükümetinin döviz kısıtlamaları koyması veya ülke parasının devalüasyonu sonucu büyük ekonomik bunalım geldiği takdirde idare, söz konusu ekonomik bunalım sebebiyle veya neticesinde işlerin icrası bakımından veya işlerle ilgili olarak artan masrafları müteahhide ödeyecektir. Ancak işbu maddedeki hiçbir husus, söz konusu durumlarda müteahhide tanınmış olan her türlü hakları veya hukuki yolları hiçbir şekilde ihlal etmeyecektir...
Oysa, aynı sözleşmenin 65. sayfasının 19. satırında yer alan ve iki bakanın fiyat kararnamesine dayanak olarak seçtikleri bu "ödeyecektir" sözcüğü, "ödemeyecektir" biçiminde düzeltilmiştir!
"Zeyilname", bir sözleşmenin koşulları üzerinde bazı değişiklikler yapan ya da sözleşme metnindeki yanlışları düzelten geçerli son metin demektir. Bu geçerli son metin, yüklenici şirketlere "büyük ekonomik bunalımlar"da ek para ödeneceğini değil, "ödenmeyeceğini" öngörüyor.
Sözleşmenin İngilizce metninin 72. sayfasında; "Addendum" başlıklı bölümde de aynı düzeltme yapılmış ve 7. satırda yer alan "shall pay" sözcükleri, "shall not pay" olarak düzeltilmiştir.
Karayolları Genel Müdürlüğü'nün 1986 yılındaki bu sözleşmeden sonra yaptığı başka sözleşmelerde de bu 71. maddede hep "ödemeyecektir" sözcüğü yer almıştır. Örneğin "Tarsus-Pozantı, Ayrı-Adana-Toprakkale-Gaziantep Otoyolu Sözleşmesi, sayfa 50..."
Bu iki eski bakan, kendilerini savunurlarken sözleşmede yer alan "ödemeyecektir" sözcüğünü nasıl olur da "ödeyecek tir" diye sunarlar, ve fiyat farkı kararnamesini bu yanlışa dayanarak savunurlar? Sözleşmeyi neden baştan aşağı hiç okumazlar? Sözleşmeyi okumuşlarsa bu yanıltmayı; bilerek, isteyerek yapıyorlar demektir.
Okumuşlarsa TBMM ve kamuoyunu bilerek yanıltıyorlar, okumamışlarsa çam üstüne çam devirerek "aymazlık rekoru" kırıyorlar!
Bu iki eski bakan 30 Ekim 1989 gün ve 89/14657 sayılı fiyat kararnamesini, "işte bu sözleşme büyük ekonomik bunalımlarda müteahhitlere ek para ödeneceğini öngörüyor" mantığı ile savunmaya kalkıyorlar. Oysa, işte kanıtlandı, sözleşmede tam bunun tersi söz konusu; bu gibi durumlarda "para ödenmesi değil, ödenmemesi gerektiği" yazılı.
TBMM Soruşturma Komisyonu, fiyat kararnamesinin yürürlüğe sokulması ile 31.12.1991 tarihine kadar geçen sürede oto-yol yüklenicisi şirketlere toplam 1.152.457.550.78 Amerikan Doları ve 1.211.331.87 İngiliz Sterlini ödeme yapıldığını saptıyor. (Rapor, s. 11) Bu iki sayın bakana kendilerini savunmaları için bu işlerden anlayan avukat bulmalarını salık veririz. Yoksa, Yüce Divan'da da savunmalarını TBMM Başkanlığı'na gönderdikleri açıklama gibi yapacaklarsa yandılar demektir.
Neyse efendim, ne diyorduk? "Arım / balım / peteğim" diyorduk... İyi pazarlar... Geçmiş olsun, geçmiş olsun...
Yukarı
25 Ağustos 1975 - Cumhuriyet Gazetesi
Sesleniş
Dağ gibi karayağız birer delikanlıydık. Babamız, sırtında yük taşıyarak getirirdi aşımızı, ekmeğimizi.
Arabalar şırıl şırıl ışıklarıyla caddelerden geçerken bizler bir mumun ışığında bitirdik kitaplarımızı. Kendimiz gibi yaşayan binlerce yoksulun yüreğini yüreğimizde yaşayarak katıldık o büyük kavgaya. Ecelsiz öldürüldük. Dövüldük, vurulduk, asıldık.
