|
|
|
18 Ağustos 2004 - Fincanın İçindekiler |
Editör'den : Bize önlem vız gelir!.. |
Merhaba,
Ya korkulduğu gibi olaydı? Bu hafif atlatılmış bir felaketmiş. Önlem alınmış ama kimse bunları takmamış. Kardeşim siz uzaydan mı geldiniz? Burası Türkiye, burası İstanbul, bunlar Türk vatandaşı, yani sen, ben, bir de bizim oğlan. Birbirimizden ne farkımız var? Önlem diye adama evini terket dersen kim seni ciddiye alır? Ciddiye alır da uygular mı? Bizi batıdan uzaklaştıran doğunun mistik dünyasına yaklaştıran da bu değil mi? Kaderci kimliklerimizi bir kenara koymamız mümkün mü? "Atın ölümü arpadan olsun" "Korkunun ecele faydası yok" bizim sözlerimiz değil mi? Korkutarak bizi önlem almaya razı edecek bir adam anasından doğmuş mu? Selden kork, depremden kork önlemini al, yok ya! Batı ile doğu arasında ki fark burada işte. Birinde korkunun bir sonraki adımı gereğini yapma, yapamazsa tırlatma, diğerinde kadere razı olma, tevekkül hatta boş verip zil takıp oynama. Bilin bakalım biz hangi taraftayız? İşte bu yüzden bizler gibilerin varolduğu halkları yönetmek zordur. Bu işe kalkışanların tevekkülü bir kenara bırakmaları gerekir. Benim gibi düşünen, benim gibi uygulayana ihtiyacım yok benim. Bana, benim yerime düşünecek adam gerek. Sittin senedir taşan derelere çare bulamayıp bana evini terk et demek değil çözüm. Gittikçe de daha komik oluyorlar. Selde zarar gören yerler istimlak edilecek böylece bir sonraki selin devlet malına zarar vermesi sağlanacakmış(!?) Toplaşın ey ahali duaya çıkıyoruz... Bunun adı anti-yağmur duası. Yoksa sel aldıkça, deprem yıktıkça, bunlar toplayıp toplayıp bir kenara yığacaklar. Sonrası? Sonrası meçhul, onu bilse bilse bizi yönetmeye çalışanlar bilir.
Sevgili kahveciler, günün şarkısına gösterdiğiniz ilgiye teşekkür ederim. Kiminiz iyi seçim olduğuyla kiminiz bunu nasıl yaptığımla ilgili mesajlar atıyorsunuz. Nasıl olduğuyla ilgili bilgi bende saklı kalsın. Zaten bilen biliyor, anlayan da anlıyor. Siz dinleyin gerisini merak etmeyin. İyi seçim olmasıyla ilgili mesajlarınıza ise teşekkür ederim. Bu köşenin DJ'i ben olduğum için sizlerde benim beğenilerimi dinlemek zorunda kalıyorsunuz artık kusura bakmayın. Ama bu arada istek almaya da devam ediyorum. Yalnız sakın ola bizim "JUKEBOX"ı yabana atmayın. Hergün birkaç yeni şarkı eklediğim bu alet sizi bilgisayarla uğraşırken hoş dünyalara götürecektir. Hattım yavaş diye üzülmeyin. Müzik kutusunu kullanmak için en yavaş bağlantı bile yeterlidir. Bir kere dinledikten sonra cache'leri boşaltmadığınız sürece tekrar yüklemenize gerek kalmadan kullanabildiğinizi göreceksiniz. Bu müzik işi beni fena sardı. Yakında başka sürprizlerle karşınızda çıkarsam sakın şaşırmayın. Böyle böyle sonunda radyoyu kuracağız inşallah. Bugünkü şarkımız, adı yaşlı kendi genç bir dünya starından. Hem de bizim içimizden. Memleketimde fazla rağbet görmese de yurt dışında haklı bir üne sahip Mercan Dede'den Nar-ı Cem. Gözünüzü kapatıp dinleyin. Kendinizi Galata kulesinden Üsküdar'a uçarken ya da Topkapı Sarayı'nın bahçesinde koştururken bulabilirsiniz. Hoşçakalın.
Bir sonraki sayıda buluşuncaya kadar bulunduğunuz yerden bir adım öne çıkın. Sevgiyle... Cem Özbatur
Yukarı
|
Deniz Fenerinin Güncesi: Seyfullah Çalışkan |
ALTMIŞ KONTÖRLÜK AŞK -3
Biz her akşam cümlelerle tam altmış kontör sevişiyorduk. Saatin beş olduğunu gösteren yelkovan on iki rakamının üzerinden azcık ileriye doğru kaydığında konuşmaya başlıyorduk. Altmış kontör her akşam başka bir kılıkta telefonun metal yuvasına akıyordu. Bir akşam Zeugma Mozaikleri, diğer akşam MTA Tabiat Müzesi, daha sonraki bir akşam ise Türk Halk Çalgıları oluyordu. Bazen Telekom Türk filmlerinin kadrolu kötü Adamı Erol TAŞ gibi davranıyordu. Kontör sürelerini kısaltıp görüşmemizden saniyeler, sesimizden onlarca cümleyi haberimiz bile olmadan çalıyordu. Uygulanan her yeni tarife bize düşman, sabırsızlıkla beklediğimiz akşamların hırsızıydı.
Sevgilim, seni çok özledim. Yağmuru özleyen Ağustos, denize kavuşmayı bekleyen ırmak gibi kocaman maviliğine susadım. Lütfen sus. Yeniden başlama ne olur? Yine içinde bulunduğum koşulları, neden sana gelemediğimi anlatmak istemiyorum. Bu konuyu ne zaman konuşsak boşu boşuna üzülüyoruz. En iyisi biz bir süre daha bundan bahsetmeyelim. Yok, sürpriz falan yapmayı düşünmüyorum. O zaman hele bir gelip çatsın. Sana büyük bir sevinçle müjdeleyeceğim. Senin önerdiğin kitabı aldım. Dünden beri onu okuyorum. Kitabın karhamı tam bir fırlama. Sana katılıyorum. Kostas MOURSELAS kesinlikle çok iyi bir yazar. Sadece romanda geçen olaylarla kitabın adı arasında ilgi kuramadım. Romandaki bütün kahramanların saçlarını kızıla boyattığını düşünmüştüm. Kitabı sen önerdiğin için okuduğum her sayfada aklıma geliyorsun. Bazen sesli okuyorum. Sanki sen beni dinliyormuşsun gibi davranmak hoşuma gidiyor.
