|
|
|
13 Ağustos 2004 - Fincanın İçindekiler |
Editör'den : Herhalde artık olmuştur!.. |
Merhabalar,
Pazartesiden beri arpacı kumrusu gibi düşünüyorum. Tepkileri izliyorum. Sizlerin fikirlerini inceliyorum. İtiraf etmeliyim epeyce kafam karıştı. Ama dün akşam saatlarinde kararımı verdim. O saatten buyana uygulamaya geçmeye çalışıyorum. Öncelikle siteden anonim okumayı tamamen önlemenin gereksiz bir burnu büyüklük olduğuna karar verdim. Tamam burada ki burnu büyük ben oluyorum ama hatayı anlamakta bir erdemdir öyle değil mi? Bu kararı verirken beni en çok etkileyen ise bir bankanın internet şubesi için yapılan ciddi bir araştırmanın sonuçları oldu. Sonuçlar tahminlerimin çok ötesinde. Memleketimin sadece %20'si bilgisayar kullanıyor. %87'si internete hiç girmiyor. İnternet kafeler, internet kullananların %43’ü tarafından en yoğun kullanılan mekanlar. Erkekler internet kullanımında bayanlara göre daha aktif. İnterneti %73 erkekler kullanırken, bayanlarda bu oran sadece %27. İnterneti en fazla kullanan yaş grubu 18-24 arası (%52). 35-44 yaş grubunda ise bu oranın %7'lere düştüğü, 45 ve üstü yaş gruplarına bakıldığında %9 ile tekrar bir yükselişin olduğu görülüyor. Türkiye genelinde en çok internet kullanım alışkanlığını olan bölge %39 ile Marmara. Bilgisayar kullananların yarısı evde, %30’u ise işyerlerinde kullanıyor. Bu rakamlar ardarda incelediğinde ortaya vahim bir durum çıkıyor. Kopenhag kriterlerine uygunluğunu bilemiyeceğim ama Amerikan normlarına göre açlık sınırında olduğumuz kesin. Kahve Molası'ın hergün ulaştığı 5-6 bin kişi düşünüldüğünde, bu manzarada bunun hiçte yabana atılır bir rakam olmadığı ortaya çıkıyor. O zaman erişimi kısıtlamak yerine mümkün olduğunca açmanın ve daha çok insana ulaşmanın yollarını arayıp bulmalıyız dedim. Sonuç olarak sitemize gelen herkes hoş gelecek ve yazılarımıza zahmetsizce ulaşacak. Ama yazılara yorum yazmak istediğinde üye olması gerekecek. Ayrıca üye girişi yapanlar bazı interaktif uygulamaları kullanmaya da hak kazanacak. Örneğin "Kısa Mesaj" servisi. Örneğin yeni sürpriz "Dedikodu Paneli". Sitemizde sayıları okuyan üye kahveciler online dedikodu edebilecekler. Gözlerim ve kulağım açık yenilikleri takip ediyorum. İşe yarar ne bulursam sizlerle paylaşmaya da devam edeceğim. Bu yeni ve umarım son düzenleme hakkındaki düşüncelerinizi de duymak isterim.
Eniştem konsere gitmiş benden habersiz. Bir de kalkmış ballandıra ballandıra anlatmış. Bana da not düşmüş "Aman günün şarkısı olarak Sensiz Olmaz'ı koy." demiş. Olur paşam emriniz olur. Yalnız size Zuhal Olcay'dan bulamadık yerine Müslüm Baba'dan bir Sensiz Olmaz koyduk. Uydu mu Eniştem?
Bugün olimpiyatlar başlıyor. Yunanlı dostlar dertli zira daha biletlerin yarısını satabilmişler. Herşeye karşın dört yılda bir gelen bu şöleni kaçırmamak gerek. Hepinize güzel bir haftasonu diliyorum. Hoşçakalın.
Bir sonraki sayıda buluşuncaya kadar bulunduğunuz yerden bir adım öne çıkın. Sevgiyle... Cem Özbatur
Yukarı
|
Ümitsiz kalmayın : Ümit Yoket |
AYNA
Her gün, en azından iki kez kendimizle göz göze geldiğimiz bir araç veya her mekanın değişmez aksesuarlarından biri...Kendisini delicesine merak eden insanoğlunun, kendisi ile yüz yüze geldiği tam yansıtıcı satıh...Camın bir yüzünü sır ile kaplayarak oluşturulan, ışık olmadığında hiçbir işe yaramayan, fizik kurallarla üzerine binlerce problem çözdüğümüz düz, iç bükey, dış bükey oluşuna göre, yansıyan cismi değişik şekillerde gösterebilen, bana göre felsefe aracı...Camın henüz keşfedilmediği veya bulunmadığı zamanlarda, doğanın su birikintilerinde bile işlevsel kılınan, olmazsa olmazımız. Sabah güne başlarken ilk karşılaştığımız, gece günü kapatırken de en son kullandığımız, cebimizde veya çantamızda kendimiz ile her yere taşıdığımız vazgeçilmezimiz...
Benim için özellikle gece yatarken o günkü kendimle hesaplaşma adına kullandığım arena...
Aynaya bakarak, sabah yüzümüzü yıkarken, tıraş olurken, makyaj yaparken veya temizlerken kendimizi genelde dış kabuğumuz ile şöyle bir değerlendirip geçiveririz. Güzeliz, çirkiniz, canlıyız, solgunuz, yüzümüz kırışmış, sivilcemiz çıkmış gibi değerlendirmeler hep dış kabuğumuz için yapılır ve geçer gideriz. Peki aynaya bakıp ta, yüreğimizin kırışıklığını, ruhumuzda çıkan sivilceleri, hatta gangrene dönüşmüş yaraları, ruhumuzun dinginliğini ya da yorgunluğunu yani içimizi görmeye çalıştık mı hiç ayna da?.... Yani ayna dışımız gibi içimizi de gösterebilir mi acaba?...
İstisnalar kaideyi bozmaz ama, genelde aynaya pek azımız bu gözle bakar. Çoğumuzun aynası, aslında günlük yaşamda çevremizde yaşayan veya karşılaştığımız insanlardır. Ama pek çok konuda olduğu gibi, burada temel bir yanlış yaparız. Ayna bizmiyiz, karşımızda ki mi karıştırır dururuz ve çoğu kez kendimizi algılamak için değil karşımızdakini yargılamak için kullanırız bu aracı. Aslında ayna kendimizizdir . Ve işte o zaman, ayna, artık beynimizin ve yüreğimizin içindedir. Kendimizi orada görüp incelemek canımızı sıkar ve hatta acıtır o zaman...Karşımızdaki insanı çok sinirli, çok kızgın, neşeli mutlu, üzgün, huzurlu, bedbaht diye niteleyip geçiveririz hemen. Hiç düşünmez miyiz ki, "Onda kendi yansımamızı görmüş olma olasılığımız hiç mi yok acaba?...."
Hiç kahkahalar evine gittiniz mi bilmiyorum...Hani şu iç bükey, dış bükey, hem iç hem dış bükey değişik ayna versiyonlarının olduğu seyir odacıkları...Orada aynaların yansıttığı şekliyle, birkaç kişi ile birlikte de olsak, en çok kendi cüceliğimize, devleşmemize, sıskalığımıza, şişkoluğumuza ve değişik yamukluklarımıza kahkahalarla güleriz...Belki de yaşamın değişik döngülerinde bu tür yansımaları hep taşıdığımızı ve yaşadığımızı anımsayıveririz o anda... Ama güler geçeriz. Zayıflığımızla, güçlülüğümüzle, sıvışıp gidivermek için ufalmamızla veya bir başarı ya da mutluluk anında devleşmemizle, düz aynanın yansıttığı, kendimiz de aslen varolan bu yamukluklara neden aldırmadan yaşar geçeriz?... Gülmeyi veya ağlamayı hiç aklımıza bile getirmemecesine!...Neden kendimizi olduğumuz gibi kabul etmek gibi büyük bir kavramı, hep ıskalıyoruz bu yaşamda?...İçimizde ki her neyse, neden onu görmeye çalışmıyoruz aynalarda?... Neden hep yansıyan dış ve zahiri görüntülerimiz yeterli oluyor ve onlarla uğraşıp duruyoruz da, şöyle bir içimizi de görüversek, "orada ne var acaba?..." diye bir soru gelmiyor aklımıza ...