Vurulduk ey halkım, unutma bizi...
Yoksulluğun bükemediği bileklerimize çelik kelepçeler takıldı. İşkence hücrelerinde sabahladık kaç kez. İsteseydik, diplomalarımızı, mor binlikler getiren birer senet gibi kullanırdık. Mimardık, mühendistik, doktorduk, avukattık. Yazlık kışlık katlarımız, arabalarımız olurdu. Yüreğimiz, işçiyle birlikte attı. Yaşamımızın en güzel yıllarını, birer taze çiçek gibi verdik topluma. Bizleri yok etmek istediler hep. Öldürüldük ey halkım, unutma bizi...
Fidan gibi genç kızlardık. Hayat, şakırdayan bir şelale gibi akardı gözbebeklerim izden. Yirmi yaşında, yirmi bir yaşında, yirmi iki yaşında, işkencecilerin acımasız ellerine terk edildik. Direndik küçücük yüreğimizle, direndik genç kızlık gururumuzla. Tükürülesi suratlarına karşı bahar çiçekleri gibi, taptaze inançlarımızı fırlattık boş birer eldiven gibi. Utanmadılar insanlıklarından, utanmadılar erkekliklerinden. Hücrelere atıldık ey halkım, unutma bizi...
Ölümcül hastaydık. Bağırsaklarımız düğümlenmişti. Hipokrat yemini etmiş doktor kimlikli işkencecilerin elinde öldürüldük acınmaksızın. Gelinliklerimizin ütüsü bozulmamıştı daha. Cezaevlerine kilitlenmiş kocalarımızın taptaze duygularına, birer mezar taşı gibi savrulduk. Vicdan sustu. Hukuk sustu. İnsanlık sustu.
Göz göre göre öldürüldük ey halkım, unutma bizi...
Kanserdik. Ölüm, her gün bir sinsi yılan gibi dolaşıyordu derilerimizde. Uydurma davalarla kapattılar hücrelere. Hastaydık. Yurtdışına gitseydik kurtulurduk belki. Bir buçuk yaşındaki kızlarımızı öksüz bırakmazdık. Önce kolumuzu, omuz başından keserek yurtseverlik borcumuzun diyeti olarak fırlattık attık önlerine. Sonra da otuz iki yaşında bırakıp gittik bu dünyayı, ecelsiz.
Öldürüldük ey halkım, unutma bizi...
Giresun'daki yoksul köylüler, sizin için öldük. Ege'deki tütün işçileri, sizin için öldük. Doğu'daki topraksız köylüler, sizin için öldük. İstanbul'daki, Ankara'daki işçiler, sizin için öldük. Adana'da, paramparça elleriyle, ak pamuk toplayan işçiler, sizin için öldük.
Vurulduk, asıldık, öldürüldük ey halkım, unutma bizi...
Bağımsızlık, Mustafa Kemal' den armağandı bize. Emperyalizmin ahtapot kollarına teslim edilen ülkemizin bağımsızlığı için kan döktük sokaklara. Mezar taşlarımıza basa basa, devleti yönetenler, gizli emirlerle başlarımızı ezmek, kanlarımızı emmek istediler. Amerikan üsleri kaldırılsın dedik, sokak ortasında sorgusuz sualsiz vurdular.
Yirmi iki yaşlarındaydık öldürüldüğümüzde ey halkım, unutma bizi...
Yabancı petrol şirketlerine karşı devletimizi savunduk; komünist dediler. Ülkemiz bağımsız değil dedik; kelepçeyle geldiler üstümüze. Kurtuluş Savaşı'nda emperyalizme karşı dalgalandırdığımız bayrağımızı daha da dik tutabilmekti bütün çabamız. Bir kez dinlemediler bizi. Bir kez anlamak istemediler. Vurulduk ey halkım, unutma bizi...
Henüz çocukluğumuzu bile yaşamamıştık. Bir kadın eline değmemişti ellerimiz. Bir sevgiliden mektup bile alamamıştık daha. Bir gece sabaha karşı, pranga vurulmuş ellerimiz ve ayaklarımızla çıkarıldık idam sehpalarına. Herkes tanıktır ki korkmadık. İçimiz titremedi hiç. Mezar toprağı gibi taptaze, mezar taşı gibi dimdik boynumuzu uzattık yağlı kementlere.
Asıldık ey halkım, unutma bizi...
