|
|
|
19 Ağustos 2004 - Fincanın İçindekiler |
Editör'den : Dopingliyim kusura bakmayınız!.. |
Merhaba,
Komşu doping skandalıyla çalkalanıyor. Adamlar uluslarararası kurul kararını bile beklemeden atletlerin biletini kestiler. Hele bir de korku salan kararları var ki evlere şenlik. Ülkenin itibarını zedeledikleri için 5 yıla kadar hapis cezası ile yargılayabilirlermiş. Bunları duyunca utandım valla. Biz bırakın cezayı kızla konuşma fırsatını bile bulamıyoruz. Tam anlamıyla yattık kulağımızın üstüne sonucu bekliyoruz. Yok ben artık beklemiyorum. Beklemek yerine eyleme geçmeye karar verdim. 2 gündür sefil hastalığından muzdaribim ya ne bulursam atıyorum ağzıma. Gelsin supradinler gitsin forzalar, şerefe kadeh kaldırılsın tylolhotlar. Bir doping ki sormayın gitsin kış uykusundaki ayıya bile gerdan kırdırır. Ama bende tık yok kardeşim. Burun aynı burun, hem akıyor hem tıkanıyor. Bu tylolhot denilen şey iyi de, günde 3-5 Allah ne verdiyse içince fazla geliyor galiba. Sobayanınakıvrılıpuyuyansarman hallerindeyim. Ayaktayken oturasım, otururken de uyuyasım geliyor. Bir de duydum ki bu tylolhot şeker deposuymuş. Gitti desene bizim sunta diyeti. Boşuna mı yedik o kadar lifli suntayı. Yalnız öğrendim onun da diyetini yapmışlar, tylolhot D. yarın ilk işim gidip ondan alacağım ve gönül rahatlığıyla diyet dopingime devam edeceğim. Ya işte böyle kahveciler, bu aralar dopingliyim kusuruma bakmayın. Şimdi bir uyuyasım geldi ki sormayın.
Bugün size eskilerden bir şarkı seçtim. Ben onları bu şarkıyla tanıdım bildim. Yetmişli yıllarda radyonun teybin kulağını bükmesini becerebilenlerin hemen hatırlayacağı bir klasik. Eagles'dan Hotel California. Dinleyin sonra soru soracağım. Yarın daha dinç olmak umuduyla şimdilik hoşçakalın, aman kendinize dikkat edin nezle falan olmayın, olursanız tylolhotınızı yanınızdan ayırmayın. Bu kadar reklama bir paket bedava verirler mi acaba?
Bir sonraki sayıda buluşuncaya kadar bulunduğunuz yerden bir adım öne çıkın. Sevgiyle... Cem Özbatur
Yukarı
|
Café Azur : Suna Keleşoğlu |
Oda Çok Aydınlıktı
Odada üç kişiydiler. Madeleine, ne kadar süredir karakol amirinin odasında olduğunu hatırlamıyordu. Genç polis memuru, elinde tuttuğu plastik bardağı kadına uzattığında göz göze gelmişlerdi.
-Saatin kaç olduğunu söyler misiniz? diye genç polise sordu Madeliene.
Genç polis kolundaki saate bakarken, orta yaşlı karakol amiri de aynı anda saatini kontrol etti.
-İkiye çeyrek var.
-Hastaneye de gitmem gerek, burada daha ne kadar kalacağımı söyler misiniz?
Karakol amiri yumuşak ses tonuyla kendisini yanıtlarken, tüm olanları bir yana bırakıp adamın bu ses tonu ile azılı suçlulara soru sorarken ki halini düşünmeye başladı. Hayat ne garip idi. Ortada şüpheli bir yangın, hayatından ümit kesilmiş yaşlı bir kadın ve neredeyse sabahtan beri annesi ve kendisi hakkında sorulan onlarca soru varken Madeleine, adamın ses tonunun kulağında bıraktığı tanıdık yüzü bulmaya çalışıyordu. Tıpkı ilkokul öğretmenim Mösyö Philippe gibi tane tane ve sessiz konuşuyor diye geçirdi içinden.
Genç polisin ikram ettiği kahveden bir yudum aldıktan sonra, çantasından sigara paketini çıkardı. Karakol amirine bakarak,
-İçebilir miyim? diye sordu.
Şehrin kuzey kısmının karakol binası eski bir yapıydı. Üç katlı taş binanın kocaman pencereleri içerisinin sürekli aydınlık kalmasını sağlıyordu. Karakol amirinin geniş odasında, tahta masanın karşısındaki koltukta oturan Madeleine'in yüzündeki çizgiler pencereden gelen ışıkta iyice belirginleşmişti. Kırklarının sonundaki bu zayıf kadın bacak bacak üstüne atarak oturuyordu. Sigarasını yakmak üzere uzanan genç polise teşekkür etti ve kahvesini yavaş yavaş içmeye koyuldu.
Emekliliğine az bir zaman kalmış karakol amiri, yıllardır ofis içinde çalışmaktan pas tutmuş bedenini şöyle bir doğrultu ve masasının üzerinde duran evrakları incelemeye başladı. Sonra genç polise dönerek.
-Elimizdeki tüm deliller bunlar mı? diye sordu.
Sabahın altısından beri yaşadığı şokla ayakta durmakta zorlanan Madeleine'in ise aç olduğunu unutarak içtiği kahve ve sigaranın etkisi ile başı dönmeye başlamıştı. Olduğu yere yığılıp kalacağını düşünüyordu.
Acısı yüreğinde ok gibi saplanmış, annesi şehrin öbür ucundaki bir hastanede can çekişirken o formalite sorularla uğraşıp duruyordu.