Kendimiz, kendi yaşamımızın neresindeyiz?... veya kendimiz için ne kadar önemliyiz?...Aynamıyız, yoksa aynaya bakarken gördüğümüz yansımamıyız?...Çevremizdekilere, benim aynam onlar derken, biz onlar için ayna olmayı becerebiliyormuyuz?...Neden yaşadığımız olayların tek yansıtıcısı veya göstergesinin kendimiz olduğunu kabullenmek istemeyiz bir türlü?... Bunun yerine karşımızdakinin davranışını ayna gibi yansıtıp, adeta işin içinden sıyrılıvererek, kendimizi hiç katmayız yaşama.. Kendini bilme çabası, aynamızı beynimizde ve yüreğimizde taşımadan ve sık sık kullanmadan gerçekleşemez oysa...
Pencereden bakarken, yani düz bir cama baktığımızda, kendimizi görmeyiz, camın arkasındaki boşluğa dağılıp giden zahiri görüntümüzü hiç aklımıza getirmeyiz, hiç düşünmeyiz o zaman kendimizi.... Ama tüm aynalara da, aynen düz cama bakar gibi bakıp öyle yaşıyorsak, zaman zaman vicdanımızın sırrı ile o düz camın arkasını sıvayıp kendimizi ve içimizi görünür hale getirmek, kaçınılmaz gibi geliyor bana....Ancak o zaman KENDİMİZİ BİLME yolculuğuna çıkabiliriz. Başka türlü ASLA!...
Ümit Yoket
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Rating: 9 Kahveci oy vermiş. |
|
Yukarı
|
|
YazıYorum : Leyla Ayyıldız AŞKIN DİYETİ |
|
-Dokunmayın bana...
Dans etmek istiyorum. Dans etmek ve içmek sabaha kadar...
Lütfen dokunmayın...
Evet, sarhoşum. Hem de zil zurna. Zil zurna mıydı? Zurnalı zil? Zilli zurna??... Hangisiyse, her ne ise, en kıyağından ondanım işte. En, enn cilalısından ondanım.
Dansın kucağına kendimi bırakıp, alkolün kokusunda kaybolacağım bu gece. Şişeler ve kadehlerle sözümüz var; onlar akacak ben dolacağım, ben akacağım onlar dolacak. Arada çeksem de burnumu, tek yıldızlar görecek, onlar da kimselere söylemeyecek.
Kadehler sır vermezmiş...
Buz kesermiş rakı, konuşmazmış.
Şarabın gözlerine kan otursa; 'kızıllığım' dermiş.
Tiril tiril yalnızlık gömleği mi üzerimdeki? Damarlarımda dolaşan alkole rağmen üşüyorum.
Yüreğime kurulmuş orkestra en içli nağmelerini çalıyor bu gece. Gönül teli miydi titreyen? Yıllardır sessizce sızlarken, bu gece en içli şarkısını yüksek sesle söylemek istiyor. Tüm sesleri susturun, izin verin sadece o çalsın bu gece.
Aşkı hepimiz ne çok dinledik değil mi? Aşk masallarıyla büyüyüp, aşk şarkılarıyla dans ettik. 'Kimler geldi, kimler geçti.' dedi biri. En iyi aşk filmlerini izlerken bedenlerimizi oturduğumuz koltukta bırakıp, başka başka aşklarda ruhlarımızı gezdirdik. 'Bu kaçıncı beden?' dedi bir başkası... 'Dolduramaz kimse yerini' dedi başka biri...
.....
Kayıp diğer yarılarını bulmak için acımasız bir yolculuğa çıkanların kimileri ruhlarını pörsüttü, kimileri ise bedenlerini...
Bir kez 'diğer yarısını' bulup, kaybedenler için ise durum daha da kötüydü; onlar bir daha hiç iflah olamadılar...
.....
Önüne setler vurulamayacak kadar hızlı akar aşkın seli, kesemezsin. Bir akmaya başladı mı, durduramazsın.
Öyle hızlı gelir ki; ne geleceğinden haberin vardır, ne onu karşılamaya hazırlanmışsındır. Kapıyı çalmadan içeri girer. Darmadağınıksındır.
Gözlerine bakarsın. Yakıcı bir ateş kavurur önce. Göğüs kafesin kanatlarına dar gelmeye başlar. Her çırpınış dışarıdan görünecek kadar büyüktür. Yüreğinden ılık bir kan yayılır bedenine. İlahi bir tını şarkı söyler. O andan itibaren tüm evren seninle barışmıştır. İçinde tek bir leke olmayan, evrenin en temiz duygusuyla tanışmışsındır. İşte o aşktır. Artık sen, aşıksındır.
Bunu tüm evren fark eder. Sen, aynaya baktığında kendi gözlerin yerine onun gözlerini görürsün. Evrense, senin gözlerinden yayılan yüce ışığı... Bu ışığın önünde herkes saygıyla eğilir.
Gerçekten aşık olunca, gerçek aşkı tadınca anlarsın ki; varoluşunun gerçek nedeni; 'aşk' tır... Sadece aşk...
Tenin artık aşk beyazlığındadır. Kokun aşkın bebek kokusunda... Hiç bu kadar güzel olmamışsındır. Bahar, başka bahardır, çiçekler başka bir renk. Güneş daha bir kızıl... Kuşlar başka türlü şakır. Meğer hayat ne güzeldir.
Artık tüm evren seni desteklemektedir.
Dinlediğin her aşk şarkısında kendini ve onu bulursun.
Sana yaşattığı duygular için, evrene borçlusundur artık. Bunu ancak 'iyi' olmakla ödeyebilirsin. Ancak, sen ve evren böylesi barışmışken, 'erdem'i arayabilirsin. Uzun yolculuğun başlamıştır... Evrenin yeni dilini öğrenme zamanı gelmiştir.
.....
Biraz daha içmeli...
'Daha içelim, heyyy!'...
Yok bir şeyyy... Sadece dizimi çarptım. Hayır istemiyorum. Tamam ben hallettim, hafif bir sıyrık işte. Tamam, durdu işte kan. Lütfen gidin, lütfen... Fazladan kırmızı puantiyeli beyaz bir kumaş peçetemiz oldu, hepsi bu...
Hiçbir iz ruhuma atılan çiziklerden daha derin olmayacak. Ruhumun kanadığı kadar hiçbir uzvum kanamayacak.
.....
Ve bir gün kader ordularıyla gelip, oyununu oynar. Aşkı bir kez tatmış biri olarak, seni bir yerlere yapayalnız fırlatır. Yüklemi sonunda olmayan, devrik cümleli, devrik bir aşktır yaşadığın.
Her Serdar Ortaç şarkısı duyduğunda, onun sesini duyacağını sanırsın. Sesin geldiği yöne doğru bakarsın, ama kimse yoktur.
.....
Önce; bir aşkın küllerini ancak yeni bir aşkın ateşi savurur, dersin, küllenmesine yardım etmek için üzerine başka ruhlar serpersin. Her yeni yüz bir aldanıştır. Her yeni söz gerçek aşkı unutturmaya çalışan sabun köpükleridir. Ruhun sağa sola çarpar. Canın acır. Bir yara sızım sızım sızlar. Sürekli ince bir kan sızar, durduramazsın... Geceler boyu hıçkırıklarla ağlarsın...