Bizi öldürenler, bizi asanlar, bizi sokak ortasında vuranlar, ağabeyimiz, babamız yaşlarındaydılar. Ya bu düzenin kirli çarklarına ortak olmuşlardı ya da susmuşlardı bütün olup bitenlere. Öfkelerini bir gün bile karşısındakilere bağırmamış insanların gözleri önünde öldürüldük. Hukuk adına, özgürlük adına, demokrasi adına, Batı uygarlığı adına, bizleri, bir şafak vakti ipe çektiler.
Korkmadan öldük ey halkım, unutma bizi...
Bir gün mezarlarımızda güller açacak ey halkım, unutma bizi... Bir gün sesimiz, hepinizin kulaklarında yankılanacak ey halkım, unutma bizi.
Özgürlüğe adanmış bir top çiçek gibiyiz şimdi, hep birlikteyiz ey halkım, unutma bizi, unutma bizi, unutma bizi...
"bir pazar sabahıydı, Ankara kar altında...
zemheri ayazıydı, yaz güneşi koynunda ucuz can pazarıydı…
kalemin düştü kana, kalemin düştü kana…
zalımlar pusudaydı bedenin param parça, ucuz can pazarıydı kalemin düştü kana.
uğurlar olsun… uğurlar olsun… hüzünlü bulutlar yoldaşın olsun.
bir keskin kalem, bir kırık gözlük, yürekli yiğitlere hatıran olsun."
Selda Bağcan
Yukarı
ÖDÜLLERİ:
• 1962 "Türk Sosyalizmi" başlıklı makalesiyle Yunus Nadi Ödülü,
• 1979 Türk Hukuk Kurumunca "Yılın Hukukçusu", aynı yıl Çağdaş Gazeteciler Derneğince "Yılın Gazetecisi" seçildi,
• 1980 Sedat Simavi Vakfı Kitle Haberleşme ve Gazetecilik Ödülü Cüneyt Arcayürek
ile paylaştı,
• 1981 İstanbul Gazeteciler Cemiyetinin inceleme ödülü,
• 1982 İstanbul Gazeteciler Cemiyetinin inceleme ödülü,
• 1983 Balıkesir Barosundan "Cumhuriyet Döneminin Anıtlaşmış Hukukçusu" ödülü,
• 1983 İstanbul Gazeteciler Cemiyetinin röportaj ve seri röportaj ödülü,
• 1984 Nokta Dergisinin "Yılın Doruktaki Gazetecisi" ödülü,
• 1985 Nokta Dergisinin "Yılın Doruktaki Gazetecisi" ödülü,
• 1987 İstanbul Gazeteciler Cemiyetinin güncel yazılar ödülü,
• 1987 Nokta Dergisinin "Yılın Doruktaki Gazetecisi" ödülü,
• 1987 Cumhuriyet Gazetesinden "Rabıta Olayı dolayısıyla Örnek Gazeteci" ödülü,
• 1988 Sedat Simavi Vakfı Kitle Haberleşme ve Gazetecilik Ödülü,
• 1988 Cumhuriyet Gazetesi "Bülent Dikmener Haber Ödülü,
• 1988 Ankara Tabipler Odası "Basın Sağlık Ödülü",
• 1988 Boğaziçi Üniversitesi "En Çok Okunan Gazeteci Ödülü",
• 1992 Ankara Sanat Kurumu "Onur Ödülü",
• 1992 İstanbul Gazeteciler Cemiyetinin inceleme ve röportaj ödülü,
• 1993 İzmir Gazeteciler Cemiyeti Yönetim Kurulu "Basın Şehidi" Plaketi "İnandığı doğruları yaşamı boyunca savunduğu, yazdığı, ödün vermediği için"
• 1993 Orhan Apaydın "Demokrasi ve Barış Vakfı" Gümüş Kupa
• 1993 Nokta Dergisi "Doruktakiler Basın Onur Ödülü"
• 1993 Gazeteciler Cemiyeti "Basın Özgürlüğü Ödülü"
• 1993 SHP İstanbul İl Örgütü Kadın Komisyonu "Güldal Mumcu'ya"
• 1993 Kiraz Belediyesi "Mumcu Anısına" Plaket
• 1993 Eczacı Odaları 2. Kamu Eczacıları Ulusal Kurultayı'nda "İlaç Dosyası" ile insan sağlığına ve eczacılık mesleğine katkılarından dolayı
