|
|
|
3 Eylül 2002 - Bir Konserin Ardından |
Merhaba Dostlar,
Dünkü molamızı oldukça tatsız bir şekilde vermiştik. Sonsuzluğa uğurladığımız cici kızımız Yaprak için başta anne ve babasına ve tüm sevenlerine sabır dilemekten başka birşey gelmiyor elden.
..........
Sezen Aksu'nun Efes Antik Tiyatroda verdiği muhteşem olduğunu tahmin ettiğim konserden sonra bir paşamızın sözleri, kafamda soru işaretleri doğmasına neden olmuştu. İlk anda, hakikaten dedim, adamcağız haklı. Tam adamların resepsiyonu varken yapılırmıydı böyle konser. Koskoca komutanımızı böyle bir konserden mahrum bırakmak yakışırmıydı Minik Serçeye. Ama işin doğrusu öyle değilmiş, komutanımız konserin bizatihi kendinden rahatsız olmuş. Zafer Bayramında kalıp kalıp beton dökmek varken, mozaikte nerden çıkmış. Olmadı be Paşam, sizin gibi adı barışın simgeleri arasında anılan Ege'nin ordusunun komutanına pek şık gitmedi bu sözler. Ege gibi her cinsten, kültürden insanı tarihler boyu bağrında yaşatmış bir mekanın göbeğinde, tam Zafer Bayramında bu türden bir kutlama yapılmayacaktı da nerede ve ne zaman yapılacaktı? Bana biraz amacını aşan bir söylem gibi geldi ya neyse.
Hadi onu unuttuk, dün, bir sayın(!?) milletvekili çıkıpta, "O gitsin bu konseri Ermenistan'da versin" demez mi. Sözlerini de şöyle sürdürüyor; "10 bin Rum, 30 bin Ermeni, 20 bin Yahudi varken 70 milyonluk ülkede mozaikten söz edilebilir mi?" Ba ba baa. Aynı konserde kadıncağız kürtçe şarkı da söyledi. Sıkıyorsa sözlerine "15 milyon kürt varken" diye de devam etsene. Edebilir mi? Nerdeee... Bu sayın(!?) milletvekili, her daim yaptığı televolelik çıkışlarına devam ederek seçim öncesi parsa toplamak sevdasında o besbelli. Her seferinde de çok takdir ettiği(!?) sanatçılara bulaşması da cabası. Güzel konseri, bir sevgili hatırına yapılmış sıradan bir olay gibi nitelendirip sulandırması akıl alacak gibi değil. Barışın, hoşgörünün, sevginin ve en önemlisi saygının hüküm sürdüğü bir geceye koşa koşa gideceğine, çamur atmak ancak sana yakışırdı be sayın(!?) milletvekilim. Laf üretmek yerine biraz da çözüm üretmeyi denesen diyorum artık. Ne zaman unutulmaya yüz tutsan bir yolunu bulup gündeme pat diye düşüyorsun. Külhanbeyi tavrından, Küba'da verdiğin pozlardan, erişemediğin sanatçılara attığın çamurdan başkaca bir icraatını görsem, Allah seni inandırsın, oyumu sana vereceğim.
Fatih Altaylı'nın dünkü yazısını okuyanlar, Verheugen denilen zırtapozun çevirdiği dolapları anlamışlardır. İşte bu türden sayın milletvekillerimiz de bu adamın ekmeğine yağ sürüyorlar. Bunu bilerek yapıyorlarsa yuh olsun onlara.