İki gündür TKY çalışmalarıyla boğuşuyorum. Yüzlerce anket sonucunu tablolara dökmeye çalışıyoruz. Rakamlara uzun süre bakmak insanın başını döndürüyor. En büyük sıkıntım saatlerce oturup oflaya puflaya bu işi yapmak. Hayır, zor falan değil. Sadece pencereden sokağa bakınca benim canımda aylaklık etmek istiyor. Geçim derdi yakamı bıraksa bir dakika bile durmam. Annem hasta diyordun. Tifoyu nerden bulmuş? İyi olduğunu bilmek beni mutlu etti. Seni seviyorum. Bunu bir anlığına bile olsa aklından uzak tutma emi. Seni çok, çok, çok ama çok öpüyorum. Çöllerdeki kum, kutuplardaki buz ve okyanustaki su kadar çok ….
Tam üç ay sonra, bir akşam sevgilime telefonla ulaşamadım. Uzak olunca, herkesin kendine göre ev hali, misafiri, cenazesi, düğünü, bayramı olunca bu olağan sayılırdı. Sonra bir akşam, bir akşam daha… Tam bir hafta ona ulaşamadım. Tam bir hafta sesini duyamadım. İnsanın aklına bin türlü şey geliyor. Kızıyorum, öfkeleniyorum ve en kötüsü meraktan ölüyordum.
Sevgilim hastalanmış. İstanbul’a götürüp hastaneye yatırmışlar. İlk konuşmamızda sinirselmiş deyip geçiştirdi. Sesinin tınısı, sözcüklerinin sıcaklığı azalmıştı. Sevgilimde temizlik ve düzen takıntısı oluşmuş. Arada sırada durup dururken bayılıyormuş. Doktorun verdiği ilaçlar da çok ağırmış. İlaçları içince kendinden geçiyormuş. “Haplarımı içince gözlerimi açmıyorum. İlaçlar beni çok uyutuyor” diyordu. Haftada bir de kontrole götürüyorlarmış.
Hastalığının ardından her akşam altmış kontörlük konuşma ahengimiz bozulmuştu. Bazen iki, bazen üç günde bir görüşmeye devam ediyorduk. Önceki konuşmalarımızı anımsamakta zorlanıyordu. Hastalığından söz etmek istemediği için ne olup bittiğini de anlamakta zorlanıyordum. Meraklı davranarak, onu soru yağmuruna tutarak kırıp dökmekten de kaçınıyordum. Bir haftalık suskunluğun ardından sevgilim geri gelmişti. Ama bir şeyler değişmiş, cümlelerin rengi solmuş, sözcükler havadan sudan konuşmalara, günlük hal hatır sorma kuruluğuna dönmüştü.
Yine bir akşam üzeri onu aradım. Telefonun öbür ucunda sevgilimin yerine bir erkek vardı. Bana kimi aradığımı sordu. Lafı değiştirip “ Bölge Orman Şefliğinden Şinasi Bey’le görüşmek istiyorum.”dedim. Ama telefonun ucundaki erkek bu numarayı yemedi.
Başlatma şimdi Şinasi Bey’in anasına. Seni tanıyorum. Kimi aradığını da çok iyi biliyorum. Kız kardeşimi arıyorsun. Kendini çok kurnaz mı sanıyorsun? Seni bulacağım. Kim olduğunu, nerede olduğunu mutlaka öğreneceğim. Sen öldün. Kardeşimden ne istiyorsun? Şerefsiz herif, cehennemin dibine bile girsen elimden kurtulamazsın. Seni anandan doğduğuna pişman etmezsen bana da Cemal demesinler.
Telefona yanıt veremedim. Donup kalmışım. Telefonu kapatmak bile aklıma gelmedi. Yazdığım cümlelerin yanında onlarca ağza alınmayacak küfrü ses çıkarmadan dinledim. Birini böylesine öfkelendirecek ne yapmıştım? Neden beni öldürecek kadar çok nefret ediyordu.? Çok sonra asıl amacının bana esaslı bir göz dağı vermek olduğunu anladım. Elimin telefona uzanmasını sonsuza kadar engelleyecek esaslı bir korku yaratmayı amaçlamış olmalıydı. Zaten başarılı da oldu.
O numarayı haftalarca arayamadım. Paylaştığımız her şeyin böyle sessizce silinip gitmesine razı olamadım. Son bir kez konuşmak istedim. Telefonunu korka korka aradım. Ağlamaklı bir sesle her şeye nokta koyuyordu. Bütün kapıları sımsıkı kapatarak beni yaşamından çıkarıyordu. Hiçbir şey söylemedim. O konuştu ben dinledim.
Ağabeyim beni çok sıkıştırdı. Ona her şeyi anlatmaktan başka çarem yoktu. Senden çok özür diliyorum. Ağabeyim aşktan filan anlamaz. Bizim görüşmemizi aile namusuna sürülmüş bir leke gibi algılıyor. Ama yine de seninle bir daha görüşmeyelim. Böyle giderse iş iyice çığırından çıkacak. Sana bir şey olmasına, benim yüzümden başına bir şey gelmesine katlanamam. Eğer sen aramazsan ağabeyim sana ulaşamaz. Çok baskı yaptılar ama evinin telefon numarasını onlara söylemedim. Ağabeyimin söyledikleri için, hakaret ve küfürleri için senden özür diliyorum. Sen bunu hak etmedin. Hoşça kal…
Son
Editör'ün Notu: Dün "Arkası Yarın" demeyi unuttuğum için sizler hikayeyi bitti sandınız. Halbuki... Çevreye verdiğim rahatsızlıktan ötürü özür dilerim.
Seyfullah seyfullah@kahveciyiz.biz
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Rating: 8 Kahveci oy vermiş. |
|
Yukarı
|
PASTORAL EFEMER : Zeki Yıldırım |
KELAYNAKLIĞIN NE LÜZUMU VAR !!!