• 1993 İstanbul SBF Mezunları Derneği "Uğur Mumcu anısına demokrasi ve insan hakları" Ödülü
• 1993 Ulusal Birlik ve Dayanışma Derneği "Derneğin onur üyesi Mumcu anısına" Plaket
• 1993 Türkiye Ziraatçiler Derneği "Mumcu anısına" Plaket
• 1993 Kırşehir Valiliği - Vali Neşet Kanyılmaz "Mumcu Anısına" Pirinç Tabak 1993
• 1993 Söke Belediyesi Başkanı Mehmet Semerci "Mumcu anısına plaket ve imza defteri"
• 1993 İzmir Büyükşehir Belediye Başkanı Yüksel Çakmur "Mumcu anısına"
• 1995 Evrensel Kardeşlikler Dünya Barışına Çağrı Vakfı "Örnek Çalışmaları Nedeniyle"
• 1995 Kadıköy Belediye Başkanı Av. Selami Öztürk "Cumhuriyetin 72. yılında Cumhuriyet ilkelerinin yaşatılmasındaki katkılarından dolayı"
• 1995 Mülkiyeliler Birliği Seyfi Oktay, Nuri Alan, Prof.Dr. Taner Timur, Emin Çölaşan, Prof.Dr. Alparslan Işıklı, Salih Er "Ülkede temiz toplum oluşturma yolunda düşünce, yapıt ve eylemleriyle katkılarından dolayı"
• 1995 Uluslararası Lions Yönetim Çevresi 118-T Plaket
• 1996 yılı Başarılı Gazeteciler Ödülü
• 1997 Güneysınır Belediye Başkanı Mehmet Yakıcı "Mumcu Anısına" Plaket
• 1997 Bugünü dünden haber verdiği için" Jüri Özel Ödülü
• 2003 Atatürkçü Düşünce Derneği Genel Merkezi Atatürkçü Düşün Sistemine unutulmaz katkıları anısına" Plaket
WEB KAYNAKLARI
• http://www.umag.org.tr/
• http://www.denizce.com/
• http://www.umag.org.tr/yayin.htm (Uğur Mumcu'nun tüm yapıtları)
• http://www.umag.org.tr/vakif.htm (Uğur Mumcu Araştırmacı Gazetecilik Vakfı)
• http://www.umag.org.tr/sondurum.htm (Uğur Mumcu cinayeti soruşturmasının geçirdiği aşamalar)
Yukarı
YAPITLARI
• 12 Eylül Adaleti
• 24 Ocak Anayasası / 7 Temmuz-5 Aralık 1982 Yazıları / Bütün Yazıları XIX
• 40'ların Cadı Kazanı
• Ağca Dosyası
• Alaturka Kapitalizm / 1 Ocak-6 Temmuz 1982 Yazıları / Bütün Yazıları XVIII
• Amerika Küsmesin / 1 Ağustos-31 Aralık 1974 Yazıları / Bütün Yazıları III
• Askeri Marksizmden Demokrat Sosyalizme / 13 Haziran-31 Aralık 1989 Yazıları / Bütün Yazıları XXXIII
• Ata'm İzindeyiz / 7 Haziran-31 Aralık 1979 Yazıları / Bütün Yazıları XIII
• Aybar ile Söyleşi / Sosyalizm ve Bağımsızlık
• Bağımsızlık Gülü / 2 Ocak-9 Haziran 1980 Yazıları / Bütün Yazıları XIV
• Batı Kulübünde Dans / 10 Haziran-31 Aralık 1980 Yazıları / Bütün Yazıları XV
• Bir Devlet Arıyoruz! / 1 Temmuz-31 Aralık 1977 Yazıları / Bütün Yazıları IX
• Bir Pulsuz Dilekçe
• Bir Uzun Yürüyüş
• Bomba Davası ve İlaç Dosyası
• Bu Düzen Böyle mi Gidecek? / Söyleşiler
• Büyüklerimiz
• Çağın Suçu / 1 Ocak-17 Haziran 1975 Yazıları / Bütün Yazıları IV
• Çıkmaz Sokak
• Demirel ve Çankaya / 1 Ocak-14 Haziran 1985 Yazıları / Bütün Yazıları XXVI
• Devlet Modası: Tek Yol Özal! / 1 Ocak-15 Haziran 1984 Yazıları / Bütün Yazıları XXII
• Devlet, Silah, Adalet / 16 Haziran-31 Aralık 1976 Yazıları / Bütün Yazıları VII
• Devrimci ve Demokrat
• Engelli Demokrasi / 14 Ocak-22 Temmuz 1983 Yazıları / Bütün Yazıları XX
• Ermeni Mandacıları / 16 Haziran - 25 Aralık 1984 Yazıları / Bütün Yazıları XXIII