Bir sonraki sayıda buluşuncaya kadar bulunduğunuz yerden bir adım öne çıkın. Sevgiyle... Cem Özbatur
|
Yeni Pencerem
Aylardır sürdürdüğüm direnişte sonunda yenik düştüm ve ben de yeni pencereyi taktım. Özetle XP'ye terfi ettim. Günde 18 sefer reboot etmeden rahat huzur bulmayan 98'imden sonunda ayrıldım. 3 gündür sürekli kullanımdan sonraki izlenimlerim iyi sayılır. Sanırım sonunda güvenilir bir ürün ortaya çıkmış. Daha önce deneme mahiyetli kullanımlarımdan edindiğim izlenim daha farklıydı. Ama bu sefer beni yıldıran 98 den kurtulduğum için mutluyum. Bilgisayarı daktilo ötesine taşımak istiyorsanız hepinize tavsiye ederim. Getirdiği konfigürasyon külfeti bir kenara bırakılabilirse, her eve lazım bir ürün olmuş. Tabi internete bağlanır bağlanmaz yaklaşık 25MB lık bir güncelleme istemesini bir kenara bırakmak kaydıyla. Güncellemelerin %80'i güvenlikle ilgili. Demek ki ürün piyasaya verildikten sonra hackerlar boş durmamış. Bill Gates de şimdi onların açtıkları delikleri tıkamakla meşgul. Ancak sistemde varolan firewall özelliği pekçok casusun makinanıza zarar vermesini önleyebilecek nitelikte. Her nevi kullanıcı için özelleştirebilen arayüzü ile en amatör kullanıcıdan en profesyoneline kadar herkese hitap eder nitelikte. NT ve 2000 ile haşır neşir olanlara zaten yabancılık çektirmiyor. Sadece 98 kullananlara ise "Vay be" dedirtecek cinsten. Makinanızı yükseltmek veya değiştirmek istiyorsanız, en azından işletim sisteminizi XP Home Edition olarak almaya bakın. Memnun kalacaksınız. Demedi demeyin, dedim bile...
|
UTOKİKO KATO
Japonya’nın en popüler kadın şakıcılarından olan ve UNEP Dostluk Elçisi olarak dünyadaki çevre sorunları üzerinde aktif faaliyet gösteren Tokiko Kato, Türkiye’de ilk kez konser veriyor.
Cemal Reşit Rey Konser Salonu 3 Eylül, 20:00
CEBIT EURASIA BİLİŞİM 2002
3-8 Eylül 2002
TÜYAP Fuar ve Kongre Merkezi - Beylikdüzü
http://www.cebitbilisim.com
|
Köyüm Köyüm Güzel Köyüm
Araştıran kahveci Başak Postacı'nın yazısını okuyunca uzun zamandır içime dert olan kendi köyüm aklıma geldi. Kuşadası'nı bir kere gördüm. Birkaç yıl önceydi. Hep güzelliğini duyduğum bu şirin (!) ilçeyi görünce çok üzüldüm. Eski halini, güzel günlerini bilmememe rağmen başına neler geldiğini tahmin etmek hiç de zor olmadı. Araba ile bir tur atıp kaçtık oradan. Başak Postacı'nın üzüntüsünü çok iyi anlıyorum.
Benim, daha doğrusu babamın köyü, Altınoluk ile Edremit arasında, Kazdağlarının eteğinde yeşillikler içinde çok da büyük olmayan bir köy.
Istanbul'dan çıkıp Çanakkale üzerinden Izmir yönüne doğru giderseniz, Ezine'yi geçtikten sonra Kazdağlarına çıkmaya başlar yol. Çam ormanları içinde döne döne tırmanır, en tepede nefis bir manzarada kahve molasından sonra yine döne döne iner, denize kavuştuğu yerde Küçükkuyu karşılar sizi. Denizi sağınıza alıp devam edin. Yolun solu zeytinliklerle kaplıdır, deniz bazen mavi bazen yeşil bir renk alır. . Zaman zaman denizden uzaklaşır, ağaçların arasında gidersiniz. Yol iki arabalık dar bir yoldur. Zaten yeşillikler arasında giderken en güzeli, dar, zaman zaman sağa sola kıvrılan yoldur bence. Bazen yolun iki kıyısındaki çınarlar tam tepenizde birleşir, bir an güneş ışığı kesilir, sonra birden ışır etraf. Bu yola biraz devam edince Altınoluk gelir, sonra Güre, hemen sonra da Akçay. Bu anlattığım yola bugün giderseniz, yolu biraz genişlemiş bulur, soldaki yamaçlarda, zeytinlikler arasında 20-30 evden oluşan sitelere rastlarsınız sıklıkla. Her yıl yeni evlerin eklendiği bu yamaçlarda, zeytinlikler yavaş yavaş yok ediliyor. Kasabalar arasında boşluklar ortadan kalkıyor, yolun sağı ve solu binalarla doluyor.
Bizim köy, Akçay'ın hizasında ama kara tarafındadır. Yoldan 1.5-2 km içeridedir.
Zamanında bütün bu yerleşim yerleri kara tarafında küçük birer köy iken, turizmin gelişmesi, denizin önem kazanması ile deniz kenarına doğru büyümüş, plansız gelişmiş, yazları çok nüfuslu, sevimsiz binaların doldurduğu kalabalık merkezler halini almışlar. Ege kıyılarında hep anlatırlar ya, zamanında hiç kiymeti olmayan deniz kenarındaki arsalar kızlara, dağ eteğindeki kıymetli arsalar ise oğullara miras verilmiş diye, ne küslükler olmuş o zaman, ama şimdi kadınlar hem mutlu, hem güçlü. Bizim oralarda da durum böyle.