Madeleine, kendine ait bir apartman dairesinde yalnız yaşayan Régine'in tek kızıydı. Babasını tanımadan büyümüştü. Yıllarca gezici bir tiyatroda çalışan annesi ile ülkenin tüm şehirlerini dolaştıktan sonra kalıcı bir iş bulup bir güney şehrine yerleşmişti. O zamanlar annesi hala tiyatroda çalışıyordu ve artık genelde başkente kalıyordu. Bir zamanlar sadece kendisi için yazan ve O'nu başrollere çıkartan tiyatro yönetmeninin platonik aşkını karşılıksız bırakıp kızının doğumundan önce kendisini terk eden çocuğunun babasını hiç affetmemişti. Son üç yıldır kızının ısrarlarına dayanamayıp onun yaşadığı güney şehrine yerleşmişti.
Annesi ile ilgili formu doldururken çok uzaklara gitti. Sabaha karşı gelen telefon ile apar topar evden çıkmıştı. Şimdi ise yerel gazeteye son dakika haberi olarak giren apartman yangınının baş kahramanının kızı olarak, bir karakol odasında eline verilen kağıtları imzalıyordu.
Amansız bir hastalığa yakalanan annesi daha fazla mücadele etmek istememiş miydi? Sabahtan beri kendi kendine bu sorunun cevabını ararken bir de karakoldakilere annesinin sorumlusu olduğu bir yangından dolayı ifade veriyordu.
Bir hastane odasında yaşama döndürülmeye uğraşılan yaşlı kadın ise kendi ile ilgili yapılan yorumlardan habersiz koma halindeydi. Ciddi yayın yapan bölgesel gazete dışında, şehirde çalkalanan dedikodularla sayfalarını dolduran iki gazete olayı akıl almaz yorumlar katarak yayınlayarak amaçlarına ulaşmışlardı.
Acaba annesi canına kıymış olabilir miydi?
Akşam yemeğinden sonra yaptıkları telefon görüşmesinde yeni bir doktorla görüşeceğini neden söylemişti o zaman?
Yaa komşuların gördüğü kapıyı çalan yabancı adam kimdi?
Evde çalınan bir şeyler var mıydı? Bunu anlamak imkansızdı, zira yaşlı kadının bulunduğu daire ile birlikte o kat tümüyle hasar görmüştü. Bereket itfaiye zamanında gelmiş ve yaz nedeniyle çoğu dışarıda olan apartman sakinlerinden hiç birine bir şey olmamıştı. Régine hariç başka bir yaşlı kadın merdivenlerden inmeye çalışırken bacağını incitmiş, annesinin odasında unuttuğu bir çocuk da korku nedeniyle şoktaydı.
Yaşlı kadının ölüm kalım savaşı verdiği hastane odasında ise beyaz bir sessizlik vardı. Sırlarıyla beraber gidecek pamuk saçlı kadın, ağır yanıklarla getirildiği hastanedeki bu yaşama döndürme odasında makinelerin yardımıyla nefes alıyordu. Gençliğinden beri çatışmalar yaşadığı biricik kızı ile hastalığının teşhisinden beri yakınlaşmaya başlamışlardı. Sanıldığının aksine deli dolu olan ve çatışmalara neden olan kızı değil kendisiydi. Babasını tanımadan büyümüş olsa da, sorumluluk ve hayata bakışına dair ne varsa hepsini bu uzaklara giden adamdan alan Madeleine, annesinin çok az bir zamanı kalmışken uzlaşma yolunu bulmuşlardı.
Kaybetme ve zamanı geri getirme duygularının hakim olduğu ilişkilerinde acımaya yer yoktu. Bu yüzden Régine, kızının ısrarlarına rağmen yalnız yaşadığı evi bırakmamış ve aslında hastalığın kontrol alınamaz olduğu noktaya geldiği günlere kadar mücadelesini sürdürmüştü.Ta ki kimsenin haberi olmayan o mektubu alıncaya kadar. Yaşam ile ölüm arasında direnen bedeni direncini o gün kaybetmişti. Bunu ne kızı, ne de yaşlı dostları bilmiyordu. Hayatının belirsizliklerle dolu kısımlarını tamamlayan o mektup son direncini de kırmıştı. Ve yangının çıktığı o gece, kimsenin tanımadığı o adam kapısını çaldığında bulmacanın son harfini de tamamlamıştı. Ailesi ile ilgili tüm belirsizlikler ansızın gelen bu uzak akraba ile gün ışığına çıkmıştı. Artık şüpheleri doğru çıkmıştı ve ailesinin geçmişi onu incitiyordu. Kendi kendine zor olan bir karar vermişti. Belki hayatını bitirmek değil ama geçmişine dair ne varsa yok etmek düşüncesiyle tüm fotoğrafları, mektupları ve aile belgelerini yakmak isterken çıkan alevleri kontrol edememiş ve kendi dairesi ile birlikte bütün bir katın yandığı apartman yangınına sebep olmuştu.
Şimdi ölüm ve yaşam arasında kalmış yaşlı kadın yerine, bambaşka bir dünyaya ait olan kızı bir karakol amirinin masasının karşısındaki koltuğa oturmuş cevapsız soruların karşılığını bulmaya çalışıyordu. Gündelik işlerinden sayılan bu soruşturmayı tamamlama telaşında olan amir ve polis birbiri ardına sordukları sorularla Madeleine'i bunaltıyorlardı. Saatlerdir bu odada annesi, kendisi ve hayata dair cevaplayamadığı sorulardan çok yorulmuştu. Bir elinde sigarası, diğerinde boşalan plastik kahve bardağı ile öylece duvardaki saate bakıyordu. Artık konuşacak gücü de kalmamıştı.
Oda çok aydınlıktı. Gereğinden fazla ışık geliyordu yüzüne.
SunA.K. Grasse
sunak@kahveciyiz.biz
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Rating: 7 Kahveci oy vermiş. |
|
Yukarı
|
Kahveci : Oğuzkan Bölükbaşı |
ŞARKI VE SEVGİ VE AŞK
"İster doğru ister yanlış seviyorum lanet olsun" diyor Erol Evgin. Sevginin yanlışı olur mu, sevmek bireysel bir eylemdir, tek yanlı olabilir, karşılığı olması şart değildir, olursa güzel olur. Yürek birini, bir şeyi sevmeye layık bulduğunda sever. Niçin sever, neden sever? Daha önemlisi akıl mı sever, yürek mi? Bence akıl sever. Niçin sever, çünkü aklın olumlu duygulara ihtiyacı vardır, insandaki id'i azaltmak, köreltmek, yaşama sarılmak için sever. Neden sever, gün doğduğunda yataktan kalkmanın sebebidir sevgi, topluma karışmanın sebebidir, kazanma arzusunun sebebidir sevgi. Sevgi , sevileni güzelleştirme çabasıdır, bazen savaşa dönüşür.