Ülkemizin biyolojik zenginliklerini belirleme amaçlı bir araştırma planlamıştık. Araştırma ekibi: ben, asistanım (Burçin), bir Alman (Francisco) ve Amerika'da yaşayan bir türk (Aydın) den oluşuyordu. Planımız gereği Aydın ve Francisco 2002 yazı Ağustos ayında Türkiye'ye geldiler. İlk buluşma ve çalışma yerimiz Bodrum'du. Sadece gecelerin yaşandığı Bedrum, pardon Bodrum'a. Evet evet hem de Ağustos ayında. Türkbükü bile planlarımız içinde yer alıyordu. Kalacağımız yer ünlü deniz araştırmacısı Cemal Pulak'ın Bodrum tipi villasıydı. İki haftalık Bodrum planı ve uygulamasını, yaşamının en az 25 yılını Amerika'da geçirmiş olan Aydın üstlenmişti. Her şey rüya gibiydi, bekle bizi Bodrum'du yani. Lay lay lom, lay lay lom.
Bodrum'a girerken telefonla aradım, Bodrum kalesi'nin karşı tarafındaki tepedeyiz çabuk gel diyorlardı. Gaza bastım hemen Lay lay lom, lay la.. l… Gerçekten tepedeler bunlar, hem de bildiğimiz tepelerdeler?! Ne bir bina var, ne de bir gölge yapabilecek bir ağaç, çalılar ve kalker kayalıklar var. Bodrum mu, evet Boddddruuum burası. Yaklaşık onbeş gün boyunca gördüğümüz ve göreceğimiz tek manzara bu oldu. Gece onbire doğru kalacağımız villaya ulaşıyorduk ulaşmasına ama, önce duşun altına, sonrada yatağa zor atıyorduk kendimizi. Bodrum gecelerine katılma hakkımız hep vardı. Vardı tabi ki. Vallahi billahi vardı.
Spotlar, yüksek volüm müzikler, diskolar, mankenler şöyle dursun; sahiller, masmavi deniz bile onbeşgünlük sürede bir defa yanlışlıkla karşımıza çıktı. Oda zorunlu olaraktı, yani araştırma istasyonumuz denize 0.00001 km uzaklıkta idi. Bu kadar uzaklıkta bu masmavi cenneti aniden görünce şaşkına dönmüştük. Bizim için hiçbir zaman bu tür bir hayalin gerçekleşme olasılığı olmadığından, denize girerken giyilen ve mayo denilen kıyafetlerimizi de artık unuttuğumuzdan, iç çamaşırlarımızla 10 koskoca dakikada denizin keyfini çıkarmıştık. Bize bu inanılmazları yaşatan kişi program ve uygulamacımız gestapo şefimiz Aydın, sevgili "Kelaynağımız"dı.
Gelen bir e-posta ile tanıdım onu. Örün dünyasında yayınlanmış eserlerimden tanımıştı beni. Yakın konularda çalışıyorduk, birlikte çalışabilir miydik? Sevinerek kabul ettim. Bu devirde, benzer bir özveri gösterme kararlılığında olan birini bulmak kolay mı? Kelaynaklar (Geronticus eremita) kaç tane kaldı ki? Ne yazık ki, dilimizde bu "kelaynak" tanımlaması ile yer alan onurlu, dürüst, ilkeli, nadir kişilere verilen bu sıfatın gerçek sahibi olan kuşlar bile değiştiler. Rüşvet yiyerek hacimsel ve mekansal olarak büyüme göstermiş kamu görevlileri gibi "gitmezük" naraları içinde Fırat manzaralı Birecik'te "Kelhindiler" olarak yaşama devam etmektedirler. Yani onların içinde de kelaynak kalmadı. Biz yine bu dilimize efsanevi bir anlamla katılan bu kuşların atalarını referans alarak devam edelim.
Sözünü ettiğim "Kelaynak" bu toprakların insanıdır ve yaşamının yarıdan fazlası bir süredir ABD'de yaşamaktadır. Kimya üzerinde doktora yapmıştır ve dolgun bir ücretle (bana bozulurum gerekçesiyle söylemedi) devlet sektöründe çalışmaktadır. Buraya kadar onu özel yapan bu mevkilere ulaşabilme çalışkanlığı dışında önemli bir özellik gözükmemektedir. Onu "Kel" hatta "aynak" yapan konulara doğru kanat çırpalım. Bunlar iki kelimeyle tanımlanırsa doğa ve Türkiye sevdasıdır.
Kelaynak dostum (şunu da belirteyim hafif beyazlamış olsa da kafasında oldukça çok saç var) tam bir doğa düşkünü. Sabah altı gibi çok geç saatte uyanan dostumuz hemen yakın çevrede bir ısınma turu yapmaktadır (Sanki erken uyanma madalyası alacak, mis gibi uyu değimli, hem bizi de, uyandırma). Sonra oldukça çok hafif bir kahvaltı (çoğu günler sadece bir simit ve bir bardak ılık meyve suyu) ve "let's go!" istikamet taş ocağı pardon, salyangoz toplama bölgesi. Bir elinde GPS, bir elinde materyal kutusu, belinde çantası, omzuna asılı su şişesi. Artık kim görür Aydın'ı. Aydın, sevgili Aydın, karagözlü Aydın abi az ileride bembeyaz köpüklü, buz gibi sularıyla, coşkun coşkun akan bir dere var. Hani biraz dursak, domates ve kuru ekmekten oluşan nefis öğle yemeğimizi yesek, ayaklarımızı da suya soksak??? Nein, Ich bin ein führer!!! nein, nein ve de nein kere nein. Yemekler yürüyüş veya inceleme anlarında yenile! Tiz toplanılsın materyaller, bu günkü azami hedefimiz 15 araştırma istasyonu. Buyruğa uymayanların boynu vurula !
Bir gün dayanamadım sordum, bir gün akşam olsun Bodrum gecelerine hiç olmazsa 2 saat katılabilme şansımızı düşleme hakkım var mı? "Tabiî ki var, önceden ayarlamamız koşuluyla" buyruldu. Ama ne o yıl, nede bu yıl ikincisini tamamladığımız süre boyunca o hakkımız olmadı. Bu yıl geçen yılı aradık desem yalan olmaz, bu yıl denize girme süremiz sadece beş dakikaydı. En çok ta geçen araştırma döneminde Bodrum, bu yıl Kuşadası'nda olup ta sadece dağlarda çalıların ve kayalıkların arasında gezmek ti kabullenemediğimiz. Hani araştırma da yapalım, ama bir akşam Halikarnas'a takılsak, bir akşam deniz kenarında sabahlasak, bir akşam …….