Bir yanında Güre Belediyesi, diğer yanında Zeytinli Belediyesi ile komşu olan bizim köy, son birkaç yıldır belediye olmak istiyor. Oysa dağın eteğinde, turistik bozguna uğramamış, güzel bir orman köyü. Etrafında turistik sıfatını kazanmış Altınoluk, Akçay gibi yerler var. Kalabalıklar, siteler, yazlıkçılar, discolar, kebapçılar hep oralarda. Bu büyük şansın farkında değil bizim köy. Belediye oldukları anda ilk olarak çok katlı binalara izin çıkacak. Şu anda evlerin en yükseği iki, en fazla üç kat. Onlar da son yıllarda dışardan gelip yerleşen insanların evleri. Gençler genellikle denizin hemen yanında olmak ve eğlence istediklerinden, köye dışardan sadece yaşamlarının son yıllarını huzur içinde geçirmek isteyen yaşlı çiftler geliyor. Herkesin bahçesi var, ağaçlar o kadar bol ki yeşilden gözünüz yoruluyor. Köyün suyu bol, Kazdağlarındaki kaynaklardan gelen bu lezzetli suyu doya doya içebilirsiniz. Zeytin ağaçlarının yanısıra çok çeşitli meyva ağaçları da var. Çoğunun meyvaları üzerinde çürüyor, öyle bol. Ilkokul, 1927 senesinde yapılmış, cumhuriyetin ilk yıllarını hatırlatan mimarisi, galiba 5-6 sınıflı, güzel ama biraz bakımsız bir bina. Köyün içinde Rumlardan kalma bir kaç bina var, zeytin zamanı geçici işçi olarak gelenler kalıyor. Zamanında pek çok düğünde kimbilir kaç kere keşkek dövülen dibek taşı küçük meydanda hala duruyor.
Köylüler bu güzelliğin içinde yaşaya yaşaya güzelliği görmez olmuşlar. Azra Erhat bir kitabında bizim köyden tırmanarak çıktığı Kazdağlarını anlatıyor. Biliyorsunuz mitolojide bu dağlar Ida Dağı olarak geçer. Tanrı Zeus'un en yüksek tepesinden Troya savaşını seyrettiği, zaman zaman müdahale ettiği Ida Dağı. Azra Erhat öyle hayran kalmış ki, Homeros'un 'Bin pınarlı Ida' diye tanımladığı dağa; Zeus ve karısı Hera'nın buluştuğu yeri gördüğünü söylüyor. 'Olsa olsa burasıdır' diyor, 'Tam Homeros'un tarif ettiği gibi.' Öylesine el değmemiş, bozulmamış…
Köy belediye olunca Kuşadası'nın başına gelenler aynen burada yaşanacak. Dağdaki ormanlar kaza yangınlarına kurban edilip, arsa mafyasının yardımıyla kooperatifcilere verilecek, hala mitolojide anlatıldığı haliyle yaşayan dağ, yanyana, nefes alamayan, çirkin evlerle dolup taşacak. Binbir pınarının yanına 'kendin pişir kendin ye'ciler yerleşecek. 20 yılda yetişkin hale gelebilen zeytin ağaçları birer birer yok olacak. Derin nefesler alarak yürüyüş yaptığımız patika yollar, önce cadde sonra park yeri olacak. Köylü belki para kazanacak ama asla geri alamayacağı değerleri kaybedecek.
Ne yapmalı? İse bir de diğer yanından bakmalı. Emeği çok getirisi az zeytincilikten ezilen köylüye devletten teşvik yok. Zeytinin devlet dışında iki üç alıcısı var, ne fiyat verirlerse köylü kabul etmek zorunda, alıcılar da bunun farkında. Köylü de yaşamak zorunda, kısa zamanda çok para istemelerinin haklı yanları var. Başlarına geleceklerin farkında olabilecekleri bir eğitim görmeyen bu insanlar, aslında en doğru olanı yaptıklarını düşünerek tarlalarını, zeytinliklerini satmaya başlayacaklar. Çocuklarının rahat yaşamalarını sağladıklarını düşünüp, rahatlayacaklar. Onlar haklı, vicdanlari rahat olacak.