Kimi zaman başını ukalaca yukarı kaldırıp, aşka kafa tutmaya kalkarsın. Dalga geçersin tüm yaşamla. Canın daha bir acır.
Tek bir damla içmeden aşk şiirleri, sarhoş aşk hikayeleri yazarsın.
Burnun yeterince sürtülmüştür; yüreğini nadasa bırakıp, yazgının zamanını beklersin. Artık bir çok baharı seve seve ıskalarsın.
Aşkla asla aşık atılmayacağını öğrenirsin.
.....
Heyy hayat! İşitebiliyor musun beni? Aşka ait olmayan ne varsa alın götürün, uzaklaştırın benden. Gerçek aşkın üzerine yeni satırlar yazdıramayacak hiçbir yeni duygu çıkmasın karşıma.
.....
Tüm, aşk dokunmuş masaların hesapları benden garson!
Diğerlerini iki misli ödet. Hatta üç, hatta dört...
Şu da aşkın diyeti, onu da al, sonunda ödüyorum.
Eğer üstü varsa, kalsın...
Leyla Ayyıldız
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Rating: 29 Kahveci oy vermiş. |
|
Yukarı
|
|
Enişte'den Erişte'ler : Ahmet Şeşen Zarif Bey ve Zerafet Hanım'ın Elinden... Kesin Ziyafet Olur |
|
Nedim'in telefonuna cevabımız EVET olunca; böyle düşünmeye başladım Temmuz ayının son günlerinde. "İnşallah bir terslik olmaz ve bu güzelim ziyafetin tadını çıkartırız" düşüncesiyle Ağustos'u beklemeye başladım. Bir keresinde yağmur yağmıştı mesela.. Hoş, yine de unutulmaz bir gece yaşanmıştı sırılsıklam olunsa bile. Elbette gıda ile besleniyordu ruhlar ama ziyafeti kim istemez ? Zaten ne sıklıkta ziyafet görebiliyoruz ki, bunca senedir koşuşturmaya.. Kesin ziyafet olur.. Böyle düşünmeli öncesinde.. Kimin ellerinden hazırlanacak ? Zarif Bey ve Zerafet Hanım'ın değil mi ? Öyleyse, kesin ZİYAFET olur.. Zarif Bey bildiğiniz gibi tarif gerekmeyen bir arif.. Zerafet Hanım deseniz hem zer ( altın ) hem afet.. Sonucu kesin ziyafet...
Apar topar işleri bitirip bizim Mühendishane'ye zor attım kendimi. Ziyafetin yeri ayrı midenin yeri ayrı olunca, hemen çabuk birşeyler söyledim, yarım saatte iki adet bira bile hüplettim. Ohhh, keyifler de yerli yerinde çok şükür.. Aylardan Ağustos, günlerden Çarşamba, her yer dolmuş hafta içi olmasına rağmen Harbiye Açık Hava Tiyatrosu'nun... Ve karşımızda müziğin Zarif ve de Arif sanatçısı Bülent ORTAÇGİL...
Ve milli marşım dediği o pek bilinen şarkısına başlayıverdi :
"Olmalıııı mı olmamalı mııııı ? Yoksa hiç değişmemeliiii mi ? Ama ben değişmezsem, ben olamam ki ?"
Ne kurnaz bir ustalıkla ve ne kolay mırıldanır bir şarkı yazmış yılların sanatçısı. Gerçi birçok bestesi de benzer ziyafetler getirmişti ruhlarımızda ama bu şarkı nedense en akılda kalanlardan biri olmuştu. O gece söylemediği şarkıları da var idi ama ben yine de sahnede onu dinlerken büyük keyif aldım doğrusu. Örneğin; "Haydi gel gidelim Suna Abla'ya, merhaba diyelim Suna Abla'ya..." veya "Şık Latife".. Hani şu; "haftanın yedi akşamı yedi ayrı kişiyle çıkar, doğrusu şık kadındır şık Latife, heryerde söylerler" dediği.. "Beni kategorize etme"yi de severim ben "Kediler"i de, "Bu şarkılar adam olmaz"ı da... Ama söylemedi, varsın olsun, söyledikleri de çok güzeldi...
"Aşk var mı ? Var... Aşk var", "Bu iş çok zor Yonca, çünkü gülmeyi unutunca, taş yüreklerde kilitli duygular, kapılar açılmayınca..." ve "Sensiz olmaz" mesela.. Unuttuklarım olabilir ama keyfine doyum olmadı... Zaten ilk iki şarkısından sonra Zerafet Hanım'ı da davet etti sahneye, iki kişilikti bu ziyafet zira.. Zuhal OLCAY göründü köşeden ve başladı "Başucu Şarkıları"ndan mırıldanmaya.. "Canım, seninle olmak istiyor" dedi, "Beni benimle bırak giderken" dedi, "Çaresizim" dedi, güzel bir tango olan "Ölsem de bir kalsam da"i de söyledi... Hatta; "Aynalar"ı, hatta "Yalnızlar Rıhtımı"nı bile söyledi...
Zarif Bey ve Zerafet Hanım'ın ziyafeti "Güller ve Dudaklar" ile finale ulaştı. Ve bu şarkı nedeniyle "Başucu Şarkıları"nı hazırlamaya karar verdiklerini açıkladılar. Bizler de keyifle dinledik gece boyunca.. Arada; Murathan Mungan'ın enteresan sözleriyle "Bir kadın nasıl döner köşeyi" isimli şarkıyı bile söyledi... Ziyafete doyum olmayınca tekrar geldiler sahneye ve istek üzerine "Sensiz olmaz"ı bir kez daha söylediler...
"Bu sabah yalnız uyandım, sensiz olmaz sensiz olmaz... Tanıdık kokular yok, sensiz olmaz... Kahvaltım anlamsızdı sensiz olmaz sensiz olmaz... İlk sigaram bile tatsızdı, sensiz olmaz... Anlaşılan alışmışım, sensiz olmaz sensiz olmaz... Bir verdiysem iki almışım, sensiz olmaz... Aş bir dengesizlik iş, sensiz olmaz sensiz olmaz... Dengeye dönüşendir sevgi, sensiz olmaz... Yine kendi kendime sormadan duramadım, Niye seni böyle istiyorum diye bulamadım, Yalnızlık zor sokaklar çıkmaz, sensiz olmaz sensiz olmaz... Hep tekdüze herşey dümdüz, sensiz olmaz... Anlamak çözmeye yetmez, sensiz olmaz sensiz olmaz... Biraz telaşlı huzursuz, sensiz olmaz... Yine kendi kendime sormadan duramadım, Niye seni böyle istiyorum diye bulamadım, Gece gelmiş yatağım boş, sensiz olmaz sensiz olmaz... Sen uzaktasın ben uzanmış, sensiz olmaz... Anlamak çözmeye yetmez, sensiz olmaz sensiz olmaz... Zaman geçmez sabah gelmez, sensiz olmaz... Yine kendi kendime sormadan duramadım, Niye seni böyle istiyorum diye bulamadım, Sensiz olmaz sensiz olmaz... Sensiz olmaz sensiz olmaz... Niye niye niye niye ? Sensiz olmaz..."
Zarif Bey ve Zerafet Hanım'sız ziyafet olmaz... KAHVE MOLASI deseniz;
SİZ olmadan OLMAZ... SİZSİZ OLMAZ... SİZSİZ OLMAAAAZZZ... Hem de hiç...
asesen@kahveciyiz.biz
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Rating: 8 Kahveci oy vermiş. |
|
Yukarı
|
Misafir Kahveci : Fatma Gül |
Fatma Gül'ün suçu ne?