Hep düşünmüşümdür, bizim kelaynağımız istese buralarda harcayacağı parayla Amerika ya da Avrupa'nın ünlü tatil beldelerinde güzel bir tatil yapabilirdi. Para konusu bir yana yılık izninin çoğunu buralarda harcıyor olması daha önemli. Oysa onun yarısı imkânlara sahip insanlar neler yapıyorlar, nelerin peşinde koşuyorlar. Şimdi, gel sen bu mantığı anla. Bir yıl sürekli çalış, bir aylık izni hak et ve sen Amerika'ları bırak Türkiye'ye gel, hem de gezmek tozmak için değil, kumar oynamak için değil, metresiyle ya da metressiz kaçamak için değil, mal alıp satmak için değil, ülkeyi karıştırmak için değil, neymiş efendim Türkiye'nin biyolojik zenginliklerini araştırmak için çabalamakmış. Bodrum'a git sadece dağlarda gez, Kuşadası'na git çalılıklarda gez, bunun adı düpedüz "KELAYNAK"lık değil de nedir? Üstelik bu ülkede binlerce biyolog, ziraat, orman mühendisi, çevreci varken sana mı kalmış???
Sevgili dostum doğrusunu yapıyorsun tabiî ki. Kelaynaklığın lüzumu elbette var. Benim de en az sen kadar bu konularda özveri içerisinde olduğumu biliyorsun. Ülkemiz adına sana ve senin gibi özverili insanlara teşekkür ediyorum. Doğaya ve ülkemize olan bu karşılıksız sevdanız hep gençlerimize iyi örnekler olarak bu ülkenin aydınlık gökyüzünde sönmeyen yıldızlar olarak hep bize gülümseyecektir. Bu cennet ülke ve Cumhuriyet senin gibi özverili insanların ödülsüz çabalarıyla daha da yükselecektir. Sağ ol dostum. Buralarda yani KM içerisinde de bu tür kelaynaklara rastlanıyor ama onları yazmak, nedense yağcılık ve dalkavuklukla suçlanıyor. Ve yine her nedense ülkemizde iyiler ve başarılılar hiçbir zaman taltif edilmez, onlara destek olunmaz, güç katılmaz. Zirvelerde hep yapayalnız kalırlar. Tıpkı kelaynaklar gibi. Yani bir zamanların kelaynakları gibi.
Zeki Yıldırım
zekiyildirim@kahveciyiz.biz
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Rating: 7 Kahveci oy vermiş. |
|
Yukarı
|
Gönülden Kahveci : Aylin Çukur |
SÖZCÜKLERİN BÜYÜSÜ
Sen ben misin?! HAYIR! Ben benim, sende sensin! Sen sadece benim hayallerimin ''kenar süsü'' olabilirsin... Ancak artık kıpırdanmaya başlamam gerek, yoksa... sabitlenmeye başlayacağım hayallerimde ve sende kenar süsü olmaya devam edeceksin hayallerimin...
Evet, çözümü biliyorum! Hayallerimden kurtulmanın yolunu ve kim olduğunu bilmediğim ve ''sen'' diye hitap ettiğim ''seni'' hayallerimin ''biricik'' köşelerinden soyutlamanın yolunu... YAZARAK!!! Çünkü yazmak hayatın elinden bir şeyler kurtarmaktır! Hem yazarak insanlığın vicdanını da temize çekebilirim; kendi vicdanımı da... Yazarak kurtulabilirim bu alacalı, görkemli dünyamdan... Yazarak bulabilirim kaybolmuş beni...
Eğer ki insan düşüncelerini ve duygularını düzenli bir yazıya aktaramıyorsa, yaşamaktan özge bir kaygısı yoksa, anı tüketmekle mutlu kılıyor, yarına hiçbir şey aktarmayı düşlemiyorsa eksik bir insandır! O zaman?! Artık kıpırdanma zamanı... HADİ!
Yazının büyüsü seni kendine çektiğinde ve kelimeleri, sözcükleri kullanabildiğinde bir sihir edasıyla en mükemmel olana ulaşabilir insan. Sadece çaba, istek, zengin bir ''hayal dünyası'' ve en önemlisi, kilit olan şey; sözcüklerin gücünü küçümsememek!!!
<''Adam tabancasını çıkardı ve bir el ateş etti''
''Adam tabancasını çıkardı ve bir el...''
''Adam tabancasını çıkardı...''
''Adam...''
''...tabancasını...''
''...bir el ateş...''
''...ADAM...''>
AYLİN ÇUKUR acukur@kahveciyiz.biz
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Rating: 5 Kahveci oy vermiş. |
|
Yukarı
|
Akla Düşünce Yudum.
Kokusuna hasret parmağınıza doladığınız günü kurtarma adına; yeni olan yeri tercih etmezsiniz. Tanıdık bildik yüzlere hasret, yorgun bir tazelikle aralarsınız kahve evinin kapısını. Hatta oturacağınız yer bile hallenmiştir gözünüze. İçeride tanıdık kokular, yüzler renkler. Tütünün tatlı kokusu okşar genzinizi. Güzel bir kadının kaçamaklı tatlı bakışları behredir keyfinize. Birkaç mırıltı arka masadan, tanıdık nameler tınılar kulağınıza. Tebessümü kondurmuşken yüzünüze, kahve çıka gelir. Köpüklerini seyrederken mayalı bir ömür tahassür eder usulca fincana kayan gözlere. Günün tadını silercesine bir yudum su; ardından kokusuyla halleşen gevşeyen bedene nihayeti tattırırsınız yorgun ellerle. Tadını yeni tadarmış gibi yutkunmadan damağınıza, eskimişliği tazeler gibi yumuşakça yayarsınız. Küçük sohbetler ararsınız ardından, bir bakış daha alıp billur gözlerden.
Falda kısmet, sevgili takılır telvenin nazarına. Uzak diyarlar söylenir, özlemler didiklenir, tanıdık yüzler bir bir geçer usulca. Geçmiş okunur, gelecek bilmece kalır kelimelerde. Hesap ödenir, tebessüm bahşiş olur "yine bekleriz!" ellerde.
