|
Milenyumun Mandalı : Sait Haşmetoğlu |
|
Özgürlüğü güncel yaşamın gerçeklerinden kopuk, soyut bir kavram gibi düşünüyorduk. Onu üniversite mezunu olmak ya da ustalık belgesine sahip olmak gibi, bir kez kazanıldıktan sonra hep kendinizde alıkonulması normal gözüken durağan bir statü olarak algılıyorduk... Onu elde etmek için gereken çaba ve fedakarlığı ulusça, hep birlikte gösterip onu bir kez kazanmış ve bir yerlere koymuştuk yıllar önce.
Bu açıdan bazıları için özgürlük ulusal tarihimizde kazandığımız en büyük zaferlerden birisi olarak ulusal hafızamıza ve tarihsel belgelere yerleştirilmiş bir şeydi…
Ancak Molesworth'un özgürlük ve tutsaklıkla ilgili bu sözleri üzerinde düşündükten sonradır ki özgürlüğün günlük hayatta ekmek ve su kadar çok ve yaygın bir biçimde kullanılabilen bir şey olduğunu, onun sayesinde kendimizde en sarp kayalıklara tırmanma cesareti bulabildiğimizi ve onun yokluğu ya da kısıtlılığı durumunda böyle bir tırmanıştan kendi kendimizi caydırabildiğimizi anlıyordum.
Kendimiz için erişilebilir gördüğümüz sınırların çok daha ötelerine gidebilmek için gereken özgüveni, keşif hevesini ve başarma arzusunu içimizde hissetmemizi sağlayan şeydi özgürlük. Onun olmadığı koşullarda bu hisler daha oluşum safhasında içimize kurduğumuz düşünsel filtrelerde engellenip yok ediliyordu işte. Kalıpların bize izin verdiği mütevazi ölçülerde birer eleman olmak için bu tür düşünsel filtreler edinmiştik her nasılsa... O filtrelerden geçmeyi başaran küçük çaplı projelerle yetinen, kalıpların belirlediği muteber elemanlardan olmak adına kendisinden istenen her şeyi sorun çıkartmadan yapan, talimatları harfiyen yerine getiren insanlar olmamız bu sayede mümkün olabiliyordu.
İşin tuhaf olan tarafı bunu kendi kendimize yapıyor olmamızdı. Zira böyle sınırlı ve denetim altındaki bir varoluş kapsamında gerçek hislerimizi, arzularımızı ve yeteneklerimizi bir kenara bırakmak yerine sınırsız ve daha özgür bir varoluş düzleminde gerçek yetenek ve potansiyelimizi kullanarak olabileceğimizin en iyisi olarak işimize, kurumumuza, ülkemize ve insanlığa katkıda bulunabilmemizi sağlayacak ruh haline erişmekten bizi alıkoyan şey kendimizden başkası değildi. Bizler, sınırları idare tarafından belirlenmiş bu kalıpların, bu fasit dairenin dışına adım atmamızı sağlayacak en önemli duygusal donanımımız olan özgürlüğümüzden vaz geçmiştik! Tekerleği patlayan aracın patlak tekerlek yönünde yoldan dışarı doğru kaymaya başlaması gibi, bizler de bu donanımımızı yitirince, kendi denetimimiz dışındaki çekim merkezlerinin etkisine girip özgürlükten tutsaklığa doğru savrulmaya başlıyorduk.
Sizi bulunduğunuz mekana mıhlayan pranga ne ise, bunun tam tersine, sizi fiziksel ya da kavramsal, her türlü engelden, bağlardan ve sınırlardan azat eden bir ruh haliydi özgürlük…
Tonlarca ağırlıktaki bir geminin yelkenlerini şişirip onu suyun yüzeyinde kaydıran rüzgar gibi, özgürlük de bizim iç yelkenlerimizi havayla doldurup durağanlıktan hareketliliğe geçişimizi sağlayabiliyordu.
Kamu sektöründe çalışan hiç kimsenin olmadığı gibi benim de görünürde prangaları yoktu elbet! Fakat gerçek prangalardan çok daha kısıtlayıcı bir şeylerin baskısını, dayanılmaz bir yük olarak üzerimde hissediyordum. Kelepçelenmiş ve prangalara vurulmuşçasına ağırlaşmıştı hareketlerim... Hatta tamamen hareketsizleştiğimi dahi söyleyebilirdim. Zira yapmam gerektiğini düşündüğüm şeyleri yapmaktan büyük bir güç alıkoyuyordu beni. Benden yapmam beklenen ne ise onu yapmaya odaklanmış, bunun dışında bir şeyler yapmanın ya da yapmaya kalkışmanın başıma çok daha büyük dertler açacağını düşünerek tüm alternatiflere kapatmıştım düşüncelerimi... Bu yaptığımın doğru olup olmadığını dahi sorgulamak işime gelmiyordu... Açıkçası, isteye istemeye de olsa, kalıplara teslim olmuş, onların omuzlarımdaki ağırlığı neye izin veriyorsa onu yapmaya razı olmuştum. Mesleğimde ilerlemek ve ona kişisel katkılarda bulunmak adına bunca yıldır inatla sürdürdüğüm yaratıcı çalışmalarımın sonu gelmişti işte… Ben de diğer meslektaşlarım gibi kamu yönetiminin kalıplarını onlardan daha ağır bir bedel ödeyerek tanımış ve o kalıpların belirlediği sınırların gerisine gerileyip hareket etmekten korkar vaziyette, güvenli bir yere sinmiştim. Yaşadığım olumsuz tecrübe beni bir yerlere mıhlamıştı ve ben o dairenin dışına adım atmak fikrinden dahi ürküyordum… Neydi beni kısıtlayan o şey? Bu görünmez pranganın gücü nereden geliyordu?
|
|
|