Ben köyümün Kuşadası veya benzeri yerlere dönüşmesini istemiyorum. Ama ne yapabilirim bilmiyorum. Yüksek siyasette bir eniştem olsa, bizim köyü belediye yapma diye torpil isteyeceğim…
Aslında itiraf etmeye korkuyorum ama sanirım belediye olmasa da gidişat Kuşadası galiba…
|
Enişte'den Erişte'ler : Ahmet Şeşen |
Lahanası Yoktu Henüz Brussel'in
İngiltere, Almanya derken bulmuştum leyleği havada, pişiremezdim koca leyleği elbette teflon tavada : ama sıkı dur geliyorum Belçika. Ee ! İngiltere'ye British Airways, Almanya'ya Lufthansa ile gidersem Belçika'ya da Sabena ile giderim elbette ( İyi ki gitmişim bak Sabena'da iflas bayrağını çekmiş ! ). Bu kez Brüksel'de eğitim alacağım.
Bilenler bilse de ilk Avrupa Birliği sanki buralarda kurulmuş, tek vize ile :
Belgium + Nederland + Luxemburg = BENELUX
gidebilirdiniz hepsine. Zaten ufacık memleketler, şehir değişince ülke değişiyor. Komşu ülkelerden kursa gelenler uçakla değil çoğu araba ile gelmişler ve Cuma günü kurs bittiğinde birkaç saatlik yolculukla dönecekler evlerine, nerdeyse biz uçağa binerken…
Bizim memlekette henüz yoktu lahanası Brüksel'in. Öğrendim ki biraları meşhurmuş ama. Tam 25 çeşit, 6 gün ordayım, ortalama günde 4 eder : " Acaba biraların yanında en iyi ne gider ? ". Kaldığımız yer şehire bir saat uzaklıkta orman içinde bir kampus, " Bira içirtmemek için mi bana bu kabus ? " demeye kalmadı. Kurstan sonra sosyal hayat için var ufak bir mekan : " Eee ! Buzdolabı da var odamda bira için iyi bir imkan ! ". Bira listesiyle beraber odama gidebilirim, 3 güne kalmaz tüm çeşitleri içebilirim : Türkiye'den 5 arkadaş gitmişiz kursa, şehire gitmek için tutacağız 2 taksi, dediler gerek yok size limuzin verelim : " Fiyat 1.5 katı ama fikir daha aklı-selim ! ". Yakınlarda Abba'dan duyduğumuz Waterloo varmış, hatta orada savaşan paragöz herif Napoleon Bonaparte'mış ! Merak ederim acaba Josephine bu adamla PARA için mi kalmış ? ::
Resimlerinde bile adamın sağ eli iç cebindeki cüzdana uzanmış ..!
Gezelim, görelim Brüksel meydanlarını, tarihi binalarını ve altına kurulan café'lerini. Her yarım saatte bir caz müziği ve aydınlatma gösterisi, hele meydandan geçenlerin müziğe uyup dans etmesi, café'lerden de insanların ortaya çıkıp eşlik etmesi..! 3-5 dakika sonra müziğin susması ile hayat kaldığı yerden devam ediyor, bu atmosferle ne çeşit bira olursa olsun iyi gidiyor.. Tesadüf bu ya şansıma arkadaşlar mızıkçılığa pek yakın, hele garsona verilen siparişe bir bakın : " Yahu ! Expresso, Capuccino, Nescafe, Çay yerine siz de benim gibi Blue Bear'a takılın ! " : En acısı da 2.tur siparişleri olunca dayanamadım artık :
- Sevgili garson kardeşim, şu yanında + işareti olanlar benim tattıklarım. Sen listeye bak ve ona göre benim için TAKIL, ben onların siparişini göre buldum bir AKIL !
- Nasıl yani efendim ?
- Onların ilk turda söylediklerinin yanına birer çarpı daha KATIYORSUN, aynı siparişleri aynı kişilerin önüne ATIYORSUN, istersen yanımda kalıp siparişe göre nasıl yer değiştiriyorlar BAKIYORSUN, elinde istatistik var artık 3.siparişleri ÇAKIYORSUN !
- !? Peki ! Sizin listede + işareti atacak yer kalmayınca ne olacak ?