Bekir Gürgen
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Rating: 3 Kahveci oy vermiş. |
|
Yukarı
|
|
Kahveci : Alper Kutay Pes Ettik (mi?) |
|
Yorgunsunuz...
Yaşamın hiç bu kadar adaletsiz olduğuna tanık olmamıştınız ve hiç kendinizi bu kadar umutsuz hissetmemiştiniz. Gözleriniz hiç bu kadar cansız, elleriniz hiç bu kadar soğuk olmamıştı! Hiç bu kadar sorgulamamıştınız kendinizi ve her sorgulamanın neticesinde haksız olduğunu bile bile böylesine korkunç hükümler giydirmemiştiniz kendinize... Oysa ne kadar da güzeldi her şey onbeş gün öncesinde, hani kahve falına bakmıştı da komşunuzun kızı, gelecek güzel günler vaat etmişti size, hani en sevdiğiniz arkadaşınızla Fatma teyzenin kızı hakkında dedikodular yapıp gülüşmüştünüz. Hani beğendiğiniz ve tam vücut ölçülerinizde olan bir elbiseyi alabilmek için denkleştirdiğiniz para ile o mağazanın yolunu tuttuğunuzda nasıl da parlıyordu gözleriniz...
Demek ki oyun oynuyordu yaşam sizinle o zamanlarınızda, şimdi ne o almış olduğunuz elbisenin bir anlamı var ne Fatma teyzenin kızı sizi ilgilendiriyor...
Mutsuzsunuz...
Saçma umutlarınızı dürüp büküp kaldırmışınız bir rafa. Dostlarınız yok şimdi etrafınızda, kimileri kilometrelerce uzağınızda, kimileri uğramıyor artık yanınıza... Geçmiş ile gelecek arasında bocalıyor tüm benliğiniz; ne pes edecek cesaretiniz var ne devam edecek mecaliniz...
Birileri masum yalanlar fısıldamıyor kulağınıza ve yalanda olsa düşleriniz pembemsi bir iz bırakmıyor yanaklarınıza... Olmazsa olmazlarınız kayıp gidiyor parmaklarınızın arasından ve tutabileceğinizi biliyorken öylece bakıyorsunuz arkasından...
Yalnızsınız...
Bomboş ve karanlık bir odada tek başınıza... Bir önünüzdeki telefona bakıyorsunuz bir de kapınıza... İkisi de hareketsiz, ikisi de anlamsız, ikisi de vefasız...
Her sabah sesleriyle uyandığınız top oynayan çocuklar terketmişler mahalleyi, camınızın önünde sekip duran serçeciklerde...
Pazar, Pazartesi, Salı... Günler yitirmişler anlamlarını, bomboş kalmış ajandanızın sayfaları, ne bir randevu ne üzeri özenle dairesel olarak çizilmiş bir gününüz var artık...
Biri şimdi size herşeye rağmen yaşamın hala taze ve güzel olduğundan bahsetse!!! Herşeyin bir illüzyon olduğunu varsaysanız, geri dönseniz pembeliğinize... En umutsuz, en mutsuz anınızda bir ihtilal, bir devrim, bir kıvılcım!...
Yine hikayeler anlatsanız kendinize, yine gülücüklere boğulsa suratınız...
Karanlık odanızın tam ortasında bir mum yaksanız; her şeye "sıfırdan" başlasanız!
Ne kadar basit ve kolaydır böyle anlarda pes etmek. Ayağı takılıp yere düştüğünde bir daha kalkamayacağını sanan bir çocuk gibi oluruz bazen. Sanki yaşam bizi bir sınava tabi tutuyordur, bütün her şey bir karabasan gibi çöküyordur üzerinize... Kolay gelir böyle zamanda pes etmek ve boynunu büküp kaderini beklemek...
Haydi bir şans daha verin kendinize ve umudunuzu kestiğiniz yaşama. Her şey sil baştan, yeniden başlasın; ne zaman yenildik ki biz, ne zaman pes ettik söylesenize...
Alper Kutay
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Rating: 5 Kahveci oy vermiş. |
|
Yukarı
|
|
Gezgin Kahveci : Cüneyt Göksu Bir Kış Mevsiminde Sinop - 2 |
|
Sabah 08:00'de, lobide kahvaltı için buluştuk. Kahvaltımızı yaparken, otelin kardeş kardeş oynayan kedi ve köpeği, bizi çok eğlendiriyordu. Bu çevrede herkes tanırmış onları, bütün esnaf ortaklaşa bakımlarını üstlenmiş.
Bugün, bu gezide en çok merak ettiğim yeri, 70 yıl önce, Sabahattin Ali'nin "Görmek istersen denizi, yukarıya çevir yüzün" dediği Tarihi Sinop Cezaevi'ni gezecektik.
Bölge Kapalı Cezaevi ve Çocuk Islahevi, Sinop kalesinin güney batı ucunda kalan iç kale içinde bulunuyor. Cezaevi 6 Aralık 1997'de boşaltılmış, 2 Ağustos 1999'da Kültür Bakanlığı'na tahsis edilmiş. Hapishaneyi çevreleyen iç kale, 11 adet burçla destekleniyor. Burçların yükseldiği, denize hakim güney beden 22 metre, surların yüksekliğiyse 18 metre. 3 metre kalınlığındaki surların üzerinde, iç kaleyi bir uçtan bir uca kadar gezebilme imkanı veren yollar, muhafizların gözlem yolu olarak kullanılıyormuş.
Şair'in, "gökyüzü" yine "deniz gibi" dediği dizelerdeki, ne o "deli dalgalar" var dışarıda, ne de gelip "duvarları yalıyorlar". Çünkü, kalenin önündeki deniz 1980'lerde doldurulmuş ve "sahil yolu" yapılmış. "Suyun içinden yükselen tarih", kendini betonlaşmanın kuşatmasına bırakmış.
Burada kimler yatmamış ki, 1713'te Kırım Hanı Devlet Giray'dan başlayıp, 1932'de "Aldırma Gönül"ün yazarı Sabahattin Ali'ye kadar uzanan kocaman listede, Refik Halit Karay, Mustafa Suphi, Hüseyin Hilmi, Burhan Felek, Zekeriya Sertel gibi isimler de var.