“Deli mi bu adamlar? Ne yapıyorlar böyle?”
“Hangi adamlar yaaa???...” Yanımda oturan arkadaşım korku ile açtığı gözlerini yüzüme sabitlediği halde, soluma doğru kaçamak bakışlar atıyor.
Kaçamak bakışlarını takip edip başımı soluma çeviriyorum.
Bir araba solumda ilerliyor; sürücüsü, yanında oturan kişi ve arka koltukta kaykılıp yayılmış adam ile toplam üç kişi var. Yüzlerinde de geniş gülümsemeler. Bir an için de olsa, “Kapım mı açık kaldı ki?” düşüncesine kapılıyorum. (Saflık bu ya) “Yooo, kapılar bal gibi kapalı, her şey yerli yerinde...”demem ile birlikte direksiyonu benim arabama doğru kırıyorlar. Aynalar nerdeyse çarpacak kadar yakın. Ellerim direksiyona kenetlenivermiş.
Solumdaki arabanın sağ ön koltuğunda oturan zat-ı burnumun ucunda bulunca kalbim çarpmaya başlıyor. Ellerim terliyor. İçimi sıkıntılar basıyor. Basbayağı panik oluyorum.
Adamlara “Ne oluyor be, delirdiniz mi?” bakışı ile dönüp tekrar bakıyorum.
Gözleri kızarmış... El kol hareketleri yapıyorlar bana. Yanımıza gelin der gibi. Sağa çek konuşalım der gibi.
Korkum katlıyor. Aklıma binlerce görüntü üşüşüyor. Paniğim artıyor.
Kaçmam lazım şunlardan, uzaklaşmam lazım...
“Asla dönüp tekrar bakma!”.
Görüntü hafızama o kadar net yerleşti ki, zaten bir kez daha bakmama hacet yok; yakası açık keten gömlekler, kirli sakallar, gülümsemeler ve ard arda gelen el kol işaretleri..
Trafik nasıl da sıkışık, kımıldayamıyorum. Hay lanet olsun!
Ellerimi kenetlediğim direksiyondan avuçlarımın kaydığını fark ediyorum. Terliyorum. Şakır şakır denir ya, avuçlarım öylesine ter içinde. Sırtımın ve boynumun kasıldığını hissediyorum.
Arkadaşımı korkutmak da istemiyorum.
Adamlar bize bakıyorlar, ben kımıldayamıyorum.
Öndeki araba sola kaydı, fırsat bu fırsat diyerek öne fırlıyorum.
Neden gitmiyor bu trafik, lanet olsun!
Dikiz aynasına bakmamla gözlerimi kaçırmam bir oluyor.
Şimdi de tam arkamdalar.
Arkadaşım farkında değil henüz, arkada kaldıklarını sanıyor.
Havadan sudan konuşuyor bir yandan. Konuşmasını takip edemiyorum.
Mümkün değil! Dediklerini değil anlamak, duyamıyorum bile.
Adamlar çok yakınımdan takip ediyorlar. Aynaya her baktığımda yüzlerini görüyorum.
Arkamdan selektörler yapıyorlar.. Hay allahım, her kırmızı ışıkta duruyoruz. Sırtımdan ter boşalıyor. Trafik açıldıkça kaçarcasına gaza basıyorum. Her yanım dolu, ilerleyemiyorum. Arkamdan gelen araba ise her durduğumda bana iyice sokuluyor.
Yarım saati geçti.
Neden vazgeçmiyorlar?
Paniğimi saklayacak halim kalmadı.
Cep telefonuma uzanıyorum.
“Bunlar hiç tekin değil, yolumuz uzun”
“Aaa, hala mı arkadalar??? Bak ben bu durumlarda polisi arıyorum...”
“Bende şimdi 155 i arıyorum zaten....
Telefondaki ses “Şimdi anons ediyorum” diyor..
Artık huzura ermiş olmam lazım ama, yok vallahi.
Huzur filan yok içimde; intikam ateşi var.
Haksızlığa uğramış olmanın öfkesi ile dalga dalga masmavi bir alev yanıyor içimde; kadın olduğum için mi, saçlarım sarı röfleli olduğu için mi ya da üstümde askılı bir bluz olduğu için mi? Neden ben, neden biz????
Arabayı ileride görüyorum, sağa çekilmiş. Anında sağa çekip duruyorum. Arkadaşım şaşkın!
“Ben duracağım, konuşmam lazım, öylesine iki kuruş vermekle bu yaptıklarını ödeyemezler!”
Arabadan indiğim gibi memur beyin yanına gidiyorum.
“Bu arabayı ihbar eden benim. Uzun süre boyunca sıkıştırıldım ve taciz edildim, onlarla konuşmak istemiyorum, benden uzak tutun ama şikayetçiyim!”
“Siz mi şikayet ettiniz? Şikayetçi misiniz????”
Memur bey şaşkın, haliyle, bu noktada herkes işi onlara bırakıp yoluna devam ediyor olmalı.
Ben onlardan değilim!
İçimdeki şu alevi söndürün yeterli!
“Hanımefendi biz tehlikeli araba kullanmaktan cezalarını yazarız şimdi ama şikayetçiyiz derseniz karakola gitmeniz, ifade vermeniz gerekli, işiniz uzar...”
“...vaktim bol, merak etmeyin!”
Memur bey hala şaşkın ama ifadesi de değişmeye başladı sanki. Gözlerinde bir gurur pırıltısı belirdi; “En doğrusunu yapıyorsunuz, benim eşim de araba kullanıyor!!”
İşte bu kadar basit!
Bir trafik polisinde empatiyi görmek o kadar huzur verici ki...
“En doğrusunu yaptık aslında, bunlar cezayı ödeyip bize yetişebilirlerdi. Yolda ekipde yok, tenha; yoldan çıkarsalar, kaza yaptırsalar ya da tekerleğimize bir kurşun sıksalar...” uzun uzun felaket senaryoları kuruyoruz birlikte.
Karakolun soğukluğu ve boşluğuna rağmen kendimi nispeten daha güvenli hissediyorum. Bizi bir odaya oturtuyorlar, şahısları ise bizden olabildiğince uzakta tutuyorlar.
Kısaca anlatıyoruz öncelikle, daha sonra ifadelerimiz alınacak.
Çaylar geliyor, görevli memur beyler ile sohbet etmeye başlıyoruz. Aşağı yukarı herkes bizi onaylıyor ve hatta takdir ediyor.
Olması gereken bu ama yapan çok az diyorlar.
Arkadaşım kulağıma eğilip “Adamın telefon konuşmasını duydum-Abi nereye düştük biz böyle, bize sıradan insan muamelesi yapılıyor burada!-diyordu” diyor.
Çıldıracağım! Sıradan insanlar gibi çıldıracağım az sonra!
Yani bu kadarına tahammül etmek çok zor!
“Beyefendilere sıradan insan muamelesi yapmayacaksınız ama saçımız sarı diye onlar bize o... muamelesi mi yapacaklar yani?” diye hiddetleniveriyoruz.
Baş Komiser ara ara odaya dalıp şaşkın gözler ile bize bakıyor.
Sonunda karakoldan dışarıya çıkabiliyoruz. Yorgun, gergin ama adalet duygumuz kesinlikle sağ salim yolumuza devam ediyoruz.
Aradan bir gece geçiyor. Köye iniyoruz. Alışveriş yapacağız. Aniden ikimiz de zıplıyoruz. Aynı araba tam önümüzde!
Panik içinde plakasına bakınıyoruz.
Yok, onlar değilmiş... Rahatlıyoruz...