• Esir Teşebbüs / 1 Ocak-19 Haziran 1981 Yazıları / Bütün Yazıları XVI
• Gazetecilik
• Gazi Paşa'ya Suikast
• Gözleri Bağlı Şahin
• Hukuk, Devlet, Aşiret / 12 Temmuz-31 Aralık 1978 Yazıları / Bütün Yazıları XI
• İnkılap Mektupları
• Katiller Demokrasisi Hırsızlar Düzeni / 1962-1972 Yazıları
• Kelepçeli Yazılar
• Kemalizm Sendromu ve Pax Amerikan / 25 Temmuz-31 Aralık 1992 Yazıları / Bütün Yazıları XXXIX
• Kontrgerilla Öğretileri / 1 Ocak - 30 Haziran 1977 Yazıları / Bütün Yazıları VIII
• Kurtar Bizi Baba / 4 Temmuz-31 Aralık 1987 Yazıları / Bütün Yazıları XXIX
• Kuvvayı Ticariye Ruhu / 1 Ocak-25 Haziran 1985 Yazıları / Bütün Yazıları XXIV
• Kürt Dosyası
• Kürt-İslam Ayaklanması 1919-1925
• Laiklik Ruhuna Fatiha / 1 Ocak-3 Temmuz 1987 Yazıları / Bütün Yazıları XXVIII
• Liberal Çiftlik
• Milliyetçilik A.Ş. / 2 Ocak-11 Temmuz 1978 Yazıları / Bütün Yazıları X
• Mobilya Dosyası ,
• Modern Türban / 17 Haziran-31 Aralık 1988 Yazıları / Bütün Yazıları XXXI
• Namuslu Olma Cesareti / 20 Haziran-31 Aralık 1980 Yazıları / Bütün Yazıları XVII
• Ortadirek Türküleri / 23 Temmuz-31 Aralık 1983 Yazıları / Bütün Yazıları XXI
• Ortadoğu'dan Amerikan Bilardosu / 1 Ocak-16 Mayıs 1991 Yazıları / Bütün Yazıları XXXVI
• Örs ve Çekiç / 1 Şubat-24 Temmuz 1992 Yazıları / Bütün Yazıları XXXVIII
• Papa Mafya Ağca
• Paşa Tasarrufları / 1 Ocak-16 Haziran 1988 Yazıları / Bütün Yazıları XXX
• Petrol Bekçisi / 26 Haziran-30 Aralık 1990 Yazıları / Bütün Yazıları XXXV
• Polemikler
• Quisling Cephesi / 1 Ocak-31 Temmuz 1974 Yazıları / Bütün Yazıları II
• Rabıta
• Sağcı Düşünce / 19 Haziran-30 Aralık 1975 Yazıları / Bütün Yazıları V
• Sahte Atatürkçülük / 26 Haziran-31 Aralık 1985 Yazıları / Bütün Yazıları XXV
• Sakıncalı Piyade / (İki Perdelik Oyun)
• Saklı Devletin Güncesi / "Çatlı vs."
• Serbest Piyasa ve Kemalizm / 17 Mayıs-5 Kasım 1991 Yazıları / Bütün Yazıları XXXVII
• Silah Kaçakçılığı ve Terör
• Sistem / 2 Ocak-6 Haziran 1979 Yazıları / Bütün Yazıları XII
• Son Yazılar / 1 Ocak-24 Ocak 1993 Yazıları / Bütün Yazıları XXXX
• Söz Meclisten İçeri
• Söze Nereden Başlasam / Söyleşiler
• Suçlular ve Güçlüler
• Tarikat, Siyaset, Ticaret
• Terörsüz Özgürlük
• Tohum ve Toprak / 3 Ocak-11 Haziran 1989 Yazıları / Bütün Yazıları XXXII
• Tüfek İcad Oldu
• Uyan Gazi Kemal
• Yabancılaşma, Kenanizm, Özalizm / 2 Ocak-24 Haziran 1990 Yazıları / Bütün Yazıları XXXIV
• Yolsuzluk, Şiddet, Bağımlılık / 1 Ocak-16 Haziran 1976 Yazıları / Bütün Yazıları VI
Uğur Mumcu'nun yapıtlarına ulaşmak için: http://www.umag.org.tr/yayin.htm
Yukarı
AKLIMIZDAKİLER :
• Bilgi sahibi olmadan, fikir sahibi olunamaz… - Cumhuriyet / 10 Ağustos 1992 -
• Bir ulus, ne kadar okuma-yazma, öğrenme, araştırma eğiliminde ise, o kadar sağlam, o kadar hoş görülü ve demokrat yapıda olur. - Cumhuriyet / 19 Ağustos 1981 -
• Bir kişiye yapılan haksızlık, bütün topluma karşı işlenen bir suçtur.
