|
Milenyumun Mandalı : Sait Haşmetoğlu |
|
Gelecek Satarak Para Kazanmak Projesi
Her banka gibi, biz para satarak para kazanan bir kuruluştuk ve birilerinin karşılamaya parasal güç yettiremediği bazı gereksinimlerini karşılamak için bize başvurarak kredi talep etmelerini bekliyorduk. Bunlar bireyler olabileceği gibi ticaret ve sanayi kuruluşları, belediyeler, çiftçiler ya da öğrenciler olabilirdi.
Benim planım, Enerji Ajansından alınan bilgiler çerçevesinde yeni enerji teknolojilerini tanıtmak ve böylelikle ev ve işyerlerine henüz farkında olmadıkları gereksinimlerini karşılamak için kredi olanağı pazarlamaktı. Bir benzetme ile ifade etmek gerekirse karasabanla toprak süren köylülere önce traktörü tanıtmak, sonra da onu edinmeleri için kendilerine kredi olanağı sunmaktı.
Örneğin ajans belgelerinde tanıtlan "Enerji Sözleşmesi" Türkiye koşullarına uyarlanarak yepyeni bir bankacılık faaliyeti olarak bize hem prestij, hem ilave iş kapasitesi, hem de yeni müşteriler kazandırabilirdi. Tamir atölyeleri, küçük imalathaneler, fabrikalar ya da sanayi kuruluşlarının yıllık aydınlatma ve ısıtma giderlerinde iyileştirmeler yapacak yatırımlar için bu kuruluşlara kredi verilmesi, ancak kredini ilave mali yük yaratılmadan geri ödenmesi fikrine dayanan bu sistem şöyle işliyordu: firmanın enerji altyapısı inceleniyor ve yıllık ortalama enerji sarfiyatı belirleniyordu. Söz gelimi yılda 4 milyon kw saat elekrik enerjisi tüketen bir kuruluş, mevcut tüketim yapısını değiştirecek ilave makine-ekipman kullanmamak koşuluyla, yapılacak yatırım miktarına göre değişen bir süre için, örneğin 5 yıl için, yılda 4 milyon kw saatlik elektrik enerjisi tüketiyor gibi ödeme yapmayı taahhüt edecekti. Banka ise kuruluşun enerji altyapısını yenileyerek yıllık enerji tüketimini yılda 2.5 ila 3 milyon kw saat gibi, daha düşük bir düzeye çekecek ve yatırım bedelini, sağlanan enerji tasarrufu sayesinde 5 yıl içinde, kar payıyla birlikte geri alacaktı.
Bu yöntem, banka için olduğu kadar, o sözleşmeye imza atan firma için de cazipti. Zira önündeki 8-10 yıllık dönemde enerji alt yapısını yenilemek için bütçe ayırma imkanı olmayan bir firma, normal koşullar altında zaten ödemeye devam edeceği yıllık 4 milyon kw saatlik elektrik faturasını 5 yıl süreyle ödemeyi taahhüt ederek enerji alt yapısını yenileme olanağına sahip oluyordu. Üstelik kredi geri ödenip banka aradan çıktığında (yıllık enerji tüketimi 4 milyondan iki buçuk-üç milyon kw saate düşmüş olduğundan) enerjiye ödenecek fatura da o oranda azalmış olacaktı. Bu sadece o firma için değil, ulusal enerji harcamaları açısından da büyük bir kazanç demekti. Zira ithal enerji kaynaklarına dayanan enerji tüketimimizin azaltılması, enerjiye harcanan paranın da azalması anlamına gelecek ve dış ticaret dengesinde olumlu yönde değişiklik meydana getirecekti.
