|
Milenyumun Mandalı : Sait Haşmetoğlu |
|
Başıma gelen bu olaylardan önce çalamayacağım hiç bir kapı, başvuramayacağım hiç bir makam olmadığını düşünür, gerektiğinde bir Devlet Başkanının dahi huzuruna çıkıp derdimi anlatabilecek medeni cesarete sahip bulunduğuma inanırdım. O cesaretime, o öz güvenime, o sınır tanımazlığıma ne olmuştu ki ben banka yönetiminde görevli kendi meslektaşlarım olan yetkililere iki satırlık bir dilekçe yazamaz hale gelmiştim? Bütün bu yeteneklerimi dumura uğratıp beni her şeyden aciz birisi gibi kendimle baş başa bırakan şey korkunun ta kendisiydi... Evet, korkuyordum işte! Tam olarak kavrayamadığım bir şeylerden ya da birilerinden korkuyordum.
Nasıl korkmasaydım ki? Banka yönetiminde söz sahibi olan birileri bir yandan benim rapor etme cesaretini gösterdiğim yüz binlerce Dolarlık yolsuzlukları hasır altı ederken diğer yandan da başka bir veznedarın marifetlerinin binlerce Dolarlık faturasını bana çıkartarak suçluları suçsuz, suçsuzları ise suçlu durumuna getirmişlerdi. Olağan koşullarda ileriye fırlamak ya da harekete geçmek için en büyük yardımcınız olan yetenekleriniz, doğru ile yanlışın, gerçek ile hayalin, sağlam ile çürüğün, iyi ile kötünün, ödül ile cezanın, erdem ile ahlaksızlığın bir birine karıştığı böyle bir ortamda ister istemez dumura uğruyor ve içine düştüğünüz bu belirsizlik sizi eteklerinizden toprağa mıhlanmışçasına eylemsizleştiriyordu. Göremediğiniz bir pranga sizi kavrayamadığınız bir şekilde sarıp sarmalamıştı da nefes almakta dahi zorlanıyor, kıpırdayacak olsanız yanlış bir adım atma korkusuna kapılıp eski durağan halinize geri dönüyordunuz hemen...
Böyle bir durumda hangi yeteneklerinizi nasıl kullanabileceksiniz ki? Bu denli ağır bir darbeden sonra insan teslim olmak, aman dileyip boyun eğmekten başka hangi eylemi sahiplenebilir ki?
Şelalelerden akan suyun tersine, yukarıya doğru yüzebilme yeteneğine sahip alabalıkların ne olduğunu tam olarak kavrayamadıkları cam bölmelerle tanışmalarını hatırlıyordum hep... Bu emsalsiz yüzücülerin yakalanıp hipermarketlerde satış öncesi teşhir amacıyla konuldukları akvaryumlarda hızla yüzerken hiç farketmedikleri camdan duvarlara burunlarını ve gövdelerini çarpıp ciddi yaralar aldıktan sonra tabana sinip korku ve endişe içinde bekleşmeleri gözlerimde canlanıyordu...
Halim onlarınkinden hiç de farklı değildi; onlar ve ben, mahiyetini tam olarak kavrayamadığımız, ancak kendi gücümüzle karşı koyma ya da kurtulma imkanına sahip olmadığımız bir engellenme halinin yarattığı derin bir korku ile pısıp kalmış, bulabildiğimiz en güvenli kuytulara çekilmiş, korku ve endişe içinde bekleşiyorduk. Onların camdan duvarlara toslayıp allak bullak olmaları gibi, ben de kamu yönetiminin umursamadığım kalıplarına toslamış ve ölümün eşiğine kadar varacak şekilde hasar görmüştüm.
Sonra aklımdan yalnız olup olmadığım sorusu geçti... Evet, pusup sindiğim yerde yalnız değildim... Benden önce tüm meslektaşlarım çoktan buralarda yerlerini almışlardı... Onlar kalıpları önceden fark edip kabullenmişler ve hiçbir direnç göstermeden uyum sağlayıp sınırların gerisine çekilmişlerdi...
Ben ise ileriye atılma sevdalarındayken o güne kadar varlığından dahi haberdar olmadığım bir mekanizmaya bedenimi kaptırmış, boğazımdan ayak bileğime kadar uzanan derin bir yarayla canımı zor kurtarıp buralara gerilemiştim.
Sonuç olarak eski ve yeni tüm meslektaşlarım burada toplaşmıştık... İğreti duruşumuzdan hemen anlaşılacağı gibi bizler, iş kimliklerimiz itibariyle, ensemizi kaplumbağalar gibi kısıp içimize çekmiş, yarış atı olmak yerine dolap beygirliğine koşulmayı kabullenmiş vaziyetteydik. Bu kadrolarda kartallığın değil hindiliğin hükmü geçiyordu.
Bunu bir eleştiri, bir aşağılama ya da küçümseme olarak değil, eşyanın tabiatı gereği yapılmış bir tespit olarak, bir doğa kanunu olarak söylüyordum elbet... Nasıl "su 100 derecede kaynar, sıfır derecede donar" derken herhangi bir değer yargısında bulunulmuyorsa, burada da mevcut koşullarının iş kimlikleri itibariyle kartallara değil hindilere prim yaptırdığını bir "sebep-sonuç" ilişkisi olarak saptamış bulunuyorduk işte...
Sonuç olarak mesele dönüp dolaşıp Molesworth'un özgürlükle tutsaklığı tanımlayan o müthiş sözlerine gelip dayanıyordu. Eğer zihnimize hayat veren ve bizleri sahip olduğumuz yetenekleri tam anlamıyla kullanmaya muktedir kılan şey özgürlük ise, biz bu koşullar altında ona sahip olduğumuzu söyleyemezdik.
Fakat neşe yerine hüzün ve utanç emareleri taşımak, kolaylıkla değil güçlükle hareket etmek, yeteneklerinin kendi kendini alıkoyma yüzünden dumura uğramış olması; seçkin, zarif ve soylu bir şeyler yapmaktan uzak bulunmak gibi esaret emareleri aranıyorsa bunlardan çoğunu davranışlarımızla göstermekte olduğumuz söylenebilirdi...
|
|
|