- Yeni Ortam / 9 Aralık 1974 -
• Evrensel kültürün düşün ve sanat rüzgârları ile Türkiye er geç çağdaş uygarlığa demir atacak… - Cumhuriyet / 16 Şubat 1986 -
• "Bu gün 'Kuvayı Milliyeci' olmak; halkı sivil örgütler ve partiler eliyle örgütlemek ve bütün etnik gruplar arasında ayrım gözetmeksizin aynı yurdun insanları olduğumuz bilincini yerleştirmek ve ortak bilinç ile çağdaş uygarlık düzeyine ulaşmak demektir."
- Cumhuriyet / 19 Mayıs 1992 -
• Kimi ölüler bize ne kadar yakın, yaşayanların birçoğu ne kadar da ölü.
Yukarı
Yorum yazmak ister misin?
SEVGİ ŞANA / 5.08.2012 11:03:33 |
KAHVEMİ YUDUMLARKER BİR KEZ DAHA ANIMSAMAK FARKLI BİR DUYGU AMA OKURKEN OKUDUKLARIMIN NE YAZIK Kİ; DAMAĞIMDA GERÇEKLERİN ACISI BİR KIRK YIL DAHA KALACAK.
|
hüseyin / 27.10.2009 01:24:54 |
böyle mükemmel bir insana nasıl bir yorum yapılabilir ki...
|
Metin Kırcal / 22.08.2009 16:44:33 |
Yorumları okudum, Uğur Ağbeyimizi hala tanıyamamışız, belki o yüzden bu makus kaderi yaşıyoruz.
|
hakan / 25.06.2009 14:05:47 |
solun namusu uğur mumcu!
|
ScuDTim:3 / 8.05.2009 18:36:46 |
Walla Ugur Abi snn Tanımaz Dım ama Performans odei sayesınde tanıdım ztn ca,nmda ıskkkın waleybolda yenıldıq 2. olduk ben kacar bb
|
ii / 23.03.2009 19:50:23 |
gıcık
|
uğur / 17.09.2008 11:41:50 |
o iğrenç yazan arkadaşı şiddetle kınıyorum insan olun adam olun akıllı olun basitleşmeyin öyle....
|
şerifali / 14.07.2008 17:37:13 |
Uğur Mumcu'yu öncelikle saygıyla anıyorum.Uğur Mumcu gibi araştırmacı gazeteci,yazar kişilere ihtiyacımız var.Mumcu eserleri ve kişiliği ile mükemmel bir insan.
|
sarp / 4.02.2008 15:30:59 |
ne iimiiişşşş:)
|
yuns toprK / 30.12.2007 10:37:07 |
İİMİŞ
|
güldane / 26.09.2007 11:37:45 |
ben 17 yaşındayım ve Uğur Mumcuyu önce ailemden öğrendim sonra kendi araştırmalarım tam tanımaya çalıştım o gerçekten Türkiye için çok özel bir yazardı. Neden bizim ülkemizde hep özel kişiler hedef seçiliyor. sizce MUMCUNUN hak ettiği bumuydu??
|
UGUR MUMCU / 31.08.2007 14:27:07 |
KATİLLERE UYUŞTURUCU SEVK EDEN İMAL EDENLERE HORTUMCULARA VATAN HAİNLERİNE ASKER POLİS SİYASETCİ BROKRAT VE KENDİNİ MAFYA ZANNEDEN ZİBİDİLERE KARŞI DURAN BU ADAM ÖLDÜMÜ SİZCE
|
BAŞAK SARAÇ / 16.06.2007 11:41:29 |
BİR KAHVE MOLASI DAHA :) SAKINCALI PİYADEYİ OKUDUYSANIZ KAHVENİN KIRK YIL HATRI OLMADIĞINI GÖRECEKSİNİZ...