Bunun ötesinde, 90 günlük petrol stoku bulundurmak yönündeki ulusal sorumluluğumuzu yerine getirecek kamu kuruluşlarına kredi sağlanması gibi daha büyük işlere de girilebilirdi. Hatta böyle bir stok bulundurma yükümlülüğünün banka tarafından üstlenilmesi cihetine gidilerek 120-150 günlük gereksinime tekabül eden daha büyük bir stokun yönetilmesinde söz sahibi olunması, bu sayede uluslararası petrol piyasalarını izlenerek petrol alım-satımı yoluyla etkin bir stok yönetimi gerçekleştirilerek ilave karlar sağlanması dahi mümkün olabilirdi.
Ancak kredi kullanımının o denli kolay olmadığı, günümüzün tüketici kredileri ve kredi kartları gibi uygulamalarının henüz ufukta dahi gözükmediği, nispeten içine kapalı bir bankacılık anlayışının hakim olduğu o yıllarda bu fikirler kelimenin tam anlamıyla birer "devrim" olarak algılanmaktaydı.
Doğal olarak bu fikirlerimi açtığım arkadaşlarım ve yakın mesaide bulunduğum amirlerim "Git işine kardeşim, başka derdin yok mu senin? Enerji Bakanlığı ne güne duruyor?" gibisinden cesaret verici (!) sözlerle karşıladılar beni...
İlk Girişimler
Ancak yarış atı olmaya azmetmiş birisini ne yıldırabilir ki? Düşünce ve tasarılarım aynı hızla devam etti. Önce IEA belgelerinin önemli gördüklerimi kolumun altına alıp Genel Müdür Yardımcısına bilgi sunmakla başlayan diyalog, uluslararası petrol piyasalarındaki gelişmeleri haftalık raporlar halinde, bankamızın bir bilgi hizmeti olarak, enerji alanında faaliyet gösteren tüm resmi kuruluşlara gönderilmeye başlanmasıyla işlevsel bir boyut kazandı.
Siyah beyaz fotokopiyle çoğaltılan fiyat grafiklerinin tek tek renkli kalemlerle boyanıp anlaşılır hale getirildiği bu raporlarda Brent tipi ham petrolün fiyatının 4 haftadır düşmekte olduğu, Ekim ayında yapılacak OPEC toplantısından üretimi düşürme kararı çıkabileceği gibi önemli tahlil ve yorumlara da yer verildiğinden banka yöneticilerine olumlu tepkiler gelmeye başlaması uzun sürmedi. Sonunda bana "Bu konuda başka ne yapılabilir?" sorusuna kapsamlı, tatmin edici, belgelere dayanan bir cevap bulmak görevi verildi.
İlk işim, Enerji Bakanlığı, Devlet Planlama Teşkilatı ve Devlet İstatistik Enstitüsü başta olmak üzere, enerji alanında faaliyet gösteren tüm kamu kuruluşlarına birer yazı gönderilerek Türkiye'nin enerji alt yapısı, son 20 yıla ait yıllık üretim ve tüketim rakamları ile enerji arz-talep dengesinin gelecekteki seyrine ilişkin projeksiyonlar gibi konularda bilgi istenmesini sağlamak oldu.
Günlük işlerimin arasında bu konuyu özel bir ilgi ile izliyor, gelecek cevapları merakla bekliyordum. Ancak sonuç tam bir hayal kırıklığı oldu. Bilgi istediğimiz kuruluşlardan neredeyse sadece üçte biri yazımıza yanıt vermişti. Gelen yanıtlarda ise istenen türde istatistiki bilgiler yer alıyordu, ne de geleceğe dönük tahminler. İşe yarar bir kaç münferit rapordan ise genel bir sonuç çıkartmam imkansızdı.
Mülkiyeliler Birliği lokalinde sınıf arkadaşlarımla dertleşirken bu konuyu açtığımda Dışişlerinde görevli arkadaşım Erdoğan "Hiç uğraşma kardeşim" dedi, "devlet işi böyle yürür. 40 kere yazarsın, yine de cevap alamazsın! Git kütüphaneden falan araştır bence..."
Bir tecrübeyi yansıtan bu sözler beni farklı bir iletişim yöntemi bulma arayışına sevketti.
|
|
|