- Masada kimse kalmamış olsa da bu telefon ile limuzini ARAYACAKSIN, onca biradan sonra tek kişi olmadığımı " İkinize de teşekkür ederim arkadaşlar ! " dediğimde pekala ANLAYACAKSIN :-)) Listenin bir kopyası da sende KALSIN, yakında lahananızı Türkiye'ye de SATARSIN, listede olmayan yeni BİRA yaparsanız da bir zahmet adresime YOLLARSIN :-)) Şu internet ve elektronik posta da çıkınca bira adabına uygun bir E-Mail adresim de olur : 25CeşitBiranızıBilir@coldmail.com . Biliyorsun benim arkadaşlar hotmail.com'da olacaklar, " Bazıları Sıcak Sever "…
asesen@turk.net
|
Fincanın İçinden: Melih Çelik |
Ayakbastı Parası (III)
Dizinin ilk iki bölümünü okumayanların 14 ve 21 Ağustos tarihli Kahve Molası arşivine bakmalarını hatırlatarak üçüncü bölüme başlıyorum. İlk bölümde Formula 1 dünyasına bir giriş yapmış, ikinci yazımda ise ülkemizi aday şehirler için ziyaret eden Bernie Amca'nın yol notlarını ve yorumlarını aktarmıştım. Bitirirken de üçüncü bölümde ülkemizdeki otomotiv fabrikalarının aslında etkin bir lobi kanalı olacağından bahsedip noktayı koymuştum. Artık zamanı geldi ve öğrenelim bakalım bu lobi kanalı kimmiş ve Formula 1'e olan etkisi neler olabilirmiş?
Ciddi anlamda ilk çalıştığım sektör olan otomotiv sektörü Formula 1'e olan merakımın da başlangıcını oluşturuyor. O tarihte otomobil markaları ve kaç km yaptıklarından ibaret olan bilgimle sektöre adımımı attım. Ardından ilgim arttı ve Formula 1 diye birşey duyarak o da neymiş diyerek araştırmaya başlamıştım. Bir sürü acayip görünümlü, tek kişilik otomobil son sürat bir pist etrafında dolanıp duruyordu. Ama detaylarına inince dünyanın en büyük "iş"lerinden biriyle karşı karşıya olduğumu anladım. İşte bu çalıştığım firmanın halen kendi adında bir Formula 1 takımı var ki ben geçmişten gelen şirket sadakatimle şu an liderliğe oynamasa da bu takımı tutmakta ısrar ediyorum.
Türkiye'de otomotiv sektörünün imalat anlamında geçmişi çeyrek yüzyılı biraz aşkın bir süredir var. 1969'da ben daha fikir olarak bile ortada yokken temeli atılan fabrikalar 1971'de banttan çıkan ilk arabalarla Türkiye'de bir gelişim başlattılar. Koç grubu bünyesindeki Tofaş (Türkiye Otomobil Fabrikaları A.Ş.) ile Oyak grubu bünyesindeki Oyak-Renault ve onun pazarlama şirketi Renault MAİS (Motorlu Araçlar İmal ve Satış A.Ş.) ilk araçları peşisıra piyasaya sundular. Tüm bunların öncesinde 1950'lerde Devrim adlı bir markamız ve onun o gün yeterli benzin konulmadığı için çalışmayan ama günümüzde hala kullanılabilen bir ülke maceramız var ki o apayrı bir yazı aslında. Ve tabi Anadol'u da atlamamak gerekiyor kanımca.
Bu fabrikalara zamanla farklı markalar eklendi ve 1996'da Gümrük Birliği'ne girmemizin ardından minik bir uzakdoğu istilası yaşadık. 1963'ten bu yana Renault (otomobil), FIAT (otomobil ve ticari araç), Ford (ticari araç), Hyundai (otomobil ve ticari araç), Honda (otomobil), Isuzu (ticari araç), Chrysler (ticari araç), BMC (ticari araç), Karsan (Peugeot ve FIAT markaları için ticari araç), MAN (ticari araç), Mercedes Benz (ticari araç), Otokar (ticari araç), Otoyol (ticari araç), Temsa (Mitsubishi ticari araç), Toyota (otomobil), Genoto (ticari araç) fabrikaları Türk otomotiv sektöründeki yerlerini aldı. O yıldan 2001 sonuna kadar model bazında üretim rakamlarını görmek isterseniz Otomotiv Sanayicileri Derneği'nin (OSD) araştırmasına http://www.osd.org.tr/rapor2002-3.pdf adresinden ulaşabilirsiniz.
