|
Milenyumun Mandalı : Sait Haşmetoğlu |
|
Atatürk öyle büyük işler yapmış, öylesine imkansız gözüken şeyleri başarmıştı ki, kimse ne sistemin temel kavramlarını tam olarak anlayabiliyor; ne de onu daha anlaşılır kılmak için dahi olsa, onun kurduğu sistemin bir tek taşını dahi yerinden kıpırdatmaya cesaret edemiyordu.
Bu yüzden o dönemin insanları, Atatürk'e duyulan büyük sevgi ve minnet duygularının da katkısıyla, onun eseri olan bu sistemi kıskançlık ölçüsünde korumaya yönelmişlerdi.
Bunun iki önemli sakıncası vardı.
Birincisi, Cumhuriyeti tüm kurumlarıyla geliştirip yaşatmak yerine onu korumaya odaklanan insanlar, bu yaptıklarının aktif değişimciliğin yerine acımasız bir tututculuğun konulması olduğunu görememişlerdi. Bu yüzden, Mustafa Kemal Atatürk'ün başlattığı, ancak ömrünün ve gücünün vefa etmeyeceğini görerek kendisinden sonrakilerin tamamlayıp geliştirmelerini istediği o yüksek hedefli ulusal devinim o güne kadar ulaşabildiği safhada dondurulup buzhaneye kaldırılmış oluyordu. Bir başka deyimle canlı, devingen, yol açan, öncülük eden ve değişimi hızlandırarak fark yaratan devrimciliğin hemen bir iki yıl içerisinde terk edilerek yerine bağnaz denilebilecek bir tutuculuğun konulduğunu hiç kimse farketmeyecekti. İkincisi ve bundan daha vahim olanı ise, korunmak istenen şeyin Kemalizmin bütünü ya da özü değil, onun o günkü koşullar altında insanların zihnindeki izdüşümünden ibaret olduğunun kavranamamış olmasıydı. Bu yüzden Kemalizm, gerçek mahiyetinin çok altındaki algılanış biçimlerine endekslenmiş, hatta onun gerçek mahiyetiyle bağdaşmayan isabetsiz yorumları dahi Kemalizm sanılarak sahiplenilmişti.
Bu iki sakınca, bu ölçüde önemli iki sakıncanın yol açabileceği tüm hasarları beraberinde getirmiş ve yıllar yılı devrimcilik adına tutuculuğun propagandası yapılmıştı. Cumhuriyeti koruma ve kollama görevi öylesine yanlış anlaşılmıştı ki onu korumak için hiç birşeyin değişmesine izin vermemek gerektiği sanılıyordu. Bu yanılgı, değişim sürecini ciddi şekilde kesintiye uğratmış, temel hedef ve ilkeler doğrultusunda sürekli olarak daha iyiye doğru değişmesi planlanan sistem o günkü haliyle hafızaya alınarak bir daha değiştirilmemek üzere değişimden alıkonulmuştu.
Ünlü Siyaset Bilimcimiz İbni Haldun'un uygarlıkların ortama ömrü ile ilgili kehaneti bir bakıma gerçekleşmiş gibiydi. İbni Haldun'a göre uygarlıkların ortalama ömrü 75 yıl kadardı. İlk 25 yıllık dönemde yaşayan ilk nesil bu uygarlığa şekil veren değerlere sahip çıkıp o değerleri günlük yaşamına yansıtıyor ve gelecek nesillere aktarıyordu. İkinci nesil bu değerleri tam olarak kavrayıp benimseyemese de, dedelerinden ve babalarından gördüklerini tekrarlayarak, o değerlere saygı gösteriyor ve onları gelecek nesillere aktarma sorumluluğunu kendilerinde görüyorlardı. Son 25 yıllık dönemde yaşayan yeni nesil ise bu değerleri ne anlayıp sahipleniyor, ne de onlara saygı gösteriyordu. Bu şekilde, 75 yıl sonra o değerler tamamen unutulup kaybolmaya yüz tuttuğu için o uygarlığın akıbetinin de ya yok olmak, ya da bir başka uygarlığın içinde eriyip şekil değiştirerek farklı bir mecrada varlığını devam ettirmek olacağı öngörülmekteydi.
Cumhuriyet Uygarlığının miadını doldurduğuna hiç inanmıyordum ama, 75 yıllık değerler erozyonu teorisi de yabana atılır gibi değildi doğrusu. Biz de 75 yılda Kurtuluş mücadelemizin, Cumhuriyetle birlikte yepyeni bir medeniyete doğru yol alan ve değişen bir toplum olma heyecanımızın temel kavramlarını o günkü özünden ve ruhundan uzaklaştırmış bulunuyorduk. Üstelik, yukarıda değinilen ikinci sakıncanın tüm boyutlarıyla ortaya çıkması sonucu sarılınıp kucaklanan, yüceltilip baştacı edilen şeyin Kemalizmin son derece sınırlı, bazı yönleri yanlış anlaşılmış bir izdüşümü olduğu da bu kargaşada gözlerden kaçmıştı. Kemalizmin herkesin kendince anlayıp ön plana çıkardığı bir ya da birkaç yönü etrafında dönen kısır tartışmaların günümüze kadar uzayıp gelmesinin sebebi buydu. Kimisi onu tam anlamıyla bir din düşmanlığı olduğunu sanıyor ve bu algılanış çerçevesinde ona sahip çıkıyor ya da bu algılanış çerçevesinde ona cephe alıyordu. Bir başkası onu koyu bir devletçilik olarak algılıyor ve onu eleştirenleri devlet otoritesini yıkmaya kalkışmakla suçluyordu. Bu yanılgılara bir de ilkokul yıllarımızdan itibaren bizlere empoze edilen şablon yaklaşımın bir sonucu olarak, Mustafa Kemal Atatürk'ü anlamaya ve onun hissiyatını benliğinde canlandırmaya çalışmak yerine, onu neredeyse doğaüstü bir güç gibi yüceltmeye şartlanmış olmamızın yol açtığı duygusal yanılgılar da eklenince, ortaya gerçeğinden fersah fersah uzakta kalan bir Atatürkçülük çıkıyordu... Aslında bireye içinde bulunduğu şartların elverişliğini dahi düşünmeden, hemen harekete geçip Cumhuriyeti kurtarmak görevini ve sorumluluğunu veren Kemalizm bütün gerçekliğinden soyutlanmıştı... Onu daima yüceltilerek anılacak bir tabu, özel günlerde göğsümüze takabileceğimiz parıltılı bir rozet yahut da sırası gelince sandıktan çıkarılıp giyilecek ikinci bir kimlik olarak algılıyorduk çoğunlukla...
|
|
|