Hani şu “sıradan” insanlar gibi karpuz alıyoruz manavdan ve “sıradan sıradan” etrafta dolaşıp, arkadaşımın babasının “sıradan” evine dönüyoruz. Çok "sıradan" ve hiçbir ayrıcalığı olmayan bir karpuz bu. Zaten içi de pek iyi çıkmıyor.
Bir yakınım telefonda “İyi yapmışsın, Türkiye işte böyle yapa yapa adam olacak!” diyor.
Adamları “sıradan adam” etmekten başka çare yok, inşallah zaman içinde olacak...
Tüm hemcinslerimin kulağında küpe olsun...
Taciz bu mudur? Evet, budur!
Fatma Gül'ün suçu ne?
NOT: Görevlerini hakkıyla yapan Baş Komiser ve Komiser Beyler ile bütün polis memurlarına kibarlıkları, sabırları ve yardımları için teşekkür ederiz.
Fatma Gül
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Rating: 10 Kahveci oy vermiş. |
|
Yukarı
|
|
Marmaris Balıkçısı : Osman Günay Aşağı Yarışı |
|
Bu yarışa katılmayı uzun zamandır ister dururdum. Ama turizmle uğraşıyoruz ya; memuriyet te var, tam sezonun cafcaflı, janjanlı zamanları, izin istersen ayıp olur, kaçarsan olmaz.. Ama neyse ki koca patron benim kıvrım kıvrım kıvrandığımı görüp, "Hadi git de kurtlarını dök bari!!" deyince, ikiletmeden ben ikiledim; kanatlandım uçtum İstanbul a .. Anne-teyze eli öptük, kardeşe sarıldık sonra Fenerbahçe Marina da tekneye iltihak ettik.. Bir tam gün hazırlık, sonra bindik akıntının sırtına, kuzeyli havalar arkamızda, ver elini mavi-laci sular !!!
Önce biraz İstanbul izlenimleri.. Dostları, arkadaşları, tanıdıkları tekrar görmek pek güzel, emektarlardan "Tipitip Ramazan" bile hala orada.. Ama insanların hali-tavrı ve çevre biraz değişmiş görüntü olarak.. Deniz biraz daha kirlenmiş, rengi biraz daha bozulmuş, marinada o kadar teknenin bağlandığı, o kadar kaptan ve teknecinin yaşadığı güney tarafında bir tek tuvalet, bir de duş var !!. Onlara da tuvalet ve duş demek için çok iyi niyetli olmak lazım emin olun.. Neyse kayığımı bağlayacağım yer burası değil, biraz damak tadı, biraz da yarış ambiyansı nakledeyim size de, havanız değişsin..
Akşamüstü kıpkırmızı, fuşya rengi bulutlar arasından güneşi batırıyor, iki kadeh içkiye muhabbeti katık ediyoruz ki; gözüme tüm gün boyunca takılan bir şeyi sordum F 10 sakini dostlara.. "Yahu bu kargalara ne olmuş böyle ?". Bir görseniz o kocaman, kara kuşlar tam denizci olmuşlar, direk tepelerine, gurcatalara oturup sağı solu dikizliyor, midye yiyiyor, martıları kovalayıp ağzından nevalesini kapıyor ve güzel sesleriyle durmadan gürültü ediyorlar.. Martılar da biraz daha semirmiş, kaportaları biraz daha kirlenmiş, mekanlarını kargalara kaptırdıkları için de artık şehir çöplüklerine takılıyorlarmış.. Ama "denizci karga" yeni bir ucubik yaratık ki, seyretmesi keyifli, ama beyaz teknelere, sessiz akşamüstlerine, ruhu dingin denizcilere yakışmıyor, üstelik rüzgar güllerine, VHF antenlerine de konup kırıyorlarmış durmadan!!.. Bırakıyorum bu muhabbetleri, size bir damak tadı yazayım, konu lezzetlensin..
Sağolsun dostların en eskilerinden, misket arkadaşı Şadan Kaptan bizi "Hayrola" da ağırladı da yarış öncesi, rahat ettik.. Eh, bize de yakışan bir yemek kotarmak olurdu; ama balıkçılarda çiflik çuprası, istavrit ve üç-beş te mezgit var, başka birşey yok !!! Oraya buraya bakıp, bir "emekli korsan" balıkçıda canlı iskorpitleri görünce kararı verdik, alışverişi yapıp tekneye döndük.. İskorpitlerin sadece tulumunu çıkarıp kafasını bırakıyoruz, güzelce yıkayıp tuzluyoruz bekliyor bir kenarda.. Kapaklı büyük bir sahan ya da tencereye bolca soğanı piyazlık doğruyor, biraz tuz, azıcık şeker ve sıvı yağla hafif ateşte öldürmeğe başlıyoruz.. Sağlam bir kaşık dolusu, yarıyarıya biber ve domates salçası ilave ediyor, bir ufak baş sarımsağı da kıyarak (aman dövülmüş/ezilmiş olmasın!), bir kadeh beyaz şarapla funda ediyoruz tenceremize.. Soğanlar-sarımsaklar iyice yumuşuyor, salça kokusu kalmıyor, tencerenin dibine domatesleri incecik yayıyor, üzerine balıkları yatırıyor, üzerine de sosumuzu boca ediyoruz. Biraz karabiber serpiyor, bir defne yaprağı koyuyor; ağzını sıkıca kapatıp tenceremizin, balıklar pişene kadar tıkırdatıyoruz hiç su koymadan.. Masada alkış aldı buğulamamız ama hesabımızın üç misli misafir olunca biraz tadımlık oldu.. Ama her gelen elinde bir şeyler getirdiği için kimse aç-susuz kalmadı.. Zaten dostlar arasında açlığın giderilmesi kolaydır, yemek yoksa bile, sağlam bir muhabbet te sizi pek güzel keser.. Bu arada bizi teknelerinde misafir eden, ikramlarda bulunan adaşım "Uzaklar" Osman, "Likya" Cengiz, "My Wish" Tarık a da ayrı ayrı teşekkürlerimi sunarım buradan... Hayrola nın mutfağı küçük bir restoran mutfağı gibidir, hiç sıkışmadan yemeğimizi yeyip sohbetin belini birkaç yerinden kırdık.. Ayrıca biraz sonra size bir Tarık Hoca tarifi de vereceğim, ruhu gibi, eli de pek ayarlıdır abimizin, beğeneceksiniz...