Sevilen seçilmeli midir? Yani yaş, mevki, sosyal yapıya bağlı olarak, sevgi gösterilecek kişi farklı mı olmalıdır? Bu soruların cevabını evet olarak veren kişi sevmeyi bilmiyor demektir bence.çünkü, seven akıl düşünmeyi unutmuş akıldır, düşünen akıl sevmeyi beceremez.sevgide karşılık arar, çiçeği kokusu için sever ama koparır, kadınsa erkeği, erkekse kadını karşılığını aldığı kazançlar için sever. Akıllı sevmenin tükenişi hızlı olur, akılsız sevgiler uzun sürer. Ben akılsız sevgilerden yanayım. "İster doğru ister yanlış seviyorum lanet olsun" denildiği gibi sevgilerden yanayım. Geleceği planlanmış sevgilerde evdeki hesap yarına uymaz, aslında dün ve yarın yoktur,bugün vardır, yaşanan an vardır, o anın güzelliği vardır.
Sevgi nasıl gösterilir veya ifade edilir? En büyük sıkıntı burada. Çünkü sevilen sevgiyi ve buna bağlı ifade tarzlarını ret edebilir. Çünkü her sevgi ifadesinin altında bir beklenti olduğu kanısı insanlarda oldukça yaygındır. Bu beklentinin ne olduğu konusunda çoğu kişi en olumsuz düşünceyi kafasında taşır. Yani bir çıkardan veya bir istismardan korkar. Süper egonun çok gelişkin olduğu bizim gibi toplumlarda, davul dengi dengine, ne kadar ekmek o kadar köfte, almadan vermek Allah'a mahsustur, yaşının adamı ol, hanım hanımcık ol, sözleri hep bu korkunun yansımasıdır.
Sevmeyi bilmeyen bir toplum, sevgi mezarlıkları kazar, acılı şarkılarla gününü geçirir. Sevginin şekil değiştirebileceğini, sonu olduğunu anlayamaz. Sevdiğini kimseye yar etmemek için vurur, kendini acınacak durumlara düşürür. Oysa sevgiyi yoğun yaşadığı anların güzelliğinin tadını çıkarmak onu güzel anılar arasına koymak yerine, sevgiyi bir mülkiyet unsuru olarak görür. Ölüme kadar sürecek sevgileri yaratmayı, yeşertmeyi bilmez. Sevgi bir mahkumiyetmiş gibi görünür.
Sevgili sözcüğü, sevgilim sözcüğünden daha güçlüdür. Birincisinde mülkiyet yoktur sadece bir algılama vardır, ikincisinde mülkiyet çok etkindir.
Sevmek mi güzel yoksa sevilmek mi der bir şarkı. Sevmek kadar güzel bir başka şey var mı. Sevmek bir gün sevilmeyi getirecektir zaten. Love Story romanında aşk "hiçbir zaman pişman olmamaktır"diye tarif edilir. Bence aşkın , sevginin tarifi budur. Yaşanma şekli, sonu ne olursa olsun, pişman olunmaması gereken, değmezmiş denmeyecek kadar kişisel bir algılamadır sevgi ve aşk.
Seni seviyorum dediğinizde bu beni sen de sev anlamına gelmemeli. Seviyorum sözcüğü o denli kişisel bir sözcük ki, niye kalabalıklaştıralım. Karşıdaki severse sever. Sevmek sevene sorumluluk yükler sevilene değil.
Bugün bunları yazmak istedim, ya da bölüşmek, sevgili okuyucularım. Doğru olmam şart değil, sadece bu benim düşüncelerim, katılmak veya katılmamk konusunda her zaman olduğu gibi özgürsünüz. Ama yine de meraktayım, ne diyorsunuz?
Oğuzkan Bölükbaşı
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Rating: 9 Kahveci oy vermiş. |
|
Yukarı
|
Paratoner : Bilal Batuhan Yüceler |
Sert Değil Sivri
En başta sokak sokak aradım seni, yoktun. Sokak aralarında bulamayınca satır aralarından medet umdum, yoktun. Televizyonlar, gazeteler, şarkılar, cümleler… hepsi boştu, yoktun. Ve birgün suretin kalbime dokundu, oradaydın, seni buldum.
Bu defa canım sıkılırken yazmaya karar verdim aslında, dolduğumdan değil yani. Ne yazdığımda o kadar önemli değil, sadece "içimde sürekli mayalanan zehrin bir kısmı"nı atmak istedim, birçoğunuz gibi.
Şu an ne kıskançlık ne de aşk yer edebiliyor aklımda. Ya da kaçıp gitmek yok "bir yerler"e. Belki bir yeltenme var ama hepsi o kadar. Bu sefer farklı, isminin koyulması zor olan bir şey bu. Hani bazen bir şarkının sözünü hatırlayamayız ya, veya bazı sözcükler dilimizle dişlerimiz arasına sıkışır da kerpetenle sökmeye çalışsak umurunda olmaz ya, öyle. Birkaç harften oluşur, birleşince beddua olur ya, öyle. "Ne bileyim işte!", böyle.