Tüm bu markaları yazmamın sebebi bazılarının direkt ya da dolaylı olarak Formula 1'de ve diğer motorsporlarında yeralmaları. Gelin şimdi de Formula 1 takımlarının bu firmalarla ilişkisine bakalım. Halen 11 takım Formula 1 pistlerinde gazlamakta. Ferrari, diğer İtalyan otomotiv markaları gibi FIAT'ın bir alt firması. Türkiye bağlantısı dolaylı yoldan TOFAŞ FIAT ile; ancak Ferrari'nin şampiyon pilotu Michael Schumacher'in Türkiye'ye gelmesi ve hatta Palio reklamında oynamasıyla bu dolaylı bağlantının direkt bağlantıya döndüğünü söyleyebiliriz. Formula 1'in büyük takımlarından McLaren ise günümüzde Mercedes motoru kullanıyor ve o da Mercedes Benz Türk sayesinde dolaylı bir bağlantıya sahip. Üçüncü büyük olarak tanımlanan Williams ise günümüzde BMW motoruyla yarışıyor. Fabrika bazında direkt bir bağlantı yok ama Türkiye'deki BMW meraklılarının fazlalığı ülkemizdeki Formula 1 meraklıları arasında tutulan bir takım olmasına yol açıyor. Sauber takımı ise motor olarak bir önceki yılın Ferrari motorunu kullanıyor. Tavşanın suyunun suyu mantığında bir bağlantı ama hiç yoktan iyidir. BAR ve Jordan takımları Honda motoruyla yarışmakta. Honda ise İzmit'teki fabrikasından bizlere göz kırpıyor. Renault, yukarıda bahsettiğim gibi Türkiye'nin ilk otomobil fabrikalarından. Formula 1'de tamamen kendi adıyla yarışıyor ve http://www.renaultf1.com sitesinde de görebileceğiniz gibi %100 Renault! Jaguar takımının bağlantısı da dolaylı. Jaguar, Ford'un alt markalarından biri. Ford'un Kocaeli'ndeki fabrikasından ileride 1 milyar dolar ihracat hedeflediğini düşünürsek Türkiye'deki yarışlarda ne kadar etkin bir lobi faaliyeti yürütebileceğini daha rahat algılayabiliriz. Formula 1'in küçük takımlarından Arrows ise Arrows Cosworth olarak Ford destekli yarışıyor. Jaguar ve Arrows'un yanında Jordan takımı da önümüzdeki 3 yıl boyunca Honda'dan ayrılıp aynı motoru kullanacak. Minardi Formula 1'in en düşük bütçeli takımı. Peugeot destekli Asiatech motoruyla yarışan Minardi Türkiye'de Karsan aracılığıyla dolaylı bir bağlantıya sahip. Formula 1'e en son katılan takım ise Toyota. O da Adapazarı'ndaki fabrikasında yarışların Türkiye'de yapılmasının onayını bekliyor.
İşte bir üst paragrafta belirttiklerim Türkiye'de Formula 1 yarışlarının yapılması için lobi kanalı olarak etkin olabilecek firmalar. Diğer yandan Formula 1'de takım ve motor rekabetinden daha yoğun bir lastik rekabeti yaşanmakta ki bu 12 takıma lastik sağlayan Bridgestone ve Michelin'den özellikle Bridgestone Sabancı ortaklığı ve Lassa ile yedek kuvvet olarak kullanılabilir.
Aslında Formula 1 anlatmakla bitmez, ama Kahve Molası'nda sürekli bir Formula 1 köşesinin olmasındansa önemli gelişmelerde değerlendirmek üzere bir noktalı virgül ile konuyu kapatıyorum. Ancak motorsporlarının diğer alanları hakkındaki yazılarımla sizlerin başınızı ağrıtmama izin vereceğinizi umuyorum.
Son olarak geçtiğimiz günlerde yaptığım uyarı ile ilgili kendi köşesini bana ayıran sevgili editörümüze teşekkür etmek istiyorum. Bol köpüklü kahveler efendim, görüşmek dileğiyle.
Melih Çelik
|
Sevgili Editör,
Ruh halimi ve düşüncelerimi sizinle ve eğer uygun görürseniz Kahve Molası okuyanları ile paylaşmak istedim.
Evvelki akşam iki can dostumla uzun bir aradan sonra bir araya gelmenin keyfi içerisinde, günah çıkarma eğilimi ile, “galiba bu sefer de oy kullanmayacağım, daha muhtara gitmedim” diye itirafta bulundum. “N’olur yapma, git muhtara, kullan oyunu” dediler. Sonra laf lafı açtı, muhabbet başka yerlere kaydı gitti.