Yarış sabahı yolu verdik Çengelköy e, eski mahallenin önünden geçip, Nakkaştepe mezarlığına selam-rahmet yollamaca, kayıkhane, İsmet Baba, Tahta Cami, Yakartepe Korusu anıları.. Yarış öncesi başarı dilekleri herkese, bir de koca komutan elinde megafonla "Başarılar, uygun rüzgarlar, sakin denizler, Allah selamet versin" dileyince, bastık balonu yürüdük aşağılara doğru.. Hava Ahırkapı dan sonra kaldı, orada burada süründük biraz, ama Yeşilköy önlerinde tekrar üfledi, geniş apaz, kokpitte sıralanıp yola revan olduk, Marmara adasını iskelede bırakıp gemi yolunu izleyerek Çanakkale boğazından geçip Bozcaada ya gideceğiz, mesafe 165 mil, hava 10-13 knot civarı, yeme de yanında yat !!! Bizim teşkilat işi ne kadar bilse de biraz "Alemci" diye sınıflandırılan türdendir.. Ekip, Lord Mehmet, Torik Orhan, Kerim Hoca, bendeniz, tekne sahibi Torik in taze eşi Aslı ve onun medya mensubu arkadaşı Ebru dan oluşuyor.. Alemci ekiplerden olduğumuz için, start sonrası hemen biminiyi açıyor, gölgeye sığınıyor, akşamüstü içkisini, öğlen birasını ihmal etmiyor, gözümüz balonda, elimiz iskotada olduğu için, ağzımıza bir lezzet atamazsak sağlam bir muhabbet koyuyor, uykumuz gelince oraya buraya kıvrılıyor, her "kavança" (doğrusu "boci tramola"dır ama kavança yapıştı kaldı dilimize, söylemesi daha kolay ya galiba ondan!) gerektiğinde, hoplayıp-kalkıyor ve tüm ekip güvertede alesta oluyoruz.. Teknemiz her ne kadar bizlerden genç olsa da yirmili yaşlarında bir First 35.. "Cadı" hem sağlam, hem pupası kuvvetli teknedir, stabilitesi de 1.35 su kesiminden ve koca göbeğinden dolayı iyi, tam "Aşağı Yarışı" teknesi !! Kırkdokuz tekne arasında reytingi bizden düşük bir Sinan ın "Emily" si var. Emily nin reytingi düşük olsa da; Sinan ın alemcilik reytingi üst sıralardadır, dikkat isterim!!! Bir de diğer tekneleri görün, bir tek anayelkeni bizim tekneyi toptan satın alacak yarış makineleri, çeşitli(!) güzellikler, high-tech malzemeler, sağlam ekip-şekip, süper giysiler, hepsine "kokareççi tezgahına monte sokak kedisi" gibi baktık durduk!! Pek hoş, pek gurur verici memlekette böyle güzel tekneler, ciddi ekipler oluşmuş, yatçılık-yarışçılık böyle giderse türk ekipleri/teknelerini duymayan kalmaz dünyada!!
Yarışta yemek pek yapılmaz, yapılırsa da senelerdir anlatılan hikayelere benzer.. Nakledeyim hemen, yarışta alemciler çilingir sofrası öncesi hazırlık yapıyor kuzinede, o sırada rüzgar değişiyor, skipper "Alesta tramola" deyince, aşağıdan cevap: "Yahu biraz bekleyin, cacıkları koyuyorum !!!".. Biz de aynı duruma düşmemek için pek yemek yapmadık, güzel sandviçler yedik, arada bir makarna patlattık, bisküvi-çikolata-gofret tıkındık durduk anlayacağınız...
Bizim donatan(!) da bi acaiptir, balayı seyahatine gidecek ya yarıştan hemen sonra teknesiyle; 80 metre zincir + yedek demir, 4 beygir outboard, liferaft, dingi, kitap-defter tencere, bir kaç bavul, dalış takımı alet çantası her şey teknede alesta, "Aman ağırlık yapmasın !" diye su almamış !!! Bozcaada ya yaklaşırken sular hepten bitti, son ağız kuruluklarını biralarla aldık, rakıya da akü suyu koymağa kararlıydık sıkışırsak!! Adaya yanaştığımızda pek yorgun, pek keyifli, pek "çakırkeyf"tik anlayacağınız.. Bağlama yeri bulmak zor, ama bizim Netsel Marina nın güzelliklerinden "Wind Hunter" bize bordasında yer açtı sağolsun, suyu da verince keyfimiz tam oldu, duşları yapıp, istiap haddini aşmış Bozcaada barlarını tavaf ettik ekipce...
Ertesi sabah start 9.00 da, "alemci tekne" standartına uygun olarak son 15 dakikada motora yol verip start hatına yöneldik, son beş dakikada motorsuz "Boşver baba, hattan avara duralım, nasılsa 100 mil var önümüzde, kapatırız 100 metreyi" diye stressiz bir start, oturttuk balon trimini, yürüyoruz açık apaz, yaklaşık 8-9 knot süratle... Hava pek güzel, bizim alışık olduğumuz mavi renk deniz geri geldi, voleybol sahası büyüklüğünde balık oynakları sağımızda-solumuzda, içim gidiyor ama, alemciliği abartmayıp bir de sırtı takımı donatmıyoruz artık !!.. Midilli nin açığından Sakız Boğazına rotamız, arkadan gelen dalgalarda sörf yaptırıp rekor hızlar deniyoruz, ama Torik durmadan kalibrasyon yapıyor hız göstergesine, şampiyon kim belli olamıyor.. Yarışta benim teknenin kızkardeşi "Turquoise" da var, bazan borda bordaya geliyoruz, sanki eski bir dost görmüşüm gibi dalıp gidiyorum, teknemi birkaç günde bile özlediğimi ayrımsıyorum...
Araya Tarık Hocanın tarifini de koyalım, belki karnı acıkan vardır.. Tavuğun kalça tarafından parçaların içine dövülmüş sarımsakla, çekilmiş ceviz içi dolduruyor, sarıp bir kürdanla tutturuyor, sıvıyağda çevirmeğe başlıyor, biraz pişince beyaz şarap, tuz-karabiber, bir adet defne yaprağı ve krema koyup tıkırdatıyor.. Sonunda defne yaprağını çıkarıp servis, yanında pek güzel bir salata da vardı, karnım tok olmasına karşın, lüplettim vicdan azabıyla!!!
Çeşme ye varış geceyarısını buluyor, artık günlerin yorgunluğu da dokunmaya başladı.. Kupa ve kapanış töreni ertesi akşam, Torikle Aslı balayına gidecek Yunan adalarına, bizim de memuriyet var Marmaris te, kalamıyoruz.. Sheraton lu, süper starlı tören pek stilimiz değil bizim, kusura bakmasınlar.. Bir dahaki yarışta buluşmak üzere sözleşiyoruz, dağılıyoruz...
Bu arada merak eden olur belki, Cadı grubunda dördüncü oluyor, kupamızı bir dost toparlıyor, biz de keyifli bir yarış geçirmenin, kazasız belasız finişe varmanın doygunluğuyla dönüş yolunda otomobilin arka koltuğuna serilip uyuyoruz...
Hepinize selamlar saygılar, pruvanız neta, keyfiniz de mavi denizler gibi engin olsun... Görüşürüz..
Denizci/yarışçı olmayanlar, "Ne diyorsun sen yahu?" diyenler için ufak sözlük..
F 10= FB marinada bir iskele
Gurcata= Diregin çarmıh bağlantılı ufki bölümü
VHF= Telsiz
Balon= Arkadan rüzgarlarda kullanılan genellikle cicili bicili renkli, hafif yelken, spinnaker
Geniş apaz= Kıç omuzluklardan gelen rüzgar
Kokpit= Dümen ve kumanda yeri
Knot= Mil/saat
Bimini= Rüzgarda da kullanılabilen bir tür tente
İskota= Yelkenlerin ayar ipi
Kavança= Boci tramola, rüzgarı kıçtan alırken, diğer omuzluğa geçirme
Reyting= Teknenin yarış kabiliyet katsayısı
Tramola= Baştan gelen rüzgarda, rüzgarı diger taraftan kullanma operasyonu
Donatan= Armatör, sahip
Borda= Teknelerin yan tarafı
Avara= Açık, uzak
Pruva= Teknenin başı, devenin başı değil !!!
Liferaft= Otomatik şişip açılan can salı
Osman Günay
osmangunay@kahveciyiz.biz
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Rating: 10 Kahveci oy vermiş. |
|
Yukarı
|
Café d'Istanbul par Mustafa Serdar Korucu |
Merhaba,
Bugün sizlerle ilk olarak Eurovision'da Türkiye'yi temsil eden Athena'nın son albümü "US"u ardından Colombine Lisesi'ndeki terör olayını beyazperdeye yansıtan "Fil"i ve son olarak deneyimli gazeteci Azize Bergin'in anılarından "Babıali'de Topuk Tıkırtıları"nı paylaşacağım.
US / ATHENA :
Türkiye'nin ev sahipliği yaptığı ve dördüncülük kazandığı Eurovision'da ülkemizi başarıyla temsil eden Athena yeni albümü "US" ile sevenleriyle buluşuyor.