Bu gece serin bir hava vardı. Şimdiyse sabahın ilk ışıkları akıyor perdemin altından sırtıma. Bir saat evvel yağan rahmetin eli boş değildi, birazcık hüzünle birkaç şimşek getirmişti. Birçoğunuz bilir hüznün tadını; ya şimşek, şimşeğin tadı nasıldır acaba? Size söyleyeyim; taze ısırgan otu yemek gibidir, değil ağzınıza attığınızda, elinize almanızla yanmaya başlarsınız. Biraz daha açmak gerekirse; bir sevgilinin eline elinizi uzatmayı istemek, dokunmak; hareketsizlikten yavaşlayan kan dolaşımının neden olduğu kadar soğukluktaki ellerinizle "o"nun yanan ellerine dokunmak… yanmaktan değil, tutmamasından korkmak gibi, kavransanması zor…
Şu saatte dahi, hepiniz uyku mahmuruyken beni dinlemediğinizi üzülmekten bilirken, fikir masanıza bir not bırakıyorum. Daha doğrusu bir soru: Bir insanın kendine yapabileceği en büyük kötülük nedir sizce? Düşünmekle yormayın kendinizi, fazla kullanmadığınız zihniniz su kaynatabilir. Cevabını veriyorum; yazı masanızın yanında bir ayna bulundurmaktır. Size yakışmayan bir umutla başlayıp devam edemeyeceğiniz için küfürle son verdiğiniz yazılarınızın tarihlerini gözden geçirirken gözünüz kayar, başkalarının yalakası olduğunu bildiğiniz perinin size uğramadığına lanet yağdırırken gümüşî tellere bakakalırsınız. Ardından gözlerinizdeki ışığın gittiğini ve kininizden geriye sadece küllerinin kaldığını görürsünüz. Cin çarpmışa dönerek, beş dakika önce incelediğiniz "gülme çizgileri"nizi kontrol eder, on dakika öncesinden daha da fazla olduğunu kabullenirsiniz.
Hepimiz acı çekiyoruz. Bazıları çektiği aşk acısını göklere çıkarıyor, bazıları suskun, köşesinde gururunun yaralarını sarıyor, ufak bir kısımsa halinden memnunken geride bıraktıklarını özlüyor.
Acı öğretir…
Hanginiz uçurumun kenarından hayat manzarasına bakmaya cüret etti? Ya da bir diğerininzin gözlerinin derinliklerinde kaybolma pahasına gezintiye çıkmaya cesaret edebildi? Siz ki normal, genelgeçer yaşamlar, beni anlayamazsınız, çünkü alışabileceğiniz bir meta veya benzeri bir varlık değilim. Gerçi siz "varolmayan"lara bile alışabiliyorsunuz ya… mesela kendinize söylediğiniz, kendinizi kandırdığınız yalanlarınız, aslında yaşanmamış hayatlarınız!
Belki beni tanımıyorsunuz ama belli ki gayret sarfediyorsunuz. (Yoksa kim okur beni bu kadar satır boyunca.) Ben, bataklığa saplandığını gördüğünüz halde bir ip atmadığınız zenci kölenizim. Ben, satranç oynarken umarsızca harcadığınız piyonum. Ve yine ben, ilk defa kendi cenazenizde gözünüze görünen uzak akrabanızım.
Ben Paratoner… Saçlarım kır, alnım kırışık, elmacık kemiklerim çökük ve gözlerim sönük yeşildir. Değersiz dikkatiniz için teşekkür ederim. Serttim, sivrildim. Acıttım umarım.
Bilal Batuhan Yüceler
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Rating: 12 Kahveci oy vermiş. |
|
Yukarı
|
SUSKUN... KESKİN!.. -1-
Sustu . Gözlerini kıstı. Yüzünde büyük bir hınçla, sustu çocuk. Oysa içinden çığlık çığlığa bağırıyordu. Yumruklarını sıktı hırsla. 'hepinizden nefret ediyorum. Nefret ediyorum. Nefret, nefret...' diye durmadan tekrar ediyordu .Oysa daha çok küçüktü. Nereden bilsin di nefreti ? Öfkeyi?Nereden bilsin di kinleşmeyi ? Ama biliyordu işte.
***
Murat düşünceli düşünceli eli beline gitti. Elinde soğuk metal aleti fark edince gülümsedi. Kemerine sakladığı aleti aldı.Elinde döndürdü. Sapına hayran hayran baktı. Düğmesine dokundu.'Şak' diye bir ses duyuldu. Sapın ucunda pırıl pırıl ,keskin bıçak beliriverdi. Murat 'hayatımda aldığım en güzel hediye bir forma ve bu sustalı'dedi. Sokakta oynuyordum...su içmek için bahçeye girdiğimde babamı bahçede otururken gördüm. Yanına gittiğimde elinde bu sustalı vardı.
- Baba bu ne?
- Sustalı oğlum.
- Bunu nereden buldun?
- Babamın , yani dedenindi. Ona da babası vermiş. Beğendin mi?
- Evet baba çok güzel.
Babası sustalıyı Murat'a uzattı.
- Ben de sana veriyorum.Al senin olsun .Ama onu iyi sakla ,kaybetme!
- -Söz baba ona gözüm gibi bakacağım.
Murat sustalıya baktı.'Baba söz verdiğim gibi emanetine gözüm gibi baktım'dedi.
***
Murat duvara yaslandı. Sigarasından derin , uzun bir nefes aldı. Karşısında duran iki katlı, bahçeli eve baktı. Yüzünde ne heyecan , ne korku ifadesi vardı. Sadece gözleri....gözleri durmadan bütün evi ve bahçesini baştan sona tarıyordu. Ev kırmızı panjurlu ,beyaz boyalıydı. Bahçesinde salkım söğütler, ıhlamur ağaçları vardı. Tam orta yere büyük bir masa konmuştu. Masanın çevresini yer gülleri , filbahriler süslüyordu. Bahçenin kenarında salıncak ve tahterevalli de vardı. 'Tıpkı masallardaki gibi... Tam yaşanacak yer .İnsanlar nerelerde yaşıyor ya?' diyerek büyük bir hayranlıkla dudağını ısırdı.
Evin beyi mangalda et pişiriyor, hanımı ise mutfaktan bir şeyler taşıyordu masaya.
Evin beyi :
-Aşkım ,haydi çocukları çağır, etler olmak üzere diye seslendi.
Murat bunu duyunca gülümsedi. Babasını hatırlamıştı.