Sabahları ben zor ayılırım. Güne başladıktan sonra benim kendime geldiğim saatler öğleni bulur. Dün sabah da evden çıkmış işe giderken muhtarın ofisini görünce zınk diye durdum. Yarı uyanık olduğum için “oy vermeliyim” hissine kapılıp daldım ofise. Bir sıra… bekle bekle bitmez. Hacı Muhtar Amca’nın işlem yapma hızı ile hiç bitmez. “Yarın gelsem olur mu?”, “Olur ama geç kalma sabah 7’de gel.” Hmmm…
Dün akşam gece saatler ilerledikçe, başka bir deyişle sabah kalkma saati yakınlaştıkça düşünmeye başladım. Değer mi?
Sabahın köründe kalkıcam. Muhtara gidicem. Aynı benim gibi bu işi son ana ertelemiş Türk vatandaşlarımı (yumurta-kapı) hatırı sayılır bir sayıda kapıda sırada bulucam. Hacı Muhtar Amca işinin hakkını vererek yavaaaş yavaş işlemleri yaparken sırada bekliycem. Ya seçim günü? Hep duyarım saatlerce sırada bekler insanlar oy vermek için. Peki sonra? Verdiğim oy ne olacak?
Kişiye değil partiye oy veriyoruz malum. Yani bizim kimi istediğimiz değil, partinin yönetiminin kimi uygun gördüğü önemli. İyi peki. Ben GDP’nin (Gül Derenler Partisi – [bu parti tamamen kurgudur, 23 partinin içinde böyle bir parti varsa hiç bir alakası yoktur]) görüşlerini, programını destekliyorum zaten, di mi? Onlar da bu adayı uygun gördülerse öyle olsun. Benim oyumun da katkısıyla seçilen Sayın Adayımız, Milletvekili olarak TBMM’ye GDP partisinden beni temsil etmek üzere giriyor. Sonra ne oluyor? Sayın Milletvekilimiz siyasi hayatına GEZEP (Gül Ezenler Partisi) ile devam etmeye karar veriyor. Hmmm…
Benim seçmediğim bir aday, seçtiğim partiden milletvekili olup parti değiştirebiliyorsa, benim verdiğim oyun Memleketin siyasi kadrosuna hiç ama hiç bi etkisi olmadı. Vatandaş olarak hangi görevimi yaparak milletime hayırlı oldum?
Bence, bu tamamen enerji kaybı. Gökyüzünü seğredip kedilerimle köpeğimle ilgilenerek daha iyi vekit geçirebilirm. Vatanıma nasıl mı faydam dokunur: Evimin önünü süpürüp, dişimi fırçalarken musluğu açık bırakmayıp, rüşvet vermeyip, kazandığım paranın vergisini ödeyip, eskimemiş eşyalarımı modası geçti diye bir kenara atmayıp…
Vermediğimiz her oyla siyasi veya hayati görüşlerimize ters bir partiye artı oy olarak katkıda bulunmuş oluruz deniyor. Geçen iki seçimin sonuçlarını, kurulan hükümetleri, başbakanların belirlenmesini, milletvekili transferlerini düşünüyorum da...
Göğsümü gere gere söylüyorum BEN OY VERMEYECEĞİM
Didem KOLUNAN
Not : Kahve Molası için çok ama çok elinize sağlık
|
Aşk Bitti
Bir aşk nasıl biterse öyle bitti bu aşk da
Uzun bir hastalık gibi
Aralıksız dinlediğim alaturka bir fasıl gibi
Gökyüzüne bakmayı, dostlara mektup yazmayı
Çiçekleri sulamayı unutmuşluğum gibi
Bitti.
Bir aşk nasıl biterse öyle bitti bu aşk da
Yürümeyi yeniden öğrenen felçli bir çocuk gibi
Sokağa çıkmalıyım şimdi ve çoktandır
İhmal ettiğim dostlara yeni bir adres bırakmalıyım
Pencereleri açmalı, kitapları düzenlemeliyim
Belki bir yağmur yağar akşama doğru
Yarıda bıraktığım şiirleri tamamlarım
Aşk da bitti diyordu ya bir şair
Aşk bitti işte tam da öyle
Ahmet Telli
..........<>..........