1988 yılında müzik dünyasına adım atan Athena'nın öncüsü Özoğuz kardeşler, yaptıkları çalışmalarla Türkiye'de ska türünün tek temsilcisi oldular ve 1998 yılında profesyonel olarak çalışmalara başladılar. Piyasaya sürdükleri albümler ile denenmemiş tarzların da müzik piyasasında tutulabileceğini gösterdiler ve her şarkıda aynı klişeleri kullanmaya alışmış Türk müzik piyasasına taze bir nefes getirmeyi başardılar. Özellikle 32. Avrupa Erkekler Basketbol Şampiyonası ve Eurobasket için 2001'de yaptıkları "On İki Dev Adam" parçası ile sadece gençlerin değil bütün Türkiye'nin sevdiği bir grup haline geldiler.
Athena'nın "US" albümünde Eurovision dördüncüsü "For Real" parçasının yanı sıra yarışma için seçilen diğer iki şarkı "Mud On My Face" ile "Easy Man" de yer alıyor.
Özellikle gençler tarafından büyük ilgiyle takip edilen grubun son albümünde bütün söz ve müzikler Gökhan ve Hakan Özoğuz kardeşlere ait.
3 İngilizce 8 Türkçe şarkının bulunduğu "US" albümü Athena'nın ska'dan rock'a kayışının bir göstergesi adeta.
Albümün öne çıkan parçaları "d.i.h.o.", Eurovision dördüncüsü şarkının Türkçe versiyonu "İst" ve tabii ki "For Real".
Farklı tarzları olmalarına karşın Eurovision gibi önemli bir milli davamızda (!) bizi başarıyla temsil eden Athena'nın "US" albümü Türkçe sözlü rock müzik severler için kaçırılmaz bir albüm.
FİL (ELEPHANT) :
Gerçek hayattan alınan ve senaryolaştırılan filmler her zaman insanlar üzerinde daha etkili olmuştur. Çünkü bir film ne kadar güçlü bir anlatımı olsa da, film sırasında bizler o olayların gerçekmiş gibi olduğunu varsaysak da, bu filmlerin gerçekçiliği üzerimizde iki saat kalırlar. Sonrasındaysa filmdeki gibi bir olayın olmadığı gerçek dünyaya döneriz. Ancak bazı filmler vardır konularını gerçek hayatta yaşanmış konulardan alırlar. Bu filmlerdeki acılar, katiller ve kurbanlar gerçektirler. Dünyanın farklı bir köşesinde olmuş olsa da belirli bir zamanda ve belirli kimselerce yaşanmıştırlar. "Fil" de konusunu gerçek hayatta yaşanan bir olaydan, 1999 yılında Colarado'nun Colombine Lisesi'nde yaşanan 12 öğrenciyle bir öğretmenin yaşamını yitirdiği ve Amerikan tarihine en büyük okul terörü olarak geçen faciadan alıyor.
Tipik bir Amerikan Lisesi ile başlıyoruz filme. O gün de her gün gibi. Farklı bir şey yok. Okula gitmek için parktan geçen Eli, bir çift punkçıyı kendisine poz vermesi için ikna ediyor. Nate, futbol antremanını bitirip, güzel kız arkadaşı Carrie ile öğle yemeğine gidiyor. John, babasının arabasının anahtarını ağabeyinin alması için ofise bırakıyor. Kafede, Britanny, Jordan ve Nicole bir yandan hayatlarından şikayet ediyor öbür yandan dedikodu yapıyorlar. Michelle aceleyle kütüphaneye gitmeye çalışırken sabah punkçu gençleri fotoğraflayan Eli koridorda John'ın birkaç fotoğrafını çekiyor. John ise çimlerde yürürken Alex ve Eric ile karşılaşıyor. Yani sıradan bir gün her şeyiyle. Ve Amerikan filmlerinden öğrendiğimiz kadarıyla tam bir Amerikan Lisesi. Okulun kendine ait bir kast sistemi var yine. Güzellik kraliçeleri, ponpon kızlar, inekler, sporcular… Hayatlarının en karmaşık dönemlerini yaşayan, kimliğini bulma ve kendini ispatlama çabasında olan gençlerle dolu bir yer. Ve burada gelişen, üzerinden yıllar geçse de kimsenin unutamayacağı bir facia…
Filmde gençlerin neden böyle bir şey yaptıkları üzerinde durulmuyor aslında. Sadece olan olaylar gösteriliyor. Ancak satır aralarında pek çok şey gizli. Örneğin gençlerin kanlı video oyunları oynaması, televizyonda Nazi belgeselleri izlemesi gibi. Bu bir anlamda günümüz gençliğine bir eleştiri. Şiddet toplumuna geçişimizin bir göstergesi.
1990'ların bağımsız sinemasına damga vuran, Altın Küre'yi "To Die For" ile alan ve 1997'deki "Good Will Hunting" ile dokuz dalda Oscar'a aday gösterilen Van Sant imzalı "Fil", Michael Moore'un "Benim Cici Silahım" filmine de konu olan Columbine Lisesi olaylarını ele alıyor. Bu arada Moore'un belgeseli Oscar Ödülü'ne layık görülürken Cannes'da Altın Palmiye'yi kucaklayanın Van Sant'ın "Fil"i olduğunu hatırlatmam gerekiyor.
Kariyeri boyunca pek çok filminde gençleri konu alan ve onların sorunlarına eğilen Van Sant "Fil"de de günümüz gençliğini mercek altına alıyor. Yönetmen filminde öğrencilerin profillerini canlandırabilmek için gerçek lise öğrencileriyle görüşmüş ve büyük bir araştırma yapmış. Onların nelerden hoşlandıkları, neler istedikleri ve gelecekten beklentilerini öğrenmiş bu sayede. Filmin 40 kişilik kadrosu 3000 amatör oyuncunun arasından özenle seçilmiş. Bu seçimde oyuncuların kişisel tercihlerinin filmdeki karakterlere benzemesine özen gösterilmiş.
Amerikan tarihine geçen bu kanlı olayı Van Sant'ın farklı bakış açısından izlemek istiyorsanız "Fil" kaçırılmaz.
BABIALİ'DE TOPUK TIKIRTILARI / AZİZE BERGİN :
Türk basının doğup yeşerdiği biricik yerdir Babıali. Günümüz yeni nesil iletişimcilerinin yerini bile bilmediği bu yer eskiden Türk medyasını bir araya toplar ve bütün haberler buradan geçerdi. Günümüzde sadece bu geleneği Cumhuriyet devam ettiriyorsa da Babıali bir dönem Türk medyasının kalbinin attığı bir yerdi. Bugünden elbette ki daha farklıydı o günlerin medyasının ortamı. Öncelikle günümüzdeki gibi bir tekelleşme söz konusu değildi. Büyük gruplar sadece medyada söz sahibi olmak için gazete sahibi olmuyorlardı o dönemde. Sadece bu işe gönül veren, idealist insanların yeriydi eski Babıali. Ve günümüzde burası yok. Artık insanlar gazetelerini büyük plazalarda birbirine "kurumsallaşma" nedeniyle yabancılaşarak çıkartıyorlar. Eski takım ruhu ve dostluklar ise Babıali gibi tarihe gömüldü. Gazete eskisi gibi halka olayları aktaran bir bağ değil "ürün", dünün okuyucuları ise "müşteri" oldular bugün. Artık basın emekçileri de dünkü gibi değil haliyle. Onlar sadece önlerine verilen işleri yapan sadece kendi servislerde gelişen olayları takip edip diğer olaylardan kendilerini soyutlayan "robotlar" halini almaya başladılar. Bütün bu süreç aslında sadece Türk medya tarihini değil aynı zamanda Türk siyasi ve ekonomik tarihinin de bir parçası. İşte bu süreci başından, 50'lerin Babıali'sinden 90'larda medyanın Babıali'den koparılışına ve 2000'li yıllara uzanan bir dönemi konu alıyor "Babıali'de Topuk Tıkırtıları". Kitap adından da anlaşılacağı gibi bir kadının, deneyimli gazeteci Azize Bergin'in anılarından, yorumlarından yola çıkıyor ve uzun bir zaman tüneline sürüklüyor bizleri.