'O da anneme böyle seslenirdi ,diye mırıldandı. Biz de mangal yapardık bahçede....Babam pişirdiği köftelerden ağzıma atardı annem görmeden... annem kızar, bizimle sofraya oturmuyor, diye söylenirdi .Babam:
-Aman Hanım ne olmuş bir ,iki köfte verdiysem...kedi gibi uzaktan bakıyordu. İçim el vermedi....der,
sonra bana döner 'gel bakalım babana' derdi. Kucağına oturunca yanağımı ısırır,çürütürdü. Çürük iki gün geçmez mahalledeki çocuklar babam dövmüş zanneder dalga geçerlerdi...'
***
Kederli bir halde başını kaldırdı. Bahçenin kenarındaki salıncağa takıldı gözleri. 'Salıncağı ne çok severdim. Ne zaman çarşıya çıksak parka girer ,orada sallanırdım.En iyi babam sallardı beni...O salladığında bulutlara kadar ulaşır, onları tuttuğumu hayal ederdim.Her seferinde korkardı annem.'Yapma bey, düşecek şimdi.düşecek bir yeri kanayacak..'derdi.Babam annemi dinlemez ,beni daha çok, daha çok havalara uçururdu.Annem 'Ay!ay! düşüyor,düşüyor!diye bağırır görmemek için gözlerini kapardı.Bense kahkahalarla gülerdim annemin haline.Sonra babam beni salıncaktan indirir omuzlarına alır, eve kadar öyle taşırdı.Birgün yine babam beni salıncakta sallarken bulutları tutmak için ellerimi bırakmıştım...Tam o sırada salıncağın altımdan kaydığını farketmiş ve kendimi yerde bulmuştum da pantolonum yırtılmıştı. .Babamla ben annem kızacak diye çok korkmuştuk ta gece geç vakte kadar kahvede oturup annemin uyumasını beklemiştik.
***
Murat yavaşça başını kaldırdı. Çevresine bakındı. Bir sigara daha yaktı. Keyifle dumanını içine çekti. Gözü yine eve takılmıştı. Evdekiler yemeklerini bitirmiş ,baba oğul futbol oynamaya başlamıştı. Çocuk 6-7 yaşlarındaydı. Ve üzerinde Fenerbahçeli forma vardı. Murat bunu fark edince yine güldü. 'Vay!Kerata da bizim gibi Fenerli ha!'dedi. Onun yaşlarında benim de bir Fenerbahçe formam olsun diye az yalvarmamıştım babama. Bir gün babam elinde bir torbayla eve gelmiş, torbayı bana doğru sallamış 'Aslan oğlum için babası ona ne almış bil bakalım?'demişti. Torbayı açıp da içinde Fenerbahçe forması görünce deliye dönmüştüm. Babam 'Eğer istersen seni bugün Fener maçına götüreyim' demişti. Babamın boynuna atladığımı, onu deli gibi öptüğümü hatırlıyorum. Hayatımda ilk kez Fenerbahçe maçına gidiyordum. Üstelik babamla...Bundan daha büyük bir mutluluk olamazdı benim için! Anımsıyorum:Biz tribünlerin en önlerindeydik. Her yer sarı- lacivert bayraklarla , balonlarla doluydu.
***
Maç başlamıştı. Ben hayran hayran etrafıma bakınırken bir ara babamın:
-Allah kahretsin nereye bakıyor bu hakem?dediğini duydum.
Sahaya bakınca Fenerbahçeli Rıdvan'ın düşürüldüğünü gördüm. Yanımdakiler hakemi yuhalamaya başlamışlardı. Kimisi 'hakeme gözlük!' diye bağırırken ,kimisi de 'Hakem dışarıya ,annesi içeriye!'diye bağırıyordu. Ben olanlardan birey anlamamış, şaşırmıştım. Niye hakem gözlük takacaktı? Niye hakemin annesi sahaya girecekti?Bunları düşünürken birden yanımda sopalı adamlar belirdi. Birbirlerine acımasızca vuruyorlar, onları kimse ayırmıyordu. Babam bana 'haydi gidelim buradan 'dedi. Dediği anda birisi kanlar içinde ayaklarımın yanına yuvarlandı. Bağrışanlar...küfür edenler...Tanrım ne korkunç bir manzaraydı. Burada ne oluyordu?Niye insanlar birbirlerine hayvanlar gibi saldırıyordu;bir türlü anlayamamıştım ...Kanı ve acıyı ilk orada görmüştüm....Üstelik ilk kez Fenerbahçe maçına gidiyordum ve 'babamla 'birlikteydim...Baba bana sarıl ,sımsıkı sarıl bana baba korkuyorum. Beni bırakma!...
Murat'ın gözlerinden yaşlar süzülüyordu...
***
Murat, evin beyinin eşine 'hadi canım, yanıma gel' dediğini duydu.Murat :'Ben bunu hatırlıyorum .Ama nereden?'diye fısıldadı.Düşünceli düşünceli elini alnına götürüp sıvazladı.'Babam...! Babam ...!'diyebildi.
' Geceydi. Evet geceydi. Odamda uyuyordum.Uyandım...Dışarıdan sesler geliyordu.Babam ve annem yatmamıştı daha ,konuşuyorlar, gülüşüyorlardı.Babamın anneme :
-Canım hadi yanıma gel!dediğini duydum.Annem fısıltıyla konuştuğu için onun ne dediğini duyamıyordum.Ama mutlu olduklarını biliyordum...Yatağın içinde mesut , sağa sola döndüğümü hatırlıyorum.
***
Tam uyumak üzereyken büyük bir gürültü duydum.Neler oluyordu, tam olarak anlayamamıştım. Sadece babamın sesini duyabiliyordum. Yataktan çıkmaya cesaret edemiyor ,korku içinde titriyordum. O anda babamın gürleyen sesi odayı doldurdu.
- Ne demek bu ulan! İstemiyorum da ne demek ?Sana ' istiyor musun ?' diyen mi oldu?