Sinop Cezaevi'nin, tarihi ve konuk ettiği mahkumları kadar ünlü "Pala"sı, yani Türkiye'nin "tek palabıyıklı" memuru, 26 yıllık gardiyan Akif Şahin karşıladı bizi. Cezaevi kapatıldıktan sonra, emekli olup, gelen ziyaretçileri, kendine has tarzıyla gezdirerek, rehberlik yapıyor. Hakim de olsak, savcı, avukat, bakan da olsak, artık Pala'nın kurallarına uymak zorunda olduğumuz gezimize başladık.
Girişteki panoya, Pala'nın kurbanlığı bağlıydı; kocaman bir koç. Girişin solunda idari personelin odaları, sağındaysa çocuk ıslahevine giden birinci kapı mevcut. Biraz ilerleyince, ilk oda "zindan". Burası isyan çıkartan mahkumların geçici olarak 3 gün, Pala'nın deyimiyle konuk edildiği, 10-12 kişinin yerleştirildiği bir yer. Işık yok, pencere yok; sadece girişteki daracık kapıyla, bir tuvalet var.
Buradan, mahkumların ziyaretçileriyle görüşebildiği "ziyaret odası"na geçtik. Tel kafeslerle ayrılmış bölmelerden, mahkumlardan hasım olanlar birbirlerine zarar vermesin diye, ayrı ayrı içeri alınıyormuş.
Sırada "Kapı Altı" vardı. Cezaevine ilk gelen mahkumun ağırlandığı yer. Mahkum, donuna kadar soyulur, aranır taranır, öyle içeri alınırmış. Pala der ki, "Türkiye'nin neresinde isyan duyarsanız, ertesi gün bilin ki, o mahkumlar buraya getirilir, burada kimse "ben kabadayıyım" demez, diyemez, devletin varlığını hissettiririz. Bu kapıdan "yarım aklı"yla içeri geçer, kalanı da, Pala içeride alır."
Bir mahkum yattığı koğuşa 7 kapıdan geçerek ulaşabiliyormuş.
Mahkum koğuşlarının olduğu geniş bir avluya geldik. Ne yazık ki, restorasyon olacak diye buradaki berber, kantin, yemekhane hizmeti veren binaları yıkılmış, ne acı! Ama en azından, küçük, fakat sevimli bir mimarisi olan taş hamam korunmuş. Hamamın girişinde ılıklık ve ona bitişik, 7 adet kurnanın olduğu bir bölüm var. İçerideyse dikdörtgen planlı ve tonoz kubbeli bir sıcaklık bölümü bulunuyor. Kubbenin, küçük cam pencerelerinden aydınlanan sıcaklık kısmında, göbek taşı yok. Her hafta, herkes, 15'er kişilik gruplar halinde hamama gelmek zorundaymış. Hamam girişinde temizlik için sayıyla verilen jiletler, çıkışta sayıyla toplanırmış.
Mahkum koğuşları'na geçtik hamamdan. Duvarla birbirinden ayrılan 3 avluya bakıyorlardı koğuşlar. Avlunun bir köşesinde, okuma yazma bilmeyenler veya dışarıdan okul bitirenler için, "sınıf odası" denen bir başka bölüm bulunuyordu.
1979'daki isyanda koğuş çatıları tamamen yanmış ve yeniden inşa edilmiş.
1,5 m. kalınlığında taş duvarlarla çevrilmiş, 10 -12 kişilik koğuşlara girdik. Camlar geniş, yüksek; içeri de aydınlıktı. Duvardaki elbise askıları, mutfak, tuvalet ve odun sobasıyla, içerideki "konfor" tamamlanmıştı.
"Deniz seviyesi" denilen disiplin hücrelerine geldik. Burası tek kişilik bölmelerden oluşuyor; 21 tane varmış. Disiplin suçu işleyenler, 15 gün burada misafir edilirlermiş. Girişte ayakkabı bağına kadar nesi varsa alınır, kendine zarar vermesin diye çarşaf dahi verilmezmiş.
Hiç duymadığımız bilgiler ediniyorduk. İdam mahkumuyla başka mahkumları, hiç yan yana tutmazlarmış. Pala der ki, "fırsatını bulursa babasını bile öldürür! Niye? Yeni dava açılsın, idam ötelensin diye!".
Cezaevi, deniz kenarına inşa edilmişti. Pala'nın söylediğine göre, Türkiye'de, kaçmanın en zor olduğu cezaeviymiş. Üç firar olmuş. Biri hemen yakalanmış; biri de kaçarken kanalda boğulmuş. Üçüncünün kaçışı oldukça ilginç: İdamlık mahkum "disiplin hücrelerinin" olduğu bölümde bekletiliyormuş, ayakabısının içinde getirdiği testereyle demirleri kesmiş, denize bakan duvara tırmanmış. Uyuyan, nöbetçi iki askerin arasından geçerek, yatak çarşafları yardımıyla denize inmeye çalışmış, çarşaf kopmuş, mahkum da denize düşmüş.
Sinop kalesinden uçtum denize,
Tam üç gün üç gece göründü Rize,
Karşı ki dağlardan gel oldu bize,
Eşkıya dünyaya hükümdar olmaz.
İşte bu anonim sözlerde yazılanlar gibi, 3 gün yüzmüş, sonunda, Ayancık'ta kıyıya varmış mahkum. Ama kısmet bu ya, ekmek istemek için çaldığı kapı, emekli bir polisin evi çıkmış. Tutup geri getirmişler. Bu olay 1968'de olmuş. Hücreyi geçmiş, duvarı aşmış, nöbetçileri atlatmış, denizleri yüzmüş ama, kaderden kaçamamış. Pala'nın gardiyanlığından sonraysa hiç kaçan olmamış.
1996'da yeni "E-Tipi Kapalı Cezaevi"nin yapılmasıyla, Sinop'taki hükümlü ve tutuklular oraya taşınmış. Tarihi Sinop Cezaevi, artık turistik gezi alanı ve geçmişte yaşadıklarından çok uzakta. Pala ve onun anlattıklarıyla, gezenlere "o zamanları" düşündürüyor. Pala, şu andaki işini iyi yapıyor, yani rehberliği. Ses tonu, duruşu, tane tane konuşması, otoriter ama, rahatsız etmeyen bir havası var. O anlatırken, sözünü kesmemeye çalışın, saygılı olun!