Zaman Kekemeydi
Gün bitti, elindeki güller de soldu
Anımsanacak neler kaldı bugünden
Paylaşılmış olan nelerdi sımsıcak
Belki bir türkü söyleriz geceye karşı
Saçlarını tarazlayan bir şafak olur
Zaman kekemeydi ve tarihe sızan
Soytarılar gördük genç ömrümüzde
Ölüm peşimize düşende bir göçebeydik
Suretimiz ağardı kurulan darağaçlarına
Bütün sığınaklar uçurumlara açılırdı
Rüzgâr suyu soğutsun su terli bedenlerimizi
Ve aşkı düşünelim biz, destan yalnızlıkları
Konuşursak akşam olur ve yine yağmur yağar
Gidersek gülüşler azalır buralarda
Kim bulur kayıp adresteki dostları
Bir karanlığa bakıyorum bir de zamana
Ay büyüyüp bir gül oluyor ellerinde senin
Ve ancak yeni bir yorumu oluyor aşkın
Saçlarından sızan bu karanlık yağmur
Ayın çağıltısıyla tutuşuyor begonyalar
Saçlarındı diye düşünüyorum ömrümüzü
Çözdükçe savrulan rüzgârdı saçların
Ve ikide bir aklıma düşüyor aynı soru
-Aşkı bilmiyorsam nasıl değiştiririm
Kendimi, seni ve bütün dünyayı
Ahmet Telli
|
|
Pasaport
Amerika'da zencinin biri pasaportunu kaybetmiş, aksilik ya, o gün de Türkiye'ye uçacak. Kara kara düşünürken yolda bir pasaport bulmasın mı... Hemen almış yerden, bir bakmış ki Leanardo di Caprio'nun pasaportu.
"Ne olursa olsun" demiş ve şansını denemeye karar vermiş. Çıkarmış Leonardo'nun fotoğrafını, kendi fotoğrafını yapıştırmış. Uçmuş Türkiye'ye, Atatürk Havalimanı'nda görevli gümrük memuru Temel'in karşısına geçmiş.
Temel almış pasaportu, adamın ismine bakmış: "Leonardo di Caprio", fotoğrafa bakmış, bir zenci, adama bakmış aynı zenci... Bir kaç şaşkın bakıştan sonra öbür masaya seslenmiş:
- "Ula Cemal, bu Titanik batmış mıydı, yanmış mıydı?"
|
İşe Yarar Kısayollar - Şef garson: Akın Ceylan |
http://www.batug.com/kurallar.htm ...Satranç oyunu, ‘Satranç Tahtası’ diye adlandırılan kare şeklinde bir alan üzerinde iki rakip arasında taşları sırayla oynatılmasıyla oynanır... Biraz satranç, biraz NBA, Formula1, vs... Samimi ve sevimli bir havası var.
http://terraserver.homeadvisor.msn.com/ Ekrandaki dünya haritasından önce istediğiniz yeri tıklıyorsunuz. Tercih ettiğiniz bölgeyi kademeli olarak büyüterek uydu görüntüsü üzerinde büyütüyorsunuz. Şimdilik en büyük detay kuzey Amerikanın belli bir bölgesi için verilmiş.
http://www.snaproll-sukhoi.com/
Akrobasi uçaklarından hoşlananlar için güzel bir site. Akrobasi tarihinin yanısıra uçaklar ve ayrıntılarla ilgili her türlü detay konusunda bilgi verilmiş. Ayrıca aresti sembolleri için de bir sayfa ayrılmış
http://www.misina.net/
...Bırakmada çok fazla balık tutamasanız bile tutacağınız balık iri olacağından sizi tatmin edecektir... Onur Tokan'ın amatör balıkçılıkla ilgili tavsiyeleri. İster kıyıdan, ister açık denizden faydalanabileceğiniz bir kaynak.
|
Damak tadınıza uygun kahveler |
HIT Mail Privacy LITE v1.0 [964k] Windows (All) FREE
http://www.mywebattack.com/gnomeapp.php?id=105105
Özel epostaları resim içine gizleyen bir program. Tüm resim formatlarını kullanılmak üzere destekliyor. Ancak yazı iliştirilmiş resmi BMP olarak kaydettiğinden dosya boyu biraz büyüyor. Sıkıştırarak gönderme olanağınız tabiki var.
Diskeeper Lite v2 [10011k] W9x/2k/XP FREE
http://www.mywebattack.com/gnomeapp.php?id=105088
Tam sürümü en iyi disk birleştirici programlardan biri. Bu Lite sürümü aynı anda tek bir sürücü için ve manuel yönergelerle çalışıyor. Gene de ufak çaplı bir bilgisayar için bulabileceğiniz en iyi çözüm.
|
|
|