|
Milenyumun Mandalı : Sait Haşmetoğlu |
|
Bunu ilk kez 1999 Cumhuriyet Bayramında Anıtkabri ziyaret ederken zihnimde çakan derin bir idrak ile anlamıştım. O güne kadar rahmetli Atatürk benim için çok büyük işler başarmış, erişilmez mükemmellikte bir insandı. Hatta onun gibi bir insanın daha yeryüzünde belirebilme ihtimalini düşündüğümde sıfıra varan ihtimal hesaplarımın sonucu olarak, onu insanüstü bir varlık mertebesine koyduğumu dahi söyleyebilirdim... Ancak o gün, Anıtkabir'deki müzede onun kullandığı eşyaları incelerken birden farklı bir şey yapmaya koyuldum ve o eşyalara odaklanırken kendimi onun yerine koymaya çalıştım. Onun paltosunu giyerken benden biraz daha kısa boylu olduğunu, ayakkabılarının da benimkilerden 2 numara küçük olduğunu farkettim. Kahve fincanını incelerken onun da benim gibi sabahları kahve içerek bulunduğu mekandan ve o anki konulardan zihinsel bir uzaklaşma haline girip girmediğini düşündüm.
Bu düşünce egzersizi bende ilk kez onun da bizler gibi etten kemikten birisi olduğu, bizim gibi zevkleri, tasaları ve endişeleri olduğu, bizler gibi üşüdüğü, neşelendiği ve üzüldüğü idraki onun insanüstü bir varlık, erişilmez bir insan olduğu fikrinin önüne geçmişti... "En sevdiği kahve fincanı şumuydu acaba" gibisinden, günlük hayata ilişkin son derece doğal, son derece insanca ayrıntılar gezindi zihnimde...
Onu arabasının arka koltuğunda oturmuş, Ankara Caddelerinde dolaşırken kaygılı gözlerle etrafı izlediğini ve tümüyle bir başka alemde yaşayan o günkü insanlara bakarak yalnızlık çekmiş olabileceğini düşündüm. O sıfırdan bir Başkent kurmaya ve hiç yoktan bir devlet varetmeye çabalarken hiç kimsenin onunla aynı heyecanı, aynı zihinsel ve duygusal yükü, aynı korkuları ve aynı çaresizlik hissini paylaşmadığını tasavvur ettiğimde onun o arabanın arka koltuğunda sinirden sımsıkı sıkılmış yumruklarıyla, midesinde kramplarla, allak bullak bir ruh haliyle yolculuk yapmış olabileceğini tüm gerginliği ve acısıyla zihnimde canlandırdım. İşte o an, onu derinden bir kavrayışla ve ilk kez anladım ki onu yüceltmeye ayarlı düşünsel kalıplarımız, onun anlamamıza engel oluyordu! Atatürk tamamen eylemsel bir şeydi geride bıraktıklarıyla... Oysa biz onu öğünmek ve yüceltmek boyutları olan, tamamen kavramsal bir miras olarak algılıyorduk...
O büyük insan, tüm bu acılara, zorluklara sabırla katlanmış ve bir gün birilerinin çıkıp kendisini gerçekten anlayacağını ümidederek arkasında pusulalar, erişim planları, yol haritaları, klavuzlar, ucu kancalı halatlar, tırmanma botları, pusulalar... velhasıl onun eriştiği yüksekliklere tırmanmamızı sağlayacak her türlü araç ve gereci hazır bırakmıştı.
O gün anladım ki içine girip şeklini aldığımız kalıplar bizi yanlış yönlendiriyor, bize yapmamız gerekenlerin tam aksini yapmamızı söylüyordu...
İşte orada, Anıtkabirin Atatürk'ün saçlarını andıran sapsarı taştan duvarlarında altın gibi parlayan metal harflerle,
"Ey Türk Gençliği..." diye başlayan o müthiş
hitabındaki ateşten sözler, durdurulması olanaksız
bir eylemselliğin sembolü olarak orada öylece
durarak keşfedilmeyi, kullanılmayı ve
yeniden alevlenmeyi bekliyordu...
Orada bizlere en değerli hazinemizin özgürlük
ve bağımsızlığımız olduğunu, onu kurtarmak için
en olumsuz koşullarda dahi derhal harekete
geçmemiz gerektiğini, harekete geçmek için içinde bulunduğumuz koşulların müsait olup olmaması ya da yeterli güce ve imkana sahip olup olmamamız gibi ayrıntıları düşünmeden, damarlarımızdaki asil kana, yani bizzat sahip olduğumuz doğal yetenek, sezi ve bercerilerine güvenerek yola çıkabileceğimizi söylüyordu. İlk kez kendime bu denli güvenmiş, ilk kez kendimi tüm yolculuklar için hazır hissetmiştim o gün... Ve ona hiç olmadığım kadar yakın hissetmiştim kendimi; onu görmüş gibiydim.
|
|
|