Cezaevinden sonra, hemen karşısındaki ahşap bir kahveye girdik. İyice üşümüştük. Tazecik çaylar, minicik, ince bellilerde geldi. Bu kahveyi de kesinlikle tavsiye ederim. Tam ortada yanan soba'nın çevresinde, çok güzel ısınıyor insan. İçerinin de naif, loş havası iyice rahatlatıyor insanı. Dinlenirken, bir parti tavla atmayı da ihmal etmeyin derim.
Öğle yemeği zamanı yaklaşmıştı. Yürüyerek kentin içinde ilerlerken, yenilenmiş tarihi bir binanın önüne geldik. Geniş avlunun çevresine, minik, oda oda, alışveriş dükkanları serpiştirilmişti. Bıttım sabunu, yöresel kumaşlar, keten işlemeler satın aldık. Karnımız çok acıktığından, oradaki küçük lokantaya girdik. Turizm zamanı olmadığından, her yer gibi burası da boş sayılırdı. Ortadaki sobanın çevresine, çalışanlar dizilmiş, sohbet ediyorlardı. Büyükçe bir masanın çevresine yerleştik. Soba'ya kömür eklendi, oda ısıtıldı. Ne yesek diye düşünemeden, Sinop usülü mantı ve su böreği tavsiye edilmişti bile. Sinop usulü mantının içi değil, sarma yöntemi farklıymış. Bohça gibi değil de, gül gibiydi.
Ara sokaklarda dolaşırken, ağ tamir eden bir gençle karşılaştık. Ufacık dükkanında çalışıyordu. Sohbetimiz sırasında öğrendik ki, ithal malı ağlar -ki bunlar çoğunlukla Japonya'dan geliyormuş- balıkçılar arasında daha çok tercih ediliyormuş. Daha ince ve çabuk yıpranıyorlarmış ama, saydam olduklarından daha "avcılarmış". Bizim ürettiğimiz ağlarsa daha uzun ömürlü, fakat, "avcı" değilmiş.
Şehirde uzun süre dolaştıktan ve Yalı kahvesine yeniden geldik. Henüz bir balıkçıyla sohbet etme fırsatımız olmamıştı. Şükrü Gümüş, nam-ı diğer, Habeş Kaptan'la burada tanıştık; 1926 doğumlu, 78 yaşında. 8 yaşından beri balıkçılık ve dalgıçlık yapıyormuş. Askerliğini Bahriyeli olarak yapmış, Yavuz zırhlısının İskenderun'a son seferinde, oradaymış. Bize Sinop'un eski fotoğraflarını gösterdi. Balıkçılığın modernleşmesiyle aslında denizlerde balığın kalmadığını, eskiden 150 kulaçta çıkan balığın 1000 kulaçta çıktığını, onun da eskisi gibi bol olmadığını söyledi.
Hani derler ya, taşı sıksa suyunu çıkartır, maşallah, pazuları hâlâ 20'lik delikanlı gibi. Gel hele bir bilek güreşi tutalım dedim. Tuttuk! 70 yıldır kürek çeken, bu çelik gibi kaslara dayanmak ne mümkün; hemencecik çarptı bileğimi yere.
Sinop'ta, 1952 - 1992 yılları arasında ABD'nin radar üssü varmış. Uydu teknolojisi gelişmeden önce, SSCB'yi buradan dinlerlermiş. Üs daha sonra kapatılmış ve Amerika'lılar kenti terketmiş. Ama burada kaldıkları sürece, Habeş Kaptan onlardan İngilizce öğrenmiş, sürekli rehberleri olmuş.
Sinop'un bir diğer unutulmaması gereken özelliği de, maket tekneleri. Bu el emeği, göz nuru kalyonlar, çektirmeler, takalar, balıkçı tekneleri ve kotralar, her keseye uygun olarak satılıyor. En ufakları ceviz kabuğundan yapılanlar. 1-2 Milyon'dan başlayıp, yüz milyonlarca liraya kadar değişiyor fiyatlar.
Akşam üzeri, yemek öncesi şehirde yürüyüş yaparken, şehrin göbeğindeki meydanda, SİFAD'ın (Sinop Fotoğraf Amatörleri Derneği) panosunu gördük. Her ay, "Ayın Fotoğrafı" burada, Sinop'lular için sergileniyormuş.
Bu kısacık tatilde, görebileceğimiz bir diğer yer, Sinop yarımadasının güneydoğusunda, Karakum yolu üzerindeki Paşa Tabyası'ydı. 19. yüzyılda, Osmanlı-Rus savaşları sırasında, denizden gelen tehlikeleri önlemek amacıyla yapılmış. Buraya varınca çok hayal kırıklığına uğradım. Tabya'nın içi Türkü Bar'lar, kafe'ler, lokantalarla doluydu. Korunması gereken o tarihi doku yerine, hep karşımıza çıkan, yozlaşma yine geldi buldu bizi. Şart mı bu mekanları buraya yapmak? Edirne Hıdırlık Tabyası'nda, Çanakkale'de, Anzak ve Anafartalar tabyalarında ya da siperlerinde hiç çay/kahve içtiniz mi?
Ertesi sabah, Ankara'ya doğru yola çıkmadan önce, dönüş yolunu gözden geçirdik. Hem değişiklik olsun, hem de Ilgaz'da kara yakalanmamak için, Samsun üzerinden dönmeye karar verdik. Samsun Sinop arası yol manzarası çok güzel; seyir tepeleri var, ancak iki şeritli yol çok virajlı. Bu yol üzerinde çok fazla dinlenme, konaklama tesisi de bulunmuyor. Tam umutsuzluğa kapıldığımız bir sırada, Samsun çıkışında, "Havana Dinlenme Tesisleri"nin tabelasını gördük. Küba ve Havana'daki yaşama göre, tesisler gerçekten çok gösterişli sayılır. İlginç olan, sadece ismiyle, Küba'ya dair birşeyleri bulundurması değildi. Masalarda kahve çekirdeklerinden dekoratif uygulamalar yapılmış. Duvarlarda Fidel veya Che'nin fotoğrafları yok ama, Havana'ya ait resimlerin olması, Havana'da sıkça görülen eski amerikan arabalarına ait fotoğrafların yer alması, pek hoştu. Birkaç ay önce yaptığımız Küba yolculuğu sonrası, Samsun'da böyle izler görmek bizi çok şaşırttı ve mutlu etti.