Ardından annemin cılız sesi... dikkatle dinlemeye çalışıyordum ama annemin ne cevap verdiğini duyamıyordum. Babam yeniden hiddet içinde :
- Çıldırtma beni kadın ! Bana cevap verme ! Çileden çıkarma ! diye bağırdı.
Nihayet annemin sesini duydum.
- Yavaş ol bey , çocuk uyanacak !
- Uyanırsa uyansın eşekoğlueşek ! Görsün annesinin ne pislik olduğunu !...dedi hırsla babam.
- Çocuğun ne suçu var ? Hem benim neyimi gördün ?
- O senin çocuğun değil mi? Sana benzeyecek elbette , bana değil!Sana gelince ;senin ne mal olduğunu herkes biliyor!
- Bu güne kadar benim ne kötülüğümü görmüşler ?
Annem ağlamaya başlamıltı. Babam:
- Kes ağlamayı ! Alacağım ayağımın altına!
- Bir de dövecek misin yani?
- Sesini kesmezsen evet!
Korkuyla yatağıma büzüldüm. Sesleri duymamak için yorganı başına kadar çektim.Sessiz hıçkırıklarla ağlıyordum...
***
Murat düşünürken yanına bir küçük kedi geldi.Kedi Murat'ın ayaklarına sürtünüyor ve miyavlıyordu.Murat:
- Git başımdan pis kedi.Küçüklüğümde de sevmmezdim şimdi de sevmem seni 'dedi.Kedi bu kez Murat'ın ayaklarına yüzünü sürdü.Murat:
- Ne demek bu lan!Beni dinlememek ne demekmiş sana gösteririm ,dedi.Gerildi ve vurdu.Kedi taklalar atarak havaya uçtu.....
***
Sabah annemi mutfakta bulaşık yıkarken bulmuştum.
- Anne dışarıya ,oynamaya çıkabilir miyim? Lütfen anne!dedim.
- Hayır! Dedi annem .Sesi çok sertti.Ama ben de dışarıya çıkmak, oyun oynamak istiyordum.
- Ama niye anne?
- İstemiyorum!
- Ben oynamak istiyorum!
- Murat ,kes sesini .
- Anne...
- Olmaz !
Dışarıdan çocukların sesleri geliyordu.Sesleri duydukça deliye dönüyordum.Ağlamamak için kendimi zor tutuyordum.
Annem bana dönüp ağlamak üzere olduğumu görünce :
- Murat'ım böyle yapma ne olur!Dışarıda çocuklar seni dövüyor, dedi.
- Ben onlarla oynamam anne.
- Sonra giysilerini de kirletiyorsun...
- Giysilerimi kirletmeyeceğime söz veriyorum. Haydi izin ver anne .
- Canımı sıkmaya başladın !Hayır ,diyorum sana.
- Anne!
- Git başımdan Murat , sesini de kes!.
Annem bulaşık yıkamak için tezgaha döndü. Ağlamaya başladım. Annem hışımla döndü ve olanca gücüyle yanağıma vurdu. Yere yuvarlandım. Artık ağlamıyordum.... Sessizce bahçeye çıktım.Merdivenlere oturdum.Bir kedi yanıma geldi.Pis pis ayaklarıma sürtünmeye başlamıştı.
'Pis kedi.Seni sevmiyorum.Git başımdan.'diye bağırdım.Kedi hala yanımda duruyordu.Çok kızmıştım.Ayağa kalktım.'Ne demek ulan bu ! Beni dinlememek ne demek !Görürsün şimdi sen!'dedim , gerildim gerildim ve vurdum..!
***
Murat sigara paketinden bir sigara çıkardı.Çakmağıyla yaktı.Paketin içinde sigara kalmadığını görünce paketi hırsla yırtmaya başladı.Elindeki kağıtları un ufak etmişti .Kağıtlara baktı.'Annem ne çok kitap okurdu.Onu okurken görünce hemen yanına gider bana da okumasını isterdim.Annem beni dizine yatırır yüksek sesle kitabı okumaya başlar, bir yandan da saçlarımı okşardı.Babam annemin kitap okumasını istemezdi.Bir keresinde yine annem bana kitap okurken aniden babam içeriye girdi.Annem kitabı saklamaya çalıştı.
-Ne oluyor burada ? diye sordu.Annemin kitap okuduğunu anlayınca gözlerinden ateşler saçarak:
-Ben sana kitap okumayacaksın demedim mi?diye bağırmaya başladı.'Bu saatten sonra başımıza profösör kesildi hanım! '
Annem ağzında birşeyler geveledi.Ama sesi çıkmadı.Babam öfke içinde annemin elinden kitabı çekip aldı.
' Beni beğenmiyorsun ,doğru dürüst yüzüme bile bakmıyorsun , biraz ilgi isteyince yorgunum diyorsun ama kitapları okurken yorulmuyorsun! Ne iş bu lan ?
Annem ayağa kalkmış babamın elinden kitabı almaya çalışmıştı.Babam annemi itti.Annem divana kapaklandı.
Babam:
-Hanımefendi, çıktığın kabuğu beğenmiyor anlaşılan ?Hey kızım!Sen gecekondu kızısın , basit bir memurun karısısın unutma!diyerek annemin üzerine yürüdü.
Bu arada kitabın sayfalarını un ufak etmişti.'Bir daha seni kitap okurken görürsem ,öldürürüm'diye tehtit etmişti. O gidince annem kalkmış ağlayarak kitabın parçalrını toplamıştı.O günden sonra da annemin elinde bir daha kitap görmedim...
Arkası Yarın
Kader Yılmaz
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Rating: 9 Kahveci oy vermiş. |
|
Yukarı
|
Kahvecigillerden : Ömer Arda Çetinkaya |
Neler olup bitiyor?
Neler olup bitiyor her şeyin var olduğu güzel memleketimde? Tekrar tekrar hatırladığımız ve hatırlatılan ama bir türlü gerçekten anlaşılamamış görünen, gidişatı apaçık ortada olan olaylar oluyor. Tarihin tekerrür etmesinden endişe ediyorum tüm bu duyarsızlık içinde. Demokrasi adına, tüm değerlerine ve insanlarına saygısızlık silsilesi her kademede kendini gösteriyor. Söylemekten bıkmayacağım: dahili ve harici bedhahlar uyumuyor, durmuyor. Alenen dans ediyor şarkılar söyleyerek karşımızda alay edercesine.