Eğer siz de Türkiye'nin 50 yıllık basın ve siyasi yolculuğunu Azize Bergin gibi bir efsaneden öğrenmek istiyorsanız "Babıali'de Topuk Tıkırtıları" tam size göre.
http://www.kmarsiv.com/cafe.asp
serdar@kahveciyiz.biz
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Rating: 4 Kahveci oy vermiş. |
|
Yukarı
|
Fotoğraf : Gülendam Z.Oğuz
<#><#><#><#><#><#><#>
Kahve Molası, siz sevgili kahvecilerden gelen yazılarla hayat bulmaktadır. Her kahveci aynı zamanda bir yazar adayıdır. Yolladığınız her özgün yazı olanaklar ölçüsünde değerlendirilecektir. Gecikme nedeniyle umutsuzluğa kapılmaya gerek yoktur:-)) Kahve Molası bugün 4.212 kahveciye doğru yola çıkmıştır.
Yukarı
|
kahraman
olmayan şehrin ortasında
masal kahramanı idim
güneşi sevmezdim gözlerim acırdı
kimse tanımazdı beni gizliydim
kimseye anlatmazdım kim olduğumu
kahramanlar anlatmaz kim olduğunu
parmaklarımın arasında sigara vardı
biraz bira kokusu dudaklarımda
ama kahraman olmamı engellemezdi bu
şiir okurdum bir de
yazılar da yazardım
kimse bilmezdi yazılar yazdığımı
ben gizli bir kahramandım
geceleri sokaklara düşen
binlerce kişi geçerdi yanımdan
herbirinin benim yardımıma ihtiyacı vardı
ama onların en çok ihtiyaçları olduğu an orda olacaktım
ben kahramandım
sonra ucuz bir roman okurken buldum kendimi
bir kahraman daha vardı orda
ellerinde yara izleri dudağında bira kokusu
sokakta tanıyan olmazdı onu da
bazen çocukları izlerdi sokak aralarında
yardıma ihtiyaçları olur diye
bazen hayatına küfrederdi, kahraman olduğuna
sabaha kadar okudum hikayesini onun,
belkide benim
ama hic kahramanlık yapmadı
kimseyi kurtarmadı
kendini bile
sokak aralarında farkedilmeyen kahraman olarak yaşadı
ve hic kahramanlık yapamayan bir kahraman olarak öldü
her romanın bir kahramanı vardı oysa
mutlaka yapmalıydı birşeyler
benim gibi olmalıydı
belkide ben onun gibiydim
hiç kahramanlık yapamadım
ve belkide kendi romanımın
kahramanı olamayan figüran olarak öleceğim
belki bir gün benim yazdıklarımı okuyacak
kimseye kim olduğunu söylemeyen bir kahraman
ve benim gibi okuduklarından sonra bunları yazacak
ve bir başkası daha
ve bir başkası
zaman geçince anlıyorum ki en iyisi gizlemek kim olduğumu
ben kendi hayatımın kahramanıyım
ne kadar 5 para etmez olsa da hayatım
ne kadar kahramanca yaşayamasamda
kaybolup gitse de binlerce düşün arasına sıkışıp düşlerim
ben kahramanım kendimi bile kurtaramasamda
belki de hayattaki en başarısız olanı
ama ben...
sadece
benim
bir kayıp düşün sahibi
bir kayıp düşüşün
...
Savaş Yeşildağ
Yukarı
|
Allah'a emanet etseydi daha iyiydi yahu!
Yukarı
|
İşe Yarar Kısayollar - Şef Garson : Akın Ceylan Yamağı : Ayşe Nur Gedik |
Kadıköy Selamiçeşme'deki Özgürlük Parkı aktiviteleri ile halkın gözbebeği olmaya devam ediyor. Şimdi web sitesi de açılmış, http://www.ozgurlukparki.com. Etkinliklerden haberdar olmak için mutlaka bir uğramanız gerekiyor. Bu haftasonu oldukça güzel bir program var, benden söylemesi.
Diyelim ki kendinize bir web sayfası yapmaya niyetlendiniz. Nerden başlamanız gerekiyor, biliyormusunuz? Tabiki öncelikle bir alan adı almanız gerekiyor. Eğer benim gibi ücret ödemeden bu işi halletmeye niyetlendiyseniz sahip olacağını alan adı için http://freeservers.com/ tarzında bir servis sağlayıcı ile işe başlayabilirsiniz. Free diye balayan kısımdan kendinize 12 mb.'lık bir alan alabilirsiniz. Ama bu tarz web sayfalarında ticaret faaliyeti yapmanıza müsade edilmiyor. Daha sonra sitenizin akılda kalıcı bir ismi olması için http://www.yonlendir.com/ tarzında bir siteye üye olarak daha hoş bir site adına sahip oluyorsunuz. Her iki işlem için de herhangibir ücret ödemeniz gerekmiyor. Baştan uyarmakta fayda var ücretsiz web hosting hizmeti veren sayfalar genellikle ya basit bir sayfa hazırlama hizmeti verirler ya da sayfa dizayn çalışmasını kendiniz yapmak zorundasınız. Hazırladığınız web sayfasını bir "ftp" programı yardımıyla veya ücretsiz web hosting hizmeti veren sayfaların "file manager" uygulamaları kanalıyla web sayfanızı yerine yerleştirirsiniz. Siz web sayfanınızı hazırlarken mutlaka .htm veya .html uzantısını kullanmanızda fayda var. Ama eğer daha profesyonel uygulamalar yapacağım diyorsanız, bu satırları okuyup boşa zaman harcamayın. Evet bu işi benim gibi henüz amatör seviyede yapan arkadaşlar. Web sayfası tasarımı için şimdilik microsoft'un word veya front page uygulamalarını kullanabilirsiniz. Sadece çalışmayı kaydederken web sayfası olarak kaydedin yeter.
Bu kadar sıkıntıya girmek istemeyenler http://www.doruk.net.tr tarzında profesyonel hizmet firmalarıyla irtibata geçebilirler. Bu tarz yerler paranızı ödeyip, elinizi hiç bir şeye sürmeden hizmet alabileceğiniz yerlerdir.
Web sayfasını kendisi yapmak isteyenlere çalışmalarında kaynak olarak kullanabilecekleri önemli bir sayfa ise http://www.mediabuilder.com/ . Bu web sayfasındaki örnek animasyon ve banner çalışmalardan faydalanabilirsiniz.
Editörden Not: Sevgili Akın bu adresleri yazarken bana sıkı çalım atmış, sağolsun. Hani diyorum ücreti mukabilinde bu tür hizmet almak isteyenler direkt bendenize (webmaster@kmarsiv.com) de başvurabilirler:-))
Akın
Yukarı |
Damak tadınıza uygun kahveler |
Ad-Aware SE Personal 1.02 [2.5MB] W98/Win2k/XP FREE
http://www.majorgeeks.com/download506.html
Ücretsiz reklamsavarların en iyisi. Daha doğrusu bu tür işleri yapan programların ful fonksiyonlu ücretsiz tek örneği. Eğer internette sürekli dolaşanlardansınız mutlaka edinmeniz gereken bir program. Yükleyin huzura erin. Herkese tavsiye edilir.
Yukarı
|
|
|
|
|
|