Ankara tabelasını gördüğümüzde, artık hava kararmıştı. Evlerimize dağılmadan önce, Sinop'luların, özellikle de Pala ve Habeş Kaptan'ın sıcak dostlukları ve misafirperverlikleri aklımızda, Tarihi Hapishane'nin duvarlarında yankılanan dalga sesleri ve bu seslere karışan mahkumların söylediği "Aldırma Gönül" şarkısı kulaklarımızdaydı.
Sinop'un kışı güzel, sakin ve dinlendirici. "Karadenizin Bodrum"u olarak adlandırılan bu güzel ilimizi, yazın da ziyaret ederek, denizini ve güneşini de görmek üzere evlerimize dağıldık.
Fotograflar: Serpil YILDIZ
Cüneyt Göksu cuneytgoksu@kahveciyiz.biz
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Rating: 7 Kahveci oy vermiş. |
|
Yukarı
|
Fotoğraf : Recep Pehlivanlar
<#><#><#><#><#><#><#>
Kahve Molası, siz sevgili kahvecilerden gelen yazılarla hayat bulmaktadır. Her kahveci aynı zamanda bir yazar adayıdır. Yolladığınız her özgün yazı olanaklar ölçüsünde değerlendirilecektir. Gecikme nedeniyle umutsuzluğa kapılmaya gerek yoktur:-)) Kahve Molası bugün 4.212 kahveciye doğru yola çıkmıştır.
Yukarı
|
açlık
gözü kör bir yaradır bu
elleri kolları kan içinde
beyaz sayfalara, mavi düşlere
yazılmış gerçeklerdir bu
bir buket sevgidir açlık
bilincimizde düşleyemediğimiz ışık
düşüncemizde yaratamadığımız rüya
açlık, bir tutam kararsızlıktır
bir siyah çocuktur açlık
memeden kesilmiş yavrudur
savaşın ortasında yapılan yardımdır
güneşe kapalı bir kepenktir
sokaklarda süpürdüğümüz baldan tatlı
bulamadığımız artıklardır
geceleri sövüp saydığımız
arayıp da bulamadığımız öfkedir
söylediğimiz içeriksiz şarkı
umuda sıktığımız kurşundur açlık
çocuğa verdiğimiz bayram hediyesidir
mendile sarıp kandırdığımız şekerdir
ufacık yüreklere sığdıramadığımız
büyük öpücüklerdir... adı açlıktır
bölük pörçük duyguların bütünüdür
yapıştıramadığımız kâğıt parçalarıdır
attığımız bir yumruktur
sıyrılıp da gelemeyenlere
içlerine sindiremediği aftır açlık
meclisten geçirilen zoraki tezkeredir
yaptıkları örtülü ödeneklerin örtüsüdür açlık
yanıbaşımızda biten yangındır
müslüman diyerek komşu ülkeye attığımız kazıktır
müslümanın adıdır açlık
halkı için ölüme yatanların türküsüdür
açlık grevidir
dağın başında pusada hazırlanıştır
özgüvenin güvenidir
adı açlıktır
aşkta aldatılmaktır
aşka inanmamaktır
ağlamaktır yalnızlığa
ağlamaktır ölenlere
ölmektir açlık
afrikada somalide
sömürülen siyahi düşüncedir
ırktır, dildir, dindir
açlık amerikadır
açlık memlekettir... memleket
yakılan insandır
etleri kalmamış bedendir
katliamdır bir aralık günü mapusta
maden işçisidir...
açlıktır yaşananlar
açlıktır ömrümüz
antrepozdaki erkeğin menepozdaki kadını öpmesidir
açlıktır bunlar...
Ahmet Yapar
Yukarı
|
Ulen ben bi kuruyayım, siz görürsünüz!
Yukarı
|
İşe Yarar Kısayollar - Şef Garson : Akın Ceylan Yamağı : Ayşe Nur Gedik |
bir zeytin dalı
http://www.tariszeytin.com.tr
İster uzman yazılarını okuyun ister güvenerek alışveriş yapın! Hele özel tasarım bir zeytinyağı tabağı var ki aklım kaldı, belki kendime bir ara hediye alırım onu :) Sadece zeytin veya zeytinezmesi (gerçi aklım bir de yeşil zeytin ezmesinde kaldı!) almanız gerekmiyor, zeytinyağı, sabun, aksesuar, kuru incir, lezzet sepetleri hepsi pek leziz... Kısaca "Tariş" ne verdiyse bakın, istediğinizi alın!
http://www.zeytinim.com/
Taylıeli zeytin ve zeytinyağı işletmesi, sitelerinde alışveriş de yapabiliyorsunuz. İstanbul ve Ankara'da yaşayanlar mağazalara gidebilirler. Özenli üretim ve bol çeşit var.
http://www.adatepe.com/index.php
Refika'nın hikayesi yanında Türkiye'nin ilk zeytinyağı fabrika müzesi olmaları da çok etkileyici! Özellikle seramik şişelerdeki zeytinyağına "hayır" diyebilecek bir mutfak düşkünü düşünemiyorum. Satış noktalarını da sitede bulabilirsiniz. Olmadı Nazım'ın dizelerini ana sayfada okuyup içinizi aydınlatmak için ziyaret edin derim.
http://www.esiad.org.tr/
Zeytin üstadı Nedim Atilla'nın Batı Anadolu Zeytinyağı Kültürü kitabı ile ilgili kısa bir yazı ESIAD sayfasında. Bir de zeytinin barışla bağlantısı var ki en az yazıdaki "Burhaniye-Bergama Usulü Çığırtma" tarifi kadar iç açıcı.
Ayşe Nur
Yukarı |
Damak tadınıza uygun kahveler |
Popup Killer Version 1.51 [69KB] W98/Win2k/XP FREE
http://www.pablovandermeer.nl/popup_killer.html
Hala bir pop-up savar programınız varsa size önerebileceğim en güzel programlardan biri. Biraz titiz çalışarak sizi rahatsız eden herşeyden kurtulabilirsiniz. En büyük özelliği ise tek başına çalışan bir tek dosyadan meydana gelmesi. Bu siteye dikkatlice bakın işinize yarayacak birşeyler mutlaka bulacaksınız.
Yukarı
|
|
|
|
|
|