Huzurun ve sükunetin ve hatta özgürlüklerin sağı solu yoktur. Doğrunun sağı, solu, ortası yoktur. Artık araç olarak kullanılması had safhaya ulaştı demokrasi denen 32 dişli canavarın. Yok efendim din özgürlüğü, yok cenaze taziyeleri; AB kararları, ABD beklentileri, Ay Em Ef emirleri ve emir-erleri... Binlerce yıldır daha bunlar ortada yokken bizim kültürümüz, dilimiz, tarihimiz vardı, hala da var.
Sanki Avrupa ve ABD'de, dünyanın herhangi bir yerinde sonsuz huzur ve mutluluk var, transfer edeceğiz. 751 Talas'ta kılıçtan geçene kadar ve yahut 1980 sonrasına kadar din ile ilgili sorunumuz da yoktu. Bir de kilise sorunumuz çıktı, Atina cami doluymuş gibi!!! Hala da gerçekten dini sorunumuz yok işin aslı. Mabed mi isteyen var, gider camiye,kiliseye; din eğitimi mi, isteyen gider ilahiyata; türban mı isteyen var, takar ama kocaman bir "ama" söz konusu bu noktada. Madem demokrasi, hak-hukuk var, her rejim kendini korur ve ayakta durur kanunlarıyla, kurallarıyla. Tartışılmaz bir nokta da, kamusalı kamusal olmayanı yoktur yasaların, işin suyunu çıkarmanın hain taktiğidir bu!! Demokrasi istediğini yapmak değildir ki!! Asker üniformasını giyer, doktor önlüğünü, hakim-avukat cüppesini, herkese ve herşeye karşı eşitliği ve düzeni simgeler tüm bunlar.
Yapay olarak oluşturulan iç sorunların yanına terör belası da eklendi tekrar içten ve dıştan. Verilen tavizler demokrasiyi getirmiyor her ne demokrasisi aranıyorsa, çoğunluğun demokratik haklarına tecavüz anlamı taşıyor. Memleketin nüfus, sağlık, eğitim sorunları dururken Şeyh Saitlerin demokratik haklarını arıyoruz. Görüyoruz ki Şeyh ve Sait tek parça olarak değil, iki parça olarak huzursuzlanıyor bu sefer. Şeyhi batıya, Saiti doğuya çöreklenmiş vaziyette.
Alıyoruz da cevabını duyarsızlıklarımızın. Gerçekten de hak ettiklerimizin bunlar olduğunu düşünmek istemiyorum. Maalesef "demokrasi"nin sonuçları bunlar. Seçmeyi beceremeyişimizin neticesinde buralara kadar geldik. Sıkışınca asker var nasılsa rahatlığı içten içe,itiraf edemesek de dürüstçe. Asker haklı olarak höt deyince de demokrasi çığlıkları. Bu nasıl bir ikilem ve komikliktir. Sen, ben, o sahip çıkmazsa özgürlüklerine ve Cumhuriyetine kim çıkacak? Böyle iyiyiz değil mi? Götüren götürsün, geriye, teröre, üçkağıtlara.
Ömer Arda Çetinkaya
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Rating: 11 Kahveci oy vermiş. |
|
Yukarı
|
Kahvecigillerden : Oktan Erdikmen |
Ölüm Kötü Bir Şey mi?
“Bazen hayata ve insanlara dair öyle garip düşüncelere dalıyorum ki, adeta bağlarımı koparıyorum. Hiçbir şeyi umursamadığı zamanlarda yok olmalı insan, benim beceremediğim şeyi yapmalı.”
Diken üstünde yaşıyoruz. Ölümle burun buruna soluk alıyoruz son zamanlarda. Trafik kazaları, terör eylemleri ve doğal afetler hayatımızın bir parçası artık. Kırmızı ışıkta geçen bir kamyonun altında kalmamız an meselesi. Direksiyon hakimiyetini kaybeden alkollü bir sürücü de her an bizi ezebilir. Bir bombalama eylemine kurban gidebiliriz her an. Her an birisi karşımıza çıkıp alnımıza silah dayayabilir. Deprem olabilir, sel basabilir ve yangın çıkabilir.. Birisi vücudumuza iğne batırıp cebimize ‘AİDS ailesine hoş geldiniz’ şeklinde bir not bırakabilir. Hastanede yanlış tedavi görebiliriz. Ameliyatta karnımızda bir şeyler unutulabilir. Yani her an, küçük bir yanlışlığın kurbanı olabiliriz.
Hayatı mümkün olduğunca iyi yaşamalıyız onun için. Mümkün olduğunca bugün için çalışmalıyız. Aradaki dengeyi tutturmak ustalık işi.. Zaten tutturabilenler de dünyanın en mutlu insanları değil mi?
Ne için olduğunu bilmeden çalışıyoruz çoğu zaman. İlköğretimde iyi bir liseye girmekti bütün amacımız. Hele bir üniversiteye girin, ondan sonra mutlu olacaksınız dediler sonra. Üniversitede mezun olmak, mezun olunca iş bulmak hayalinin sonrasına ertelenir oldu umutlar. John Lennon denilen bir adam, “Hayat, biz gelecek için planlar yaparken başımızdan geçenlerdir” demiş olsa da yıllar önce, hiçbirimiz aynı hayatın değişik versiyonlarını uygulamaktan başka bir şey yapmadık. Yapamadık. İçimizden gelir gibi olsa uzaklaştık, dilediğince yaşamaya kalkanları ayıpladık. İş bulduktan sonra da herkesçe uygun görülen bir evliliğe ve çocukların yarattığı sonu gelmez sorumluluklara endekslenip hayatımızın sona ermesini bekledik. Ve o beklenen an geldiğinde aslında daha mutlu yaşamış olabileceğimizi bildiğimiz için pişmanlık duyacağımızdan eminiz. O zaman hiçbir şeyi değiştiremeyeceğimizi de biliyor olacağız üstelik. Yanılmıyorsam bir İngiliz yazar, “Yeniden genç olabilseydim eğer kitap falan yazmaz, ömrüm boyunca dondurma yerdim” demiş 80 yaşında. Gerçi her şey istenilenin bir altında gerçekleşir ama, hiçbirimiz 80 yaşına gelmeden İngiliz yazar gibi düşünemiyoruz.