|
kutlukkaan / 22.04.2007 16:53:21 |
Özel bir insandı ,kendi araştırmalarıyla ulaştığı deyerlerini sonuna kadar savunurdu savundu.Herşeyi halkının çıkarı için yapmaya çalıştı.Ancak çok gizli örgütlerin yönettiği dünyada yazıları aslında bazılarının ekmeyine yağ sürdü ve bu güçler onun ölümünü bile memleketi bölmek için kullanmışlardır...
|
alişan / 8.03.2007 21:47:23 |
ben uğur mumcunun ençok 80 sonrası kontrgerilla derin devlet mafya vb araştırmalarını beğenirim ama şunuda belirteyim mumcu özellikle 12 mart muhtırası öncesi bazı yanlışlar yapmıştır ayrıca 27 mayısı savunmasını kabullenemem devlet teröru bu ülkede o ve onun gibi düşünenleri değil herkesi hedef almıştır ayrıca türkiye cumhuriyetini kurulduğundan buyana adaletsizlik terör soygun vb olaylar hala devam etmekte olup aslında osmanlıdan kalan bütün pisliklerin cumhuriyet adı altında hatta daha fazla devam ettiğinide sözlerime ekleyeyim
|
selçuk / 24.09.2006 23:40:32 |
Türkiye'nin yetiştirmiş olduğu ender yazarlardan biridir. Sakıncalı Piyade vb. kitaplarını okudum hepsi Türkiye ' nin gerçeklerini yansıtan ve ibret olacak öykülerle dolu . Faili meçhul cinayetlere kurban giden aydınlarımızın başında yer alan bu eşsiz insanın anlattıkları göz ardı edilmektedir.
|
memet cıgdem / 31.08.2006 19:12:44 |
helal olsun senın gıbı adama ugur abı ruhun bır kez daha sad olsun
|
denizlerden biri / 7.08.2006 15:24:53 |
o bir gercek ışık;(guneş), ay olanlar utansın söz Hakkı hısedenle:kehanet34@hotmail.com kimsenin hakını yemıyceksın
|
hasan / 23.07.2006 03:25:07 |
okumalıyız ama her okudugumuza inanmamalıyız mumcu iyi yazar ama çok daha iyileri var daha i ve inandırıcı olabilirdi
|
mami / 30.06.2006 17:31:06 |
aslıcım canım üzülme yaa kıyamam sanaaaa
|
gün / 23.06.2006 00:02:01 |
babam, uğur mumcunun setini aldığında orta okuldaydım ve kıtapları bana çok sıkıcı gelıyordu.şimdi üniverstedeyım ve onu okumaya doyamıyorum.her kıtabını okuyun çünkü hepsi muhteşem.
|
aslı / 16.06.2006 17:52:25 |
çok güzel bir yazı.içinde gercekler var.böyle bir yazarımızı kaybettiğimiz için hem üzülüyorum hem üzülmüyorum çünkü uğur mumcunun kendisi gibi kişiler yetiştirdiğine inanıyorum.
|
şule ünsal / 16.06.2006 17:47:00 |
gercekten güzel bir yazı.teşekkürler
|
derya aslın / 25.05.2006 20:15:50 |
çok güzel bir kitap gerçekler gerçek yüzleriyle verilmiş
|
ümit birdal / 10.04.2006 18:42:01 |
çok süper
|
yasin / 31.03.2006 18:39:45 |
çok süper
|
gizem / 21.03.2006 11:31:20 |
kitaplarını okurken bazı gerçekleri daha ıyı anladığım bır yazardır.onu kaybettığımz günde bile,oturup biz neyı kaybettığımzın farkındamıyız sorusunu sorduran kişidir.onun gibiler zor gelıor bizim memleketeama neden çabuk gidiyor yada gitmeye zorlandırılıoyorlar!!!sevgilerimle
|
mert / 21.02.2006 20:31:44 |
bence güzel
|
YAKUP ÖNDER / 25.01.2006 18:34:32 |
Çok sayıda kitabını okudum saygı duyduğum bir yazar olup keşke çok sayıda UĞUR MUMCU gibi yazarlarımız olsa
|
|
|
|