Yaşarken yok olmayı bilmem ama, bir gün, ölümün kötü bir şey olduğunu nerden biliyorsun demişti babam. Hayattan ne zaman sıkılsam, ölenleri kıskanırım onun için. Ama ölmek istemem hiçbir zaman. İsteyemem. Cesaret edemem belki. Keşke bir süre dondurduktan sonra yaşamaya devam etmek mümkün olsaydı. Ölümün tüm gizemi ve heyecanı geri dönüşü olmamasında gizli olsa da, kısa bir süreliğine mümkün olsaydı.. Keşke..
Oktan Erdikmen
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Rating: 6 Kahveci oy vermiş. |
|
Yukarı
|
Fotoğraf : Recep Pehlivanlar
<#><#><#><#><#><#><#>
Kahve Molası, siz sevgili kahvecilerden gelen yazılarla hayat bulmaktadır. Her kahveci aynı zamanda bir yazar adayıdır. Yolladığınız her özgün yazı olanaklar ölçüsünde değerlendirilecektir. Gecikme nedeniyle umutsuzluğa kapılmaya gerek yoktur:-)) Kahve Molası bugün 4.212 kahveciye doğru yola çıkmıştır.
Yukarı
|
Yok'u bulmak
Dün gece seni düşündüm, düşünmeyi seçmeden.
Uzun süredir bir şey düşünmemeyi tercih ederken,
Yalnızlığımın huzurunu, sensizliğimi hatırlatarak bozdun yine..
Ve aradım,
Aradım seni şiirlerce, filmlerce, kentlerce..
Yok olduğunu bilmeme rağmen aradım;
Bulamadım..
Aradığım mı yoktu, sen mi?
Sen yok muydun aslında veya ben miydin yoksa?
Ya da hayallerimle düşlerimin benliğime ziyafet çektiği anlarda gördüğüm bir yanılsamamıydın acaba?
Sonra..
Sonra baktığımı bilmeden bakarken, seni gördüm
Tam hayal ettiğim yerde, o bildik kitapçıdaydın
Tanıdık biri gibiydin ama ilk kez görüyordum
Elinde en sevdiğim kitap,
Koltuğunun altında sıkıştırılmış dinlemekten eskittiğim o cd..
Beni fark eden mahçup, buğulu bakışların gözlerime değdiğinde,
Beklediğim oldu ve pembe bir çehreye büründün..
Tıpkı düşlerimdeki gibiydin; beyaz, yumuşak ve benim..
O kadar benimdin ki,
Farkında bile değildim.
Sonra...
Sonra bir saat sesi ile uyandım..
Ve hissetim o an, bir daha hiç hissetmeyeceğimi bildiğimi..
Hissettiklerim mi?
Gençliğim kadar eski,
Aşkım kadar yeni..
Serhat Küçükkurt
Yukarı
|
Dün İstanbul'da yapılan Geleneksel Su Olimpiyatları (ymış mesela!)
Yukarı
|
İşe Yarar Kısayollar - Şef Garson : Akın Ceylan Yamağı : Ayşe Nur Gedik |
bir zeytin dalı
http://www.tariszeytin.com.tr
İster uzman yazılarını okuyun ister güvenerek alışveriş yapın! Hele özel tasarım bir zeytinyağı tabağı var ki aklım kaldı, belki kendime bir ara hediye alırım onu :) Sadece zeytin veya zeytinezmesi (gerçi aklım bir de yeşil zeytin ezmesinde kaldı!) almanız gerekmiyor, zeytinyağı, sabun, aksesuar, kuru incir, lezzet sepetleri hepsi pek leziz... Kısaca "Tariş" ne verdiyse bakın, istediğinizi alın!
http://www.zeytinim.com/
Taylıeli zeytin ve zeytinyağı işletmesi, sitelerinde alışveriş de yapabiliyorsunuz. İstanbul ve Ankara'da yaşayanlar mağazalara gidebilirler. Özenli üretim ve bol çeşit var.
http://www.adatepe.com/index.php
Refika'nın hikayesi yanında Türkiye'nin ilk zeytinyağı fabrika müzesi olmaları da çok etkileyici! Özellikle seramik şişelerdeki zeytinyağına "hayır" diyebilecek bir mutfak düşkünü düşünemiyorum. Satış noktalarını da sitede bulabilirsiniz. Olmadı Nazım'ın dizelerini ana sayfada okuyup içinizi aydınlatmak için ziyaret edin derim.
http://www.esiad.org.tr/
Zeytin üstadı Nedim Atilla'nın Batı Anadolu Zeytinyağı Kültürü kitabı ile ilgili kısa bir yazı ESIAD sayfasında. Bir de zeytinin barışla bağlantısı var ki en az yazıdaki "Burhaniye-Bergama Usulü Çığırtma" tarifi kadar iç açıcı.
Ayşe Nur
Yukarı |
Damak tadınıza uygun kahveler |
Pix2Fone 1.0 [47KB] Win9x/2k/XP FREE
http://pix2fone.com/download.php
Rengarenk ekranlı cep telefonları aldı başını gdiyor. Nasıl resim yüklerim diye kara kara düşünmeye paydos. Alıyorsunuz bu programı çalıştırıyorsunuz. Ondan sonra telefonun modeline göre yapmanız gerekenleri o size söylüyor. Valla henüz deneyemedim ama deneyenler iyi olduğunu söylüyor. Sonucu bana da bildirin olur mu?
Yukarı
|
|
|
|
|
|